Etiket arşivi: Prof. Dr. Alaaddin Başar

Gayba İman

GAYB: Gizli olan, görünmeyen…

Kur’an-ı Kerim muttakilerden, yâni takva sahibi mü’minlerden bahsederken onların en büyük özelliği olarak “gayba imanlarını” gösterir. “O muttakiler ki gayba iman ederler” mealindeki âyet-i kerimeyi tefsir eden büyük âlimlerimiz, gayba imana iki şekilde mânâ verirler. Birincisi, “onlar gayba iman ederler; yâni görmedikleri halde, aklen ve naklen istidlâlde bulunarak, yâni delillere dayanarak iman ederler.” Diğeri ise, “onlar gıyaben dahi iman ederler; yâni münafıklar gibi sadece mü’minler arasında değil, gıyaben de Allah’a ve Resulüne (a.s.m.) iman ederler.”

Gayb iki ayrı mânâya gelir:

Birincisi, hakkında hiçbir şey bilmediğimiz, yalnız Cenâb-ı Hakk’ın malûmu olan haller, hâdiseler, âlemlerdir ki, bunlar imana konu değildirler. İman bu gayb için   değil, Kur’an-ı Azîmüşşan’ın haber verdiği ve Peygamber-i Zîşanın (a.s.m.) izah ettiği ve varlığına aklın birtakım deliller getirebildiği gayb için sözkonusudur.

“Bizce gayb, görülemeyen değil, görülmeyen demektir. Biz delilsiz olan gayba değil, delili olan gayb-ı mâkule iman ediyoruz.”  (Hak Dini Kur’an Dili)

“Gayba  iman” denilince akla ilk gelen, Allah’a ve diğer iman rükünlerine imandır. Bunlar hep gaybdır. İlk bakışta insanın aklına Peygamberlere (a.s.) imanın, gayba iman olmadığı gibi bir fikir gelebilir. Ama, biraz düşünüldüğünde anlaşılır ki, Peygamberlerin (a.s.) gayb olmayan, görülen cihetleri kulluklarıdır. O kulluk üzerine kurulmuş kudsî peygamberlik görevi ise gaybdır. Böyle olmasaydı, onlarla aynı zamanda yaşayan ve kendileriyle görüşen bütün insanlar mü’min olurlardı. Kitaplara iman da böyle…

İnanmada ilk adım kalben tasdik. Bu tasdikin başlangıcı da anlama. Beş duyu anlamaya, anlama da inanmaya yardımcı. Sadece beş duyunun sınırları içinde dolaşan, onları aşamayan insanlar, hükmen hayvanlıktan kurtulmuş değillerdir. His ile bilme, hayvanların sahası; hissini akla hizmet ettirip anlama, kavrama ve nihayet inanma ise insanın vazifesi.

İnsan bir meyve ağacını seyretmekte hayvanla müşterektir. Yanında gezdirdiği köpeği de o vazifeyi yerine getirebilmektedir. O ağacın içinde harika bir fabrikanın çalıştığını, yapraklarında fotosentez olayının cereyan ettiğini, o meyvelerin bütün bir ağaçtan, hatta topyekûn kâinattan, süzülerek meydana geldiğini ise ancak o insan kavrayabilir. Köpeği, bu mânâlardan pek çok uzaktır.

O ağacı, şuursuz kâinattan hikmetle süzülmüş İlâhî bir sofra, meyveleri ise o sert sofradan lütuf ve keremle çıkarılan birer Rabbanî ihsan olarak değerlendiren ve sofranın arkasında rahmet ve merhameti seyredip Hâlıkına şükreden bir mü’min ile önceki adam arasındaki mesafe, hayvanla insan arasındaki mesafeden çok daha fazladır. Onun için, mutlak mânâda “insan” denilince, gayba iman eden “mü’min” hatıra gelmelidir.

“Nimet içinde in’am görünür; Rahman’ın iltifatı hissedilir. Nimetten in’ama geçsen Mün’im’i bulursun.”  (Sözler)

İşte, o gayba inananlardır ki, nimette boğulmaz, Mün’imi, yâni o nimeti ihsan edeni tanırlar. Esere saplanıp kalmaz, müessiri, Hâlık’ı tanırlar ve bilirler. Gayba inanmayanlar ise, sofranın tabakları, kitabın yaprakları, yahut fabrikanın bölmeleri arasında dolaşıp duran bir böcek gibi, bu âlem ve içindekilerden, hakiki mânâda, istifade edemez, hayatlarını zâyi eder giderler.

