Etiket arşivi: Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan

İslâm’ı yaşama sanatını Sünnet’ten meşk etmek

Geçmişte Ümmet konulu konuşma ve yazılarda şöyle bir tespite yer vermiştik: Ümmet-i Muhammed, Kur’an-ı Kerim ekseninde Sünnet-i Muhammed tarafından inşa edilmiş sosyal bir yapı ve gerçekliktir.

Bu tesbitin amacı ve temel anlamı, ümmetin İslâm’ı yaşama san’atını Sünnet’ten meşk etmiş olduğunu vurgulamaktı. Bu amaç ve anlamın farkına varan dinleyici ve okuyucuların memnuniyet ve beğenileri, peşinden de biraz daha açıklama istemeleri bu yazının kaleme alınma sebebini oluşturmuştur.

Böyle açıklayıcı bir yazının, Sünnet-i seniyyenin yazılı bilgi ve belgeleri olan hadis-i şeriflerin ve sahih hadis kaynaklarının kimileri tarafından ilim ve insaf hudutlarının çok ötesinde tartışılmaya çalışıldığı günümüz ortamında, insafı ve iz’anı kökten yok olmamış olanlara yönelik dostça bir uyarı ve söylediklerini yeniden gözden geçirme çağrısı olacağı da açıktır.

İslâm’ı Yaşama San’atı

Meşk terimi ve uygulaması, güzel san’atlar alanında kullanılan asâlet/orijinalite ilkesi ve bir tür icâzet anlamı taşır. Bu sebeple de “güzellik ve özellik” özü ve vurgusu demektir. Ehil ve usta birinden meşk edilmiş olmak, kılasik ağız-tavır ve üslubun sürdürülebilmesi ve geliştirilebilmesinin olmazsa olmaz şartı konumundadır.

Özel anlamda güzel san’atlarda aranan bu temel özellik, İslâm hayatı ya da müslümanca yaşama san’atı gibi her yönüyle İslâm imanına yaraşır bir estetik ve güzellik gerektiren konuda, “kulluk kıvamı” niteliğiyle elbette bir meşk odağına muhtaçtır.

Burada mesele, İslam’ı yaşamanın hayatın her alanını kapsayan bir san’at olduğunun bilincinde olup olmamaktır.

Allah katında makbul din İslâmdır”[1] âyet-i kerimesi ve “ إِنَّ اللَّهَ كَتَبَ الإِحْسَانَ عَلَى كُلِّ شَىْءٍ  Allah her konuda ihsanı/güzelliği emretmiştir”[2] hadis-i şerif’i, İslam’ı yaşamanın bir güzel san’at olduğunu göstermektedir. Bu sebepledir ki, en güzel (ahsen) şekilde yaşamayı kimlerin başarabileceğini denemek için ölümün ve dirimin yaratılmış olduğu gerçeği[3] de açıkça bildirilmiştir.

Peygamber Efendimiz Allah Teâlâ verdiği nimetin izini kulu üzerinde görmeyi sever”[4] buyurduğuna ve İslâm’ın bu nimetlerin en önünde geldiğine göre müslümanca yaşamanın bütünüyle insan hayatını kapsayan bir san’at ve “nimet-i ilahi” olduğu ortadadır. O halde bu, “istatistiğe sığmaz ilahî nimetlerin”[5] tecelli ve tezâhür alanı olarak bireysel ve toplumsal müslüman hayatı, bu konuda tartışmasız ve denetimli bir güzellik kaynağından meşk edilmesini gerektirmektedir.

İşte tam da bu noktada “üsve-i hasene – en güzel hayat örneği”[6] âyetinin takdir ve takdimiyle Resul-i ekremin hayatı yani sünneti, ümmet-i Muhammed’e meşk kaynağı olarak ilan edilmiş bulunmaktadır. Efendimiz de zaman zaman, sahabilerine “bende senin için güzel bir hayat örneği yok mu?”[7] diye uyarılarda bulunmuştur. Bize öyle gelmektedir ki, onun sünnetinde yer alan herhangi bir uygulamaya şu veya bu sebeple karşı çıkan, aykırı hareket edenler de bu “bende senin için güzel bir hayat örneği yok mu?” ikazının günümüzdeki muhataplarıdır.

Sünnetullah

İnsanlık tarihi boyunca hayat kalitesinin bozulduğu, olması gereken güzellik çizgisinden kaydığı zamanlarda yeni bir meşk kaynağı elçi-peygamber göndermek suretiyle Yüce Yaratıcının dini yaşama san’atını yenilediği bilinmektedir. Bu “sünnetü’llah” dahi dini yaşamanın bir güzel san’at özünün ve yönünün bulunduğunu göstermektedir. Görev yöreleri ve süreleri çerçevesinde nasıl bütün peygamberler birer “güzel hayat” örneği ve meşk kaynağı iseler, Peygamber Efendimiz de evrensel çapta kıyamete kadar dini yaşama san’atının İslâmî örneği ve meşk odağıdır.

Başlangıçta olduğu gibi bugün de yarın da İslâm’ı yaşama san’atını Peygamber Efendimizin sünnetinden meşk etmek zorunluluğu ve sorumluluğu ümmet-i Muhammed’in omuzlarındadır.

Sünnet’e ya da onun bilgi ve belgeleri olan hadis-i şeriflere, his-heves kaynaklı ve bilimsellikten uzak tevil ve iddialarla karşı çıkanlar, ümmetin bir san’at eseri gibi yaşamak, ortaya koymak ve isbat etmek zorunda olduğu İslâm’ı, “isteğe bağlı” şekilde kayıtsız, ilkesiz yaşanabilir bir din konumuna düşürme girişimi içinde bulunduklarını ve böylesi bir cinayete sebep ya da âlet olduklarını artık anlamalıdırlar.

Şah Veliyyullah ed-Dihlevi’nin isabetle belirttiği gibi, “ğayr-i ma’sum kişilerin taklidi dinin tahrifine sebeptir.”[8] Yegâne meşk odağının konumuna layık görülecek, o konuma asla layık olmayan kişilere, onların hayatı dinin kendisiymiş gibi yönelmek, bir başka ifade ile onları dini hayat için meşk kaynağı kabullenmek dini tahrif etmek demektir. Böyle yanlış bir tavrın temelinde cahillik ve idrak kıtlığı kadar Sünnet karşıtlığı ve hadis düşmanlığı girişimlerinin etkisi de büyüktür. Bu ise, dinin tahrifine sebep olduğu için hem ilkesel olarak hem de dinin aslına uygun yaşanmasına engel olmak bakımından büyük bir cinayettir.

