Etiket arşivi: Prof. Dr. Alaaddin Başar

BİR DAKİKA!

“İnsanın, hususan müslümanın tahassüngâhı ve bir nevi cenneti ve küçük bir dünyası aile hayatıdır.” Lem’alar

Önce hafızamızı şöyle bir yoklayalım.

Bilip de  unuttuğumuz yahut dikkate almadığımız bazı gerçeklerle  şöyle bir yüzleşelim:

“İnsanlarla iyi geçinmek sadakadır.” Hadis-i şerif.

Her şey çift yaratılmış. Yeryüzü ve sema. Gece ve gündüz. Dünya ve ahiret. Eksi ve artı yüklü bulutlar.  Ve daha niceleri…

Bu çiftlerin bir halkası da erkekler ve kadınlar.

Erkekler de Allah’ın kulu, kadınlar da. Karşı cinse yaptığımız bir haksızlık, bir yönüyle hukukullaha dokunuyor, Allah’ın bir kuluna zulmettiğimiz için. Diğer yönüyle kul hakkına giriyor, o kişiye haksızlık ettiğimiz için. 

Kula yapılan haksızlığı ancak kul affedebiliyor. Arafat’ta bütün günahlar affediliyor, ancak kul hakkı ve kaza namazı hariç…

Bir şehit çok kişiye şefaat edecek bir manevi makam kazanıyor, ama kul hakkını çiğnemişse o veli kul da bunun hesabını vermek mecburiyetinde.

Bir erkeğin hane halkına yaptığı bütün harcamalar sadaka sayılıyor, böylece Cenab-ı Hak en cimri bir kulunu bile sadaka sevabından hissedar ediyor.

İslâm hukukunda, bir hanım, çocuğuna bakmak mecburiyetinde değil. Ama onun kalbine öyle bir şefkat bırakılmış ki, çocuğunu canından çok seviyor ve onun her ihtiyacını severek karşılıyor. O halde, “Bu şer’i hükmün hikmeti ne olabilir?” diye düşündüğümüzde karşımıza harika bir inayet ve hikmet tablosu çıkıyor: Hanım, çocuğuna yaptığı bütün hizmetler için sadaka sevabı alıyor, koca da çocuğuna ücretsiz bakan hanımına karşı bir minnet duygusu besliyor.

Evliliğin birinci hikmeti; tarafların birbirlerini haramlardan muhafaza etmeleridir. “Onlar sizin için bir örtü, siz de onlar için bir örtü hükmündesiniz.” ayeti bu gerçeği ders verir.

İkinci hikmeti ise; neslin devamıdır. Bu ikinci hikmetin hükmettiği çocuk sahibi ailelerde ayrı bir rahmet cilvesi daha kendini gösterir: Çocuğunu imanlı, salih amel ve takva sahibi, güzel ahlakla donanmış bir şekilde yetiştiren anne ve baba, farz-ı kifaye olan emr-i bil maruf ve nehyi anıl münker, yani  doğruyu ve güzeli emredip, yanlışlardan ve  yasaklardan sakındırma görevinden bir hisse alırlar. Bu ise başta peygamberlerin, sonra onları temsil eden büyük alimlerin, daha sonra derecesine göre bütün  müminlerin önemli bir görevidir.

Çocuk terbiyesi bu yönüyle bir peygamber görevidir, çocuklarını İslami terbiye ile yetiştiren ebeveyn bu büyük şereften küçümsenmeyecek bir  pay alırlar. Zira, bir kişinin hidayeti için bile peygamber gönderildiğini biliyoruz. Nitekim Eyup aleyhisselamın dört ümmeti, İsa aleyhisselamın on bir havarisi olduğun naklediliyor.

Ve son bir hakikat: Allah’ın helal kıldıkları içinde en hoşlanmadığı şey boşanmaktır.

Her ibadetine “Allah rızası için” diyerek niyet eden bir kul, Allah’ın razı olmadığı böyle bir şeyi gönül rahatlığıyla nasıl yapabilir?!..

Bütün bu saydığımız gerçeklerin karşısına çıkan bir tek şey var: Hissine mağlup olmak, enaniyetine esir olmak, kibir afetine yakalanmak.

Bediüzzaman hazretlerinin şu harika tespitini de hafızamızın derinliklerinden çıkarıp şöyle bir düşünelim:

“Sinek kanadı göz üstüne bırakılsa bir dağı setreder, göstermez.”

Nedir o dağ? Yine o büyük Üstadın  Uhuvvet isalesindeki şu ifadelerine bakalım:

Kabe hürmetinde olan iman ve cebel-i uhut azametinde olan İslamiyet…

Bu risale, “Müminler birbirinin kardeşidirler.” ayet-i kerimesinin tefsiri sadedinde kaleme alınmış. Aile hayatına bu noktada baktığımızda kadın ve kocası bir yönüyle birbirinin kardeşidirler. İman ve İslamiyet yanında çakıl taşları gibi küçük ve önemsiz kalan geçimsizlik sebeplerini, hislerine galip gelerek sinek kanadı gibi basit görmeğe ve karşı tarafa “nefis ve şeytana mağlup olduğu için; acımaya” onu kurtarmak için çaba göstermeye mecburdurlar. Bu ise çok büyük bir emek gerektirmiyor, hislerine galip gelerek, pireyi deve yapmak yerine deveyi pire yapmaya özenmek yeterli oluyor. O  kızgınlık anında  insan, bir yönüyle de, bir takva imtihanı geçiriyor. Bu noktaya da kısaca değinelim:

Bilindiği gibi, Bakara Suresinin ikinci ayetinde “Kur’anın muttakiler için bir hidayet olduğu” ifade edildikten sonra, takva sahiplerinin  birinci sıfatı olarak gabya iman zikredilir. Daha sonra namazlarını kılmaları ve zekatlarını vermeleri  nazara verilir. Tefsir alimlerimiz, ayette geçen “namaz” ifadesinin bütün bedenî ibadetleri, “zekâtın” ise bütün malî ibadetleri temsil ettiğine dikkat çekerler.

Ali imrân, 134. ayetinde ise; muttakiler için hazırlanan cennetin yarıçapının yerden semaya  kadar olduğu beyan edildikten sonra muttakilerin sıfatları sıralanır: Bunlardan birisi de kızdıklarında öfkelerini yutmaları, kendilerine hakim olmalarıdır. 

Bir anlık bir kızgınlık, hissin akla bir an galip gelmesi nice cinayetlere sebep olmuş, nice yuvaları yıkmıştır. 

Çok basit bir sebeple hissine kapılarak aile yuvasını dağıtmaya karar verenler,  öncelikle bu müessesenin önemini ve büyüklüğünü unutan yahut bilmezlikten gelen kişilerdir. Bunun  için ailenin önemi ve ne büyük bir nimet olduğu, ne azim bir İlahi ihsan olduğu konusunda gözden kaçan bazı hususları kısaca nazara vermiş yahut hatırlatmış olduk.