Kur’an-ı Kerim nice âyet-i kerimelerinde insana “mahsusât” denilen hisler dünyasında boğulmamasını, ondan “makulât” yâni, hikmetler âlemine nazar etmesini ders verir. Sadece bir misâl:

Ğaşiye sûresinde insanoğlundan, devenin yaratılışına, semaya, dağlara ve arza bakması isteniyor. Elbetteki ne hayvan, ne de münkir gibi değil, bir mü’min olarak.

“Bu insanlar, devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yerin nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı!” (Ğaşiye Sûresi, 17-20)

Âyetlerin engin mânâlarını âlimlerimizin güzide tefsirlerine havale ederek, ben  tefekkürümüze sunulan bu varlıklar arasındaki şekil benzerliğine kısaca işaret edip geçeceğim.

Devenin hörgücünü, onun beli üzerinde yükselten kim ise, arzın belinde dağları birer hörgüç gibi  yükselten de O. Gökkubbe de tümüyle bir hörgücü andırmakta. Gayb âlemimizin mâzi ve müstakbel denilen iki sahası arasında yükselen bir hörgüç…

Âyette, insanın nazarı önce deveye, sonra semaya, daha sonra dağlara ve en sonunda da arza çekiliyor. Bu sıralama, bana göre, apayrı bir belâğat mûcizesi… İnsan gözünden deve hörgücüne,    ondan semaya hayâlen bir hat çekiniz; daha sonra o hattı dağa indiriniz ve dağdan da yere birleştiriniz. Karşınıza bir başka hörgüç veya bir ayrı şekil çıkacaktır.

Neml sûresinde:

“Dağları yerinde donmuş gibi durur görürsün, oysa onlar bulutlar gibi geçerler.” buyuruluyor (Âyet, 88).

Hörgücün hareketi, devenin yürümesi demek olacağından, bu âyet dünyanın sabit olmayıp hareket hâlinde bulunduğunu 1400 sene önce haber vermiş oluyor.

Bu âyet-i kerimeler gibi nice âyetler, insana eserden müessire, yâni eserin yapıcısına geçmeyi, nefsini ve âlemi hikmetle ve ibretle tefekkür etmeyi öğretiyor. Kur’an’dan bu dersi alan muttakiler gayba inanırlar. Ne gafil bir bedevi gibi deveyi hakkıyla seyretmeden ölürler, ne de inançsız bir astronomi âlimi gibi semayı tefekkür etmeden arzı terkederler.

Muttakiler, Cenâb-ı Hakk’ı “gaybın ve şehadetin âlimi” olarak bilirler. Gayb ve şehadet için çeşitli izahlar getirilmiş. Hepsi güzel, hepsi hak. Bazı zâtlar gayb için “gizli”, şehadet için ise “âşikâr” ifadelerini kullanıyorlar. Bir kısım zevât ise, gaybı “ancak Allah’ın bilebileceği mutlak gayb” olarak anlayıp, şehadeti de “insanların, gerek hissiyatları gerek ilim ve basiretleriyle vâkıf olacakları bütün hakikatler” şeklinde değerlendiriyorlar.

Birinci mânâ üzerinde biraz duralım:

Şehadet ve gayb âlemleri küçük numuneler hâlinde insanda bir araya gelmiş. Beyin, gaybdan değil, ama onda faaliyet gösteren akıl gaybî bir âlet. Keza, kalbin de maddesi şehadet âleminden; fakat taşıdığı iman, sevgi, korku, şefkat, merhamet hep gaybî…

Kalkıp inen el şehadet âleminden; kabarıp sakinleşen hissiyat ise gayb âleminden. Midenin hazmı şehadete, aklın kavraması ise gayba ayrı birer misâl.

Birçok azalarla donatılmış insan bedeninde, nice duygulara sahip insan ruhu bir gayb ağacı gibi. O ağacın meyveleri şehadet âleminde sergileniyor. Hattatlık san’atından süzülen bir kıblegâh, câmide boy gösterirken, ruhta kaynayan merhamet parmaklardan sadaka olarak dökülüyor.

Korku rengi kaçırıyor, asabiyet çehreyi kızartıyor, hüzün ise göze yaş döktürüyor.

Misâlleri çoğaltabiliriz.

Bu hakikatları veciz olarak ifade eden bir Mesnevi beyti:

“Âlemde cismimiz bizim yüzümüzü örtmektedir. Biz samanla örtülü deniz gibiyiz.”

Biraz da haricimizdeki âleme nazar edelim:

Ortada bir mıknatıs var, bir de onun çektiği çivi. Bu ikisi dışında göremediğimiz ve mahiyetini kavrayamadığımız bir kudret tecellisi de mevcut. Buna “çekim kuvveti” diyoruz.

