Etiket arşivi: Prof. Dr. Mustafa Nutku

YOL…

اهدِنَــــا الصِّرَاطَ المُستَقِيم
 

Avrasya Tüneli’nin hizmete girmesi vesilesiyle

Devletlerin en önemli meselelerinden biri de, hudutları içinde yol şebekesini kurabilmektir. 

Yol yapımı büyük masraf, emek ve zamana mal olmaktadır. 

Yapılmış yolların bakımı ve trafik intizamının temini de ayrı meseleler olarak halledilmesi icab etmektedir. 

İnsanlar köy yolu, şehir yolu, ekspres yol, vb. mevzularda düşünür, konuşur, okur, dinler ve yazarlar. 

Fakat kendi vücutlarında kendi iradeleri ve müdahaleleri olmadan inşa edilmiş ve kullanılan yaklaşık yüz bin kilometrelik damar ağından yol şebekesinde, gece ve gündüz gayet muntazam ve devamlı olarak, bedenlerindeki yaklaşık yüz trilyon hücreleriyle akciğerleri arasında oksijen/karbondioksit ulaşımının ve değişiminin teneffüsleriyle birlikte  muntazaman yapıldığı ve hazım ürünü olarak kana karışmış gıda elementlerinin seçimli olarak hücrelerine tevzi edildiği, insanların o en hayatî trafik akışını pek az insan düşünür ve o düşünüşle, vücudlarını yaratana ve çalıştırana karşı vazifelerini yapmak mesuliyetini pek az insan duyar!.. 

Halbuki, insanın hali bir yolcuya benzer. 

Yolculuğunun bu dünyadaki son menzili kabirdir. 

Kabirde kıyamete kadar kalacak, sonra haşre gidecektir.

 Haşirden sonra gideceği yer ise, “ebed memleketi”dir. 

Böylesine uzun bir seferin başlangıç yeri olan dünyada insan, ebed yolculuğunun tedbirlerini almalı; bu en mühim yolculuğunun levazımatını tedarike çalışmalıdır. 

Aksi halde; tedbirsiz, hazırlıksız, levazımatsız  giden insan, nereye ve nasıl gidebilir? 

Böyle gidişinin son menzili ne olabilir?

En kısa bir seyahatimizde bile, gideceğimiz yeri düşünüp, en uygun ve güvenli  yolu seçeriz; o yola gireriz, o yolda yol alırız, o yolda yol veririz, o yolda yol isteriz.

 Davetli ve emirle çağrılmış, Allah’ın askeri ve “sefer – görev emri hâmili” olduğumuz ebedî âlemin yolculuğunda yolumuzu, hedefimizi düşünmeyecek miyiz? 

Doğru yola girmeyecek miyiz, doğru yolda  yol almaya çalışmayacak mıyız,  doğru yol vermeyecek miyiz? 

    Doğru yolu istemeyecek miyiz? 

Prof. Dr. Mustafa Nutku

“-Biz emir kuluyuz, ne yapalım?”