Netice olarak bütün açıklığı ve kesinliği ile bir kez daha vurgulayalım ki Ümmet-i Muhammed, İslâm’ı yaşama sanatını Sünnet’ten meşk etmiştir. Bu sebeple de ümmet ile sünnetin arasını açma anlamına gelecek düşünce ve girişimler, bu iki değere yabancı ve düşman yaklaşımları temsil etmektedir. İsimler, sıfatlar, makamlar ve ünvanlar söz konusu düşman yaklaşımları mazur göstermeye ve örtmeye kesinlikle yetmez.

PROF. DR. İSMAİL LÜTFİ ÇAKAN

[1] Al-i İmran (3), 19

[2] Müslim, Sayd 57; Ebû Dâvûd, Edâhî 11; Tirmîzî, Diyât 14; Nesaî, Dahâyâ 22,26, 27; ibn Mâce, Zebâih 3

[3] el-Mülk (67), 2

[4] Tirmizî, Edeb 54; Ebû Dâvûd, Libas 14

[5] Bk. en-Nahl (16), 18

[6] el-Ahzab (33), 21

[7] Buhari, Fedailü’s-sahabe 8; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 364

[8]  Huccetullahi’l-bâliğa, I, 352 (trc. I, 444), Ayrıca bk. Çakan, Dindarlık Dinde Olanı Yaşamaktır, s. 37-38

Hz. Peygamber ve Ümmeti – 2

“SEN ONLARIN ARASINDA İKEN…”

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile ümmeti arasındaki ilişkinin farklı bir boyutunu, alemlere rahmet oluşunun bir başka yönünü, onun bizim aramızda/içimizde olma şartına bağlı olarak ilahi azaba engel  olduğunu aşağıdaki âyet-i kerime şöyle açıklamaktadır:

وَمَا كَانَ اللَّهُ لِيُعَذِّبَهُمْ وَأَنْتَ فِيهِمْ وَمَا كَانَ اللَّهُ مُعَذِّبَهُمْ وَهُمْ يَسْتَغْفِرُونَ

“Sen içlerinde iken Allah onlara asla azap etmez; istiğfar ettikleri sürece de Allah onlara azap edecek değildir.”[1]

Bu ayet-i kerime, Mekkeli müşrikler ile Hz Peygamber arasında geçen tevhit mücadelesi sahnelerinden birine dikkatimizi çekmektedir. Şöyle ki;

وَإِذَا تُتْلَى عَلَيْهِمْ آيَاتُنَا قَالُوا قَدْ سَمِعْنَا لَوْ نَشَاءُ لَقُلْنَا مِثْلَ هَذَا إِنْ هَذَا إِلَّا أَسَاطِيرُ الْأَوَّلِينَ

وَإِذْ قَالُوا اللَّهُمَّ إِنْ كَانَ هَذَا هُوَ الْحَقَّ مِنْ عِنْدِكَ فَأَمْطِرْ عَلَيْنَا حِجَارَةً مِنْ السَّمَاءِ أَوْ ائْتِنَا بِعَذَابٍ أَلِيمٍ

Onlara ayetlerimiz okunduğu zaman, duyduk, duyduk, istesek biz de onun benzerini söylerdik. Çünkü bu, eskilerin masallarından başka bir şey değil, derler. Hani bir de onlar: “Allah’ım eğer bu Kur’an, senin tarafından indirilmiş gerçek bir kitap ise, üzerimize gökten taş yağdır yahut tu bize acı bir azap gönder” demişlerdi.[2]

Müşrikler, bu sözleriyle yani azap istemek suretiyle, bir anlamda gelecek azabın Hz. Peygamber’i ve inananları da kapsayacağını düşünmüş olduklarını ortaya koyuyorlardı. Yüce Rabbimiz ise, onların böyle cür’etkar bir tarzda azap isteklerine beklemedikleri bir cevap verdi: “(Habibim) Sen içlerinde iken Allah onlara asla azap etmez; istiğfar ettikleri sürece de Allah onlara azap edecek değildir.” Hz. Peygamber’in varlığının ilahi azabın inmesine mani olduğunu açıkça bildirdi. Peşinden de aslında müşriklerin azabı hak etmiş olduklarını şöyle ilan etti:

وَمَا لَهُمْ أَلَّا يُعَذِّبَهُمْ اللَّهُ وَهُمْ يَصُدُّونَ عَنْ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَمَا كَانُوا أَوْلِيَاءَهُ إِنْ أَوْلِيَاؤُهُ إِلَّا الْمُتَّقُونَ وَلَكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ

“Yoksa onlar Mescid-i Haram’ın yönetimine ehil olmadıkları halde, insanların orada ibadet etmesini engelleyip dururken Allah onlara niye azap etmesin? Allah’a karşı gelmekten sakınanlardan başkası, Mescid- i Haram’ın yönetimine ehil değildir. Ama onların çoğu bunu bilmez”[3]

Kutlu Doğum’u anlamak ve anlamlandırmak  bakımından bu âyetler arasında  وَأَنْتَ فِيهِمْSen içlerinde/aralarında iken” ifadesi dikkat çekicidir. Hz. peygamber içlerinde olduğu için müşrikler azaba uğramıyorlarsa, ona gönlümüzü açtığımız, onu içimizde hissettiğimiz sürece  ümmet-i Muhammed olarak bizler de ilahî azaptan kurtulamaz mıyız? Böyle bir ümidi, bu kutlu doğum haftası etkinlikleri içinde içimizde geliştiremez miyiz?

Tabii burada önemli olan şey, Efendimizi içimize davet edip hayatımızı onun manevi şahsiyetinin ışığı altında yaşayabilmektir. İş buraya gelince, yazıya başlarken işaret ettiğimiz ümmetin peygamberiyle arasını açmak sonucunu doğuracak nitelikteki teşebbüslerin ne denli tehlike arz ettiği anlaşılacaktır. Bu tür girişimlerde bulunanların bu ümmete hizmet etmedikleri -iddiaları ne olursa olsun- ortaya çıkmış olmaktadır.

Küfre, isyana mani

HZ. Peygamber’in varlığı, kendi zamanındaki Müslümanlar için olduğu gibi onu içlerinde/aralarında hissedip yaşatan günümüz Müslümanları için de yabancı telkinlere karşı güvence niteliği taşımaktadır.