“Bir elin nesi var, iki elin sesi var.” derler. Bu sözde esas olan, insanları yardımlaşmaya teşvik etmektir. Konuya şu yönüyle de bakabiliriz. İki kişi arasında bir geçimsizlik yaşanıyor ve bu bir kavgaya dönüşüyorsa, burada her iki tarafın da belli oranlarda sorumluluğu var demektir. Taraflardan birisi sabır ve anlayış gösterse kavga çıkmayacaktır, zira bir elin sesi olmaz.

Sabır konusu,  Allah kelamında defalarca vurgulanır ve büyük önem taşır. Nitekim, Asr suresinde, asra yemin edildikten sonra, “muhakkak ki insan hüsrandadır” buyrulur. Daha sonra,  ömür sermayesini zayi ederek zarara düşen ve hüsrana uğrayan  kişilerden şu üç zümre istisna edilir; bunların dışında herkesin zararda olduğu nazara verilir. Bunlar, iman edip  salih amel işleyenlerle,  birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenlerdir.

Bir başka ayet-i kerimede de “Allah sabredenleri sever.” (Âli imrân 146)buyrulur. Gel gör ki, Allah’ın sevdiği bu sabır  tavrını sergilemek  isteyenlerin karşısını iki büyük düşman birden dikilirler: Nefis ve şeytan.

Bu iki büyük düşmana galip gelerek,  sabır yolunu tercih eden kullara ne mutlu?..

Bediüzzaman hazretleri sabrı üçe ayırır:

Taat üstünde sabır, yani Allah’ın razı olduğu çizgide yürümekte sebat göstermek.

Diğeri, masiyete karşı sabır, yani İlahi rızaya ters düşün her türle işten, halden uzak durmaya çalışmak.

Üçüncüsü ise musibete karşı sabırdır. Bu ise, yakınlarımızın ölmelerinden, hastalıklara, afetlere  kadar her türlü olumsuzluğu birer imtihan sorusu kabul ederek, hatta bunlara olumlu bakarak  isyan ve itiraz yoluna girmeyip, sabır ve metanet göstermeye çabalamak demektir. İşte her türlü aile geçimsizliğini de bir musibet, bir imtihan vesilesi kabul edip sabır yolunu tutanlar büyük sevaplara nail olurlar. Çoğu zaman olduğu gibi, bu sabrın dünyada da mükafatını görürler,  kavganın yerini mutluluk ve huzur alır. Bu gibi hallerde, nefsine uyup karşı tarafın özür dilemesini bekleyenler, nefislerini memnun ederken, kalb ve ruhlarını büyük zarara uğratırlar. Çünkü,  küskünlüklerde ilk barışan kazanmakta ve büyük sevaba nail olmaktadır.

Kabre göçüldüğünde, bu gerçek  bütün çıplaklığıyla görülür, ama artık iş işten geçmiş olur.

Sabır imtihanını kazanan bahtiyar zevatın başında peygamberler gelir.

Konuyla yakın ilgisi olduğu için bir hususu da hatırlatarak yazımıza son verelim: 

Bildiğiniz gibi, bir Müslüman erkek, ehl-i kitaptan bir kadınla, meselâ bir Hıristiyan ile  evlenebilir. Kendisi Allah’ın bir olduğuna inandığı halde üç ilah safsatasına inanan bir kişi ile aile hayatını sürdürebilir. Hanımın bu sapık inancı ne evlenmesine engel olmuştur, ne de evliliklerini bozmalarına.

Bir ailede bundan daha büyük bir görüş farklılığı olabilir mi?

Prof. Dr. Alaaddin Başar

sorularlarisale.com

Niyaz

“Dua bir ubudiyettir. Ubudiyet ise semeratı uhreviyyedir.” (Mektûbat)

Âlemlerin Rabbi, semâ âlemini de arz âlemini de insana göre ve insan için terbiye etmişti. İns ve cinne hak yolu, doğru yolu, kendine vâsıl olan yolu göstermek üzere inzal buyurduğu Kur’an-ı Kerim’i de “âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd” ile başlıyordu. Fâtiha Sûresinde Cenâb-ı Hak, Rahman ve Rahîm olduğunu kullarına haber veriyor ve din gününün yegâne mâliki olduğunu bildirdikten sonra, sanki sözü insana bırakıyor, o da “biz yalnız sana ibadet eder ve senden yardım dileriz” demekle âlemlerin terbiyesindeki gerçek gayenin ibadet olduğunu, yalvarma, medet dileme olduğunu böylece ilân etmiş oluyordu. Ve sûrenin bundan sonraki kısmı duaya ayrılıyordu…

Malûmdur, insanın dünya hayatı iki esas üzere yürüyor: Menfaatı celp, zararları def. Mânevî hayat da öyle; onun da fayda ve zarar bölgeleri var. Onun da dostları ve düşmanları mevcut. O da sıhhat bulabiliyor ve yara alabiliyor. O da besleniyor, büyüyor; hastalanıyor ve ölüyor…

İşte bu iki esası yâni menfaat celbi ve zarar def’i meselesini sûrenin son kısmında harika bir şekilde görüyoruz.

Bizi sırat-ı mustakime, yâni “peygamberlerin, sıddıkların, şüheda ve salihlerin yoluna” hidayet et, demekle ruhumuzun en büyük ihtiyacını dua ile dile getirmiş oluyoruz.

Ve sanki bu mutlu günün parıltıları ufukta görünmüşte kaybolma tehlikesi belirmiş gibi, yeniden Rabbimize sığınıyoruz: “Bu istikamet erlerinden ayrılarak gadabına uğrayanların yoluna değil…”

İnsanın yaratılışında ibadet vardır, sığınma vardır, dua vardır… Ve insan bu büyük şerefe kolayca ulaşabilmesi için son derece fakir ve zaif yaratılmıştır.

“Asıl mahiyetin kusur, naks, fakr, aczden yoğrulmuştur ki; zulmet, karanlığın derecesi nisbetinde nurun parlaklığını gösterdiği gibi, zıddiyet itibariyle sen, onlarla Fâtır-ı Zülcelâlin kemâl, cemâl, kudret ve rahmetine âyinedarlık ediyorsun.” Sözler

İnsan zaiftir. Nur Müellifinin tatlı beyanıyla, göz ile görülmeyen ve çok defa büyütüldükten sonra ancak görülebilen bir mikrop, onu yere serer öldürür.

İnsan âcizdir. Hiçbir ihtiyacını kendi başına görebilecek güçte değildir. Sebze için toprağa, meyve için ağaca muhtaç. Ve ikisini de yapmaktan âciz. Güneşin doğmasına da muhtaç, batmasına da. İkisi de onun kudreti haricinde. Kanının temizlenmesine de muhtaç, hücrelerinin değişmesine de. Bunlar da onun gücü ve kuvvetiyle icra edilmiyorlar.

Ve insan nihayetsiz fakir. Hiçbir şey onun kendi mülkü ve malı değil. Gözünden kulağına, dişinden tırnağına kadar herşeyi emanet. İşte insan mahiyetinin, zaaf, acz ve fakrdan yoğrulmasındaki hikmet, İlâhî isimlere en parlak bir âyine olabilmesi.

