Etiket arşivi: Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

Kürdler Neye Muhtaçdır?

Bedîüzzaman’ın II. Abdülhamid’e Takdim Ettiği Doğudaki Problemlerle Alakalı Mektubu (1324 R/1908): Kürdler Neye Muhtaçdır?

Bedîüzzaman’ın İstanbul’a  gelişi  Kasım 1907’dir.   Zira 30 Mayıs’da Van Vâlîliği’ne yazılan hakkındaki soruşturma yazısı, bu tarihde İstanbul’da olduğunu gösterdiği gibi, Hürriyet’in  ilânı demek olan  24 Temmuz 1908/11 Temmuz 1324 yani II. Meşrûtiyet’in ilânından evvel olduğu da gayet açıktır. Zira Şark ve Kürdistan Gazetesi’nin yayınladığı ve başka da bir kaynakla teyid edemediğimiz Bedîüzzaman’ın mektubu öncesinde, biraz sonra nakledeceğimiz gibi, istibdâd devrinde Mâbeyn’e takdim edilen mektup vasıflandırması bulunmaktadır. Adı geçen dergiden alarak yazıyı aynen yayınlamak istiyoruz. Zira bugün için de değerini muhâfaza eden tesbitler bulunmaktadır.

KÜRDLER NEYE MUHTAÇDIR?

Osmanlı Milleti arasında önemli bir unsur olan Kürdistan ahâlisinin durumu hükûmetçe bilinmekte ise de eğitim ve bilim konularında bazı isteklerimin arzına müsaade isterim:

Şu medeniyet asrında diğer kardeşleri gibi Kürdlerin de terakkîde aynı seviyeye ulaşmaları için Hükûmeti’n Kürdistan’ın kasaba ve köylerinde okullar açtığı görülmekte ise de, bunlardan sadece Türkçe bilenler istifade edebilmektedir. Dil bilmeyenler, sadece medreseleri kemâlatın kaynağı olarak görmekte ve öğretmenlerin de mahallî dili bilmemeleri sebebiyle eğitimden mahrum kalmaktadırlar. Bu da vahşeti, keşmekeşi ve Avrupalıların uğursuz gayelerini davet etmektedir. Aynı zamanda ahâli vahşi kalarak sadece ilkel şeyleri taklid yollarına girerek her türlü vehim ve şüphelerin etkisine maruz kalmaktadırlar.

Eskiden beri Kürdlerin hep gerisinde kalan çevreler onların bu durumundan istifade etmektedirler. Anlatılan bu üç nokta sebebiyle gelecekte müthiş bir darbe hazırlanıyor olduğunu basiret sahipleri tahmin eylemektedirler.

Bunun çaresi, hem nümune teşkil etmesi ve hem de başkalarını da teşvik için biri Beytüşşebâb’da, ikincisi Mutki ve Sason civarlarında ve üçüncüsü de Van’da olmak üzere, Medrese adı altında hem dinî ilimler ve hem de fen bilimlerinin okutulacağı üç Dar’üt-Ta’lîm açılmalı ve masrafları hükûmetçe karşılanmalıdır. Ayrıca bazı medreselerin ihyâsı Kürdistan’ın geleceğini ihyâ demektir. Böylece dâhilî ihtilâflar bertaraf edilecek ve bu bölge devlete büyük bir kuvvet teşkil edecektir.

Molla Sa’îd-i Meşhûr.

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

www.NurNet.org

said.nursi.mektup

7 Haziran Seçimleri Sadece Partiler Arası Bir Seçim Değildir!

7 Haziran Seçimleri Sadece Partiler Arası Bir Seçim Değildir;

Türkiye’yi Mısır Gibi Yapmak İstiyenlerin Planladıklari İkinci Gezi Olayıdır

Kardeşlerim!

Bu mesele parti meselesi de değildir; Türkiye’nin istikrarına, gelişmesine ve huzuruna yönelik bir soğuk savaş sözkonusudur.

Bu hükümetin ve devletimizin karşısında kimler var biliyor musunuz?

– Ermeniler ve Ermenistan.

– Yahudiler ve İsrail.

– Sisiler ve Hizbullah gibi teröristler.

-Almanya ve İngiltere başta olmak üzere Avrupa ve Amerika’daki karanlık güçler.

– The New York Times, Washington Post ve The Guardian gibi uluslararası basın.

– Ateist olan PKK Terör Örgütü (Başlarında bir Demirtaş var) ve bunun siyasi uzantısı olan HDP (Başında yine bir diğer Demirtaş var).