Bir başka sahne: Yavrusunu kucağına almış, göğsüne şefkatle bastıran ve yer yer öpen bir anne… Bu öpme hâdisesinde, iki et parçasının ötesinde bir gaybî kuvveti seyrediyor. Ve bu kuvvete “şefkat” diyoruz.

Bir çiçeğe baktığımızda ayrı bir kucaklama hâdisesi cereyan ediyor. Göz maddesiyle burada, çiçek ise orada. Ama birincisi, ikinciyi her yönüyle kuşatmış. Bu gaybî hâdiseye de “görme” adını veriyoruz.

İşte böyle hergün, gerek nefsinde gerek haricî âlemde, gayb ve şehadetin nice misâllerine muhatap olan insanın, gaybı inkâr etmesi ne kadar tuhaf değil mi?

İsterseniz bu tuhaflığın kısa bir tahlilini birlikte yapalım:

Bir münkir meselâ, “melekleri” neyi ile inkâr ediyor? Eliyle, ayağıyla mı? Ciğeriyle, midesiyle mi?… Hayır… Ya neyiyle inkâra sapıyor bu adam? Cevap: Aklıyla.

Yâni, kendine ihsan edilen gaybî bir âlet ile gaybı inkâr ediyor.

Gaybı, taşlar ağaçlar inkâr etseler ne ise, ama bu inkâr insana hiç mi hiç yakışmıyor.

Bu maddî âlemin gaybına, ötesine inanmayanlar cahil, bütün gayb ve şehadetin âlimi olan Allah’a inanmayanlar ise kâfir olurlar. Cahilin cehaleti de kâfirin küfrü de kendileri içindir. Zarar ancak onlaradır. Ne bilgisizlik, kâinattaki ilim tecellisini azaltır, ne de küfür ve isyan Cenâb-ı Hakk’ın ulûhiyetine “hâşâ” bir noksanlık verebilir.

Dünyayı dolduran şu kalabalıkların torunları şimdi gayb âlemindeler. Zamanı geldikçe, sırasıyla, şehadet âlemine geçecekler. Bu âlemdekiler de ağır ağır gayba göçecekler. Gel gör ki, şu anda her şeyleri ve her halleriyle gayb olan o torunlar kafilesi içinde, bu âleme geldikten sonra gayba inanmayanlar da çıkacak. Halbuki az önce oradaydılar  ve biraz sonra yine orada olacaklar.

Sözün kısası bu şehadet âlemi gaybdan idare ediliyor.

Gelenler İlahî iradeyle geliyor, gidenler yine o iradeyle gidiyorlar. Gitmeden önce O’na inanıp, emrine itaat edenlere ne mutlu…

Prof. Dr. Alaaddin Başar 

Yakınlık ve uzaklık…

“Cenâb-ı Hak, herşeye herşeyden daha yakındır. Fakat, herşey O’ndan nihayetsiz uzaktır.”  Sözler

Mekândan münezzeh olan Allah, mekânın her köşesindeki mahlûkatına onların nefislerinden daha yakın…

Mekânda yer tutanlar, birbirlerine göre yakında veya uzakta bulunurlar.

Ve hepsi mekândan münezzehiyetten son derece uzak…

Zamandan münezzeh olan Allah, zaman nehrinde akıttığı her bir varlığa onun nefsinden daha yakın. Ama zamanla kayıtlı olanlar, birbirlerine göre, önceki yahut sonraki devirlerde bulunuyorlar…

Ve hepsi zamandan münezzeh olmaktan son derecede uzak…

Uzak, yakın, geçmiş, gelecek gibi ifadeler zaman ve mekânla ilgili. Ve bunlarda nisbiyet hâkim. Yâni, bunlar birbirlerine göre yakında ve uzakta ve yine birbirlerine nisbeten mâzi ve müstakbeldedirler.

Kur’an’ın terbiyesinden geçen bir akıl şöyle düşünür:

Madem ki bu kâinat, her harfi nice mânâlarla dolu bir kitap… Onu yazan Zâtı, yarattığı bu varlıklara benzemez olarak tanımalıyım.

Madem her mekân yerli yerine konulmuş, bu nizamı kuran ve eşyayı o mekânlarda hikmetle yerleştiren Zâtı, mekândan münezzeh bilmeliyim.

Madem her zamanda yeni yeni varlıklar vücuda geliyor, onların mûcidinin zamandan münezzeh olduğuna inanmalıyım.