Göz güneşe muhtaç ve onu getirmekten de âciz. İşte bu küçük yağ parçasının hâl diliyle ettiği duayı Allah kabul ediyor ve onun imdadına koca güneşi gönderiyor.

Biz de cennete muhtacız, ebede muhtacız, rızaya muhtacız.. Ve bunlar bizim cüz’i iktidarımızla ve sönük ibadetlerimizle kazanılacak gibi değil…

Namaz, oruç ve sair ibadetlerin herbiri birer dua… Gözü güneşe kavuşturan Allah, bizi de cennete kavuşturmaya kâdir. Yeter ki, duamız kabul olsun…

Hiçbir şeye gücü yetmeyen ve her şeye muhtaç olan insan, nasıl dua kapısını çalıyorsa, aynı şekilde, defetmesinden âciz kaldığı hadsiz düşmanlarına karşı da istianeye başvuruyor, Rabbine sığınıyor, O’ndan medet diliyor.

Rabb-ül-âlemine hamd ile başlayan Kur’an sûreleri, “Rabbülfelâk” ve “Rabbünnâs” olan Allah’a sığınmakla son bulur…

Uçan bir sineği tutmak isteseniz, sizin şerrinizden kaçar ve odanın kuytu bir köşesine sığınır. Ama, o sineğe içinde uçuştuğu hava unsuru düşman kesilirse artık nereye kaçacaktır? Yapacağı tek şey kalmıştır: O unsurun Hâlıkına sığınmak.

Bizim de  bütün mahlûkatın şerrinden, şeytana kanabilen nefsimizin ve diğer insanların şerrinden Rabbülfelâk ve Rabbünnâs olan Allah’a sığınmamız bunun gibi…

Nur Külliyatından Mektûbat’ta tatlı ve tafsilatlı bir dua bahsi vardır. Oradan bir hakikat dersi:

“Hem dua bir ubudiyettir. Ubudiyyet ise semeratı uhreviyyedir. Dünyevî maksatlar ise o nev’i dua ve ibadetin vakitleridir.”

İmam-ı Rabbani’nin Mektûbatında da, “İbadet, tezellül ve inkısardan ibarettir” buyrulur. İşte insanın kendi aczini, zilletini en kâmil mânâda hissettiği ve kalbi buruk olarak Rabbine müteveccih olduğu güzel anlarından birisi de dua vaktidir.

İnsan dua ederken, A’raf Sûresinde geçen “Rabbinize yalvara yalvara, için için dua edin.” emrine uyar. O’na sığınır, O’ndan ister, O’nun mağfiretini taleb eder. İşte bu hâl bir ibadettir ve meyvesini âhirette verecektir. Bir de istenen şeylerin dünyada tahakkuk etmesi meselesi var. İbadet onlar için edilmez, onlar ancak ibadete birer vesile. Ve o ihtiyaç anları birer dua vakti. İnsan o vakitlerde fakrını, aczini daha iyi anlar ve bunları yerine getirmeye ancak Rabb-ül-âlemin’in kâdir olduğunun idraki içinde ellerini O’nun dergahına açar, O’na yalvarır.

İstemenin en ileri, en ulvî derecesi, O’ndan yine O’nu istemek… Rızasını dilemek. Yakınlığına talip olmak. O’na imanda, O’nu sevmede ve O’ndan korkmada kemâle ermeyi istemek. “Kalpler ancak O’nun zikriyle mutmain olur” mealindeki âyetin verdiği derin mesaja kulak vererek, O’ndan O’nu anmayı dilemek. Bize bizden daha yakın olduğunun şuuru içinde, O’nun yakınlığını kalbimizde duymayı ve böylece O’nunla olmayı istemek.

Nefis, duada bile araya girer. Ve O’nun huzurunda O’na yalvaran kulu, bir bakıma O’ndan gaflete düşürür. Ve O’nu istemek yerine, dünya nimetleriyle oyalanmayı kalbe telkin eder.

Prof.Dr.Alaaddin Başar

Nurla Aydınlanan Vahdet-ül Vücud

“Vahdet-ül-vücudu nasıl görüyorsun?

– Tevhidde istiğraktır ve nazara sığmayan bir tevhid-i zevkîdir.”

Mesnevî-i Nuriye

Vahdet-ül-vücud “lâ mevcude illâ hu” cümlesinde ifadesini bulan bir tasavvuf meşrebi. Felsefecisinden materyalistine kadar geniş kitlelerin dikkatini çeken ve bunların herbirince değişik yönlere çekilen bir garip ekol.

Önce, vahdet ve vücut kelimeleri üzerinde biraz duralım. Vahdet lügat olarak, birlik mânâsına geliyor. Zıddı “kesret”, yâni çokluk. Kesret tevhid edilir ve ortaya vahdet çıkar. Birbirinden ayrı beş harfi tevhid eder, bir araya getirirsiniz, bu vahdetten bir kelime çıkar ortaya. Beş on kelime bir araya geldi mi bir cümle olurlar. Cümleler sayfada, sayfalar kitapta vahdete ererler. Kitap ortaya çıktı mı artık onbinlerce kelime bir tek isimle anılır.

Kâinat kitabı denilen bu âlemde, bu mânâ daha güzel şekilde kendini gösteriyor. Yüzlerce dal bir ağaç olarak karşımıza çıkarken, milyarlarca hücre bir bedende birleşiyorlar. Oniki gezegen bir “Güneş Sistemi” oluyor. Sayısız denecek kadar yıldız, Samanyolu’nu meydana getiriyor.

Arzı, semâyı, cennet ve cehennemi, melekleri ve ruhaniyatı, arşı ve kürsîyi, kısacası bütün varlık âlemini birlikte düşündüğümüzde bütün bu kesret âleminin aynı İlâhî sıfatlarla yaratıldıklarını müşahede ederiz. Sonsuz eşya yedi sıfatta tevhid eder. Hepsi aynı irade ile, aynı kudret ile vücut bulmuşlardır. Bu yedi sıfat ise aynı zâtın sıfatlarıdırlar. İlim başkasının da irade başkasının olamaz. Bu noktaya geldiğimizde, karşımızda kelime-i tevhidi buluruz: Lâ İlâhe illâllah…

Bu mukaddes kelâm, tevhid-i ulûhiyyeti ifade eder. Bütün varlık âleminin İlâhı, yâni Rabbi, Hâlıkı, Râzıkı, Mâliki birdir. Vücut ve vahdet (varlık ve birlik) O’nun sıfatlarıdır.

O’nun yarattığı bir varlık da vücut sıfatına kavuşmuştur, ama bu varlık onu yaratanın varlığı cinsinden değildir. İşte bu hakikatı zihinlerde iyice yerleştirmek içindir ki, Allah’ın mukaddes varlığı için “Vacib-ül-Vücud”, mahlûkatının varlığı için ise “Mümkin-ül-vücud” tabirleri kullanılır.

Vacib; varlığı kendinden olan, bir başkasının var etmesiyle var olmaktan münezzeh bulunan, ezelî ve ebedî var olan Allah’ın varlığı.