– Bir Avrupalı devlet adamının ifadesiyle “Biz PKK’li Türkü seviyoruz; biz Ermeni Türkü seviyoruz;biz Ali’siz Alevi Türkü seviyoruz ve biz KUR’AN’A İNANAN TÜRKLERİ SEVMİYORUZ” DİYENLER VAR.

Ama bu sözlerime itiraz edenlerin var olduğunu hissediyorum. Bunlar iki gruptur ve onlara da söyleyeceklerim var:

BİRİNCİ GRUP: Hükümetin bazı hatalarını ileri sürerek yani sivrisineklerin ısırmasından rahatsız olarak yılanın ve ejderhanın kucağına düşme tehlikesini fark edemeyenlere şunu söylüyoruz:

  1. Bence yol ikidir: Mizanın iki kefesi gibi; birinin hafifliği, ötekinin ağırlığna geçer. Ben tokadımı, Antranik ile beraber Enver’e, Venizelos ile beraber Said Halîm’e vurmam. Nazarımda, vuran da sefildir.” Sünuhat-Tuluat-İşarat ( 55 )

Biz samimi bir Müslüman lider olduğunda hiç şüphe etmediğimiz Cumhurbaşkanımız’a ve gece namazlarını bile terk etmeyen Başbakanımıza; Diyaneti kaldırmaya çalışanlar; Kur’an mealine karşı çıkanlar ve Ka’be yerine Taksim’e dönenlerle birlikte tokadımızı vurmayız ve vuramayız. Kaldı ki; biz tarihin hiçbir döneminde bütün memur ve bürokrasisi ile masum bir hükümet asr-ı saadet dışında göremiyoruz.

Mesele, iyiliklerinin kötülüklerine galip gelmesidir. Bunda da hiç şüphemiz yoktur:

Zerratı günahkârlardan mürekkeb bir hükûmet, tamamıyla masum olamaz. Demek nokta-i nazar, hükûmetin hasenatı seyyiatına tereccuhudur. Yoksa seyyiesiz hükûmet muhal-i âdidir. Ben öyle adamlara, anarşist nazarıyla bakıyorum. Zira onlardan birisi -Allah etmesin- bin sene yaşayacak olsa, âdeta mümkün hükûmetin hangi suretini görse, hülya ile yine razı olmayacak. Şu hülyanın neticesi olan meylüt tahrib ile o sureti bozmağa çalışacak. {*: Ki, komünist ve anarşist manasıyla Kemalizm ve inkılab softaları ve dönmeleri görmüş gibi haber veriyor.} Şu halde böylelerin fena zannettikleri Jön Türkler nazarlarında dahi, mel’un, anarşist ve iğtişaşcı fırkasından addolunurlar. Meslekleri ihtilal ve fesaddır.”

Münazarat ( 17 )

İKİNCİ GRUP: Saf bazı dindar insanlardır. Bunlara cevabım Bediüzzaman’ın verdiği şu cevaptır:

Ben 31 Mart hâdisesinde şuna yakın bir hal gördüm. Zira İslâmiyet’in meşrutiyetperver ve hamiyetli fedaileri, cevher-i hayat makamında bildikleri nimet-i meşrutiyeti şeriata tatbik edip, ehl-i hükûmeti adalet namazında kıbleye irşad ve nam-ı mukaddes şeriatı meşrutiyet kuvvetiyle i’lâ; ve meşrutiyeti şeriat kuvvetiyle ibka; ve bütün seyyiat-ı sâbıkayı, muhalefet-i şeriat üzerine ilka etmek için bazı telkinatta ve teferruatın tatbikatında bulundular. Sonra, sağını solundan farketmeyenler, hâşâ şeriatı istibdada müsaid zannederek, tuti kuşları taklidi gibi “Şeriat isteriz!” demekle, hakikî maksad ortada anlaşılmaz oldu. Zâten plânlar serilmişti. İşte o zaman yalan olarak hamiyet maskesini takınan bazı herifler, o ism-i mukaddese tecavüz ettiler. İşte cây-ı ibret bir nokta-i siyah!” Tarihçe-i Hayat ( 83 )

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

www.NurNet.org

27 Mayıs İhtilalinin Manevî Sebepleri

Bediüzzaman’ın DP’lilerden yüz çevirip artık hiç alakadar olmamağa başladığı günler olan 19 Mart 1960 günü, İsmet İnönü’yü bazı yüksek rütbeli subaylar İstanbul’daki evinde ziyaret ederek bir nevi ihtilâl hazırlığı plânları çevrilmişti. 16 Nisan 1960 günü, Üstâd’ın vefatından yirmidört gün sonra, yine emekli general ve amirallardan müteşekkil on dört kişi İnönü’yü yine İstanbul’daki evinde ziyaret etti. Bu da yine ihtilâl provası gibi bir şey idi. Neticede İnönü’nün proğramları çerçevesinde CHP altı okçu zihniyetleri, güya sözde milliyetçi, ırkçı kimseleri kandırarak; Üstâd Bediüzzaman’ın altı sene önce haber verdiği gibi, elde ettiler. Bunu başarınca da artık hem kuvvetlendiler, hem de ihtilâl için meydan bomboştu.