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِنْ تُطِيعُوا فَرِيقًا مِنْ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ يَرُدُّوكُمْ بَعْدَ إِيمَانِكُمْ كَافِرِينَ

وَكَيْفَ تَكْفُرُونَ وَأَنْتُمْ تُتْلَى عَلَيْكُمْ آيَاتُ اللَّهِ وَفِيكُمْ رَسُولُهُ وَمَنْ يَعْتَصِمْ بِاللَّهِ فَقَدْ هُدِيَ إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ حَقَّ تُقَاتِهِ وَلَا تَمُوتُنَّ إِلَّا وَأَنْتُمْ مُسْلِمُونَ

Ey mü’minler! Ehl-i kitaptan bir gruba uyarsanız, (onları dinlerseniz), sizi imanınızdan vazgeçirip yeniden küfre döndürürler..

Allah’ın âyetleri size okunup dururken, üstelik O’nun elçisi de aranızda bulunurken nasıl küfre dönersiniz. Kim Allah’a sımsıkı sarılırsa, elbette dosdoğru bir yola iletilmiştir.

Ey iman edenler! Allah’ın emir ve yasaklarına gereği gibi saygılı ve duyarlı olun ve ancak Müslüman olarak can verin.”[4]

Yüce Rabbimiz bu âyet-i kerimelerde, ehl-i kitaptan bir grubun telkinlerine kanmanın, müminler için iman noktasından tehlike arz ettiğini vurguladıktan sonra, Kur’an âyetleri okunuyor ve Resulullah da aralarında bulunuyorken (Kitap ve Sünnet varken) nasıl olup da tekrar küfte dönersiniz? diye tehdid anlamındaki soruyu yöneltmektedir.

Günümüz açısından düşündüğümüz zaman  âyetteki “bir grup ehl-i kitap“‘ı, müsteşrikler/doğu bilimciler yani İslam kültürünün geçmişiyle iştigal eden ğayr-i müslimler olarak anlamak ve yorumlamak mümkün gözükmektedir. Zira bu ve öncesindeki 98 ve 99. ayetlerin sebeb-i nüzulü olarak şu olay anlatılmaktadır:

Bir gün Evs ve Hazreç’ kabilelerinden bazı kimseleri(Ensar), gayet samimi bir sohbette muhabbet içinde gören ihtiyar ve fitneci bir Yahudi  olan Şâs İbn-i Kays  bu manzaradan son derece rahatsız oldu. Genç bir Yahudiyi yanına çağırdı ve “Git, şunların arasına gir ve onlara Buas Harbi’nden ve eski savaşlardan bahset… Her iki tarafın şâirlerinin birbirleri hakkında söyledikleri şiirleri oku, kavmiyetçilik duygularını kabart” dedi.

Yahudi genç söylenenleri aynen uyguladı. Neticede oradaki Müslümanlar arasın­da gurur ve üstünlük duyguları depreşti. O tatlı sohbeti bırakıp birbirlerine karşı öğünmeye başladılar. Her iki taraf da kendi kavim ve kabilesinin üstünlük ve erdemlerini, kahramanlıklarını sayıp döktüler. Karşılıklı şiirler okudular. Sonunda iki genç, diz üstü kalkarak birbirlerine karşılıklı ağır hakaretlerde bu­lundular ve birbirlerini kavgaya/düelloya davet ettiler. Diğerleri de, gözleri dönmüş olarak bu teklife iştirak ettiler. Nihayet kavga etmek üzere Medine dışındaki Harre de­nilen mevkiye doğru yola çıktılar. Ayrıca her iki taraf da kendi kabile men­suplarına haber saldılar. Söz konusu mevkide toplanan Evs ve Hazreçliler, çarpışmaya başlamak üzere iken, durumdan haberdar edilen Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, Muhacir ve Ensâr’dan karma bir grup Müslüman ile birlikte olay yerine yetişip oradakilere şöyle hitap ettiler:

 “Ey Müslümanlar! Allah’tan korkun, Allah’tan!.. Ben sizin aranızda bulunuyorken, Allah sizi İslâmiyet ile şereflendirmiş, size İslâm ile ikramda bulunmuş ve İslâm ile sizden Câhiliye anlayışını söküp atmış, sizi küfür uçurumundan kurtarmış ve kalplerinizi birleştirmişken siz hâlâ Câ­hiliye davası mı güdüyorsunuz?”[5]

Resûlüllah Efendimizin  bu uyarısı üzerine, her iki kabile mensupları bu işin, fitneci Yahudi’nin bir hilesi ve şeytanın bir aldatmacası olduğunu anladılar. Silahlarını attılar, ağlayarak birbirlerine sarıldılar, kucaklaştılar.

Böyle bir olay üzerine 100-102. ayetlerdeki uyarıların gelmiş olması ve Müslümanlara, Allah’ın ayetlerinin okunmakta olduğunun ve Resulullah’ın da aralarında bulunduğunun hatırlatılması, Kitap ve Sünnet elinizdeyken ğayr-i müslimlerin telkinlerine kanarak nasıl onlara imrenip küfre dönmeye kalkışırsınız anlamında günümüze yönelik bir ikaz niteliği taşımaktadır, diye düşünülebilir.

Müslüman olarak can verin” emrine uymuş olabilmek için “gerektiği gibi Allah’a karşı saygılı” yaşamak yani kesintisiz mü’min olarak hayatı geçirmek gerekir ki, ölüm geldiğinde bizi Müslüman olarak bulsun.

Böyle bir mutlu son için yapılacak olanı da Yüce Rabbimiz bundan sonraki âyette ümmete “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, ayrılığa düşmeyin”[6]diye göstermektedir. Bunu sağlayabilmek için de ümmete, “İçinizden hayra çağıran, iyiliği teşvik edip kötülükten sakındıran bir topluluk/grup/kadro bulunsun”[7] buyurmaktadır.

Yukarıdaki ayette kendilerine uyulursa müminleri imandan sonra küfre döndürecek (ferikan min ehli’l-kitap) ehl-i kitaptan bir gruba karşılık olarak bu âyette içinizden hayra çağıran, iyiliği teşvik edip kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun (ve’l-tekün minküm ümmetün)buyrulmuştur. Bu durum, günümüze yönelik olarak yaptığımız “ehl-i kitaptan bir grup“un müsteşrikler olabileceği istidlalini/çıkarımını desteklemektedir.

Müsteşrik hayranı aydınların özellikle de ilahiyatçı meslektaşların, Peygamber ile ümmetinin arasını açma ve ümmeti birbirine düşürme sonucunu doğuracak söylemlerde bulunmanın tehlikesini iyi düşünmelerini ve ona göre tavır geliştirmelerini beklemek ümmet-i Muhammed’in hakkı, onların da vazifesidir.