Mümkin; varlığı, yaratıcısının var etmesiyle tahakkuk eden, o dilediğinde hemen yok olmaya mahkûm, bu cihetle varlığı ile yokluğu yaratıcısının kudretine nisbeten eşit bulunan mahlûkatın varlığı.

İşte vahdet-i vücud meşrebindeki bir velî, Nurun Muazzez Müellifinin ifadesiyle “Vacib-ül vücudun vücuduna hasr-ı nazar edip, sair mevcudatı o Vacib-ül-Vücud’un vücuduna nisbeten zaif bir gölge görür ki vücud ismine lâyık olmadığına hükmeder.” Bu sevgili kul, Rabbine yakınlaşmada mesafeler katede ede, “istiğrak” dediğimiz mânevî bir sarhoşluk hâline girer, kendinden geçer. Artık kendisinin çok gerilerinde kalmış olan mahlûkatı inkar edercesine “lâ mevcude illâ hu” yâni “O’ndan başka varlık yoktur” der. Bu sözün cezbe hâlinde, mânevî sarhoşluk hâlinde söylendiği açıktır. Zira, O’ndan başka varlık olmasa, bu sözün de söylenememesi gerekirdi. Ama, bu sözü söyleyen zât o anda bunu da düşünecek halde değildir. Nitekim, o halden çıkıp kendine geldi mi artık bu sözü de söylemez olur.

Bir kitaptaki bütün cümleler ilim ile dokunmuştur. İlimden gelişmiştir ve ilmi gösterir. Kâğıtta ilim yoktur, mürekkep zerrelerinde de ilim yoktur. Bunlar ilme âyine olmuşlardır. İlim bunlarda tecelli etmiş, kendini öylece göstermiştir. İlmî bir eseri okuyan insan kendini mânâya kaptırdı mı, artık kelimeleri bir bakıma görmez olur. Onları hatırlamaz, onlarla meşgul olmaz. O herşeyiyle ilme dalmış, onda garkolmuştur. O anda kitabı unuttuğu gibi, onu tutan parmaklarını, ona bakan gözlerini de unutmuştur.

Vahdet-ül Vücut için, Mesnevî-i Nuriyye’de “tevhidde istiğraktır ve nazara sığmayan bir tevhid-i zevkîdir” buyrulur. Bu meşrebin akıl ile izah edilemeyeceğine dikkat çekilir. Lem’alar’da ise “lâ mevcude illâ hu” denilmesi, güneşin aksini ve timsalini tutan parlak bir âyineye güneş denilmesine benzetilir. Bu harika teşbihi bir derece açmak isterim.

Bir aynayı güneşe karşı tuttuğunuzda güneş o aynada görünür. Onun nuruyla ayna da aydınlanır. O da ışık saçmaya başlar. Bu ayna şuurlu olsa, güneşin nurunu kalbinde taşır, ona iman eder ve kendisindeki bütün renklerin, ışığın, hararetin hep ondan geldiğini bilir, ona minnettar olur. Bu şuurlu aynanın güneşe doğru yaklaştığını farzedelim.

Yaklaştıkça güneşten daha fazla ışık alacak, daha çok parlayacak, diğer yandan, daha fazla ısınacak, yanacaktır. Ayna güneşe yaklaştıkça onda, güneşin görüntüsü dışında kalan saha gittikçe azalır. Ve sonunda aynanın tamamı güneşin nuruyla dolar. Artık onun kalbinde başkasına yer yoktur. Yaklaşma devam ettikçe, ışığın şiddetinden ayna kendini göremez olur. Şiddetli hararet ve nur ile kendinden geçer, istiğrak hâline girer. Artık ne kendisi kalmıştır ortada, ne de ışığı. Her yanı güneşle sarılmış ve o, güneşten başka birşey göremez olmuştur. İşte o ayna bu halde iken, “güneşten başka birşey yoktur” derse, bu onun mânevî sarhoşluğunun ifadesidir. Bu sözü akıl ile tartmak ve ona göre bir hüküm vermek doğru değildir. O bu hâlinde mâzurdur, söylediğinden mes’ul değildir. Zira ortada mes’ul olacak nefis kalmamıştır.

İşte burada keyfiyetini aklın idrak ve lisanın izah edemeyeceği bir yakınlık sahnesiyle karşı karşıyayız. Velînin Rabbine yaklaşması… O’nun cemal tecellileriyle kalbin muhabbete gark olması ve celâl tecellileriyle nefsin, enaniyetin, şahsî varlığın eriyip tükenmesi hâli…

İşte, imanı hakkalyakîne eren bir velîde bu yakınlık gittikçe inkişaf eder. Bazı zâtlarda bu hâlin âni inkişafları olur ve onları mânen sarhoş kılar, istiğrak hâline sokar. Artık o, bu hâlinde kendinde değildir, söyledikleri de kendi iradesiyle değildir.

Rabbine yakınlıkta ileri giden ve O’nun cemal tecellisiyle kendinden geçen, celâl tecellisiyle de varlığı kavrulup âdetâ ortadan kaybolan bir velî, o halden çıktığında yanmanın, sarhoş olmanın yerini uyanıklık hâli alır ve artık o gibi sözleri söylemez olur.

Cüneyd-i Bağdadi’nin meşhur menkıbesini duymuşsunuzdur.

İstiğrak hâlinde söylediği sözleri daha sonra müridleri kendisine haber verdiklerinde onlara şöyle der: “Bu sözler katli icabettirir ve benim o anda öldürülmem gerekir.”  Birgün yine kendinden geçer ve aynı sözleri tekrar eder. Müridleri hançerlerle ona saldırırlar.Bir süre sonra kendine gelen şeyh, müridlerini kanlar içinde dergâha yayılmış bulur. Herbiri ayrı bir yara ile inlemektedir. Bir mürid, hançerini şeyhinin neresine vurmuşsa, hançer dönmüş kendisinin aynı azasına saplanmıştır. Kimi başından, kimi bacağından, kimi kolundan yaralanmış kanlar içinde kıvranmaktadır.

O büyük velînin bu menkıbesinden anlıyoruz ki, istiğrak hâlinde velî kul, fenafillâh makamına ermekte, kendinden geçmekte ve Rabbinin olmaktadır.

Mektûbat’ta, “kalbî ve hâlî ve zevkî olan bu meşrebi aklî ve kavlî ve ilmî suretine çevirmemek” gerektiği önemle vurgulanır. Ve Lem’alar’da bu mânâyı     teyid için, “bu mesele-i vahdet-ül vücudu şimdiki insanlara telkin etmek ciddi zarar verir” denilerekçoğu insanımızın maddede boğulduğu, sebeplere gereğinden çok fazla önem verdiği bu gaflet zamanında, bu enaniyet asrında bu meşrebi insanlara telkin etmenin ters sonuçlar vereceğine şöylece dikkat çekilir:

“O meşreb, daire-i esbabdan geçip, terk-i mâsiva sırrıyla, mümkinattan alâkasını kesen ehass-ı havassın istiğrak-ı mutlak hâletinde mazhar olduğu salih bir meşrebdir. Bu meşrebi esbab içinde boğulanların ve dünyaya aşık olanların ve felsefe-i maddiye ile tabiata saplananların nazarına ilmî bir surette telkin etmek, tabiat ve maddede onları boğdurmaktır ve hakikat-ı İslâmiyyeden uzaklaştırmaktır.”