27 Mayıs 1960 günü sabah saat 7.36’da Kurmay Albay Alparslan Türkeş’in sesiyle Ankara Radyosundan ihtilâl darbesi ilân edildi

Halbuki, Üstâd Bediüzzaman Hazretleri 1952’den itibaren 1959’un son günlerine kadar defalarca Demokratları ve iktidarı ikaz etmek istemişti. Gâh işaretli, gâh sarih şekilde onlara; perde altında oynanan oyunları ve düşmanlarının onlara karşı çok merhametsizce, hırslı ve sinsî plan ve proğramlar düzenlediklerini ve DP’liler için o durumda selâmetle çıkış yollarını, kurtuluş proğramlarını elinden geldiğince onlara bildirmeye ve anlatmaya çalışmış, çırpınmış ve ikazlarda bulunmuştu.

Lâkin çok maaalesef ki, DP iktidarı, özellikle son dönem iktidarı, CHP’lilerin kurnazca oyunlarına gelerek, Hazret-i Üstâd’ın bütün o şefkatkârane, vefadarane teveccühlerine karşı bir evham, beceriksizlik, korkaklık ve za’afiyet içine girdiler. Hem Bediüzzaman Hazretlerine de ihanetler etmeye başladılar. Bilhassa 1957’den sonraki dönemin İzmir Milletvekili ve İçişleri Bakanı Namık Gedik’in titrek ve evhamkâr tutumuyla, Üstâd Hazretleri emniyet kuvvetleri tarafından gittiği her yerde, hatta kendi evinde bile takib edilmiş, rahatsız edilmişti. Belki Başbakan Adnan Menderes ve bir iki samimi arkadaşı hükûmetinin bu şekildeki tutumuna razı değildi. Lâkin esefle söyliyelim ki, hiç bir müdahalesi de olmadı. Belki de ihtimaldir ki, artık Adnan Menderes de kendi bakan ve hükûmet adamlarına müdahale etmekte aciz kalmış olabilirdi.

Hazret-i Üstâd, son seyahatlerinin son günlerinde Menderes’e bazı meb’uslar vasıtasıyla haber göndererek: “O bizim manevi himayemizdedir. Eğer ben onu ve hükûmetini manen himaye etmesem (İki elini birbiri etrafında çevirerek) böyle böyle olurlar.” demişti. Yine başka bir zaman: “Başka yerlerden bizi istiyorlar. Eğer ben buradan gitsem, böyle böyle olur” demiş ve DP’nin üst kademesindeki adamlarına haber göndermişti.

Lâkin müşfik ve vefadar olan Hazret-i Üstâd’ın bu çırpınırcasına olan telâşlı ikazları ile maalesef DP’liler gafletten uyanamamış, korku ve evhamları vesvese derecesine gelmiş, uyanmaları mümkin olmıyan bir girdaba girmişlerdi. ınönü ise, Demokratların kapıldıkları evham ve korkulu durumlarını çok iyi anlıyor ve kendi maksadı lehinde değerlendirmesini çok iyi biliyordu.

Nihayet, Hazret-i Üstâd’ın kesin olarak haber verdiği gibi, kendisinin onlara karşı manevi muhafazası ve teveccühü kesilince, DP’liler tepe takla yuvarlanmaya başladılar. Evham ile, korku ile, ta’vizlerle çekindikleri ve korktukları şey, başlarına nihayet geldi. Düşmanları ise, hiç bir merhamet hissi duymadan onları ezdiler. Lâkin olan şey ve en büyük darbe yine Menderes’e ve bir iki samimi dindar arkadaşına oldu.