Netice-i kelam, Resulullah’a gönül kapılarımızı açabilmek ve onu aramızda hissedebilmek için onun yaşayışını/sünnetini ve sünnetin bilgi ve belgeleri olan hadis-i şerifleri değerlendirirken imanımızı koruma vesilelerinden biriyle (Hz. Peygamber) meşgul olduğumuzu[8] unutmamalıyız.  Böyle bir durum, mevlid kandilini ve kutlu doğumu anlama ve kavrama bilincine erişildiği anlamına gelir. Çünkü nimetin kıymeti, farkına varılırsa, idrak edilir. Farkına varılmadıktan sonra etraf nimet dolu olsa ne yazar. Nimet, gözü görenedir görene, yoksa köre ne?

PROF. DR. İSMAİL LÜTFİ ÇAKAN

[1] EL-Enfal (8), 33

[2] EL-Enfal (8), 31-32

[3]  EL-Enfal (8), 34

[4] Al-i İmran (3), 100- 102

[5] İbn Hişam, Siyre I, 555: Efendimizin bu uyarısı üzerine Al-i imran Suresinin 98-103. ayetlerinin  indiği bildirilmektedir.

[6] Bk. Al-i İmran (3), 103

[7] Bk. Al-i İmran (3), 104

[8] Bk. Al-i İmran (3), 101

 

Hz. Peygamber ve Ümmeti – 1

Allah Teâlâ Peygamber Efendimizi bize, herhangi bir kısıtlayıcı kayda bağlı olmaksızın mutlak / genel bir ifade ile “en güzel hayat örneği” olarak takdim etmiştir. Hiç bir mümin Hz. Peygamber’e rol biçmeye ya da duracağı yeri göstermeye hiç bir gerekçe ile teşebbüs edemez. Böyle bir hakkı yoktur, haddine de düşmüş değildir.

Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri pek tabii olarak Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem‘i merkeze almakta ve dolayısıyla ümmeti de temel öğe olarak ilgilendirmektedir. Efendimizin biz ümmeti için ne ifade ettiğini âyet-i kerimeler öncülüğünde şöyle bir hatırlayalım istiyorum.

Büyük lütuf

Yüce Rabbimiz, Peygamber Efendimizin ümmete yönelik olarak gerçekleştirdiği hizmetler, yani işlevsel konumu  dolayısıyla onun müminler için  büyük bir ilahi lütuf olduğuna bir âyet-i kerimede şöyle dikkat çekmektedir:

لَقَدْ مَنَّ اللَّهُ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ إِذْ بَعَثَ فِيهِمْ رَسُولًا مِنْ أَنْفُسِهِمْ يَتْلُوا عَلَيْهِمْ آيَاتِهِ وَيُزَكِّيهِمْ وَيُعَلِّمُهُمْ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَإِنْ كَانُوا مِنْ قَبْلُ لَفِي ضَلَالٍ مُبِينٍ

Gerçek şu ki içlerinden, kendilerine Allah’ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden, yanlış inançlardan ve inançsızlıktan) onları arındıran, kendilerine kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermek suretiyle Allah, mü’minlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki onlar daha önce, apaçık bir sapkınlık içinde bulunuyorlardı.“[1]

Cahiliye denilen İslâm öncesi dönemde müminlerin yaşadıkları her yönüyle insanlık dışı hayat, ayette belirtildiği gibi “apaçık bir sapkınlık içinde bulunmak“tan ibaretti. Bu apaçık sapkınlıktan onları, Yüce Rabbimiz, “kendilerine Allah’ın âyetlerini okuyan/tebliğ eden (mübelliğ), (kötülüklerden, bâtıl inançlardan ve inançsızlıktan) onları arındıran(müzekki-mürebbi), kendilerine kitap ve hikmeti öğreten (muallim), içlerinden bir peygamber göndermekle” kurtarmıştı. Hz. Peygamber’in Müslümanları bilgi ve erdemlerle donatıp İslam medeniyetini gerçekleştirmelerini sağladığını tarihi gerçek olarak göz önüne aldığımız zaman, Efendimizin, ümmet için  ne büyük bir lütuf ve ikram-ı ilahi olduğunu anlamakta asla zorluk çekmeyiz.

Peygamber Efendimiz, Yüce Rabbimizin emir ve yasaklarının nasıl uygulanacağını gösterme görevini, Kur’an-ı Kerim’i hayatıyla örneklendirerek yerine getirmiştir. Yani Peygamberimizin hayatı canlı Kur’an’dır. Bu sebeple Allah Teâlâ onu bize,  herhangi bir kısıtlayıcı kayda bağlı olmaksızın mutlak/genel bir ifade ile  “en güzel hayat örneği” olarak takdim etmiş, şöyle buyurmuştur:

لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُو اللَّهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ وَذَكَرَ اللَّهَ كَثِيرًا

Andolsun ki sizin için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok ananlar için Allah’ın Resûlü’nde güzel bir örnek (hayat modeli) vardır.”[2]

Bu genel bildirim ve dolaylı tavsiye, ayırım yapmaksızın hayatımızı -tabii gücümüz ölçüsünde- o en güzel örneğe benzetmekle, sünnetine uydurmakla bizi görevlendirmiş bulunmaktadır. Böylece o “büyük ilahi lutfun” izleri/sünneti, ümmetin hayatında yaşanır ve görünür hale gelebilecektir. Bu noktadan hareketle ümmetin ilk nesli sahabiler, “ASHABU’N-NEBİ” özelinde, ümmetin gelecek nesillerine örnek olmak üzere, “Hz. Peygamber’i çoğaltan kimseler” dîye değerlendirilebilir.

Onunla birlikte yol tutmamak pişmanlık doğurur:

“Allah’ın bizi sevmesi ve bağışlamasının şartı ve “Allah’a olan sevgimizin göstergesi” olarak Hz. Peygamber’e tabi olmak, onu izlemek lazım geldiği قُلْ إِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللَّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمْ اللَّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ = De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayan ve engin merhamet sahibidir“[3] diye açıkça bildirilmiş, ardından da قُلْ أَطِيعُوا اللَّهَ وَالرَّسُولَ فَإِنْ تَوَلَّوْا فَإِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ الْكَافِرِينَ  = “De ki; Allah’a ve Resulüne itaat edin. Yüz çevirip inkar ederseniz, hiç şüphesiz Allah kafirleri sevmez“[4]  buyrulmuştur. Buna rağmen Hz. Peygamberi örnek almamanın, sünnetini yol bilmemenin acı sonucu da bir âyet-i kerime’de şöyle açıklanmıştır:

وَيَوْمَ يَعَضُّ الظَّالِمُ عَلَى يَدَيْهِ يَقُولُ يَالَيْتَنِي اتَّخَذْتُ مَعَ الرَّسُولِ سَبِيلًا  يَاوَيْلَتِي لَيْتَنِي لَمْ أَتَّخِذْ فُلَانًا خَلِيلًا لَقَدْ أَضَلَّنِي عَنْ الذِّكْرِ بَعْدَ إِذْ جَاءَنِي وَكَانَ الشَّيْطَانُ لِلْإِنسَانِ خَذُولًا

“O gün, zalim kişi ellerini ısırıp, keşke peygamberle birlikte yol tutsaydım, vay başıma gelene! Keşke falancayı dost edinmeseydim. Ant olsun ki beni, bana gelen Kur’an’dan o saptırdı. Şeytan insanı yalnız ve yardımcısız bırakıyor”[5] der.