Allah’ın, mahlûkatına yakınlığı ve mahlûkatın ondan uzaklığı zaman ve mekân ölçüleriyle izah edilemez.

Bir misal:

Siz okuduğunuz kitaba ondan daha yakınsınızdır; o kendisinde nelerin yazıldığını bilmez, siz bilirsiniz… Ve kitap sizden çok çok uzaktır, sizi anlamanın, tanımanın, seyretmenin çok gerilerindedir.

Kitabın ilk sayfasındaki bir kelime ikinci sayfadakine yakındır, onuncu sayfadakine uzak. Ama onları yazan ve bilen müellif, bunların hepsine aynı derecede, aynı seviyede ve aynı ölçüde yakındır. Hepsi, yazıldığı zamanıyla ve yer aldığı sayfasıyla, mekânıyla onun ilminde birlikte bulunurlar.

….

Yakınlık ve uzaklığın bir başka cihetini bize ders veren bir Hadis-i Kudsî:

“Kulum bana nafilelerle yaklaşır…”

Yakınlaşmanın mânevî olduğunu, kalbî ve ruhî  olduğunu bu kudsî hadis ders veriyor bize… Nafile; farz ve vacipleri işledikten sonra kulun Rabbine daha fazla yakınlaşmak, kalbini ulvî feyizlere daha ziyade açmak ve ömrünü rıza yolunda daha verimli harcamak niyetiyle yaptığı ibadetler, tefekkürler, ilticalar, şükürler…

Böyle bir kul, mârifet, muhabbet ve mehafet sahalarında her geçen gün biraz daha mesafe kateder… Katettiği bu mesafeler de mânevîdir, Rabbine yaklaşması da…

İlmine hayal erişmez bir büyük âlim düşünelim. Bu zâtın talebelerinin hepsi aynı mekânda bulunsunlar ve sıra ile ondan ders alsınlar. İlme henüz başlamış bir talebe, onun huzurunda oturup dersini aldığı zaman, o yakınlık içinde bir uzaklık vardır. Çünkü o genç adam, o büyük imamı, o dâhi âlimi anlamanın çok ötelerindedir. İlmi ilerledikçe hocasına daha çok yaklaşacak ve ona olan hürmeti, takdiri, hayreti gittikçe artacaktır…

Tahsilinin her safhasında, hocası o talebeye yakındır, onu yetiştirmekte, ilerletmektedir… Burada uzaklık hoca için değil, talebe için söz konusudur.

Kâmil bir velîye mürid olmuş âmi ve noksan bir insan da öyledir… Mânen terakki ettikçe onun ruh dünyasından, gönül âleminden daha fazla istifade edecektir. O büyük velî ise, o müridini mânevî terakkisinin her basamağında takip etmekle  ona daima yakındır. Uzaklık mürşid için değil, mürid içindir.

Misallerden hakikate geçelim:

Allah, kulunun madde ve mânâ âlemini daima terbiye etmekle, o kuluna onun nefsinden daha yakındır. Kul ise, evveli ve âhiri olan fâni ve hâdis şahsiyetiyle ve ancak belli sınırlar arasında iş görebilen noksan sıfatlarıyla, ezelî ve ebedî ve bütün sıfatları sonsuz olan Allah’ı hakkıyla anlamaktan çok uzak.

Ve kul, acz ve fakrını idrak ettikçe Rabbine yaklaşacak, kusurunu itiraf ettiği ölçüde Gaffarına yanaşacak, cehlini bildiği ve ilme çalıştığı nisbette Âlim ismine âyine olacak; kısacası, mârifetullahta ilerledikçe kurbiyette (yakınlıkta) de mesafe katedecektir.

Prof. Dr. Alaaddin Başar

Nur ve kuvvet-II

Hissetme, anlama ve iman… İnsan ruhuna ulviyet kazandıran üç ayrı hâdise. Hissetme, meselâ görme ile anlama arasında bir yönüyle benzerlik var. İkisinde de kavrama, içine alma, her yönüyle ihata etme, kaplama vardır. İnsan bir çiçeğe baktı mı, onun görüntüsü bütünüyle gözde teşekkül eder; âyineye akseden resim gibi. Ve insan, bir meseleyi anladı mı artık onun her tarafı o şahsın ilmindedir, tıpkı bir görüntü gibi… Ama, iman öyle değil. İmanda kavrama yoktur, anlama yoktur; tasdik vardır, hayret vardır, vecd vardır, muhabbet ve havf vardır…

Göz, Allah’ın eserlerinde dolaşır, akıl onlardaki hikmetleri anlamaya çalışır. Kalp ise o eserlerdeki kemâle hayran olur, cemâle meftun olur. Ve onların yaratıcısına ve O’nun sonsuz sıfatlarına iman eder. Ama bunları ne görür, ne anlar, ne de kavrar. Onları görülmez olarak bilir, anlaşılmaz olarak anlar.