Fakat inşaallah Hazret-i Üstâd’ın bunlara karşı ilk başlardaki teveccüh ve duaları.. ve bunların bazılarının kalblerinin selimliği ve çektikleri çok acı ve merhametsizce zulüm ve işkenceleri neticesinde, onları şehadet mertebesine ulaştırdı.[1]

DP ile Üstâd Bediüzzaman Hazretleri arasında olan manevi irtibat ve Bediüzzaman’ın onlara karşı manevî muhafazaları ve saire mevzuunu Münevver Ayaşlı Hanım Efendi[2] şöyle dile getiriyor:

Said Nursi ve Adnan Menderes – Münevver Ayaşlı

Adnan Menderes nizamını yıkanların başında gelenler, barajlar yıkılıp da, memleketin su altında boğulma tehlikesini görünce, küçük ve liyakatsiz elleriyle yıkılan koca barajın gediğini çamurla kapatmaya uğraşır görünmeye çalıştılar. Hakikaten bunlar komünizm aleyhinde idiler ise mevcut nizamı korumaları ve bu nizamın yanında yer almaları icap ederdi.

Büyük barajı yık, memleketi sular altında bırak, Millet tarafından affa uğrarım, belki de sevilebilirim düşüncesiyle son çare olarak ellerinde komünizm aleyhtarlığı kozu kalıyordu ve bu son kozu da oynamaya çalışıyorlardı.

Eğer, siz hakikaten komünizm düşmanı idiyseniz, bütün kusurlarına ve zaaflarına rağmen, kurulu nizamın yanında bulunacak ve mevcut barajı yıkmayacaktınız.

Mademki yıkıcılar arasında, hatta arasında değil başında bulundunuz, her zaman için samimiyetinizden ve ihlâsınızdan şüphe etmekte millet haklıdır.

Evet, ama biz bunun böyle olacağını bilmiyorduk, diyecekler. Bilemiyordunuz, göremiyordunuz, zira ihtirasınız ve dar görüşünüz, vatanın selâmetinin yolunu görmeye size mâni olacaktır.

Evet bu arada büyük bir hâdise oldu. Demokrat Parti’nin güvendiği bilhassa Adnan Menderes’in dayandığı anadirek kırılıverdi ve çadır yıkıldı.

Büyük bir insan ve mânevî bir lider olan, Bediüzzaman lakabıyla anılan Said Nursî 1960 tarihinde bu dünyadan âhirete intikal etti, rahmetullahi aleyh.

Said Nursî Hazretleri, Demokrat Parti’nin 10 senelik iktidarı sırasında bir gün dahi rahat etmiş bir kimse değildi.

Demokrat Parti iktidarı, bu büyük zâtı, her gün tâciz etmiş, rahatsız etmiştir.

Türkiye dahilinde, her istediği yere gidip oturmak ve oradan kalkıp başka bir yere göç etmek gibi, bütün Türk vatandaşlarının vatandaşlık hakkı olan bu hakkı bile elinden alınmıştır.

Said Nursî Hazretleri, hükümetin istediği bir yerde oturmaya ve oradan kıpırdamamaya mahkûm edilmişti.

Adnan Menderes-Said Nursî münasebetlerini yakînen bilmiyoruz. Belki her zaman görüşüyorlar veya nadiren birbirini görüyorlar, belki de kuvvetli bir ihtimal ile birbirlerini hiç görmemişlerdi.

Lâkin bildiğimiz bir şey varsa, Büyük Üstâd, büyük bir feragatla ve kendi gördüğü çirkin muameleleri zerre kadar kâle almayarak, tam bir veliyyullah gibi hiçbir zaman Adnan Menderes üzerinden mânevî müzaharetini ve himmetini esirgememiş olmasıdır.

Buna mukabil Menderes ne yaptı? Açıkça bir dostluk göstermekten korktuğu gibi, âdeta Bediüzzaman’ın mânevî müzaharetinden kompleks duydu ve âdeta hicap duydu.

Menderes’in bu hislerini bilmiyor muydu Said Nursî Hazretleri? Elbette biliyordu. Bu hâllere gücenmiyor muydu?

Hayır. Zira gönül gözü açık olan velilerin, küçük ve bücür ihtilâlciler gibi indî, hissî ve dar görüşleri yoktur onların.[3]

* * *

Büyük veliler, hakikati ve geleceği apaçık görürler, Menderes ve onunla beraber yıkılacak olan nizamdan sonra, memleketin ne hâle geleceğini görüyorlar, biliyorlardı ve bunun için vatan düşüncesi ve vatan sevgisi ile dört elle Menderes’e sarılıyor ve onu mânen yalnız bırakmıyordu.

Fakat, nihayet Said Nursî Hazretleri de bir kuldu, durmadan birbiri arkasına gelen şer kuvvetlere dayanamadı. Kurtarmak istediği adam Menderes de, kurtulmak istemiyor, intihara doğru gidiyordu. Bütün bunlara; zayıf, nahif ve mübarek vücudu uzun zaman mukavemet edemedi ve göçtü gitti.