Bu ayet-i kerimeler göstermektedir ki bütün mesele, bizim Hz. Peygamber’e hayatımızda ne kadar yer verebildiğimize ve ona ne ölçüde uyabildiğimize, ümmet olabildiğimize bağlıdır.

Eğer bu gerçeğin gerçekten farkında olabilirsek, sahabilere (ve dolayısıyla ümmete) yönelik olan  وَاعْلَمُۤوا اَنَّ فِيكُمْ رَسُولَ اللَّهِ لَوْ يُطِيعُكُمْ فِي كَثِيرٍ مِنَ اْلاَمْرِ لَعَنِتُّم = (Ey iman edenler!) Şunu da biliniz ki aranızda Allah’ın resulü vardır. Eğer birçok işte o size uysaydı, sıkıntıya düşerdiniz”[6] uyarısını dikkate alıp, bugün aramızdan birileri, “Efendimiz böyle şey söylemez, böyle şey yapmaz” veya “O olsaydı, şöyle şöyle yapardı” diye Hz. Peygamber’e rol biçmeye, bir anlamda görev vermeye kalkışamazdı. Böyle bir tavır, hiç kuşkusuz Efendimiz ile aramızda bulunması gerekli itaat ve ittiba ilişkisine tam anlamıyla aykırıdır. O sallallahu aleyhi ve sellem, vahye muhatap bir peygamber, biz ise ona muhatap ümmetin bir ferdiyiz. İmam Zühri’nin(ö.124) isabetle  belirttiği gibi “Peygamberlik Allah vergisidir. Peygambere tebliğ, bize de teslimiyet düşmektedir.”[7] Aksi halde Hz. Peygamber’i kendi anlayışımıza mahkum etmeye kalkışmak gibi bir edepsizlik yapmış oluruz. Bu da felaketimiz demektir.

Bu noktada şu âyet-i kerimeleri de hatırlamak gerekmektedir:

لَقَدْ جَاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ أَنفُسِكُمْ عَزِيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرِيصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنِينَ رَءُوفٌ رَحِيمٌ

Andolsun ki size kendi içinizden bir peygamber gelmiştir. Sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O size çok düşkün, mü’minlere karşı çok şefkatli ve çok merhametlidir.” [8]

O halde Hz. Peygamber bizi zora, sıkıntıya sokacak  her hangi bir

emir vermez ve yasak getirmez. Nitekim Yüce Rabbimiz de “hiç bir kişiye altından kalkamayacağı yükü yüklemez.”[9] Esasen Peygamber Efendimiz, emir ve yasakları karşısında ümmetin takınması gerekli tavrı Ebû Hüreyre radıyallahu anh‘ın haber verdiğine göre şöyle açıklamıştır:

عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ

عَنْ النَّبِيِّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ دَعُونِي مَا تَرَكْتُكُمْ إِنَّمَا هَلَكَ مَنْ كَانَ قَبْلَكُمْ بِسُؤَالِهِمْ وَاخْتِلَافِهِمْ عَلَى أَنْبِيَائِهِمْ فَإِذَا نَهَيْتُكُمْ عَنْ شَيْءٍ فَاجْتَنِبُوهُ وَإِذَا أَمَرْتُكُمْ بِأَمْرٍ فَأْتُوا مِنْهُ مَا اسْتَطَعْتُمْ

“Ben sizi kendi halinize bıraktığım sürece siz de beni kendi halime bırakınız. Zira sizden önceki ümmetler çok soru sormaları ve peygamberleri hakkında ihtilafa düşmeleri yüzünden helâk oldu. Size herhangi bir şeyi yasakladığım zaman ondan kesinlikle kaçının, bir şeyi emrettiğimde de onu gücünüz ölçüsünde yerine getirin!” [10]

Hadis-i şerif’in öğrettiği tutum, “yasağa mutlak, emre gücü ölçüsünde uymak”  ve soru sormak suretiyle Hz. Peygamber’i açıklama zorunda bırakmamaktır.  Hz. Peygamber’in emirlerine olduğu gibi sukût ettiği konularda da kendisine uymak, Sünnet’e iktidâ/uymak demektir.

Ümmetin Hz. Peygamber ile ilişkileri konusunda şu âyet-i kerimeleri de göz önünde bulundurmak gerekmektedir.

ياۤاَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا لاَ تُقَدِّمُوا بَيْنَ يَدَيِ اللَّهِ وَرَسُولِهِ وَاتَّقُوا اللَّهَ اِنَّ اللَّهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ

Ey iman edenler! Allah ve resulünün önüne geçmeyin. Allah’tan  korkun. Şüphesiz Allah her şeyi işiten ve bilendir.”[11]

Bu genel yasak, müminleri görüş, hüküm, tercih, karar ve davranışlarında Allah’ın ve Resûlü’nün önüne geçmemekle görevlendirmektedir. İşine gelmeyen yerde “bu ayet ise de hadis ise de ben bunu kabul etmem, bana ters, benim aklım almıyor” diye direnç ve tepki göstermek, böylece kendisini âyetin veya hadisin önüne geçirmeye kalkışma hakkına hiç kimse sahip değildir. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi hiç bir mümin Hz. Peygamber’e rol biçmeye ya da duracağı yeri göstermeye hiç bir gerekçe ile teşebbüs edemez. Böyle bir hakkı yoktur, haddine de düşmüş değildir.