Göz, bir bakıma şu sonsuz kâinatın küçük bir bölümünü görebildiği gibi, akıl da ondaki sonsuz ilim ve hikmetten çok az bir kısmını anlıyor. İnsan kalbi koltuk değneğiyle yürür gibi, hakikata doğru birkaç adım attıktan sonra, Rabbinin lütfunu gözlemeye başlar. Kalbin hâl diliyle ettiği bu dua sonunda, ona iman ihsan edilir.

Güneşe karşı tutulan bir milimetrelik bir aynada, bir anda, yüzellimilyon kilometreye yakın bir mesafe meydana geldiği gibi, iman ile Rabbine teveccüh eden bir kalpte de sonsuz bir muhabbet ve hayret hâsıl olur. Artık onun mârifeti, duyu organlarının ve aklın sahasını çok gerilerde bırakmıştır.

Daha önce sadece maddeyi gören insan, imana kavuşunca meleklerle buluşur, ruh âlemi onlarla şenlenir, coşar. Daha önce komşu kasabayı görmeyen insan, şimdi cennette dolaşmaktadır. Bunlardan daha  önemlisi, artık o, kendisini kimin yaptığını, yarattığını bilmektedir. Bunun kalpte hâsıl ettiği huzur ise tarife sığmaz.

Bir göz doktoru, gözü bilmenin verdiği avantajla, bu bilgiden mahrum olanlara tepeden bakar. Göz, Allah’ın sonsuz eserlerinden bir tek eser. Allah’ın bir tek eserini başkalarından daha iyi bilmek insanı bu kadar yükseltiyor. Bir mü’min bütün bu eserlerin sahibine, yaratıcısına inanır. Onun varlığını bilir; sıfatlarının sonsuz olduğunu, kemâlinin idrak edilemez derecede yüce olduğunu bilir. Böyle bir kulun, inanmayan insandan üstünlüğü artık rakamlara sığmaz. Ama, o bu yüksekliğine rağmen mütevazidir. İnanmayanları da kendi ulaştığı noktaya getirmek ister.

“En kıymettar âletleri en kıymetsiz şeylerde sarfedip, nefsine zulmettin.” Sözler

Prof. Dr. Alaaddin Başar

Yanlış Batılılaşma

Üstat Bediüzzaman hazretleri Ben îmanın cereyanındayım. Karşımda îmansızlık cereyanı var. Başka cereyanlarla alâkam yok.” diyerek Yeni Said dönemindeki büyük manevî cihadının iman eksenli olduğunu ve bütün gayretinin, insanları imansızlık afetinden korumak ve kurtarmakta merkezileştiğini açıkça beyan ediyor. Öte yandan her bir günah içinde küfre giden bir yol olduğunu söyleyerek, bu iman hizmetinin çok önemli bir yönünün de günahlarla ve sefahatle mücadele etmek olduğuna işaret etmiş oluyor.

Üstadımız Eski Said döneminde, kendi ifadesiyle, “İslâmın hayat-ı içtimaiyyesiyle” yakında ilgilenmiş ve toplum hayatını tehlikelerden korumak ve ona doğru bir yön vermek için büyük gayret göstermiştir. Bu gayretler içerisinde, yanlış garplılaşma hareketiyle verdiği ilmî mücadelesinin özel bir yeri vardır.

Tanzimat döneminde bir kısım aydınların garp medeniyetine hayran olmalarına ve batı kültürünü ülkemize bütünüyle ve aynen taşımak istemelerine karşı, Üstat Hazretleri “Japon modeli” üzerinde durmuş, bizim de Japonlar gibi garbın sadece ilmini, tekniğini alıp kendi manevî değerlerimizden taviz vermememiz gerektiğini bütün gücüyle savunmuştur. Kendisiyle aynı fikri savunan dava arkadaşı Mehmet Akif Ersoy bu mânayı şöyle dile getirmiştir:

Alınız ilmini garbın alınız sanatını,

Veriniz hem de mesainize son sür’atını.

Üstat hazretleri, çoğu dersinde olduğu gibi, bu konuda da nefsine hitap ederek, bütün Müslümanlara şöyle bir tebligatta bulunmuştur:

“Ey nefis! Ehl-i dünyaya, hususan ehl-i sefahete, hususan ehl-i küfre bakıp, surî zînet ve aldatıcı gayr-i meşrû lezzetlerine aldanıp, taklit etme. Çünkü; sen onları taklid etsen, onlar gibi olamazsın. Pek çok sukut edeceksin. …”

Baştaki “ehl-i dünya, ehl-i sefahet, ehl-i küfür” sıralaması çok önemlidir.

Ehl-i dünya, sadece dünya hayatını düşünen ve onun için çalışan kimselerdir. Bunlar, ahiret hayatına hiç ilgi duymadıkları için dünyanın servet ve makamlarıyla oyalanır, nefislerini böylece tatmin etmeye çalışırlar. Bunların büyük çoğunluğu, dünyaya geliş gayelerini, “dünya nimetlerinden olabildiğince istifade etmek ve dünya zevklerini azamî derecede tatmak” şeklinde belirlediklerinden, sefahate düşer, günah ve isyan bataklığında bir hayat geçirirler.

Bunların ehl-i küfür olma tehlikeleri çok büyüktür. Sefahate, bir uyuşturucu müptelası gibi kendini kaptıran insan, ölüm ötesinde bütün günah ve isyanlarından sorguya çekileceğini düşünmek bile istemez. Nur Külliyatı’ndan İkinci Lem’ada örnekleriyle izah edildiği gibi, bu kaçış onu, önce cehennemin olmamasını temenniye, daha sonra kademeli olarak ahiretin inkârına götürüp dinden çıkarabilir.

Üstat hazretleri bir Müslümanın garp kültürünü bütünüyle kabul etmesinin mümkün olamayacağına dikkat çekerken, konuyu ayrı bir cepheden ele alıyor ve bir Müslümanla bir Hristiyanın,  Peygambere iman ve bu imanın  şahsî hayatlarına aksetmesi konusunda çok büyük farklılık gösterdiğini önemle ifade ediyor.

Kur’ân-ı Kerim, Müslümanların hem şahsî ve aile hayatlarına, hem de toplum hayatına esaslar getirmiş, Allah Resulü de (asm.) bunları ümmetine bütün tafsilatıyla anlatmış ve hayatıyla fiilen sergilemiş, ders vermiştir. Bir Müslüman Allah’a nasıl inanacağından, namazını nasıl kılacağına, ahlâk binasını nasıl şekillendireceğinden, ticarette hangi esaslara uyacağına kadar her şeyi Peygamber Efendimizden öğrenmiştir.

Üstat Hazretleri buna çok güzel bir örnek veriyor ve Peygamber Efendimize (asm.) iman etmeyi merkezî bir lambaya teşbih ederek, bir Müslümanın her konuda o merkezî lambadan ışık aldığını, her şeyiyle ona bağlı olduğunu nazara veriyor. Bundandır ki, bir Müslüman, Peygamber Efendimizden (asm.)  alâkasını kesse, hem ruh âleminde, hem ahlâk dünyasında, hem de dünyevî işlerinde tam bir çöküntüye uğrar. Ve sonunda küfür karanlığına düşebilir.

Bir Hristiyan için durum çok farklıdır. Onun gerek şahsî hayatı, gerek toplum hayatı Hz. İsa’nın (as.) İncil’den alıp tebliğ ettiği İlâhî prensiplerle değil, beşerî kanunlarla ve toplum kültürüyle belirlenmiştir. Bu kültürün bazı esasları, temelde yine dine dayansa bile, uygulamada durum çok farklıdır. Bir yasaktan sakınan kişi, bunu Hz. İsa’ya değil, kanunlara uymasının bir neticesi olarak yapmaktadır. Bunun içindir ki bu şahsın Hz. İsa’ya (as.) bağlılığı tamamen kopsa da yaşama düzeninde büyük bir değişiklik olmaz.

İslâmiyet, hem ferdin şahsî hayatını, hem de toplum düzenini tanzim konusunda emir ve yasaklar vaz’etiği için, bir Müslümanın bu emirlere uyması “sevap”, uymaması “günah ve isyan” olmaktadır. Beşerî kanunların hakim olduğu Hristiyan toplumlarda böyle bir durum söz konusu değildir. Onlarda emirlere uymanın bir mükâfatı yoktur. Ancak, yasaklara uymamanın cezaları vardır. Yani, bir Hristiyan toplumunun düzeni, İlâhî emir ve yasaklarla değil, beşerî kanunlarla temin edilmektedir.

Bundan dolayı, bir Müslüman, Peygamber Efendimizin (asm.) yolundan dönse, “hayat-ı içtimaiyyede bir zehir”  hükmüne geçer.

Allah’a ve ahirete inanmayan insanlar, günlerini gün etme konusunda hayvanları örnek almış gibidirler. Onların ölüm konusundaki temel düşünceleri şöyle özetlenebilir: “Nasıl olsa öleceğiz. Ölümden sonra da bir başka hayat ve bir başka âlem olmadığına göre, ölümü düşünüp rahatsız olmak yerine, onu hiç düşünmeyip dünya zevklerinden mümkün olduğu kadar çok faydalanmalıyız.”

Peygamber Efendimiz (asm.) ise bir hadis-i şeriflerinde “Lezzetleri acılaştıran ölümü çok zikrediniz.” buyururlar. Ölümü hatırlamak, kişiyi ebedî hayat için daha fazla sermaye tedarik etmeye götürür. Yine ölümü düşünmek, ahirette “zerre miskal hayrın da, şerrin de” hesaba gireceğini hatırlatmakla, kişiyi günahlardan, isyanlardan ve gayr-ı meşru zevklerden uzaklaştırır.

Ölümü düşünmek, insanı hayvandan ayıran çok önemli bir özelliktir. Cenâb-ı Hak, hayvanlara ölümü bildirmemiştir. Zira, onların makamları sabit olduğundan böyle bir bilgi onları daha fazla amel işlemeye sevk etmeyecek, aksine hayatlarını karartacak, üzüntülerini artıracaktır. Buna ise Allah’ın rahmeti ve hikmeti müsaade etmemiştir.

Ölümü düşünmeyip sefahet yolunu takip eden insanlar, ayette haber verildiği gibi hayvanlardan daha aşağıdırlar. Zira hayvan günahsızdır, isyansızdır. Aklı olmadığı için ölümü bilmemekte ve kendisine kaderin çizdiği bir hayat tarzını aynen sürdürmektedir. Aklı olduğu halde ahiretini düşünmeyen, İlâhî haberleri ve tehditleri hiçe sayan insanlar elbette hayvandan daha aşağı bir derekeye düşerler. Bunun neticesi ise cehennemde ebediyen azap çekmektir.

Prof. Dr. Alaaddin Başar

Nur ve Kuvvet-I

Nur zulmetin zıddıdır. Genellikle, nur denilince hayâlimizde parlak bir ışık, zulmet denilince de koyu bir karanlık canlanır. Bu mânâ yanlış değil, ama eksik. Madde âlemini aydınlatan ışığa “nur” ve bu âlemi seyretmemize engel olan karanlığa “zulmet” dediğimiz gibi, mânâ âleminin de nur ve zulmetlerini aynı şekilde değerlendirebiliriz. O âlemi de aydınlatan nurlar ve gizleyen zulmetler var.

İman bir nurdur; göz nuru insanı madde âlemiyle buluşturduğu gibi, iman nuru da insan kalbini iman hakikatlarına muhatap kılar.

Kör bir insan, göz nurundan mahrumdur; eşyaya bakar ama birşey göremez. İmansız bir insan da küfür karanlığındadır, kâinatı seyreder ama onun yaratıcısını bilemez.

Cehalet de ayrı bir körlük, ayrı bir zulmettir. Câhil insan, gözü önüne konulan ilmî bir eserin sadece maddesini görür, onun içindeki mânâya nüfuz edemez. İlim ise nurdur, insanı o eserdeki hikmetlerle tanıştırır.

Cenâb-ı Hakk’ın bir ismi Nur olduğu gibi bütün isimleri de nuranîdir. Herbirinden, farklı güzellikler, değişik inayetler ve merhametler tezahür eder.

Vücut (varlık) nur, adem (yokluk) ise zulmettir. Her bir İlâhî isim, varlık âleminin bir bölümünü, bir şubesini aydınlatır; insanların, meleklerin ve cinlerin tefekkürüne yahut istifadesine sunar.

Hâlık isminin tecellisiyle varlığa ayak basan her mahlûk, yokluk zulmetinden kurtulmuş, vücut nuruna kavuşmuş olur.

Hayat sahibi olmak vücuttur, olmamak ise adem. O halde bir varlıkta “Muhyî” isminin tecellisiyle hayat nuru parlar.

Adalet nurdur, zulüm ise zulmet. Âdil isminin tecellisiyle zulümler ortadan kalkar, hikmet ve rahmet nurları her tarafı kaplar.

Zâlim insanlarda merhametten bir ışık huzmesi bile göremezsiniz.Ruhları karanlıktır; o ruhlarda inayet, ihsan, ikram gibi faziletleri bulamazsınız. İşte, Kahhar isminin tecellisiyle bu zâlim insanlar cezalandırılırlar; adalet nuru böylece parlar ve zulmün zulmeti de yok olur gider. Bediüzzaman Hazretleri, cehennemi anlatırken onun önemli bir vazifesinin de “âlem-i vücut kâinatını âlem-i adem pisliklerinden temizlemek” olduğunu ifade eder. Cehennemi inkâr eden bir kâfir cehennemde yandığında küfürden temizlenir. Artık o, cehenneme yakînen iman etmiştir. Ama bu geç kalmış iman, onu cennete götürmeye yetmeyecektir.

Bir şekle sahip olmak vücuttur, sahip olmamak ise adem. Musavvir isminin tecellisiyle şekiller âlemi varlık sahasında boy gösterir.

Hikmet de bir nurdur; abesiyet, yâni faydasız ve mânâsız olmak ise zulmet. Her İlâhî eser, Hakîm ismine mazhardır ve abesiyetten uzaktır.

Diğer İlâhî isimleri de aynı şekilde düşündüğümüzde her birinin tecellisinden ayrı bir nur doğduğunu ve tecelli etmemesinin de ayrı bir zulmet olduğunu görürüz.

İşte bütün isimleri ve sıfatları nuranî olan Allah’a iman etmek de ayrı bir nurdur. İnsan bu nur ile, küfür zulmetinden kurtulur. Kendi varlığını ve çevresindeki eşyayı İlâhî isimlerin tecellileri olarak görür. Onun için artık her taraf nur ile doludur. Her mahlûk bir tefekkür hazinesi, her nimet bir şükür davetçisidir.

Kalbi imanla nurlanan bu bahtiyar insanın bütün his dünyası da Kur’an ahlâkıyla nurlanır. Güzel ahlâkın herbir şubesinden ayrı bir nur alır, ayrı bir zevk duyar.

İmanın diğer rükünleri de insan için ayrı birer nurdur ve her biri bir başka zulmeti ortadan kaldırır.

Âhirete iman ile istikbali nurlanır; kabri “âlem-i nura açılan bir kapı” olarak görmeye başlar. Bir dakika sonrası hakkında hiçbir bilgisi olmayan insan, bu iman sayesinde kabri görür, mahşeri görür, cennet ve cehennemi görür; küfür zulmetinin doğurduğu ruhî sıkıntılar onun ruh dünyasına yanaşamazlar. Ufku genişlendikçe genişlenir; huzuru arttıkça artar.

“Fikrin sönük ise Kur’an’ın güneşi altına gir. İmanın nuriyle bak ki, yıldız böceği olan fikrin yerine herbir âyet-i Kur’an birer yıldız misüllü sana ışık verir.” Sözler

Kadere iman ile, hâdiseler nurlanır. Mü’min, kahrı da lütfu da birer imtihan sorusu olarak değerlendirir ve her ikisinde de kendisinden beklenen kulluk tavrını en güzel biçimde ortaya koymaya çalışır. “Kadere iman eden kederden emin olur” sırrı onda tahakkuk eder. Artık onun kalp dünyası daima aydın ve ruh iklimi her zaman sakindir.

 

Kar kış demez, irkilmez, üzülmez, acı duymaz,

Mevsim bütün ömrünce ılık gölgeli bir yaz.

                                            Ali Ulvî Kurucu

İnsan, peygamberlere ve kitaplara iman etmekle, rehbersizlik zulmetinden kurtulduğu gibi, meleklere imanla da yalnızlık zindanından halâs olur.

İman nur olduğu gibi kuvvettir de.

Kör insan, yürüme gücünü de büyük ölçüde kaybeder, rahatlıkla yol alamaz. Adımları endişe yüklüdür; sür’at yapamaz.

Bilgisiz insan da bir eseri anlamaya güç yetiremez. Çünkü, ilim nurundan mahrumdur.

Görme ve bilme hem nur, hem kuvvet oldukları gibi, iman da eşsiz bir nurdur ve en büyük bir kuvvettir.

“Sultan-ı Ezelî’ye iman ile intisab eden ve amel-i salih ile itaat eden bir insan”  (Sözler)  artık hiçbir şeyden çekinmez ve korkmaz. Semâvat ve arzı ve onlardaki bütün mahlûkatı Rabbinin askerleri bilir; o âciz ve mahkûm varlıkların korkusu kalbinde yer tutamaz. Onun korkusu da, sevgisi de Sultan-ı Ezelî içindir.

Prof. Dr. Alaaddin Başar