İşte, Said Nursî’nin göçtüğü gün Adnan Menderes ve bütün nizamı ve rejimi de beraber yıkıldı.

Bunu, kalp gözü açık olmayan göremez, duyamaz, bilemezler… Ama, ne çare ki hakikat budur…

Nitekim Said Nursî’nin vefatından sonra yapayalnız kalmış olan Adnan Menderes de dayanamadı, O da yıkıldı gitti…

Ekseri kimseler, bu ölümle, bu iktidarın yıkılışı arasında bir münasebet göremeyecekler, bulamayacaklardır.

Fakat, ma’nevî ve gizli kuvvet ve münasebetlerin, sûrî ve batınî iktidarların beraber yürüdüğünü görmek, her ne kadar kuvvetli olursa olsun sûrî bir sultanın, mânevî bir sultanın himmetine muhtaç olduğuna inanmamak veya inkâr etmek olmaz.

Bir devlet adamı ile bir velinin hiçbir dünyevî münasebeti olmasa, hatta yüzyüze gelmemiş olsalar, hatta hatta başka asırlarda dahi yaşamış olsalar bile aralarında bir râbıta kurmak mümkün olabilir.

Fakat, bir iktidar, bir devlet adamı, hatta hatta kuvvetli, kudretli şevketli bir padişah bile, bir lokma, bir hırkaya kanaat getiren bir veli himmetine muhtaçtır.

Eğer, bir devlet başkanı, bir velinin himayesi altında ise, hayır işler, yok değil ise şer işler.

Adnan Menderes’in de velisi Said Nursî idi, onun himayesi altında idi. Fakat Menderes zavallısı, bu himayeden kaçıyor, utanıyordu.

İktidarda kalabilmek için Türk-İslâm olaylarını tenezzülen kabul ettiği gibi, Menderes, Yassıada da bunların gözyaşlarını ve dualarını lütfen kabul ediyordu.

Fakat, artık Adnan Menderes için talih dönmüşe benziyordu. Adnan Menderes’in çirkin ve çirkin olduğu kadar da lâyık olma-dığı korkunç âkibetinden, artık onu hiçbir şey kurtaramıyacaktı.

Kendisine yazık olduğu gibi, memlekete de çok çok yazık oldu.

Zira, yıkıldıktan sonra, küçük devlet adamı zannettiğimiz Menderes’in, büyük devlet adamı olduğunu anlamıştık. Onunla beraber yıkılan nizamın, bir türlü yerine gelmediğini, memleketin durmadan çalkantılar içinde olduğunu ve anarşi içinde kaldığını ondan sonra gelenlerin bir nizam kuramadıklarını gördük.

1960 senesi baharı gelmişti. Fakat havada bir sıkıntı vardı. Günlerce çamur yağmıştı Türkiye’ye… Hayret!…

Güzel bir Mayıs sabahı, ezan-ı Muhammedi’nin karanlıkları, yırttığı ve insanları aydınlığa, felâha ve salaha davet ettiği bir zamanda, Türkiye radyolarında bir Baykuş ötüyor, bir felâket haberi veriyordu.

Mevcut nizam yıkılmıştı![4]

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

www.NurNet.org

Bediüzzaman’ın Ayasofya’da Yaptığı Konuşma

Bediüzzaman’ın Ayasofya’da 1909 Yılındaki Mevlid Merasiminde Yaptığı Konuşma

(Bu konuşmanın metni Mevlid sonrası hemen Volkan’da neşredilmemiştir. Ancak sonradan 31 Mart Olayından iki hafta önce neşr olunmuştur)

Biz sadece özetini nakledeceğiz.

Dağ Meyvesi Acı Da Olsa Devadır

Biz Kalu Bela’dan Cem’iyet-i Muhammedi’de (Aleyhissalatü Vesselam) dahiliz. Cihet’ül-vahdet-i ittihadımız tevhiddir. Peyman ve yeminimiz imandır. Madem ki Allah’ı bir biliyoruz, bir ve beraberiz.

Herbir mü’min i’la-yı Kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi, maddeten terakki etmektir. Zira yabancılar teknoloji ve sanayi silahıyla bizi manevi istibdadları altında eziyorlar. Biz de, fen ve san’at silahıyla i’la-yı Kelimetullahın en müdhiş düşmanı olan cehil ve fakr ve ihtilaf-ı efkarla cihad edeceğiz.

Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur. Meşrutiyet ki, adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir. Onüç asır evvel Şeri’at teessüs ettiğinden, kanunlarda Avrupa’ya dilencilik etmek, din-i İslama büyük bir cinayettir ve kuzeye doğru namaz kılmak gibidir. Kuvvet kanunda olmalı. Yoksa istibdad tevzi olunmuş olur.

İnsanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar. Herşey hür oldu, Şeri’at da hürdür, meşrutiyet de. İslamın meselelerini rüşvet vermeyeceğiz. Başkasının kusuru, insanın kusuruna sened ve özür olamaz.

Ümitsizlik her hayra manidir. “Neme lazım, başkası düşünsün” istibdadın yadigarıdır.

Bunu daha evvelki yazılarından tatmin olmayanlar için bütün fikirlerini özetlediği ve arka arkaya neşredilen diğer makaleleri takip eylemiştir. Üslubunun ağır ve biraz da garib olduğunu beyan ettikten ve sadece işaret nevinden zekilere hitab ettiğini belirttikten sonra şu tavsiyeleri sıralamaktadır:

Beni İslamiyete, İslami eğitime, alimlere, talebeliğe, Osmanlılığıma, Hilafete, İttihad-ı Muhammediye ve Kürdlüğüme intisabım cihetiyle dinleyin diyen Bediüzzaman Hazretleri söyleyeceklerini dokuz madde altında toparlar. Bunlar arasında geçmişte yayınladığı makalelerdeki bazı fikirlerinin tekrarı bulunsa da bu dönem açısından ehhemiyet arz ettiği için özetle tekrar edeceğiz.

Birinci Madde: İslam aleminde Şura Meclisini temsil eden meşrutiyetin ukde-i hayatiyesi Şeri’attır. Bu konuda dört mezhebin izahları ve ictihadları esas alınmalıdır. Milyonlarca alimlerin Kur’an’dan ilham alarak ortaya koyduğu şer’i hükümler varken Avrupa’dan hukuk ve ahlak dilenmek doğru değildir. Hakim kanun olmalı ve kanun ağacının temelini İslam hukuku teşkil etmeli. Aksi takdirde, zakkum ağaçları olan dinsizlik, ihtilaf, münafıklık, günahlar ve israflar bizi perişan edecektir. Medeniyetin hiçbir hakiki güzelliği yoktur ki, İslamiyette açıkça yahut zımnen mevcut olmasın.

Çocukları aldatan medeniyetin bazı heva ve heveslerini papağan kuşu gibi taklit etmeye başladılar. Halbuki meşrutiyet Şeri’atın kölesidir. Şeri’at ile hiç alakası olmayan eski istibdadları ona mal edemezsiniz.

İkinci Madde: İslami eğitim ordusunun tümenleri olan Medrese, Tekye ve Mekteb ehli maalesef ifrat ve tefrit ile birbirini dalalet ile suçlamaktadır. Halbuki bunlar İslamiyet sarayının kapıları ve hükumet de onun salonu olmalıdır. Mekteblerde İslami hakikatler okutulmalı, Medreseler müsbet ilimleri ihmal etmemeli ve tekyelerde de alimle söz sahibi olmalıdır.

Üçüncü Madde: Osmanlı Devletinde akademik bir meşrutiyet de kurulmalıdır. Zira her bir alimin kendi fikrini herkese kabul ettirmek manasındaki ilmi istibdad, bizi perişan eylemiştir. İdarede kuvvet kanunda olmalı; ilimde ise kuvvet hakda olmalı; yoksa istibdad hakim olur.

Dördüncü Madde: Talebelik alanındaki disiplinlere ayrılma meselesi medreselerde de tatbik edilmelidir. Nasıl ki devlette kamuoyu hakimdir; İslamiyette müftü de alimlerin kamuoyu olmalıdır. Böylece icma’-i ümmet manasına yaklaşılır.

 

Beşinci Madde: Mürşid-i umumi olan va’iz ve hatipler hem alim-i muhakkik olmalıdır, ta bürhan ile ikna’ eylesin. Zira iddiaların tasvir ve süslenmesi, hakikatı arayana karşı faidesizdir. Ve hem de hakim-i müdakkik olmalıdırlar, ta ki bir şeyi terğib veya terhib ile ondan daha mühim şeyin önemini azaltıp muvazene-i Şeri’atı bozmasınlar. Ve hem de beliğ-i hakim olmalıdırlar. Ta ki, mukteza-yı hale mutabık ve ilcaat-ı zamana muvafık ve teşhis-i illete münasib söz söylesinler.