15-16 Temmuz 2016’daki, başarısız askerî darbe teşebbüsü ile ilgili olarak medyada yer alanlardan birinde “Darbe girişimi sırasında Yeşilköy Havalimanı’nda yaşananlara tanık olan radyo programcısı Kenan Bölükbaş, AA muhabirine yaptığı açıklamada, darbeci askerler tarafından çalıştığı TRT binasının işgal edilmesinin ardından hemen harekete geçtiğini söyledi. TRT binasından silah zoruyla çıkartılan çalışma arkadaşıyla Ataköy’deki evinin yakınında buluştuklarını ve havalimanına gitmek için yola çıktıklarını belirten Bölükbaş, yaşadıklarını şöyle anlattı: Ara yolda askerî zırhlı araçla karşılaştık. Buradaki askerlere tepki gösterdik. Bu askerler bizim tepkimiz üzerine ‘-Biz emir kuluyuz, ne yapalım?‘ diye kendilerini savundu.” deniliyordu.
“Emir kulu olmak”, acaba o askerin yaptığı gibi çok yanlış bir işe katılmanın mazereti olabilir miydi?
“… Bediüzzaman birkaç makul cevabı verdikten sonra, şiddetle ve hiddetle iki parmağını ileri doğru uzatarak, “Paşa, Paşa! İslâmiyette imandan sonra en yüksek hakikat namazdır. Namaz kılmayan haindir; hainin hükmü merduttur” der.” (Risale-i Nur Külliyâtı, Tarihçe-i Hayat, İlk Hayatı).
Peygamberimiz (s.a.v.) dünya hayatının son anlarında da namazın ehemmiyeti üzerinde ısrarla durmuş olmasına rağmen, günde beş vakit namazı kılmayanların asker veya sivil bir şahsın onları namaz kılmaktan menetmesi üzerine “Biz emir kuluyuz, ne yapalım?” diyerek namaz kılmayanları kolay anlaşılır bir şekilde ikaz için  askerlikteki içtimalara katılmanın askerlikte en mühim vazife olduğuyla kıyas yaparak “Biz, Hepimiz Allah’ın Askerleriyiz” başlıklı bir yazı yazmıştım ve bu yazım 11 Temmuz 2016 tarihinde www.nurnet.org sitesinde yayınlanmıştı.
15-16 Temmuz 2016’daki çok dehşet verici askerî darbe teşebbüsünde, kanunsuz emirlerle 239 vatan evladımızın kendi milletinin askerleri ve silahları ile öldürülmesi, yüzlercesinin yaralanması ve sakat bırakılması üzerine, bu defa da askerlikte emre itaat mevzuundan bahsederek, “kanunsuz emre” itaat edilmemesi gerektiğinden bahseden “Hangi Emre İtaat Edilmez?” başlıklı bir yazı daha yazmam icabetmiş ve bu yazım da 20 Temmuz 2016 tarihinde gene www.nurnet.org sitesinde yayınlanmış; ayrıca tarafımdan facebook ve twitter sayfalarıma da her iki yazımın linkleri konulmuştu.
Bahsettiğim bu yazılarımdan, kanunsuz emre itaat edilmemesi gerektiğinden bahseden “Hangi Emre İtaat Edilmez?” başlıklı olan ikincisinin sonunda, Bediüzzaman’ın Münâzarât adlı eserinde yer alan ve İkinci Meşrutiyetten sonra Şark aşiretleri mensuplarıyla konuşmalarında söyledikleri olmasına rağmen genelleştirilmiş olarak nazar-ı itibara alınması gereken o yazımın konusuyla da  doğrudan ilgili, çok mühim şu cümleler yer almıştı:
“Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet kimse demez ‘ayranım ekşidir’. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altun çıktı ise kalbde saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz gönderiniz.”
              15 Temmuz 2016 gecesinde başlayan ve 16 Temmuz sabahına kadar devam ederek 239 şehit ve yüzlerce yaralı ve sakat gazi vatandaşımızın olduğu o menfur darbe teşebbüsünden sonra geçen bir aydan fazla zaman içerisinde, hergün o olaylarla ilgili olarak medyada çeşitli neşriyat yer aldı. Tümünü takip etmem mümkün olmadığından, bahsedilmiş mi, ne şekilde bahsedilmiş olduğunu söyleyemiyorum; fakat o olayların en mühim sebeblerinden birinin, Bediüzzaman’ın yukarıda iktibas etmiş olduğum sözlerine uygun hareket edilmemesi de olduğuna, daha iyi anlaşılıp uygulanabilmesi için, tekrar dikkati çekmeyi gerekli ve faydalı buluyorum.
Bediüzzaman’ın o sözleriyle ilgili olarak, şu soruların cevabını verebilmek ihtiyacı bulunmaktadır:
1 – Bediüzzaman’ın bir sözün kabulü ve ona uyulması mevzuunda çok mühim ölçü olabilecek o sözlerindeki gibi, “Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür”  ise,  hiç kimse  ‘ayranım ekşidir’ demezse; biz onun “mihenge vurmadan almayınız” tavsiyesine uyarak almak, (İslâm dininin temel kaynakları hariç), falan veya filan kişi söylediği için o kişiyehüsn-ü zannımızla sözlerinin “tamamını kabul etmek” halinden nasıl uzak kalabileceğiz?
2 – “Müfsid” olması mutemel veya “bilmediği halde ifsad eden” o kişinin  ifsadıyla hatalı davranışlarda bulunmaktan ve büyük günahlara girmekten kendimizi nasıl muhafaza edebileceğiz?
3 – Onun “her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz” tavsiyesine uyabilmek için kullanabileceğimiz “süzgeç” ve “yasakçı”yı  nasıl temin edip kullanabileceğiz?
4 – Bize söyleneni “süzgeç”siz ve “yasakçı”sız doğrudan “kalbimize sokmadan” önce hayal âlemimizde bekleterek, ”mihenge vurunuz. Eğer altun çıktı ise kalbde saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız” (o sözü söylemiş olana) “reddediniz gönderiniz.” tavsiyesine nasıl uyacağız? Bu tavsiyeye uyarken kullanabileceğimiz ”miheng” nedir?
Bediüzzaman’ın iktibas ettiğimiz o sözleriyle bize vermiş olduğu ve iyi anlaşılıp iyi uygulanması gereken ders, “hakikî insanlığın özünü teşkil eden hakikî İslâmiyetin öğrenilip yaşanması” dersidir; gayrimüslim Batı kaynaklı “Davranış Bilimleri” kitaplarında ne yazarsa yazsın; aslında Bediüzzaman’ın o sözleri bir insana lâzım olan gerçek “Davranış Bilimleri”nin de mevzularından birinin mutlaka nazar-ı itibara alınması gereken çok kısa bir özeti sayılır.
Allah’ın bizden ne istediğini O’nun kelamını anlayabilmek için rehberimiz olan Peygamberimiz’in (s.a.v.), bazı hadislerinin lafızları az, manâsı ise çok geniştir. Hadis âlimleri o geniş manâya işaret ederler; bazı Müslümanlar ise, o mevzuda ehliyet sahibi olmadıkları halde, o hadislere kendi düşünce ve temayüllerine göre vermeğe cüret ettikleri manâları savunmaya teşebbüs ederler (!).
İlim mevzuu çok mühim olduğundan ve mahiyet itibariyle her şey ilme bağlı olduğundan, bilhassa bununla ilgili hadislerin manâsının saptırılmağa çalışılmasına karşı da çok müteyakkız (uyanık) olmak gerekir. Müslüman genç kız ve kadınlarda başörtüsü hem farz ve hem de şeâir-i İslâmiye’den (İslâm’ın işaretlerinden) olduğu için, İslâm’a karşı olanlar İslâm’ın Müslüman genç kız ve kadınlardaki bu işaretine ısrarla karşı çıkmışlar ve ülkemizde elli yıl kadar bunun mücadelesi devam etmiş; ancak son yıllarda Müslümanlar lehinde neticelenebilmiştir.