لَا تَجْعَلُوا دُعَاءَ الرَّسُولِ بَيْنَكُمْ كَدُعَاءِ بَعْضِكُمْ بَعْضًا قَدْ يَعْلَمُ اللَّهُ الَّذِينَ يَتَسَلَّلُونَ مِنْكُمْ لِوَاذًا

Resulün çağrısını birinizin diğerini çağırması gibi saymayın. Aranızdan gizlice sıvışıp gidenleri Allah elbette bilir. “[12]

Çünkü Hz. Peygamberin hükmü, emri, çağrısı, isteği, Allah Teala’nın emri gibidir. Çünkü o, Allah’ın elçisidir. Hz. Peygamber’in elçilik konumu dikkate alınarak, onun meclisinden gizlice sıvışmamak, ondan söz ederken, ona hitab ederken dikkatli, özenli ve saygılı olmak gerektiği de bu âyette istenmiş bulunmaktadır. “Ey Allah’ın resülü, Ey Allah’ın Peygamberi” gibi elçilik vasfını öne çıkaracak bir hitap usulünü benimsek gerekmektedir. Nitekim, çölden gelen insanlar hariç, sahabiler daima Peygamber Efendimize bu şekilde hitap etmişlerdir.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem‘in çağrısına ve emrine bir şekilde aykırı davrananların dünyada veya ahirette ceza görmeleri kaçınılmazdır. Bu nokta âyet-i kerimenin devamında şöyle açıklanmıştır:

فَلْيَحْذَرْ الَّذِينَ يُخَالِفُونَ عَنْ أَمْرِهِ أَنْ تُصِيبَهُمْ فِتْنَةٌ أَوْ يُصِيبَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ

Peygamberin emrine aykırı hareket edenler, başlarına bir belânın gelmesinden veya elem verici bir azaba uğramaktan çekinsinler.”[13]

Hz. Peygamber’e karşı gösterilecek saygısızlık, Kur’an-ı kerimde olsun veya olmasın onun emrine herhangi bir şekilde aykırı davranmak, ona muhalefet etmek, “bir belaya veya can yakıcı, elem verici bir azaba uğramak” ile sonuçlanacaktır. Burada dikkat çeken nokta, “onun emri ” mutlak olarak zikredilmiş,”Kur’an’a uygun olan” gibi bir kayda veya şarta bağlanmamıştır. Bu da gösteriyor ki,  Hz. Peygamber’in emrine uymak ve gereğini yerine getirmek için Kur’an-ı Kerim’e uygun olup olmadığının araştırılmasına ihtiyaç yoktur. Yeter ki emir, “onun emri” olsun ve bu noktada herhangi bir tereddüt bulunmasın.

ياۤاَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا لاَ تَرْفَعُۤوا اَصْوَاتَكُمْ فَوْقَ صَوْتِ النَّبِيِّ وَلاَ تَجْهَرُوا لَهُ بِالْقَوْلِ كَجَهْرِ بَعْضِكُمْ لِبَعْضٍ اَنْ تَحْبَطَ اَعْمَالُكُمْ وَاَنْتُمْ لاَ تَشْعُرُونَ

“Ey iman edenler! Sesinizi Peygamber’in sesinden fazla yükseltmeyin, birbirinize bağırdığınız gibi ona bağırmayın yoksa yaptığınız ameller boşa gider de farkına bile varmazsınız.” [14]

Günlük yaşantıda ve bilimsel araştırmalarda Hz. Peygamber’in davranış ve beyanlarına sıradan bir insanın yaşantısı ve sözü gibi yaklaşıp ondan daha yüksek, aşırı seslerle uzun uzun iddialar ortaya atmak ve yorumlar yapmak bu âyette emredilen Peygamber’e gösterilmesi gerekli edebe aykırıdır. Bu tür davrananların  yine ayette belirtildiği gibi önceden yapmış oldukları “ameller, onlar farkına bile varmadan boşa gider.” O halde Hz. Peygamber’e karşı sağlığında olduğu gibi vefatından sonra da onun manevi huzurunda olunduğu bilinciyle saygıda kusur etmemeye çalışmak gerekmektedir.

PROF. DR. İSMAİL LÜTFİ ÇAKAN

[1]Âl–i İmrân (3), 164

[2] el-Ahzâb (33),21

[3] Âl-i İmran (3), 31

[4] Âl-i İmran (3), 32

[5] el-Furkân (25), 27-29

[6] el-Hucurât (49), 7

[7] Bk. el-Beğavi, Şerhu’s-sünne, I, 217

[8] et-Tevbe (9), 128

[9] el-Bakara (2), 286

[10]Buhari, İ’tisam, 2 Müslim, Hac 412, Fezâîl 130-131; Tirmizî, İlim 17, Nesâî, Hac 1; İbni Mâce, Mukaddime 1. Hadisin geniş açıklaması için bk. Kandemir, Çakan, Küçük, Riyâz, I, 549-551

[11] el-Hucurat (9), 1-2

[12] en-Nur (24), 63

[13] en-Nur (24), 63

[14] el-Hucurat (49), 2

Tahdîs-i Nimet

11 Aralık 2016’da idrak ettiğimiz Leyle-i mevlidi’n-Nebi ile nasipse 14-20 Nisan 2017 tarihlerinde değerlendirmeye çalışacağımız Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri pek tabii olarak Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem‘i merkeze almaktadır. Bu vesile ile bir ay öncesinden konuya yönelik önemli gördüğüm bir tespiti paylaşmak istiyorum.

Peygamber Efendimiz on beş asır önce dünyayı teşrif etmiş, biz de onun teşrifini “kutlu doğum” diye nitelendirmiş ve 1989’dan beri  Diyanet İşleri Başkanlığı merkezli olarak bir hafta süreyle ve değişik kültürel etkinliklerle yurt içi ve yurt dışında yoğun bir şekilde kutlama gayreti içinde bulunuyoruz. Pek tabii olarak bu faaliyetlerin, konunun kutsiyetine uygun bir kalite ve ciddiyet içinde, tebliğ nezaketini zedelemeden gerçekleştirilmesi arzu edilir.

Ne gariptir; söz konusu ettiğimiz yoğunlaştırılmış etkinlikleri “din propagandası” olarak görüp eleştiren ve engellemeye çalışan kimi şahıs ve grupların yanında bir de “Mevlid kandili (leyle-i mevlidi’n Nebi) ya da kutlu doğumu niçin kutluyoruz, başlangıçta böyle bir şey yoktu” diye gerçekleştirilen etkinliklere toptan ya da kökten dindarlık adına karşı çıkanların varlığı -az da olsa- inkar edilemez. Eğer böyle bir karşı çıkış ile Hz. Peygamber-ümmet arasındaki  hak ve görev ilişkilerinin bize dönük olanlarından kaçıp kurtulmak hedeflenmiyorsa, itirazın anlamı nedir? Bırakalım o itirazı Vehhabiler gibileri yapsınlar, esasen yapmaktadırlar da.