Hani bazı ilâçlar vardır, üzerine not düşülmüştür; “Çocukların ulaşamayacağı yerlerde muhafaza ediniz” diye… Bu meşreb de bana öyle gibi geldi. Kullanmanın şartı, “ehass-ı havas” olmak. Yâni hasların hası olmak. Velâyetin en ileri derecelerinde bulunmak. Onlara da her zaman tavsiye edilmiyor. İstiğrak-ı mutlak hâlinde geçerli. Yâni tevhid denizinde tam gark olup, o deryada boğulup, Allah’dan gayrı ne varsa hepsinden alâkayı kestikleri zaman “lâ mevcude illâ hu” diyebiliyolar. Denizden çıkınca, akılları o mânevî sarhoşluktan kurtulunca onlar için de bu sözü söylemek doğru olmuyor, zaten söylemiyorlar da.

Bir diğer reçete de o mümtaz zevatı pervasızca tenkide cür’et edenlere haddini bildiriyor: “Ehass-ı havasın mazhar olduğu salih bir meşreb” ifadesiyle…

Yine Nurlarda, “hakiki hakaik-i eşya esma-i İlâhiyyedir” buyrulur. Elimize bir meyveyi, meselâ bir elmayı alıp düşünelim. Onda Müzeyyin ismi, yâni bezetici, güzelleştirici ismi tecelli etmiş de öylece güzel olmuş. Musavvir isminin tecellisiyle de surete, şekle kavuşmuş. Mülevvin ismiyle renklendirilmiş. Rezzak ismiyle insanlara fayda verecek özelliklerle donatılmış. Bu isimler onda tecelli etmeseydi, şekilsiz, renksiz, çirkin ve faydasız bir mahlûk olurdu. Zaten Hâlık ismi tecelli etmese hiç var olamazdı, yoklukta kalırdı. Madem ki, bu meyve bu isimlerin tecellisiyle var olmuş, öyleyse asıl var olan bu isimlerdir ve onlara sahip olan Zâttır. Bu elma, onun var etmesiyle var olmuştur ve O, tecellisini kestiği anda ortadan kaybolacaktır.

İşte bizim ilmen, fikren düşündüğümüz bu mânâyı o mümtaz zâtlar hissederler, yaşarlar, o hâl ile hallenirler ve cezbe hâlinde o meyvenin yokluğuna hükmederler. O velî istiğrak hâlinden çıkınca elmasını âfiyetle yer ve Rezzâkına şükreder. İstiğrak hâlinde nimete şükür de yoktur. Zira, ortada nimet yoktur…Her iklimin meyvesi ayrıdır. Bu asrın ikliminde bu meyve yetişmez. O halde vahdet-i vücudu bu zamanın insanlarıyla ilmî bir atmosferde tartışmanın mânâsı yoktur. Zira, ancak aklın   sahasına giren meseleleri ilmen tartışabilirsiniz. Zevkleri nasıl tartışacaksınız. Hele o zevk, tartışmacıların hiçbirinde yoksa…

Nurlarda bu meşrebin salih olduğu, mensuplarının da ehass-ı havas oldukları zikredilmekle birlikte, bu meşrebin zannedildiği gibi en ileri bir hakikat yolu olmadığına da bilhassa dikkat çekilir. “Hulefa-i Râşidinden ve eimme-i müçtehidinden ve selef-i sâlihînin büyüklerinden o meşreb sarihen görünmüyor” denilerek bu meşrebin hususî kaldığı, umuma mâl olamadığı vurgulanır.

Asırlarına yön vermekle vazifeli, İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbani, Abdulkadir-i Geylâni gibi mümtaz zâtlar böyle bir yolda gitmemişler. Bütün gayretlerini nübüvvet vazifesi dediğimiz, insanları irşad etme, ikaz etme, hakkı sevdirme, bâtıldan nefret ettirmede merkezleştirmişler. Bunlar ise, istiğrak değil, sahv yâni uyanıklık hâlinde icra edilebilecek büyük hizmetlerdir. Nitekim, Vahdet-ül Vücud meşrebinin meşhur sîması büyük velî Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin ismini mücedditler silsilesinde göremiyoruz. “Bizim mertebemize çıkmayan kitabımızı okumasın” buyurmakla, meşrebinin hususî kaldığını kendisi de bizzat beyan etmiş bulunuyor.

Nurlarda çok güzel işlenen bir diğer mesaj da, bu meşrebe giren bir velînin sadece İman-ı billâhta, yâni Allah’a imanda terakki ettiği, buna karşılık diğer iman rükünlerini hayal sayma gibi bir hatanın eşiğine geldiğidir. İstiğrak hâlinde söylenen “lâ mevcude illâ hu” yahut “lâ meşhude illâ hu” sözlerinin uyanık halde söylenemeyeceğinin önemli bir sebebi, bu sözün diğer beş iman rüknünü dikkate almamasıdır.

“Erkân-ı imaniyye altıdır. İman-ı billâhdan başka, iman-ı bil yevmil âhir gibi rükünler var. Bu rükünler ise mümkinatın vücutlarını ister. O muhkem erkân-ı imaniyye hayal üstüne bina edilmez.” Mektûbat

Bu meşrebe göre, “Rahman, Rezzak, Kahhar, Cebbar, Hallâk gibi isimler ise, tecellileri hakiki olmuyor, itibarî oluyor. Halbuki o esmalar mevcud ismi gibi hakikattırlar, gölge olamazlar: aslîdirler tebeî olamazlar.” (Mektûbat)

Yine Nurlarda, “Mevcudat, evham ve hayal değil. Görünen eşya dahi Cenâb-ı Hakk’ın âsârıdır (eserleridir)” buyrularak bu noktaya dikkat çekilir.

Bu meşrebi uyanık halde iddia etmek, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin tecellilerini hayal ve vehim derecesine indirme gibi büyük bir cinayettir. Rızık hayal olunca Cenâb-ı Hakk’ın rezzakiyeti de, hâşâ, hakiki olmayacaktır. Mahlûkata hayal dediniz mi Allah’ın hâlıkıyeti, yâni yaratıcılığı da hayal olacaktır. Hayâlî şeyleri yaratmak için sonsuz bir ilim, kudret, irade gerekmeyeceğinden bütün İlâhî sıfatların ulviyetleri gizlenecektir. Sadece Allah’ın zâtına nazar edilmekle, sıfatlara, fiillere, isimlere ve onların tecelligâhı olan mahlûkata bakılmayacaktır. Bunun ise velâyette yüksek bir meşreb olmayacağı açıktır.

 

Bir başka mânâda

“Her hayır O’nun elindedir.”

Varlık en büyük hayır. Bu hayır da O’nun elinde…

Her mevcudun vücudu O’nun icadiyledir. Öyle ise, her varlık bir mânâda var, bir mânâda yok sayılır. Zaten “mümkin”in tarifi de bu değil mi?

Ayda ışık vardır:Doğru.

Ayda ışık yoktur:Bu da doğru.

Birincisi tecelli itibariyle, Ay ışık sahibidir, demektir. O, Güneşin ışığına bir âyine olmuştur. İkincisi zâtı itibariyle ayda ışık yoktur, demektir.

Aynı şekilde:

Kitapta ilim vardır:Doğru.

Kitapta ilim yoktur: Bu da doğru.

Bir padişahın altın dağıttığı miskin adamlardan biri “bu benim altınımdır” der. Bu söz doğrudur. Biz ise o altının onun olmadığını biliriz. Altın padişahındır, ama ona lûtfetmiştir.

Mutlak varlık da Allah’a mahsus. Vacib-ül Vücut ancak O.

Varlık altınları hep O’nun hazinesinde.

Mevcudatı Vahdet-ül-vücutçular bu mânâda “yok” saymış olsalar gerek.

Prof. Dr. Alaaddin Başar

Tecelliyle Çalışmak

“Şeriat ve sünnet-i seniyyenin ahkâmları içinde cilveleri intişar eden Esma-i Hüsnanın herbir isminin feyz-i tecellisine bir mazhar-ı câmî olmağa çalış.”  Sözler

Üstad Bediüzzaman Hazretleri, “nasıl esmada bir ism-i âzam var, o esmanın nukuşunda dahi bir nakş-ı âzam var ki, o da insandır” buyurarak insanın bütün isimlere âyine olduğunu beyan eder.

İnsan, yaratılmış ve kendisine belli bir şekil verilmiş; bu yönüyle yıldızlarla, dağlarla, sahralarla arkadaş.

Hayat nimetine kavuşmuş; bu cephesiyle cansız varlıklardan ayrılmış…

Ve insan, akıl sahibi, kalp ve vicdan sahibi bir mahlûk olarak varlık sahasında boy göstermiş. İşte, insanı arza halife kılan da onun bu cephesidir. Cansız varlıklarda, bitki ve hayvan âlemlerinde tecelli etmeyen nice isimler insanın kalp âleminde, gönül dünyasında, çekirdekler hâlinde tecelli etmekte. İnsana düşen vazife, o çekirdekleri geliştirmek ve birer ağaç hâline getirmek.

“Bir şey mutlak zikredilince kemâline sarfolunur” yâni “ona kâmil mânâda mazhar olan fert anlaşılır” kaidesince, insan denilince de Resûlûllah Efendimiz(a.s.m.) hatıra gelir. Bütün isimlere en ileri mertebede ayna olan ancak O zâttır (a.s.m.). Diğer peygamberler ve bütün evliya ve asfiya ancak belli isimlere kemâliyle mazhar olmuşlardır; bu kemal noktası da Allah Resûlündeki (a.s.m.) tecellinin çok gerilerinde kalır.

İnsan, Allah Resûlüne (a.s.m.) her yönüyle benzemeye çalıştığı takdirde “mazhar-ı câmî” olma yolunda demektir.Bu yüksek gayeye hangi sahalarda, ne kadar erişebilse kârdır.

Bahsimize konu olan hikmetli cümlede önemli bir kelime geçiyor: Çalış!

Bir arı sadece bal yapmayı bilir, örümcek de ağ örmeyi. Balı da, ağı da yaratan Allah’dır. Onlar bu İlâhî sanatın icrasında birer sebep olarak vazife almışlar ve bu sayede kendileri de bir değer kazanmışlardır. Ama onların artık çalışarak yeni bir sanat icra etme imkânları yoktur ki, ayrı bir kemâle ersin, ayrı bir güzelliğe kavuşsunlar. Ama insan öyle değil. Kitap ve sünnetin her bir emrine uymakla, ayrı bir sahada derinleşme ve zenginleşme imkânına sahip. İşte Üstadın vecizesinde geçen “çalış” ifadesi böyle bir gayretin içine girme emri, yahut tavsiyesidir.

İnsanın bir mahlûk olarak gerek bedeninde, gerek ruhunda tecelli eden esma ile kazandığı kemâlin ötesinde bir kemal ve cemal sahası daha var. İşte bu saha onun iradesine bırakılmış. Çalışırsa bu tecellilerden nasiplenir, çalışmazsa mahrum kalır.

İnsanoğlu fen ve teknik sahasında gösterdiği takdire şayan gayretleriyle, bu kâinat kitabının gizli mânâlarını arayıp bulmuş, ondaki ince sırları keşfetmiş ve böylece kendisine daha rahat, daha aydınlık, daha müreffeh bir dünya hayatı hazırlamıştır. İşte bu gayretin bir benzerini de ruh âleminin, kalp dünyasının inkişafı için sarfetse aklı daha kâmil, kalbi daha ulvî, ruhu daha zengin olacaktır.

Bütün güzellikler esma-i hüsnanın tecellileriyle meydana geldiğine göre, insan bu yeni dünyasında daha fazla isme, daha ileri mânâda mazhar olmuş demektir. İşte Kur’an’ın her bir hükmü ve sünnet-i Nebeviyenin her bir esası, insan için ayrı bir terakki ve ayrı bir güzellik vesilesidir. İnsan onlara uymakla o fiillerle ilgili isimlerden feyiz alabilir.

Birkaç misal vermeye çalışalım:

İnsan ilimle dokunmuştur.Her azası, her hücresi İlâhî ilimden haber verirler. İnsan bu yönüyle, Cenâb-ı Hakk’ın “Âlim” ismine bir mazhar, bir âyine olur. Bir de insanın çalışarak ilim tahsil etmesi var ki, onu diğer insanlardan üstün kılan da bu cihetidir. Ancak, bu ilmin Kur’an ve sünnet dairesinde, yâni Allah ve Resûlünün rızasına uygun biçimde kullanılması şarttır.

Mühendislik bilgisini ve maharetini meyhane yapmakta kullanan bir insanın bu ilmi, onun ancak azabını arttırır, çöküşünü hızlandırır. Ama, bu ilmini müsbet sahada kullanırsa, Cenâb-ı Hakk’ın “Âlim” ve “Mukaddir” isimlerinden feyiz alır ve nice hayırlı işler başarır, cennetine nice köşkler ilave eder.

İlmini ve san’atını insan sağlığının hizmetine sunan ve kalbi merhamet ve şefkatle dolu olan bir doktor, “Şâfî” isminin tecellisine mazhar olur ve bu isimden ayrı bir feyiz alır.

İnsan, Kur’an’ın emirlerine uyma ve İlâhî yasaklardan kaçınmada göstereceği hassasiyet nisbetinde “Rahîm” isminden feyiz alır. Başkalarının imanını kurtarmaya çalıştığı ölçüde bu feyiz ziyadeleşir.

Allah’ın Kuddüs ismini hatırlayan bir mü’min, kâinatın baştan başa bu ismin tecellileriyle pırıl pırıl ve tertemiz olduğunu tefekkür etmekle bu isimden feyiz alır. Bu feyiz ile kendi iç âlemini de temiz tutmaya çalışır. Kusurdan mukaddes olan Rabbinin huzuruna günahsız olarak çıkmaya gayret eder. Ruhundaki kirlere, elbisesindeki lekelerden çok daha fazla önem verir.

Bir mü’min, Allah’ın Gaffar ismine mazhar olabilmek için günahlarına samimiyetle tövbe eder; Rabbine karşı mahçup  ve mahzun bir ruh hâletine girer. İşte bu hâl bir feyizdir. Bir de insanın kendisine karşı işlenen hataları affetmesi, müsamaha ile karşılaması var ki, bunu başarabildiği ölçüde Gaffar isminden aldığı feyiz de artar.

İnsan, kendisine ulaşan İlâhî nimetler için Rabbine şükretmekle Rahman ve Rezzak isimlerinden feyiz alır. Fakir ve muhtaç insanlara merhamet ettiği ve onların yardımına koştuğu nisbette bu feyiz ziyadeleşir.

Bir mü’min, Allah’ın azamet ve kibriyasını gösteren levhaları seyir ve tefekkür etmekle Azîm, Kebîr, Kadîr gibi celâlî isimlerinden feyiz alır. Bu feyiz ile kendi aczini, noksanını, fakrını daha çok hisseder.

“Çalışmak âdetim, tevekkül hâlimdir” hadis-i şerifine ittiba ederek, elinden gelen gayreti gösterdikten sonra Allah’a tevekkül eden ve kadere razı olan bir insan “Kâfî” isminin tecellisiyle ruhunda bir genişlik, bir rahatlık ve ulviyet kazanır.

Bir başka açıdan:

Cenâb-ı Hakk’ın en çok yâd ettiğimiz güzel isimlerinden birisi Rab ismidir. Rab; yâni her şeyi kademe kademe, safha safha terbiye ederek bir kemal noktasına eriştiren.

Güneş bir terbiyeden geçerek bu hâli aldığı gibi, ay da, dünya da, dünyadaki her nev’i varlık da ayrı terbiyelerden geçmişlerdir. Böylece kâinatta Rab isminin, tabiri câiz ise, şubeleri denilebilecek çok isimler tecelli etmiştir. Rabbü’l-âlemin, Rabbü’s-semâvat, Rabbü’l-arz,Rabbü’n-nâs, Rabbü’l-cennet, Rabbü’n-nâr gibi…

Bunları şunun için söyledim.Namaz kılmak, oruç tutmak, sadaka vermek gibi, her bir İlâhî emirde de Rab isminin ayrı bir tecellisi vardır. Bunların her biriyle insanın kalp ve ruh âlemi ayrı bir       terbiyeden geçer ve ayrı bir kemâle erer. Bu ibadetlerin de alt şubeleri var. Bunlardaki tecelliler de birbirinden farkı olsa gerek. Sabah namazıyla öğle namazı bir bakıma aynı şeyler değildir; her ikisinde de ruhun kazandığı farklı mertebeler, aldığı değişik feyizler vardır. Duha, yâni kuşluk namazı da öyledir. Cenâb-ı Hak, duha vaktine kasem ettiğine göre, o vakitte ayrı bir tecellisi var demektir. O halde, duha namazının feyzinde de bir başkalık olacaktır.

Kısacası, bütün ibadetlerin ayrı ayrı güzellikleri ve cennette ayrı ayrı neticeleri olduğu düşünüldüğünde şu hakikat ortaya çıkar:

Uyulan her İlâhî emir ve kaçınılan her İlâhî yasak insan için ayrı bir terakki vesilesidir. Her şey gibi bu terakkiler de İlâhî fiillerin icrasıyla meydana gelir. Ve insan o fiilin kaynağı olan isimden yahut isimlerden böylece feyzini alır.

Meseleye bu açıdan baktığımızda, Allah Resûlünün (a.s.m.) bütün esmaya en ileri derecede mazhariyetini şöyle de anlayabiliriz. O Rehber-i Ekmel (a.s.m.), Kur’an’ın emrettiği bütün ibadetleri en mükemmel mânâda yapmış, bütün yasaklardan hassasiyetle sakınmış, bütün güzel huyları mümkün olan en ileri seviyesiyle iç âlemine mâl etmiş ve kötü huyların hiçbirisi O’nun o pâk ruhunun semtine uğrayamamıştır.

“Şeriat ve sünnet-i seniyyenin ahkâmları”na uyduğumuz nisbette, Allah Resûlünde (a.s.m.) tecelli eden isimlerden, kabiliyetimize göre, biz de istifade edecek ve feyizleneceğiz.

Prof. Dr. Alaaddin Başar

Yakîn

“Şüphesiz, sağlam ve kat’i olarak bilmek”

“Birşeyi gerçeğe uygun olarak şüphesiz bilmek.”

Yakîn: Lügat mânâsıyla tereddütsüz, şüphesiz ilim. Daha geniş ve daha güzel, bir başka tarif: “Birşeyi vakıa mutabık olarak itikad-ı sahih üzere şüphesiz bilmek.”

Bu tarifte, yakînin iki önemli mânâsı karşımıza çıkıyor. Birisi, bir şeyi gerçekte nasılsa öyle bilmek. Buna, “vakıa mutabakat” deniliyor. Diğeri itikad-ı sahih, yâni bu inançta zerrece şüphe etmemek.

Meselâ, haşrin cismanî değil de sadece ruhanî olduğuna tam olarak inanan bir insan, yakîne erememiştir. Zira, bu iman yakînin birinci şartını taşımıyor. Yanlış inanca ise yakîn denilmez.

Yakînin kelimesinin üç ana mertebesi vardır: İlmelyakîn, aynelyakîn ve hakkalyakîn…

Bazıları, “ilmelyakîn”i zayıf bir itikat zannederler. Halbuki bu mertebelerin her üçü de  kâmil imanı ifade eder. Yakîn kelimesi üçünde de geçtiğine göre, her üç mertebe de “vakıa mutabık”, her üç mertebe de “şüpheden uzak.”

İmanda, vakıa mutabakatı, yâni hakikata uygunluğu şöyle anlamak gerekir: İman hakikatlerine Kur’an-ı Kerim’in bildirdiği gibi inanmak. Meselâ, Allah’a iman hususunda, Allah’ı bütün sıfatlarıyla bilmek. O’nu vacib, ezelî ve ebedî, mekândan ve zamandan münezzeh tanımak vakıa mutabıktır. Bütün mü’minler Allah’a böylece iman ederler.

Şüphe imanı yok ettiğine göre, bütün mü’minler şüphesizlik şartında da beraber oluyorlar. O halde, kâmil iman ve bu imandaki farklı mertebeler hangi sahada gerçekleşiyor?

Bir hakikata inanmak başka, fiil ve hâl âlemini onunla tertip ve tanzim etmek daha başkadır. İşte yakîn imana sahip olanlarda iman, kulun fiil ve hâl âleminde daima tesirini gösterir. Meselâ, melâikeye her mü’min inanır. Melekleri Kur’an-ı Hakim’in bildirdiği gibi bilen bir insanın bu imanı vakıa mutabıktır ve şüpheden de uzaktır. Ama, melekleri  sözü edildiği zaman hatırlamak  başka, her adım atışında, her söz sarfedişinde onları yanıbaşında bilmek daha başkadır. İşte bu ikincisi yakîn imandır. Bunda da üç ana mertebe ve her mertebede sonsuz dereceler var.

İlmelyakîn, bir şeyin, bir hakikatın varlığını iki kere iki dört eder gibi kat’i bilmektir. O hakikatı, gördüğü yahut işittiği, kısacası his âlemine giren bir şeyi bilir gibi kat’i bilmek ise aynelyakîni ifade eder. Yine o şeyi yaşadığı bir hakikatın varlığını bilir gibi bilmek ise hakkalyakîndir. Meselâ, biz hâfızamız olduğunu ilmen ve yakînen biliriz. Ve bundan kesinlikle şüphe etmeyiz. Aynı şekilde, elimizin varlığını görerek, aynelyakîn biliriz. Bunda da kat’iyen şüphemiz olamaz. Bir de, hayatta olduğumuzu bilmemiz vardır ki bunu ne düşünerek, ne görerek değil, bizzat yaşayarak biliriz. Bu biliş ise hakkalyakîndir.

Kâtibin varlığına yazının varlığından çok daha kuvvetle inanan her insan, kendi varlığına inanmasının çok üstünde bir iman ile Allah’ı bilecek, O’na iman edecektir. Yâni kendi varlığından şüphe   etse bile yaratanından etmeyecektir. Bu noktaya gelen mü’min yakîne ermiştir.

Bir de evliyanın bir tabakasında tahakkuk eden iman-ı şuhudî vardır. Onlar iman hakikatlarının çoğunu görürler, onlara şahit olurlar. Meselâ, kabirdekilerin hallerine vâkıf olurlar.

Hakkalyakîn, imanı hâl edinmektir. “Aklını O’nun ilmi karşısında eritmek, iradesini O’nun mutlak iradesi karşısında yok etmek, O’nun Ulûhiyeti karşısında benliğinden geçmektir” diye tarif edilen yüksek makam işte bu hakkalyakîn imandır.

Bu saha bir umman… Ben o deryaya olabildiğince dalma şerefine mazhar bulunan, Nurlar’ın aziz müellifi Büyük Üstad’dan bir cümle nakletmekle yetineceğim:

“Gördüm, hissettim ve hakkalyakîn zevkettim ki; bekamın lezzeti ve saadeti aynen ve daha mükemmel bir tarzda Bâki-i Zülkemâlin bekasına ve benim Rabbim ve İlâhım olduğuna, tasdik ve imanımda ve iz’anımda vardır.” (Lem’alar)

Yâni, “madem ki Allah’ın bekasına inanıyorum, öyle ise benim için artık hiçlik, yokluk, ayrılık düşünülemez. Zira O’nun ilminde bâkiyim. Bu dünya sahifesinden silineceğim diye zerrece müteessir olmam.”

O, bu ince hakikatı sadece keşfetmekle kalmıyor, bu mânâyı eşyayı görür gibi hissediyor ve ona garkolmanın safasını ruhunda, kalbinde olanca canlılığıyla yaşıyor. İşte Allah’ın bekasına hakkalyakîn iman budur.

Bu mânâyı Allah’ın diğer sıfatları için de düşünebiliriz; güzel ahlâkın bütün şubeleri için de.

Mü’min kardeşini sevmesi gerektiğine kesinlikle inanan bir insan, bu sevgide ilmelyakîne varmıştır. Mü’mini sevmenin hazzını ruhunda duymaya başladı mı aynelyakîne ulaşmıştır. Kendi nefsi için istediğini mü’min kardeşi için de isteme noktasına geldi mi, hakkalyakîne erişmiş demektir.

İhlâs da böyle… Onda da üç mertebe var. Amellerin ancak ihlâs ile yapıldıkları takdirde makbul olacaklarını kat’i bilmemiz, ilmelyakîndir. Rıza için yaptığımız bir işten nefsimizin duyacağı haz, riya için yaptığımızla kıyaslanamayacak kadar fazla ise, ihlâsı zevketmeye başlamışız demektir. Bir leş kokusundan daha ileri bir iğrenme ile, riyadan nefret ettiğimiz anda, ihlâsta hakkalyakîne varmış oluruz.

Misalleri çoğaltabiliriz. Demek ki yakînin mertebeleri sadece marifetullaha mahsus değil. İmanın bütün rükünleri, İslâm’ın bütün emirleri, ahlâkın bütün şubeleri için de bunu düşünmek mümkün…

İmam-ı Rabbani Hazretleri, hakikatı “şeriatın batını” diye tarif eder. İnsan, fiil, hâl ve kâl (söz) âlemlerini İslâm’a uygun yaşadığında, inandığı ve nefsinde tatbik ettiği hakikatlara karşı kalbinde yakîn hâsıl olmaya başlar. Sonunda, bu hakikatlara olan imanını hal edinme noktasına varır. Yâni, sevinç ve süruru zevk eder gibi, o hakikatlarla yaşama noktasına ulaşır.

Hakikata ermek, imanda hakkalyakîne ulaşmak demektir; kâmil imanın bu son sahasına adım atmak demektir. Bu sahanın da sonsuz mesafeleri var. Bütün peygamberlerin, bütün sahabelerin, bütün evliya ve asfiyanın imanı hakkalyakîndir, ama aralarında ne kadar fark olduğu da açıktır.

“Batınî şeriat” diye tarif edilen hakikata ermenin yolu, onun zahirine harfiyen uymaktan geçer. Sarayın zahirine uğramadan batınına varılamaz, içinde dolaşılamaz. Bu bir ham hayaldir.

Namazda omuz omuza verdiğimiz, kendisine dua ettiğimiz bir mü’minle namaz dışında kavgalı isek, duamızda zahirden hakikata geçmemişiz demektir.

Bedenin ruha hizmetkâr olduğunu bildiğimiz halde, aklımız sadece maddeye yoruluyor, kalbimiz dünya için çarpıyorsa hakikata erdiğimizi nasıl iddia edebiliriz!..

Dünyayı fâni, âhireti bâki bildiğimiz halde, fâniye teveccühümüz bâkiden fazla ise, işin henüz zahirindeyiz demektir.

Âmiriyetin itaat istediğini bildiğimiz halde, Hâlıkiyete karşı ibadetimizde ihmalimiz oluyorsa, kulluğun hakikatından, şüphesiz, çok uzakta bulunuyoruz.

Taksisine bindiğimiz bir dostumuza candan teşekkürler yağdırırken, hergün yirmidört saat üzerinde seyahat ettiğimiz bu arz küresinin sahibine şükür secdesi yapmıyorsak, şükrün hakikatıyla alâkamız yok demektir.

Tevazunun yüksek bir sıfat olduğunu çok iyi bildiğimiz halde, gururla dikilen başımız dağlara ulaşma sevdasına kapılmışsa, hakikattan nasibimiz çok azdır.

Hakikattan bahsetmek kolay, ona ermek ise çok zor. Hele İlâhî emirlere isyan ederek onu bulmak imkânsız.

Prof. Dr. Alaaddin Başar