12 Eylül 1980 askerî darbesinden sonra, “darbe yönetimi” başörtüsü yasağı getirebilmek için Diyanet İşleri Başkanlığından fetva istemek cüretinde bile bulunmuş; fakat Din İşleri Yüksek Kurulu çok takdire değer mufassal ve müdellel bir raporla İslâmın bu işaretini savunarak, darbe yönetiminin bu teşebbüsünü akim bırakmıştır.
Başörtülü öğrencilerle ilgili yaklaşık elli yıl boyunca yaşanmış olaylar kitaplar haline getirilmiştir; burada elbette tümünden bahsetmeğe imkân yoktur. Fakat, Bediüzzaman’ın yukarıda nakledilen, bir sözün kabul edilip uygulanması ile ilgili sözlerine misal olarak sadece çok tipik iki olaydan bahsedilecektir:
12 Eylül 1980 askerî darbesi sonrasında kurulan Yüksek Öğretim Kurulu’nun (YÖK) ilk başkanı çocuk hastalıkları mütehassısı bir tıp doktoru olmasına rağmen, başörtülü kız öğrencilerin üniversiteye devamı mevzuunda,“İlim öğrenmek her Müslüman üzerinde farzdır” (Hz.Hasan’ın rivayeti) hadisinin manâsı üzerinde şöyle bir saptırma yapmağa çalıştığı medyada yer almıştı. “Başörtülü genç kızlarımız ‘İslâm’da kadınların başını örtmesi farzdır’ diyerek, üniversitede başörtülü olarak okumak istiyorlar. Bir hadiste de “İlim öğrenmek her Müslüman üzerinde farzdır” deniliyor. Kızlarımız, iki farzdan birini yapmak zorunda kalırlarsa, ‘ilim öğrenmek’ farzını yapmalarını ben kendilerine tavsiye ederim.” (?)
 İslâm’da mükellef olunan fiillerin sıralamasında üstte ve ‘farz’ olarak bulunanla, onun altında yer alan ve farz değil de ‘sünnet’ olanı birlikte yapmak imkânı olmadığı takdirde, farz olan yapılıp onunla birlikte yapılamayansünnet terk edilebilir; fakat iki farzı birlikte yapmak imkânı olmadığında, farzlardan birini terk etmeğe müsaade edilmez.  O YÖK Başkanı, belki “İlmihal”inin bu kaidesini bilmediği için, yanlış fetvacılık yapmış; onun o yanlış fetvasına da, bazı tesettürlü kızlarımız “İlmihal”lerini iyi bilmedikleri için uyarak, tesettürsüzlükle haram işlemek suretiyle üniversite öğrenciliğine devam etmişlerdi.
Bu mevzuyla ilgili bizzat yaşadığım diğer bir olay da şöyleydi. Risale-i Nurlar’ın telif edildiği çok mühim bir mekan olan Barla’nın kayıtlı nüfusunun 2000 altına düşmesi sebebiyle belediye statüsünden çıkarılmasından önce, her yıl yaz aylarının ortasında kutlanan “Barla’lılar Günü”ne birkaç yıl üst üste ben de iştirak etmiştim. O günlerden birinde, profesör bir akademisyenle Barla’dayken, yanımızda bir otobüs durdu ve içinden otobüsün tüm yolcuları, üniversiteli oldukları anlaşılan 40 kişi kadar kız indi. Onların büyük ekseriyeti tesettürlü olmakla beraber, aralarında tesettürsüz olanlar da vardı. Onlar da Barla’yı ziyarete gelmişler; namaz, yemek vd ihtiyaçları için otobüsten inmişlerdi. Yanımdaki profesör akademisyen arkadaşım onlara beni işaret ederek:  “Bir toplantı yeri ve saati tesbit edin de, bu profesör arkadaşımız size bir konuşma yapsın” dedi.
Barla’da, kendim talep etmeden karşılaştığım bu emrivaki ile, tesbit edilen yer ve saatte yaklaşık 40 kişilik o üniversiteli kız öğrenci grubuna bir konuşma yaparak, onlara “söylenmesi gerekenler” olarak düşündüklerimi söylemeğe çalıştım.
Konuşmamı tamamladıktan sonra aralarından siyah başörtülü bir tane kız öğrenci bana bir sorusu olduğunu söyledi ve:          “-Başörtülü olarak üniversiteye devamımıza üniversite yönetimi izin vermiyor; kendilerine danıştığımız ‘abilerimiz’ bize ‘-Başörtüsü ile üniversiteye devam etmek hususunda israrlı olmayın; üniversite yönetimi başörtüsüyle üniversiteye devamınıza izin vermiyorsa, başörtüsüz olarak devam edin’ diyorlar. Siz ne dersiniz?” diye sordu.
Ben hayretle karşıladığım o sözlere cevaben ve özetle, Müslüman genç kızlar ve kadınlarda başörtüsünün İslâm’ın kesin ve farzı-ayn emirlerinden olduğunu, üniversite tahsili yaparak öğrendikleri ilimlerin öğrenilmesinin ise farz-ı kifaye olduğunu, tahsil ettikleri o ilim sahiplerinden, içinde bulundukları İslâm toplumunun ihtiyacını kemiyet ve keyfiyetçe karşılayabilecek kişi varsa, o ilmi tahsil etmelerinin kendileri için farz-ı kifaye sayılacağını ve o ilmi tahsil etmeleri için kendilerine farz-ı ayn olan tesettürü terk etmelerinin caiz olamayacağını kaynaklarından bahsederek anlatmaya çalıştım. O sözlerimden sonra “abiler”’inin sözlerine mi, benim sözlerime mi,  kaç tanesinin uyarak hareket ettiğini bilmiyorum. “Abileri”nin kız öğrencilere o sözlerinin, Bediüzzaman’ın yukarıda iktibas ettiğim sözlerine aykırı olarak hiç süzgeçten geçirmeden, duydukları kişiden aynen alıp kabul ettikleri ve o kız öğrencilere aktarmış oldukları  anlaşılıyordu.
Komutanları tarafından aldatılarak veya kendi iradeleriyle kabullenerek 15 Temmuz 2016 gecesi başlayıp 16 Temmuz 2016 sabahına kadar devam ettirilen askerî darbe teşebbüsü, içinde yer almış rütbesiz ve rütbeli tüm askerî personel için çok mühim bir imtihan olmuş; o askerlerden bazıları bu imtihanı kazanmış ve çok büyük mükafat almaya namzet olurken, bazıları da bu imtihanı kaybederek çok büyük ceza almaya namzet olmuştur.
Mükafata ve cezaya namzetliği çok büyük olan 15-16 Temmuz 2016’daki bu mühim imtihan konusu da aslında en mühim yönüyle, hayatımızda karşılaştığımız her imtihan mevzuunda olduğu gibi, bize İslâmî davranışı öğreten ve farz-ı ayn olan “İlmihal”imizi iyi öğrenip onu hayatımızda iyi uygulamakla birinci derecede ilgiliydi.
Bediüzzaman, İkinci Meşrutiyetten sonra Şark aşiretlerinde yaptığı ve yukarıda iktibas ettiğimiz vecîz ve muhataplarının en kolay anlayabileceği konuşma şekliyle de aslında, yukarıda naklettiğimiz “İlim öğrenmek her Müslüman üzerinde farzdır” (Hz.Hasan’ın rivayeti) hadisinin manâsı içinde yer alan “İlmihalini iyi öğrenmek ve onu hayatına iyi tatbik etmenin” lüzumuna ve önemine vurgu yapmıştır.
Bu durum karşısında, sözün burasında çok mühim ve anahtar hükmünde bir nefis muhasebesi sorusunu kendimize soralım:   Acaba bizim için farz-ayn olan “İlmihal”imizi ıyi biliyor ve karşılaştığımız her durumda onu iyi uygulayabiliyor muyuz?
               “-Biz emir kuluyuz, ne yapalım?” diyerek sivil veya askerî bir şahsın emrini yerine getirirken, bütün âmirlerin (emir verenlerin) ve kumandanların üstünde “Kumandan-ı Akdes” (En Kudsî Kumandan) olan Allah (C.C.) ve O’nun “Yâver-i Ekremi” Resululllah (s.a.v.)’den bize gelen emirlere, diğer tüm emirlerden daha fazla önem ve öncelik vererek “emir kulluğu”muzu yapıyor muyuz?
Prof. Dr. Mustafa Nutku

Hangi Emre İtaat Edilmez?

Bu sitede bundan bir hafta önce yayınlanmış olan “Biz, Hepimiz Allah’ın Askerleriyiz” başlıklı, Allah’a itaat ve hergün beş vakit namaza devamın önemini dünyadaki askerlik hizmetinden misal de vererek anlatan son yazımın üçüncü paragrafı, askerlik hizmetinde çok tekrarlanan “Askerliğin esası itaattir;..” cümleciğiyle başlıyor ve devam ediyordu.

15 Temmuz 2016 gecesi başlayan, ülke tarihimizde şimdiye kadar emsali görülmemiş olan, Başbakanımızın ilk beyanatında“Askerî kalkışma” kelimelerini kullanarak bahsettiği faciada yüzlerce kişinin ölümü ve yaralanması, hukukçu olmadığım halde, Anayasa’mızda 99. Madde olarak yer alan “Kanunsuz emir” ile ilgili maddenin daha açık ve kolay anlaşılır şekilde düzenlenmesinin ve askerlik hizmetinde çok tekrarlanan “Askerliğin esası itaattir.” cümlesine de hiç okula gitmemiş olarak askerlik hizmeti için orduya iltihak etmiş rütbesiz askerlerin bile doğru anlayıp uygulayacağı şekilde öğretilmesinin lüzumuna dikkat çekmenin mühim bir ihtiyaç olduğunu bana hissettirdi.

Anayasamızın “Kanunsuz Emir” ile ilgili 99. Maddesi şöyledir:

 
Kanunsuz emir
Madde 99- (1) Kamu hizmetinde çalışmakta olan kişi, amirinden aldığı emri, kanuna aykırı görürse, yerine getirmez ve bu aykırılığı o emri verene bildirir. Ancak amir bu emrini yazılı olarak tekrarlarsa, emir yerine getirilir. Bu durumda, emri yerine getiren sorumlu olmaz.
(2) Konusu suç teşkil eden emir hiçbir suretle yerine getirilmez ve yerine getiren kimse sorumluluktan kurtulamaz.
(3) İvedi hallerde kamu düzeninin ve kamu güvenliğinin korunması amacıyla kanunla gösterilen istisnalar saklıdır. “
 

Bu maddenin 2. fıkrasındaki “(2) Konusu suç teşkil eden emir hiçbir suretle yerine getirilmez ve yerine getiren kimse sorumluluktan kurtulamaz.” cümlesi, bir emrin “kanunsuz” olmasına rağmen konusunun suç olmayabileceği mesajını vermekle manâ karışıklığı (uydurukçada “kavram kargaşası”) hasıl etmektedir.”

 

 
Anayasamızda kanunsuz emir konusundan böyle muğlak ve birbirine zıt iki manâda da anlaşılıp uygulanmaya açık şekilde kanunsuz emirden bahsedilmesi yerine, “Kanunsuz emir kesinlikle yerine getirilmez” denilemez miydi?
Kanunsuz emri yerine getirmeye cevaz veren hallerden bahsedilmesi “Anayasa” kelimesini manâsına bile aykırı bir görünüş sergilemektedir. “Anayasa”nın kanunsuz emirle ilgili bu muğlak ve kamu hizmetinde çalışan kişinin kendi niyet ve maksadına göre yorumlayarak hareket etmesini engellemeyen 99. Maddesinin en son ve en kötü neticelerinden birine, 15 Temmuz 2016 “askerî kalkışması”nda yüzlerce kişinin ölümü ve yaralanması misal verilebilir.
İslam Hukukunun temel hükümleri ile ilgili olan Mecelle’deki  Genel Hukuk kaideleri arasında “kanunsuz emir”le ilgisi kurulabilecek şu maddeler dikkati çekmektedir:
             “89. MADDE:

يُضَافُ الْفِعْلُ اِلَى الْفَاعِلِ لاَ  اْﻵمِرِ  مَا لَمْ  يَكُنْ مُجْبِرًا

                                 Fiilin hükmü, failine izafe edilir, mücbir olmadıkça amirine izafe edilmez.”
            “90. MADDE:

     اِذَا اجْتَمَعَ  الْمُبَاشِرُ  وَ الْمُتَسَبِّبُ  اُضِيفَ الْحُكْمُ  اِلَى الْمُبَاشِرِ

                                İşe mübaşeret edenle sebeb olan bir arada toplanırsa, hüküm mübaşeret edene izafe edilir.
(Mübaşir: İşin meydana gelmesinde bizzat fiili vakı’ olan, araya başkasının fiili girmeyendir. Bir şeyi yapan mübaşirdir; sebeb olan, o işin vukuuna götüren şeyi yapandır. Sebeb olanın işi, mutlaka kötü neticeye götürmez. Bu yüzden işin sorumluluğu, bizzat işi yapan -mübaşir olan- failedir, sebeb olana değil!)
Mecelle’deki bu maddeler, kanunsuz emirle işlenen suçlarda o emri yerine getirenin asıl suçlu olduğunu ve
 “-Ben, verilen emri yerine getirdim; bir suç varsa, o suç bana o emri verenindir”
diyerek kendini savunamayacağını belirtmektedir.
Suçun faili rütbesiz bir asker, okuma-yazma bilmeyecek kadar cahil ve kafası az çalışan bir kişi de olsa, ilmihalini bilmek ona farzdır; devletine karşı isyanda bulunmakta ve hele bu isyanı esnasında kendi milletinin silahları ile kendi milletinin fertlerini, kendisine yapılan ikazlara, hakka ve hakikate davetlere rağmen öldürmekte veya yaralamakta mazur olamayacağını bilmesi ve ona göre hareket etmesi gerekir. Buna aykırı davranırsa, elbette dünya ve ahrette cezasını görmeye müstahaktır.
Bu mevzuun geniş tartışmasını ve gereğini yapmayı uzmanlarına ve yetkililerine bırakarak, şimdilik Bediüzzaman’ın“kanunsuz emre itaat edilmemesi” mevzuu ile de ilgili olarak nazar-ı itibara alınabilecek “Münâzarât” adlı eserindeki şu sözleriyle bitirelim:
Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet kimse demez ‘ayranım ekşidir’. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altun çıktı ise kalbde saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz gönderiniz.”
Prof. Dr. Mustafa Nutku

Bir Ders Yılının Ardından

Okullarımızda bir ders yılı daha tamamlanıyor ve hemen öncesinde “On Bir Ayın Sultanı Ramazan” ayı başladı.

“İmtihan” denilince en çok akla gelen: Okullardaki imtihanlardır.

Halbuki, bir Hadis-i Şerifte, Peygamberimiz’in (s.a.v.) bir Cuma hutbesinde o zamanki üç basamaklı minberin ilk basamağına çıktıktan sonra bir müddet durup daha sonra “-Amin” demesinin sebebi daha sonra sahabe-i kirâm tarafından kendisine sorulduğunda onlara cevaben:

“-Cebrail geldi, ‘Ramazan-ı Şerîfe ulaştığı halde o ay içerisinde kendisini Allah’a affettirmeyen helâk olsun” dedi; ben de ‘-Amin’ dedim” cevabını vermiş olduğu nakledilmiştir.

Hadisin tamamında, Peygamberimiz’in (a.s.v.) minberin ikinci ve üçüncü basamaklarındayken Cebrail (A.S.)’ın yaptığı dualar ve onlara da gene ‘-Amin’ demiş olduğundan bahsedilmektedir.

O hadis kolayca araştırılarak tamamı öğrenilebilir ve öğrenilmelidir; fakat Ramazan ayının bizim için hem çok mühim sevaplar kazanmak ve hem de kendimizi Allah’a affettirmek için çok büyük bir fırsat oluşu üzerine bilhassa dikkati çekmek için, mevzuu genişletmeden burada, yalnız Peygamberimiz’in  (a.s.v.) minberin ilk basamağındayken Cebrail (A.S.)’ın yaptığı duaya ‘-Amin’ demesi mevzuu üzerinde durmakla iktifa edeceğiz.

Bizim asıl imtihanımız, okullarda ders yılı içerisindeki imtihanlarımızdan çok daha büyük ve mühim olan, en geç 15 yaşından başlayarak (aklımızı muhafaza ettiğimiz) hayatımız boyunca devam eden “Allah’a kulluk imtihanımız”dır.

Çünkü Allah bizi doktor, mühendis, iş adamı, sanayici, memur, siyasetçi vd mesleklerden birini yapmamız için değil; kendisine ibadet etmemiz için yarattığını Kur’an’da Zâriyât Sûresi 56. Âyette bildirmektedir:

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ

“Cinleri ve insanları ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım”

Bu dünya ve onun içindeki hayat süremiz, bizim yaratılış maksadımıza uygun yaşamamızın imtihan yerimiz ve imtihan müddetimizdir. Bunun şuuru içerisinde yaşayabilenler, en büyük imtihanlarında başarının en büyük mükafatını, Allah’ın lütfu ve keremi ile Cennet ve Cemalullah olarak alacaklardır.

Laik eğitim sisteminin talebelerin büyük ekseriyetini gafilane düşünmeye ve davranmaya ve en mühim imtihanlarında başarısızlığa sevk ettiği gerçeğine karşı, İslâmî olmayan bazı kaynaklardan bile gafletten uyandırıcı bazı dersler alınıp onlardan da bir derecede istifade edilebilir.

Buna bir misal olarak, vaktiyle okumuş olduğum “İyi İnsan İyi Vatandaş” adlı bir kitaptan da birkaç cümle nakledeceğim:

O kitabın “Meslek Tekniği ve Meslek Ahlâkı” başlığını taşıyan bir bölümünde, yazar:

“Mesleğimiz bizi madde ile uğraşmaya zorluyorsa, maddeye yenilmemek için yüksek bir hayat görüşüne daha çok ihtiyacımız vardır” diyor ve bunun hemen ardından da:

Kahire’de İslâm Üniversitesinin kapısında şu sözler yazılıdır: ‘Kimya önemlidir. Allah daha önemlidir’ cümlesine yer veriyordu.

Kitabı okuduğum sırada, üniversitede kimya tahsili yapıyordum. Bu sebeble kimyadan ve Allah’tan bahseden o cümlesi, o zaman bana daha fazla hitap eder olmuştu.

Buradaki “kimya”, aslında insan için dünyadaki meslek ve meşguliyet mevzularına bir misal olarak zikredilmişti. Çünkü, her insanın içinde boğulmak ve Allah’ı unutmak tehlikesi ile karşı karşıya olduğu meşguliyetlerindeki hâlini, tavrını kontrol etmeye ihtiyacı vardır. Aksi halde, sözüyle olmasa bile, hâliyle ve tavrıyla mesleğini ön plana alarak Allah’ı unutabilir.

O kitabın aynı bölümünde, tanınmış bir zenci pedagoga atıfda bulunularak ifade edilen:

“Biz, insanları marangoz (veya herhangi bir meslek sahibi) yapmak istemiyoruz, marangozları insan yapmak istiyoruz” cümlesi de, meslek eğitimi mevzuunda bana düşündürücü gelmişti.

Aynı zenci pedagogun:

“Her insan üstün bir şey yapamaz, ama herkes alelâde bir şeyi üstün bir ruhla yapabilir.” sözü nakledilerek, yazar tarafından şu doğru yoruma bağlanmaktaydı:

“Bir iş mekanik olarak yapılmamalı, şahsî hayatın yüksek hedeflerine bağlanmalıdır.”

               ***

Fakültedeki öğrencilerimiz, bir ders yılının sonunda üniversite kimya tahsilinden mezuniyetlerinin hatırasına hazırlayacakları yıllığa benden de kısa bir yazı yazmamı istediklerinde, onlar gibi kimya öğrencisi olduğum yıllarda okuduğum ve yukarıda naklettiğim cümleler hatırıma gelmişti.

Ben de, okul öğrencilerinin ders alması kendileri için çok gerekli olabilecek bazı temel fikirlere yeni elbiseler giydirerek “Kısa… Kısa….” şöyle takdim etmiştim:

“Öğrencilerimiz olarak, bu üniversitedeki son birkaç yılınızın sizde bıraktığı en mühim intibalar nelerdir?

İlk, orta ve liseden sonra üniversiteyi de bitirmek, insanı her şeyi bilir hale getirmez. Belki, aşağıda bahsedilenler gibi bazı hakikatleri biraz daha iyi hazmettirebilir:

1-İlmin sonu yoktur. Câhil cüretkârdır; âlim ise ihtiyatlıdır.