Unutulmamalıdır ki, bizim için Efendimizin mevlidi ya da kutlu doğumu, onu içimizde hissettiğimizde gerçekleşir. O doğmuştur ama bizim için ona yönelik gönül kapılarımız kapalı ise, bizim ondan haberimiz yoktur. Dolayısıyla bir anlamda kutlu doğum da yok demektir. Tv. ya da radyo yayını çok güçlü ve güzel, ama biz alıcılarımızı açmamışız. Yayın bize nasıl ulaşacak ve biz o yayından nasıl yararlanabileceğiz? O yayın bizim için yok demek değil midir?

Yine, gün doğmuş, güneş yükselmiş, ama biz kapı – pencere kapalı bir odada uyumaya devam ediyorsak, bizim için gün doğmamış güneş yok demektir. Yani kutlu doğumu idrakte mesele benim, mesele sensin, mesele biziz. Kutlu doğumu kavramak onun bilincine varmak işte tam da burada, onu içimizde hissetme noktasında başlamaktadır.

Rahmetli Muhammed Hamidullah (v. 2002), Aziz Kur’an adıyla Türkçe’ye çevrilmiş olan Kur’an mealinde,[1] kutlamaların içeriğini dikkate alarak, Duha Sûresi’nin ( وَأَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ) Rabbinin nimetini anlat da anlat!”[2] anlamındaki son âyetinin dipnotunda  “Müslümanlar Mevlid’i, diğer bir ifade ile Hz. Peygamberin doğumunu kutlarken bu âyete  dayanırlar,” der. Sonra da “Bir mümin/inanan için hangi İlâhî nimet/iyilik bundan daha büyük olabilir?”diye sorar.

Peygamber Efendimize verildiği bildirilen nimetler, dolaylı olarak onun ümmetine verilmiş, hasâis dışında ondan istenilen işler ve işlemler ümmetinden de istenmiş demektir. Bu sebeple merhum Hamidullah’ın biz ümmeti için Hz. Peygamber’den daha büyük nimet olamayacağını vurgulayan sorusu gayet yerindedir. Mevlid kandilleri ve kutlu doğum haftalarında biz, bize lütfedilmiş en büyük nimeti, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem‘i her zamankinden daha yoğun ve yaygın şekilde anmaya, anlamaya ve anlatmaya çalışıyoruz. Bu faaliyetler özü itibariyle asla bir bid’at uygulaması değildir. Zira Hamidullah merhumun işaret ettiği gibi bir âyet-i kerimeye dayanmakta ve o âyetin anlam sınırları içine girmekte olan bir “tahdis-i nimet” faaliyetinden ibarettir. Bu sebeple bizim bu sözlerimiz  de kesinlikle bir bid’at savunması değildir.

Böylesi bir tahdîs-i nimet faaliyetinin ve şükrünün yerine getirilmesini memnuniyetle karşılamamak büyük bir manevi kayıp olsa gerektir.

Merhum Süleyman Çelebi’nin mevlidine kaynaklık eden yüreğini, Vesîletü’n-necât’a yansıttığı duygu ve hislerini, kulaklarımızla değil gönüllerimizle bir duyabilseydik, bir başka şairimiz Arif  Nihat Asya’nın dediği gibi “adına alışkın dudaklarımız” yüreğimizin gerçekten tercümanı olabilseydi, Âkif merhumun tespitiyle “O bir gecenin nuru“nu işte o zaman idrak etmiş, içimize sindirmiş olurduk. O zaman,

Ey leyl devâm edip gideydin:

Ferdâyı da nûra kalbedeydin![3]

diye çırpınan;

Ne lâhûtî geceymişsin ki teksin sermediyyette;

Meşîmenden doğan ferdâya hayrânım, ne ferdâdır!

Işık nâmiyle vicdanlarda ondan başka bir şey yok;

O bir sönsün, hayât artık müebbed leyl-i yeldâdır.

Perîşan sözlerimden bıkma, hoş gör, yâ Resûlallah,

Kulun şeydâdır amma, açtığın vâdide şeydâdır.[4]

diye mutluluktan  âdeta göklere uçan merhum Âkif’i anlamamız ve ona yoldaşlık etmemiz mümkün olurdu.

Salât ü selâm getirmenin, kalbini Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e açmanın, mümin gönüller için ne denli diriltici olduğunu, 15 Temmuz 2016  gecesi minarelerden okunan salalar dolayısıyla tüm ülke olarak tarifi imkansız bir gönül coşkusu ve göz yaşlarıyla izlemedik mi? O menfur kalkışma ortamında bu bir diriliş değil miydi?

Kimilerinin  ukalalık edip Mevlid kandilini ya da kutlu doğumu “neden kutluyoruz” diye tepki vermesi, ümmet-peygamber ilişkisi açısından ne kadar yersiz, sığ bir soru ve tahdîs-i nimet kavramından ne denli uzak bir lakırdıdır.

Allahümme salli alâ Muhammed’in ve alâ âl-i Muhammed.

PROF. DR. İSMAİL LÜTFİ ÇAKAN

Altınoluk Dergisi Mart 2017 

[1] Bk. Hamidullah, Aziz Kur’an, s. 744, dpn. 1 (İstanbul, 2000)

[2] ed-Duha (93), 11

[3] Sırât-ı müstakîm, c. 4, no. 81, s.41. Şiirde geçen bazı kelimelerin anlamları: Ferdâ, yarın, gelecek zaman, istikbâl, kıyâmet; mahmûr, henüz tam olarak uyanmamış.

[4] Şiirde geçen bazı kelimelerin anlamları: Lâhûtî, ilâhî, tanrısal; sermediyyet, süreklilik; yeldâ, uzun ve karanlık gece; şeydâ, sevinçten deli divâne olmuş kimse.

Ümmet – Sünnet İlişkisini Pekiştirmek

Ümmet-i Muhammed sosyal bir yapı olduğuna göre onu Yüce Yaratıcının iradesi istikâmetinde şekillendiren Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in sözleri, fiilleri/davranışları ve onayları/takrirleri yani sünnetidir. Daha açıkçası, Ümmet ve Sünnet kavramlarını Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e izafe ederek söyleyecek olursak, şöyle bir cümle kurmamız gerekir: Ümmet-i Muhammed, Kur’an-ı Kerim ekseninde Sünnet-i Muhammed ile inşa edilmiş sosyal bir yapı ve gerçekliktir.

O halde ümmet için en temel gereklilik, sünnetin fert ve toplum hayatından hiçbir sebeple dışlanmamasıdır. Çünkü ümmet ile sünnet, birbirinin yokluğunu kaldıramayacak olan iki “Peygamber emaneti”dir. Her ikisinin temelinde ve önünde de Kur’an-ı Kerîmbulunmaktadır.