 

Altıncı Madde: Osmanlılığın ilerlemesini faal hale getirmektir.. Şöyle ki: Bu devletin hayatı ve dini, Din-i İslam olduğundan; her bir Osmanlı İ’la-yı şevket-i İslamiyeye mükellef ve her bir mü’min İ’la-yı Kelimetullaha muvazzaftır. Ve bu zamanda i’la’nın en büyük sebebi maddeten terakki olduğundan ve terakkinin en müthiş düşmanı olan cehalet ve zaruret ve ihtilafa; marifet kılıcı, çalışmak ve ittihad ile din namına ittihad edeceğiz. Ama harici düşmanlar, medeni olduklarından fikren galebe çalmak lazımdır.

Yedinci Madde: Hilafete dair bir rüyadır. Alem-i ma’nada padişahı gördüğünü ve ona “Sen ömrünün zekatını Ömer bin Abdülaziz’in mesleğinde sarfet!.. Ta ki, meşrutiyet riyasetine lazım ve biatın ma’nası olan teveccüh-ü umumiyeyi kazanasın.”

Padişah’ın nasıl yapacağını sorması üzerine, “İstibdad, memleketin kalbi olan İstanbul’da kan bırakmadığından hüsn-ü niyeti göster. Şefkatle meşrutiyeti kansız kabul ettiğin gibi; menfur olmuş Yıldızı kalplere sevdirmek için, eski zebaniler yerine melaike-i rahmet gibi muhakkik alimlerle doldurmak… ve Yıldızı Dar’ül-Fünun gibi etmek… Ve ulum-u İslamiyeyi ihya etmek ve meşihat-ı İslamiyeyi ve hilafeti, mevki-i hakikisine yükseltmek… Ve milletin kalb hastalığı olan za’f-ı diyanet ve baş hastalığı olan cehaleti, servet ve iktidarınla tedavi etmekle Yıldızı Süreyya kadar i’la et. Hem de havaic-i zaruriyeye iktisad et. Ta alıştırılmış olan israfa iktidarı olmayan biçare millet de iktida etsin. Madem ki, İmamsın…”

Sekizinci Madde: İleride tava’if-i mülük temelleri hükmünde olan muhtelif milletlere ait kuluplerin ittihadının temeli olan “İttihad-ı Muhammedi”den anasır-ı gayr-ı Müslime ürkmesinler. Zira mesleğimiz sırf ahlaki ve dini olduğundan, onlara faide-i azimeden başka zarar vermez. Bizi kendilerine kıyas etmesinler. Zira milliyetleri çoktan vicdani olan dinlerine galebe çalmış… Hem de onları medeni biliriz. Medenilere ikna’ ile muhabbetle galebe çalınır. Özellikle bizde “Dinde ikrah yoktur” düsturu hakimdir.

Cemiyyetimizin meşrebi, Müslümanlar arasında muhabbetin ma’nasına muhabbet ve husumetin herşeyine husumettir. Ve mesleği: “Ahlak-ı Ahmediye (A.S.M.) ile tahalluk ve Sünnet-i Nebeviyeyi ihya etmektir. Ve rehberi Şeri’at-ı Garra ve seyfi berahin-i katıa ve maksadı İ’la-yı Kelimetullahdır….”

Dokuzuncu Madde: Kürdlerin ihtilafı sebebiyle zayi’ olan büyük kuvvetlerinden istifade etmek için iki temel esas, ittihad-ı milli ile ve ma’arifdir. Halbuki müsbet ilimlerden dört sebepten tevahhuş ediyorlar (Daha önce açıklamış idi). Bahusus şimdiki bazı gençlerimizin dinlerindeki laubaliane hareketleri daha ziyade milleti vahşete düşürüyor. Bu gibi laubaliler Meşrutiyete hizmet değil, bilakis Meşrutiyete ve millete büyük bir darbe vurarak terakkinin yolunu sedde sebep oluyorlar.

Kürdistan’a müsbet ilimlerin girmesinin tek yolu: Hamidiye alaylarında askerlik münasebetiyle; mekteblerde alışılmış olan medrese adı altında dini ilimlere müsbet ilimleri; üç muhtelif noktasında (Padişaha takdim ettiği dilekçede bunlar zikrediliyor) talebenin tayinatının te’miniyle beraber üç dar-ul-ilim açılması… Ve bunlardan neş’et eden Kürd alimleri de, ihya olacak medreselerde Kürdlerin isti’dadlarına göre tedris-i fünun etmektir.

Onuncu Madde (Zeyl bu şekilde tarafımızdan ifade edilmiştir): Müsbet ilimlerin bir mecrası da medreseler olmalı, ta ki zihinleri safileşsin ve müsbet ilimler de Şeri’at ile süzdürülmüş olsun Bu da ehl-i medresenin himmetine havale edilmelidir.

Bediüzzaman bu uzun makalesindeki hakikatleri ve tavsiyeleri aynı gazetede yazmaya devam etmiştir. Bu makaleden iki gün sonra yayınladığı makalede de, Tarik-i Muhammedi (Aleyhissalatü Vesselam) şübhe ve hileden münezzeh olduğundan, şübhe ve hileyi ima eden gizlemekten de müstağnidir. Hem o derece azim ve geniş ve muhit bir hakikat, bahusus bu zaman ehline karşı hiçbir cihetle saklanmaz.

İttihad-ı İslam hakikatında olan İttihad-ı Muhammedi’nin (Aleyhissalatü Vesselam) birlik kaynağı tevhid-i İlahidir. Peyman ve yemini de imandır. Encümen ve cem’iyetleri, mescidler, medreseler ve zaviyelerdir. Müntesipleri umum mü’minlerdir. Nizamnamesi Sünnet-i Ahmediye’dir (Aleyhissalatü Vesselam). Kanunu, şer’i emir ve yasaklardır.

Bu ittihadın meşrebi, muhabbettir. Husumeti ise, cehalet ve zaruret ve nifakadır. Gayr-ı Müslimler emin olsunlar ki; bu ittihadımız, bu üç sıfata hücumdur. Gayr-ı Müslime karşı hareketimiz ikna’dır. Zira onları medeni biliriz. Ve İslamiyeti mahbub ve ulvi göstermektir. Zira onları munsif zannediyoruz. Laübaliler iyi bilsinler ki, dinsizlikle kendilerini hiçbir ecnebiye sevdiremezler. Zira mesleksizliklerini göstermiş olurlar. Mesleksizlik, anarşilik sevilmez. Ve bu ittihada tahkik ile dahil olanlar, onları taklid edip çıkmazlar. İttihad-ı Muhammedi (Aleyhissalatü Vesselam) olan ittihad-ı İslamın efkar ve meslek ve hakikatını efkar-ı umumiyeye arz ederiz. Kimin bir itirazı varsa etsin, cevaba hazırız.

Volkan, No: 83, 11 Mart 1325/23 Mart 1909; Bu makale, Volkan 83 ve 84 sayılarında yayınlan-mıştır. 31 Mart Olayından bir iki hafta öncedir.

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

www.NurNet.org

Cumhurbaşkanımıza Çağrımız: Ayasofya’yı Açın

Cumhurbaşkanimiza Çağrımız: Ayasofya’yı Açın; Hem Ülke Kazansın Ve Hem De İstikrar Devam Etsin

Karanlık Güçler, İçerden Ve Dışarıdan, 7 Haziran Seçimlerini Bahane Ederek, Türkiye’yi İstikrasızlığa Ve Kaosa Sürüklemektedir. Buna Yapilan Bazı Hatalar Da Eklenince, Müstakim İnsanlar Dua Etmekle Beraber Biraz Da Endişe Eylemektedirler.

Bütün Sıkıntıları Ortadana Kaldırmak İçin Cumhurbaşkanımıza Davetimiz Var: Ayasofya’yı Açın; Hem Ülke Kazansın Ve Hem De İstikrar Devam Etsin….

Bediüzzaman’in Haber Verdiği Üç Müjdeden Birini Merhum Menderes (Ezanın Aslına İadesi), Bir Diğerini Siz Gerçekleştirdiniz (Risale-i Nurun Diyanet Eliyle Neşri), Üçüncüyü De Siz Yapınız (Ayasofya’yı Da Beşyüz Sene Devam Eden Vaziyet-i Kudsiyesine Çevirmek):

“Nasıl Ezan-ı Muhammediye’nin (A.S.M.) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi, öyle de Ayasofya’yı da beşyüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmektir. Ve âlem-i İslâmda çok hüsn-ü tesir yapan ve bu vatan ahalisine âlem-i İslâmın hüsn-ü teveccühünü kazandıran, bu yirmi sene mahkemeler bir muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de beraetine karar verdikleri Risale-i Nur’un resmen serbestiyetini dindar Demokratlar ilân etmelidirler. Tâ, bu yaraya bir merhem vurmalı. O vakit âlem-i İslâmın teveccühünü kazandıkları gibi, başkalarının zalimane kabahatı da onlara yüklenmez fikrindeyim.

Dindar Demokratlar, hususan Adnan Menderes gibi zâtların hatırları için, otuzbeş seneden beri terkettiğim siyasete bir-iki gün baktım ve bunu yazdım.
Said Nursî.” Emirdağ Lahikası-2 ( 164 )

 

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

www.NurNet.org