2- Duyu organlarımızla doğrudan fark edebildiğimiz âlemin ötesinde tesirleri vasıtasıyla varlığına ve özelliklerine inanmağa mecbur kaldığımız çok geniş bir âlem vardır. O halde, “gözüyle görmediğine inanmamak”, büyük bir cahilliktir; böyle bir kıstas kullanılırsa, göremedikleri için onların akılları yoktur, denilebilir (Pozitivizm sapıklığının kurucusu olan batılı ve bâtıl içinde boğulmuş kişinin “Gözümle görmediğime inanmam” sözüne çok kısa bir cevaptır).

3- “Yaşamak” kelimesi, yanlış anlaşılmakta ve “hayvan gibi olmağa çalışmak”la, karıştırılmaktadır. İnsan için “hakikaten yaşamak, hakikatle yaşamak”tır. Hayatının gayesini ve hakikatini bulup ona göre yaşamaktır.

4-“Hakikatı aramak”, insanın aslî vazifesidir. Ondan kaçmak veya akılsızca gözlerini kapamak, ancak bir sarhoşluk, gaflet veya uyku hali olabilir.

5- Hakikati kendimize uydurmağa değil, kendimizi hakikate uydurmağa mecburuz. Bunun için de ilk gençlik çağımızdan itibaren hakikati aramak en mühim işimiz olmalıdır.

6- Kimya da sanayi de, bütün kâinat da insan içindir; hepsinin gayesi, faydası, insana bakar. Fakat insanın kendisi ne içindir? Gayesi, mahsulü ne olmalıdır? Ne için ve nasıl yaşamalıdır? Bu, tam bir ciddiyetle düşünülmeli, araştırılmalı ve gereği yapılmalıdır.

7- Kimya, madde ilmidir. Kimyacı da madde ilmiyle meşgul olandır. Fakat, manâsı olmayan bir insanın meşgul olduğu maddenin ve kendi maddesinin ne kıymeti vardır?

Başarı ve mutluluk dileklerini bile, yavan şekilde yapmamak gerekir:

Her şeyin hayırlısı istenmesi gerektiği için, “hayırlı muvaffakiyetler…”

Ve sahte, aldatıcı, muvakkat olan saadetler yerine de: “hakikî saadetler…”

Prof. Dr. Mustafa Nutku

 

Hayat Nedir?

Meşhur bir Batılı romancı “Hem insan olmak hem de hayatı hayvanlardan daha az anlamak, ne hazin şey” demiştir. Hayatı hayvanlardan daha az anlamak, biz insanlara büyük bir hakaret gibi gelse de maalesef insanların ekseriyeti bu durumdadır.
“Hayat görüşüm”, “Bana göre hayat” “Hayat felsefem” gibi bilgiçlik taslayan iddialı girişlerle söylenenler, umumiyetle “Hayat nedir?” sorusuna cevap verebilmekten çok uzak kalmaktadır.
Bu meselenin üzerinde sathî kalmaktan çıkıp derinine inmeye çalıştığımızda, ilk anda bize ağır ve haksız olarak yapılmış bir hakaret gibi gelen o Batılı romancının sözündeki hakikat payını, yavaş yavaş kavrar gibi oluruz.
Yaşadığı halde yaşadığından gafil olmak, insan gibi en mütekamil ve şuurlu canlılar için hakikaten çok hazin değil midir? Peki, nedir bu hayat? İsterseniz bu mühim mesele hakkında biraz imâl-i fikir edip derinine nüfuz etmeye çalışalım:
İlköğretimden itibaren okullarda ders olarak verilen “Biyoloji”, “Hayat Bilimi” manâsındadır. Okul eğitimi sisteminde lise, yüksek okul, üniversite ve üniversite üstü (lisans üstü) seviyesinde yazılmış biyoloji kitaplarını incelerseniz, ismi “Hayat Bilimi” manâsına gelen bu bilim alanının en evvel yapması icap eden “hayatın mahiyetini açıklamak” işini yapmadığını görürsünüz. Bugün dünyanın her tarafında bulunan binlerce biyoloji profesörüne “Hayat nedir?” sorusunu sorsak, hiçbirinden bu sorumuzun tatminkar bir cevabını alamayız. Bize hayatın ne olduğunu açıklamak yerine ancak hayat sahibi, yani “canlı” olmanın emarelerinden, tezahürlerinden bahsederler.
Bir bilim alanında en yüksek akademik ünvanları taşıdığı halde, o bilim alanının adının tatminkar bir açıklamasını bile yapamamak, hayret edilecek bir husustur. Diğer bilim alanlarında (fizik, kimya, jeoloji…) bu hal görülmez. O bilim alanlarının adının manâsı, mahiyeti, daha ilköğretim seviyesindeki kitaplarda bile açıklanabilir.
Biyoloji, hayat bilimi manâsına geldiği halde, bu bilimle meşgul olanların en başta yapmaları icabeden hayatın mahiyetini açıklayamamaları, hatta bilimsel açıklama yapmayı bir tarafa bıraksak, hayatın mahiyeti hakkında medar-ı bahis olabilecek bir felsefi görüşün bile şimdiye kadar ortaya konulamaması, “Hayat nedir?”sorusunu fevkalade alâka çekici hale getirmektedir. Madem hayat, en alt mertebesi kabul edilen bitki hayatından itibaren hayvanların hayatı ve insanların hayatı şeklindeki daha yüksek mertebeleriyle binlerce yıldır var olduğu halde, bunun mahiyeti hakkında şimdiye kadar insanların fenleri ve felsefeleri bir açıklamada bulunamamıştır. Bu hal, hayatın inkâr edilemez hakikatının açıklamasını fenlerin ve felsefenin dışında aramaya bizi mecbur bırakmaktadır. Fenlerin ve felsefenin dışında, hayatın açıklamasını sorabileceğimiz de sadece din vardır. Din, nakle dayanır. Semavi dinler, Allah’ın (c.c) peygamberleri, suhuf ve kitapları ile bize bildirdikleridir. Bunların arasında en son, tahrif edilmemiş, en mükemmel ve kıyamete kadar baki kalacak din olan İslamiyet, Kur’an âyetlerinde hayatın mahiyetine de açıklama getirmiştir.
Allah (c.c); “Yuhyî”, yani “hayatı veren”dir. Hayat; hakikatlerin en şereflisi, en temizi, en büyük nimet, kudret-i ezeliyenin en büyük ve en ince ve en acib bir mucizesi, dışı da içi de iki yüzü de lâtif olduğundan, insanlara hoş gelmeyen hiçbir çirkin tarafı bulunmadığından, Allah (c.c) “Yuhyî” sıfatını tecelli ettirirken, insan aklının nazarında, kudret elinin perdecisi olarak Sâni’i gizleyecek sebebleri, vasıtaları araya koymamıştır. Bu sebeple, başta biyoloji (hayat bilimi) olmak üzere, nakle dayanmayan fenler ve felsefeler, hayatın mahiyetini açıklayabilmek için bu açıklamalarını dayandırabilecekleri sebepler ve vasıtalar bulamamakta, bundan dolayı da hayatın mahiyetini açıklayamamaktadır.
Allah’ın (c.c) diğer bir sıfatı olan “Yumît” “mevti (ölümü) veren” manâsındadır. Ölümün ekseriya zahirî yüzü insanlara hoş gelmediği için Allah (c.c) hakikatte öldüren kendisi olduğu halde, insan aklının nazarında kudret elinin perdecisi olacak ölüm sebeplerini ve bu sebeblerin de üstünde dört büyük melekten biri olan Azrail’i (a.s) ölüm meleği olarak vasıta kılmıştır. İnsanlar bir akraba veya dostlarının ölümü halinde büyük ekseriyetle bu sebepler ve vasıtalara takılırlar ve Allah’ın (c.c) izzet ve azametine karşı bir söz söyleyene pek rastlanmaz. Ölüm için bin bir sebep ve vasıta vardır: Çeşitli hastalıklar, yaşlılık, çeşitli kazalar, harpler, darbler ve kendisi de Allah’ın (c.c.) öldürme fiiline perde olan Azrail (a.s.)…
Hayatı veren de ölümü veren de Allah (c.c) olduğu halde, hayatı verirken insan aklının nazarında perde olacak hiçbir sebep ve vasıta koymayıp, ölümü halk ederken ise çeşitli sebeb vasıtaları insan aklının nazarında perde yapması, Allah’ın (c.c) hikmetidir. Hayatı veren de hayatı alıp ölümü veren de hakiki fail Cenab-ı Hak olduğu halde. Ölüm meleği olarak Hz. Azrail’in (a.s) vazifeli olmasına mukabil, “Hayat meleği” olarak bir melek isminin duyulmamış olması, hayat ile kudret-i ilahiye arasında zahirî bir sebep bulunmadığının bir delilidir.
“Ol mâhiler ki, derya içredürler; deryayı bilmezler.” (O balıklar ki, denizin içindedirler; ama denizi bilmezler) demiştir, meşhur bir şâirimiz. İnsanlar da hayat denizinin içindedir, fakat hayatı bilmez! Halbuki, “Kaînatın ruhu, nuru, mayası, esası, neticesi, hülâsası hayattır. Hayatı veren kim ise bütün kâinatın Hâlikı da O’dur. Hayatı veren, elbette O’dur, Hayy ü Kayyûm’dur”
Hayat, Allah’ın (c.c) bize en büyük nimetidir. Dünya hayatı, bize âhiret hayatını kazanabilmek için verilmiş bir imtihan fırsatıdır. Ebedî âhiret saadeti imanla kazanılır; fakat hayat olmadan iman olmaz. Yani, imtihana girilmeden imtihanda muvaffak olunmaz!
İnsanlar umumiyetle gaflettedir; yaşadıkları hayatın kendilerine kimin tarafından niçin ve ne maksatla verildiğini, bu hayatı nasıl yaşamaları icab ettiğini, bu hayattan sonra kendilerini neyin beklediğini bilmeden bu dünyada yaşar ve giderler. Bu, denizin içinde olduğu halde denizi bilmeyen balıkların haline göre, çok daha fazla garip karşılanacak bir haldir. Çünkü, balıklarda şuur yoktur ki, içinde yaşadığı denizi bilebilsin. İnsana ise şuur verilmiştir ve bu şuurla birlikte bunu iyi kullanabilmek mesuliyeti de yüklenmiştir. Verilen her hakkın ve nimetin, bu hak ve nimeti iyi kullanabilme mesuliyetini de yüklemesinin en mühim bir misali; insana bu hayatın verilişiyle yüklenen mesuliyettir, denilebilir. Dünyanın sonu olan kıyametle, bütün insanların imtihanları da tamamlamış olacak, insanlar yeniden diriltilip haşir meydanında toplanacak, Mahkeme-i Kübrâ’da bütün insanların dünyadaki imtihanlarının neticesi görülecek ve bu büyük imtihanı kazananlar ile kaybedenler tefrik edilecek, ayrılacaktır.