Kur’an-ı Kerim’i kendisinin koruyacağını açıkça bildiren[1] Yüce Allah, Kur’an’ın en özgün yorumu demek olan Sünnet’i de dolaylı olarak (zımnen) koruyacağını bildirmiş olmaktadır. Bu korumada vasıta Ümmet-i Muhammed’dir. Yani Yüce Allah sünnet’in korunmasını ümmet’e havale etmiştir.

Bu ulvi misyonun farkında olan ümmet, ilk nesli sahabilerden başlamak üzere, dine sahip çıkmış olmak için Kur’an’ın, dolayısıyla da dinin Peygamber yorumu demek olan Sünnet’i koruma yolunda fevkalâde titiz ve gayretli davranmış ve kendilerinden sonrakilere, -varsa uygulama seçenekleriyle birlikte-  aktarmaya çalışmışlardır. Nitekim Kazanlı âlim Musa Carullah Bigiyef’in de işaret ettiği gibi, “Hz. Peygamber’den sonra ümmetin risaleti dönemi başlamıştır.” Ümmet bu elçilik görevini, ibadet vecdi ve cihad coşkusu içinde peygamber emanetlerini koruyup sağlıklı bir şekilde nesilden nesle nakletmek ve henüz Müslümanlıkla tanışmamış olanlara da İslam’ı ulaştırmakla/tebliğ yerine getirmiştir.

İslâm’ın ilk nesli sahâbilerden itibaren izleme imkanı bulduğumuz “tebliğ görevi“ni yerine getirme gayreti ve “Hz. Peygamber’e söylemediği bir sözü ve yapmadığı bir işi/fiili isnad etmeme dikkat ve hassasiyeti” vazgeçilmez bir bilimsel disiplin olarak sürdürüle gelmiştir. Sünnet’e hizmet özünde vücut bulmuş hadis ilmine yönelik bilimsel ürünler, sözünü ettiğimiz tavır ve çizginin herkese açık deliller arşividir. İşte bu arşiv, ümmetin sünneti koruma gayretlerinin bilimsel göstergesidir.

Söz konusu arşiv üzerinde çalışacak olan çağdaş araştırmacıların öncelikle bu tarihi ve bilimsel gerçeğin farkında/bilincinde/idrakinde olmaları gerekmektedir. Kimi canlıların züccaciye dükkanına daldığı gibi bu arşive dalıvermek, söz konusu hassasiyetlere ve sorumluluk bilincine sahip olanların yapacağı iş değildir.

Ümmetin geçmiş hizmetlerine hizmet katmak ve zenginleştirmek varken, kültürel savaşın yorgunları hatta satılmışları gibi, bilgi ve belgeleri yenilmişlik psikolojisi içinde uydurma olmakla, çağa ve akla uygun olmamakla vs. alelacele suçlayıp devreden çıkarmaya çalışmak, kendilerinin yaptıklarının dışında kimsenin emeğine saygı gösterme ihtiyacını hissetmemek, kişisel planda ilim adamı kimliğine, mensubiyet anlamında da ümmet bilincine yakışmayan yaban bir tavırdır.

Ümmetin bilimsel faaliyet ve duruş olarak dinin özgün yorumu demek olan Sünnet’in bilgi ve belgelerini doğru algılaması; dini sağlıklı yaşamış olmak için de  onu Sünnet-i Muhammed üzere yaşamayı yegâne ölçü bilmesi ve benimsemesi gerekmektedir. Bu gereklilikümmet-i Muhammed ile sünnet-i Muhammed ilişkisinin hayatımıza kazandırdığı en temel kimlik, en belirgin erdem ve en köklü sorumluluk kaynağı demektir. Zira Sünnet’in olmadığı yerde ümmet de yoktur. Çünkü aynı imanı paylaşan ümmet fertleri arasında bir alâmet-i fârika şeklinde görülmesi gerekli davranış ve uygulama birliği için,  “en güzel örnek” diye ilâhî takdir ve takdime mazhar olmuş Muhammedî uygulamalar yani sünnet,tartışmasız tek ölçü ve çerçevedir.

İnandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız, diye genel ve gerçek bir yargı vardır. Buna şu cümleyi de eklemek  mümkündür: İnandığınızı, sünnet örneğinde olduğu gibi yaşamazsanız, din diye  bid’atleri  yaşamaktan kurtulamazsınız. Resûl-i Ekrem Efendimiz’in İslâm’ı yorumu ya da din pratiği demek olan Sünnet’ten uzak kalmak ise, ümmet-i Muhammed’in özgün kimliğine kökten aykırıdır.

İnandığı gibi yaşamak” demek, “sünnet üzere, sünnette olduğu gibi, sünnetteki örneğe uygun olarak yaşamak”  anlamına gelmektedir. Ümmetin kıvamı ancak böylesi bir din pratiği ile elde edilebilir. Nitekim Kadı İyaz merhûmun belirttiğine göre, “Peygamber mü’minlere öz canlarından önde gelir..” âyeti[2] bazı müfessirlerce “Peygamber’in sünnetine uymak, kendi görüşüyle amel etmekten önceliklidir” diye yorumlanmıştır.[3]

O halde ümmet-sünnet ilişkisi, fikri alanda sünnet’i önde tutmayı, ameli alanda da ona göre yaşamayı gerekli kılmaktadır. Çünkü İmam Zührî’nin dediği gibi “Sünnete sarılmak kurtuluştur.” Nitekim Peygamber Efendimiz de “Kim benim sünnetimi benimseyip yaşarsa bendendir” buyurur.[4]

Kişisel olarak her Müslüman’ın, bilimsel olarak her ilahiyatçının yapıp ettikleriyle ve yaşayışıyla ümmet-sünnet ilişkisine ne ölçüde sahip çıktığına, bu ilişkiyi pekiştirme yönünde mi yoksa pörsütme istikametinde mi emek harcadığına bakıp samimi bir özeleştiri mantığı içinde öz denetim yoluna baş vurması ihtiyacı bulunmaktadır. Bunu hatırlatmak bu satırların yazılma amacı olduğu gibi, yazarı için de  -şayet kabul edilirse- “ümmet-sünnet ilişkisini pekiştirme” payıdır.

[1]  Bk. el-Hicr (15),  9

[2]     Ahzab sûresi (33), 6

[3]     Bk. Şifâ-i Şerif  Tercüme ve Şerhi, s. 55.

[4]     Abdürrezzak, Musannef, VI, 169.

Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan