Etiket arşivi: ümmet-i Muhammed

İslâm’ı yaşama sanatını Sünnet’ten meşk etmek

Geçmişte Ümmet konulu konuşma ve yazılarda şöyle bir tespite yer vermiştik: Ümmet-i Muhammed, Kur’an-ı Kerim ekseninde Sünnet-i Muhammed tarafından inşa edilmiş sosyal bir yapı ve gerçekliktir.

Bu tesbitin amacı ve temel anlamı, ümmetin İslâm’ı yaşama san’atını Sünnet’ten meşk etmiş olduğunu vurgulamaktı. Bu amaç ve anlamın farkına varan dinleyici ve okuyucuların memnuniyet ve beğenileri, peşinden de biraz daha açıklama istemeleri bu yazının kaleme alınma sebebini oluşturmuştur.

Böyle açıklayıcı bir yazının, Sünnet-i seniyyenin yazılı bilgi ve belgeleri olan hadis-i şeriflerin ve sahih hadis kaynaklarının kimileri tarafından ilim ve insaf hudutlarının çok ötesinde tartışılmaya çalışıldığı günümüz ortamında, insafı ve iz’anı kökten yok olmamış olanlara yönelik dostça bir uyarı ve söylediklerini yeniden gözden geçirme çağrısı olacağı da açıktır.

İslâm’ı Yaşama San’atı

Meşk terimi ve uygulaması, güzel san’atlar alanında kullanılan asâlet/orijinalite ilkesi ve bir tür icâzet anlamı taşır. Bu sebeple de “güzellik ve özellik” özü ve vurgusu demektir. Ehil ve usta birinden meşk edilmiş olmak, kılasik ağız-tavır ve üslubun sürdürülebilmesi ve geliştirilebilmesinin olmazsa olmaz şartı konumundadır.

Özel anlamda güzel san’atlarda aranan bu temel özellik, İslâm hayatı ya da müslümanca yaşama san’atı gibi her yönüyle İslâm imanına yaraşır bir estetik ve güzellik gerektiren konuda, “kulluk kıvamı” niteliğiyle elbette bir meşk odağına muhtaçtır.

Burada mesele, İslam’ı yaşamanın hayatın her alanını kapsayan bir san’at olduğunun bilincinde olup olmamaktır.

Allah katında makbul din İslâmdır”[1] âyet-i kerimesi ve “ إِنَّ اللَّهَ كَتَبَ الإِحْسَانَ عَلَى كُلِّ شَىْءٍ  Allah her konuda ihsanı/güzelliği emretmiştir”[2] hadis-i şerif’i, İslam’ı yaşamanın bir güzel san’at olduğunu göstermektedir. Bu sebepledir ki, en güzel (ahsen) şekilde yaşamayı kimlerin başarabileceğini denemek için ölümün ve dirimin yaratılmış olduğu gerçeği[3] de açıkça bildirilmiştir.

Peygamber Efendimiz Allah Teâlâ verdiği nimetin izini kulu üzerinde görmeyi sever”[4] buyurduğuna ve İslâm’ın bu nimetlerin en önünde geldiğine göre müslümanca yaşamanın bütünüyle insan hayatını kapsayan bir san’at ve “nimet-i ilahi” olduğu ortadadır. O halde bu, “istatistiğe sığmaz ilahî nimetlerin”[5] tecelli ve tezâhür alanı olarak bireysel ve toplumsal müslüman hayatı, bu konuda tartışmasız ve denetimli bir güzellik kaynağından meşk edilmesini gerektirmektedir.

İşte tam da bu noktada “üsve-i hasene – en güzel hayat örneği”[6] âyetinin takdir ve takdimiyle Resul-i ekremin hayatı yani sünneti, ümmet-i Muhammed’e meşk kaynağı olarak ilan edilmiş bulunmaktadır. Efendimiz de zaman zaman, sahabilerine “bende senin için güzel bir hayat örneği yok mu?”[7] diye uyarılarda bulunmuştur. Bize öyle gelmektedir ki, onun sünnetinde yer alan herhangi bir uygulamaya şu veya bu sebeple karşı çıkan, aykırı hareket edenler de bu “bende senin için güzel bir hayat örneği yok mu?” ikazının günümüzdeki muhataplarıdır.

Sünnetullah

İnsanlık tarihi boyunca hayat kalitesinin bozulduğu, olması gereken güzellik çizgisinden kaydığı zamanlarda yeni bir meşk kaynağı elçi-peygamber göndermek suretiyle Yüce Yaratıcının dini yaşama san’atını yenilediği bilinmektedir. Bu “sünnetü’llah” dahi dini yaşamanın bir güzel san’at özünün ve yönünün bulunduğunu göstermektedir. Görev yöreleri ve süreleri çerçevesinde nasıl bütün peygamberler birer “güzel hayat” örneği ve meşk kaynağı iseler, Peygamber Efendimiz de evrensel çapta kıyamete kadar dini yaşama san’atının İslâmî örneği ve meşk odağıdır.

Başlangıçta olduğu gibi bugün de yarın da İslâm’ı yaşama san’atını Peygamber Efendimizin sünnetinden meşk etmek zorunluluğu ve sorumluluğu ümmet-i Muhammed’in omuzlarındadır.

Sünnet’e ya da onun bilgi ve belgeleri olan hadis-i şeriflere, his-heves kaynaklı ve bilimsellikten uzak tevil ve iddialarla karşı çıkanlar, ümmetin bir san’at eseri gibi yaşamak, ortaya koymak ve isbat etmek zorunda olduğu İslâm’ı, “isteğe bağlı” şekilde kayıtsız, ilkesiz yaşanabilir bir din konumuna düşürme girişimi içinde bulunduklarını ve böylesi bir cinayete sebep ya da âlet olduklarını artık anlamalıdırlar.

Şah Veliyyullah ed-Dihlevi’nin isabetle belirttiği gibi, “ğayr-i ma’sum kişilerin taklidi dinin tahrifine sebeptir.”[8] Yegâne meşk odağının konumuna layık görülecek, o konuma asla layık olmayan kişilere, onların hayatı dinin kendisiymiş gibi yönelmek, bir başka ifade ile onları dini hayat için meşk kaynağı kabullenmek dini tahrif etmek demektir. Böyle yanlış bir tavrın temelinde cahillik ve idrak kıtlığı kadar Sünnet karşıtlığı ve hadis düşmanlığı girişimlerinin etkisi de büyüktür. Bu ise, dinin tahrifine sebep olduğu için hem ilkesel olarak hem de dinin aslına uygun yaşanmasına engel olmak bakımından büyük bir cinayettir.

Netice olarak bütün açıklığı ve kesinliği ile bir kez daha vurgulayalım ki Ümmet-i Muhammed, İslâm’ı yaşama sanatını Sünnet’ten meşk etmiştir. Bu sebeple de ümmet ile sünnetin arasını açma anlamına gelecek düşünce ve girişimler, bu iki değere yabancı ve düşman yaklaşımları temsil etmektedir. İsimler, sıfatlar, makamlar ve ünvanlar söz konusu düşman yaklaşımları mazur göstermeye ve örtmeye kesinlikle yetmez.

PROF. DR. İSMAİL LÜTFİ ÇAKAN

[1] Al-i İmran (3), 19

[2] Müslim, Sayd 57; Ebû Dâvûd, Edâhî 11; Tirmîzî, Diyât 14; Nesaî, Dahâyâ 22,26, 27; ibn Mâce, Zebâih 3

[3] el-Mülk (67), 2

[4] Tirmizî, Edeb 54; Ebû Dâvûd, Libas 14

[5] Bk. en-Nahl (16), 18

[6] el-Ahzab (33), 21

[7] Buhari, Fedailü’s-sahabe 8; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 364

[8]  Huccetullahi’l-bâliğa, I, 352 (trc. I, 444), Ayrıca bk. Çakan, Dindarlık Dinde Olanı Yaşamaktır, s. 37-38

Hz. Peygamber ve Ümmeti – 2

“SEN ONLARIN ARASINDA İKEN…”

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile ümmeti arasındaki ilişkinin farklı bir boyutunu, alemlere rahmet oluşunun bir başka yönünü, onun bizim aramızda/içimizde olma şartına bağlı olarak ilahi azaba engel  olduğunu aşağıdaki âyet-i kerime şöyle açıklamaktadır:

وَمَا كَانَ اللَّهُ لِيُعَذِّبَهُمْ وَأَنْتَ فِيهِمْ وَمَا كَانَ اللَّهُ مُعَذِّبَهُمْ وَهُمْ يَسْتَغْفِرُونَ

“Sen içlerinde iken Allah onlara asla azap etmez; istiğfar ettikleri sürece de Allah onlara azap edecek değildir.”[1]

Bu ayet-i kerime, Mekkeli müşrikler ile Hz Peygamber arasında geçen tevhit mücadelesi sahnelerinden birine dikkatimizi çekmektedir. Şöyle ki;

وَإِذَا تُتْلَى عَلَيْهِمْ آيَاتُنَا قَالُوا قَدْ سَمِعْنَا لَوْ نَشَاءُ لَقُلْنَا مِثْلَ هَذَا إِنْ هَذَا إِلَّا أَسَاطِيرُ الْأَوَّلِينَ

وَإِذْ قَالُوا اللَّهُمَّ إِنْ كَانَ هَذَا هُوَ الْحَقَّ مِنْ عِنْدِكَ فَأَمْطِرْ عَلَيْنَا حِجَارَةً مِنْ السَّمَاءِ أَوْ ائْتِنَا بِعَذَابٍ أَلِيمٍ

Onlara ayetlerimiz okunduğu zaman, duyduk, duyduk, istesek biz de onun benzerini söylerdik. Çünkü bu, eskilerin masallarından başka bir şey değil, derler. Hani bir de onlar: “Allah’ım eğer bu Kur’an, senin tarafından indirilmiş gerçek bir kitap ise, üzerimize gökten taş yağdır yahut tu bize acı bir azap gönder” demişlerdi.[2]

Müşrikler, bu sözleriyle yani azap istemek suretiyle, bir anlamda gelecek azabın Hz. Peygamber’i ve inananları da kapsayacağını düşünmüş olduklarını ortaya koyuyorlardı. Yüce Rabbimiz ise, onların böyle cür’etkar bir tarzda azap isteklerine beklemedikleri bir cevap verdi: “(Habibim) Sen içlerinde iken Allah onlara asla azap etmez; istiğfar ettikleri sürece de Allah onlara azap edecek değildir.” Hz. Peygamber’in varlığının ilahi azabın inmesine mani olduğunu açıkça bildirdi. Peşinden de aslında müşriklerin azabı hak etmiş olduklarını şöyle ilan etti:

وَمَا لَهُمْ أَلَّا يُعَذِّبَهُمْ اللَّهُ وَهُمْ يَصُدُّونَ عَنْ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَمَا كَانُوا أَوْلِيَاءَهُ إِنْ أَوْلِيَاؤُهُ إِلَّا الْمُتَّقُونَ وَلَكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ

“Yoksa onlar Mescid-i Haram’ın yönetimine ehil olmadıkları halde, insanların orada ibadet etmesini engelleyip dururken Allah onlara niye azap etmesin? Allah’a karşı gelmekten sakınanlardan başkası, Mescid- i Haram’ın yönetimine ehil değildir. Ama onların çoğu bunu bilmez”[3]

Kutlu Doğum’u anlamak ve anlamlandırmak  bakımından bu âyetler arasında  وَأَنْتَ فِيهِمْSen içlerinde/aralarında iken” ifadesi dikkat çekicidir. Hz. peygamber içlerinde olduğu için müşrikler azaba uğramıyorlarsa, ona gönlümüzü açtığımız, onu içimizde hissettiğimiz sürece  ümmet-i Muhammed olarak bizler de ilahî azaptan kurtulamaz mıyız? Böyle bir ümidi, bu kutlu doğum haftası etkinlikleri içinde içimizde geliştiremez miyiz?

Tabii burada önemli olan şey, Efendimizi içimize davet edip hayatımızı onun manevi şahsiyetinin ışığı altında yaşayabilmektir. İş buraya gelince, yazıya başlarken işaret ettiğimiz ümmetin peygamberiyle arasını açmak sonucunu doğuracak nitelikteki teşebbüslerin ne denli tehlike arz ettiği anlaşılacaktır. Bu tür girişimlerde bulunanların bu ümmete hizmet etmedikleri -iddiaları ne olursa olsun- ortaya çıkmış olmaktadır.

Küfre, isyana mani

HZ. Peygamber’in varlığı, kendi zamanındaki Müslümanlar için olduğu gibi onu içlerinde/aralarında hissedip yaşatan günümüz Müslümanları için de yabancı telkinlere karşı güvence niteliği taşımaktadır.

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِنْ تُطِيعُوا فَرِيقًا مِنْ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ يَرُدُّوكُمْ بَعْدَ إِيمَانِكُمْ كَافِرِينَ

وَكَيْفَ تَكْفُرُونَ وَأَنْتُمْ تُتْلَى عَلَيْكُمْ آيَاتُ اللَّهِ وَفِيكُمْ رَسُولُهُ وَمَنْ يَعْتَصِمْ بِاللَّهِ فَقَدْ هُدِيَ إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ حَقَّ تُقَاتِهِ وَلَا تَمُوتُنَّ إِلَّا وَأَنْتُمْ مُسْلِمُونَ

Ey mü’minler! Ehl-i kitaptan bir gruba uyarsanız, (onları dinlerseniz), sizi imanınızdan vazgeçirip yeniden küfre döndürürler..

Allah’ın âyetleri size okunup dururken, üstelik O’nun elçisi de aranızda bulunurken nasıl küfre dönersiniz. Kim Allah’a sımsıkı sarılırsa, elbette dosdoğru bir yola iletilmiştir.

Ey iman edenler! Allah’ın emir ve yasaklarına gereği gibi saygılı ve duyarlı olun ve ancak Müslüman olarak can verin.”[4]

Yüce Rabbimiz bu âyet-i kerimelerde, ehl-i kitaptan bir grubun telkinlerine kanmanın, müminler için iman noktasından tehlike arz ettiğini vurguladıktan sonra, Kur’an âyetleri okunuyor ve Resulullah da aralarında bulunuyorken (Kitap ve Sünnet varken) nasıl olup da tekrar küfte dönersiniz? diye tehdid anlamındaki soruyu yöneltmektedir.

Günümüz açısından düşündüğümüz zaman  âyetteki “bir grup ehl-i kitap“‘ı, müsteşrikler/doğu bilimciler yani İslam kültürünün geçmişiyle iştigal eden ğayr-i müslimler olarak anlamak ve yorumlamak mümkün gözükmektedir. Zira bu ve öncesindeki 98 ve 99. ayetlerin sebeb-i nüzulü olarak şu olay anlatılmaktadır:

Bir gün Evs ve Hazreç’ kabilelerinden bazı kimseleri(Ensar), gayet samimi bir sohbette muhabbet içinde gören ihtiyar ve fitneci bir Yahudi  olan Şâs İbn-i Kays  bu manzaradan son derece rahatsız oldu. Genç bir Yahudiyi yanına çağırdı ve “Git, şunların arasına gir ve onlara Buas Harbi’nden ve eski savaşlardan bahset… Her iki tarafın şâirlerinin birbirleri hakkında söyledikleri şiirleri oku, kavmiyetçilik duygularını kabart” dedi.

Yahudi genç söylenenleri aynen uyguladı. Neticede oradaki Müslümanlar arasın­da gurur ve üstünlük duyguları depreşti. O tatlı sohbeti bırakıp birbirlerine karşı öğünmeye başladılar. Her iki taraf da kendi kavim ve kabilesinin üstünlük ve erdemlerini, kahramanlıklarını sayıp döktüler. Karşılıklı şiirler okudular. Sonunda iki genç, diz üstü kalkarak birbirlerine karşılıklı ağır hakaretlerde bu­lundular ve birbirlerini kavgaya/düelloya davet ettiler. Diğerleri de, gözleri dönmüş olarak bu teklife iştirak ettiler. Nihayet kavga etmek üzere Medine dışındaki Harre de­nilen mevkiye doğru yola çıktılar. Ayrıca her iki taraf da kendi kabile men­suplarına haber saldılar. Söz konusu mevkide toplanan Evs ve Hazreçliler, çarpışmaya başlamak üzere iken, durumdan haberdar edilen Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, Muhacir ve Ensâr’dan karma bir grup Müslüman ile birlikte olay yerine yetişip oradakilere şöyle hitap ettiler:

 “Ey Müslümanlar! Allah’tan korkun, Allah’tan!.. Ben sizin aranızda bulunuyorken, Allah sizi İslâmiyet ile şereflendirmiş, size İslâm ile ikramda bulunmuş ve İslâm ile sizden Câhiliye anlayışını söküp atmış, sizi küfür uçurumundan kurtarmış ve kalplerinizi birleştirmişken siz hâlâ Câ­hiliye davası mı güdüyorsunuz?”[5]

Resûlüllah Efendimizin  bu uyarısı üzerine, her iki kabile mensupları bu işin, fitneci Yahudi’nin bir hilesi ve şeytanın bir aldatmacası olduğunu anladılar. Silahlarını attılar, ağlayarak birbirlerine sarıldılar, kucaklaştılar.

Böyle bir olay üzerine 100-102. ayetlerdeki uyarıların gelmiş olması ve Müslümanlara, Allah’ın ayetlerinin okunmakta olduğunun ve Resulullah’ın da aralarında bulunduğunun hatırlatılması, Kitap ve Sünnet elinizdeyken ğayr-i müslimlerin telkinlerine kanarak nasıl onlara imrenip küfre dönmeye kalkışırsınız anlamında günümüze yönelik bir ikaz niteliği taşımaktadır, diye düşünülebilir.

Müslüman olarak can verin” emrine uymuş olabilmek için “gerektiği gibi Allah’a karşı saygılı” yaşamak yani kesintisiz mü’min olarak hayatı geçirmek gerekir ki, ölüm geldiğinde bizi Müslüman olarak bulsun.

Böyle bir mutlu son için yapılacak olanı da Yüce Rabbimiz bundan sonraki âyette ümmete “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, ayrılığa düşmeyin”[6]diye göstermektedir. Bunu sağlayabilmek için de ümmete, “İçinizden hayra çağıran, iyiliği teşvik edip kötülükten sakındıran bir topluluk/grup/kadro bulunsun”[7] buyurmaktadır.

Yukarıdaki ayette kendilerine uyulursa müminleri imandan sonra küfre döndürecek (ferikan min ehli’l-kitap) ehl-i kitaptan bir gruba karşılık olarak bu âyette içinizden hayra çağıran, iyiliği teşvik edip kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun (ve’l-tekün minküm ümmetün)buyrulmuştur. Bu durum, günümüze yönelik olarak yaptığımız “ehl-i kitaptan bir grup“un müsteşrikler olabileceği istidlalini/çıkarımını desteklemektedir.

Müsteşrik hayranı aydınların özellikle de ilahiyatçı meslektaşların, Peygamber ile ümmetinin arasını açma ve ümmeti birbirine düşürme sonucunu doğuracak söylemlerde bulunmanın tehlikesini iyi düşünmelerini ve ona göre tavır geliştirmelerini beklemek ümmet-i Muhammed’in hakkı, onların da vazifesidir.

Netice-i kelam, Resulullah’a gönül kapılarımızı açabilmek ve onu aramızda hissedebilmek için onun yaşayışını/sünnetini ve sünnetin bilgi ve belgeleri olan hadis-i şerifleri değerlendirirken imanımızı koruma vesilelerinden biriyle (Hz. Peygamber) meşgul olduğumuzu[8] unutmamalıyız.  Böyle bir durum, mevlid kandilini ve kutlu doğumu anlama ve kavrama bilincine erişildiği anlamına gelir. Çünkü nimetin kıymeti, farkına varılırsa, idrak edilir. Farkına varılmadıktan sonra etraf nimet dolu olsa ne yazar. Nimet, gözü görenedir görene, yoksa köre ne?

PROF. DR. İSMAİL LÜTFİ ÇAKAN

[1] EL-Enfal (8), 33

[2] EL-Enfal (8), 31-32

[3]  EL-Enfal (8), 34

[4] Al-i İmran (3), 100- 102

[5] İbn Hişam, Siyre I, 555: Efendimizin bu uyarısı üzerine Al-i imran Suresinin 98-103. ayetlerinin  indiği bildirilmektedir.

[6] Bk. Al-i İmran (3), 103

[7] Bk. Al-i İmran (3), 104

[8] Bk. Al-i İmran (3), 101