Bütünlemesi ve telâfisi olmayan bu dünya imtihanında “akıllı geçinenler” değil de “hakikaten akıllıca yaşayanlar”ın yapacağı, âkibette kendisine kazanç getirecek şekilde yaşaması, ebedî zararını celbedecek halden uzak kalmaya çalışmasıdır. Yaradan’ını, onun kendisine gönderdiği elçisini, kitabını tanıması; kim olduğunu, nereden geldiğini, nasıl hayat sahibi olduğunu, nereye gittiğini, ölümün mahiyetinin ne olduğunu anlaması ve bu anlayışla yaşamayı, en başta gelen vazifesi bilmesidir. “Hayat nedir?” sorusunun, insanların ortaya koyduğu fenlerde ve felsefelerde bulunmayan cevabını veren Allah’ın (c.c) kelamı Kur’an, bu cevapla aynı zamanda insanın kim olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini, ölüm ve sonrası ile alâkalı, insanın meraklı suallerinin cevabını da vermiş olmaktadır. Bu âyetlerden biri olan Bakara Sûresinin 28. âyetinin meali şöyledir: “Ne suretle Allah’ı inkâr ediyorsunuz. Halbuki, sizin hayatınız yoktu; O, size hayatı verdi, sonra sizi öldürecektir. Sonra yine hayat verecektir, sonra O’na rücu edip gideceksiniz.”
Bu dünyaya kendi isteğiyle geldiğini, bedenini, azalarını, şuurunu, hislerini, hafızasını, muhakemesini ve insan olarak bütün varlık unsurlarını kendisinin meydana getirdiğini iddia edebilecek hiçbir normal insana rastlanmaz; böyle bir iddiada bulunana deli nazarıyla bakılır. İnsan, mevcut bu varlığını kendisi meydana getirmiş olamayacağı gibi, anası-babası, tabiat, tesadüf, evren bilinci, vs. de yapmış olamaz. Bu fiilin sahibi ancak tek (Vahid) bir Allah (c.c) olabilir. İnsanoğluna, imtihan sırrı icabı, akıl ve iradesi ile bu dünyada bir derece hür ve serbest olmak imkanı tanındığından, bu hür ve serbest oluşu gaflet ve dalâlete sapmak yolunda kötüye kullanabiliyor. Halbuki,Yaratan ne diyor? Onu merak edip onu anlamaya ve yaşamaya çalışması, aklını ve iradesini kullanırken en doğru seçimi olabilir. Dikkat edelim: “Kâinat mescid-i kebîrinde Kur’an, kâinatı okuyor! O’nu dinleyelim. O nur ile nurlanalım. Hidâyetiyle amel edelim. Ve onu vird-i zeban edelim. Evet, söz odur ve ona derler. Hak olup, Hak’tan gelip hak diyen ve hakikatı gösteren ve nuranî hikmeti neşreden o dur.” (B.S.N, Sözler)
* * *
1984 yılında, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Histoloji-Embriyoloji Anabilim dalında doçent (şimdi profesör) olan bir arkadaşımı ziyaret gitmiştim. Bana, Üniversite kütüphanesinden aldığı İngilizce bir embriyoloji kitabının bazı sayfalarını gösterdi. Kitap, Kanada’nın Toronto Üniversitesi Anatomi Bölüm Başkanı ve çeşitli ilim kuruşlarının üyesi olan Prof. Dr. Keith L. Moore’a ait, ismi “Gelişen İnsan” olarak tercüme edilebilecek büyük boy ilmî bir eserdi. Embriyoloji ilmine göre, insanın tek bir hücreden itibaren gelişimini teferruatiyle anlatan bu kıymetli eserin, insan embriyolojisinin tarihçesinden bahseden sekizinci ve dokuzuncu sayfalarında, Ortaçağda insanların fen ilimlerinde terakkilerinin yavaş olduğundan ve ancak müslümanların mukaddes kitabı Kur’an’da insanın tek bir hücreden itibaren gelişimi hakkında mühim bilgiler verildiğinden geniş bir şekilde bahseden kısmı, bilhassa dikkati çekmekteydi (Kitabın tam ismi : Moore, K. L; The Developing Human-Clinically Oriented Embryology, 3.rd Ed. Philadel-phia, W.B Saunders Co, 1982).
Bu anabilim dalının dışında olmama rağmen, benden bu mevzuyu işlememi isteyen arkadaşımın isteği üzerine, Zafer dergisinin Eylül 1984 sayısında neşredilen çok kısa bir yazı göndermiştim. Bu yazıda; “Çeşitli fen ilimlerinin tarihî gelişimleri incelendiğinde, araştırma metot ve vasıtalarının bugünküne nisbeten çok daha kifayetsiz olduğu Ortaçağda, insanların umumiyetle daha önceki bilgilerin tahliline dayalı yeni tahmin ve yakıştırmalarla, sonradan yanlışlığı ispatlanan teoriler ortaya atmaktan fazla ileri gidemedikleri görülmektedir. İnsanın ilk 40 günlük nutfe, ikinci 40 günlük alaka ve üçüncü 40 günlük mudga safhalarından geçerek tek hücreden itibaren gelişimine dair 14 asır önce “Ortaçağ” denilen zaman aralığı içinde insanlara nazil olan Kur’an’da verilen bilgiler, bugünkü modern embriyoloji ilmiyle de teyid ve tasdik edilmektedir.” demiştim.
Bu yazımı okuyan, Kanada’nın Toronto şehrindeki Zafer dergisi okuyucusu olan Türkler, kendi şehirlerindeki bu profesörü ziyaret edip meseleyi geniş bir şekilde konuşmuşlar. Bir Kanada radyosunda kendisiyle uzun bir program da yaptıktan sonra, Prof. Moore, “The Gazette” ve “The Globe and Mail” adlı günlük iki gazetede, 22-23 Kasım 1984 tarihlerinde neşredilen sayısında geniş beyanatta bulunmuş, ayrıca ilmî bir makalesinde bu mevzuyu işlemişti.
“Embriyoloji Mevzuunda Mucizeler” başlığıyla neşredilen ilmî makalesinde Prof. Moore, Kur’an âyetlerini ve hadisleri hem orijinal yazılışıyla hem de İngilizce mealleriyle klişeler halinde hazırladığı posterleri basın toplantısında gazetecilere göstererek resim çektirmiş, bunları sayfa ebadına göre küçültülmüş halde ilmî makalesine de koymuştu.
Prof. Dr. Keith L. Moore, neşrettiği bu ilmî makalesinde, Kur’an ve hadisten embriyoloji mevzuunda tespit ettiği mucizelere şöyle işaret ediyordu. “Embriyoloji mevzuundaki ilk çalışmalar, bildiğimiz kadarıyla M.Ö. 4. asırda yapılmış ve gelişen civciv embriyonları incelenerek mukayeseli bir neticeye varılmak istenmişti. Bu çalışmanın üzerinden geçen yaklaşık 2000 yıl boyunca embriyolojide dikkate değer bir gelişme görülmedi. Ve mikroskobun 17. yüzyılda keşfedilmesiyle insan hücresindeki embriyolojik safhalar belirlenmeye başladı. Birkaç yıl boyunca Kur’an ve hadislerüzerinde çalışma yaparak insanın embriyolojik gelişmesini inceledim ve 7. yüzyılda insanlığa gönderilen bu ilâhî kitaptaki ilmî hakikatlerle tam uyum gösteren bilgiler karşısında şaşırıp kaldım.

Şimdi Kur’an’dan seçtiğim âyetleri, embriyolojideki son gelişmelerin ışığındaki bilgilere dayanarak ele alacağım.
İnsanoğlunun ana rahminde devreler halinde geliştiği, bir fikir olarak 1942 yılında ortaya atılmış, ancak, bugün de geçerli olan son bilgiler, 1974 yılında herkes tarafından kabul edilmiştir. Halbuki, Kur’an, Zümer Sûresi 6. âyette mealen: “Allah sizi tek bir nefisten yarattı, sonra da ondan eşini yarattı. Sizin için hayvanlardan sekiz eş meydana getirdi. Sizi de annelerinizin karınlarında üç katlı karanlık içinde çeşitli safhalardan geçirerek yaratıyor. İşte bu yaratıcı, Rabbiniz Allah’tır. Mülk O’nundur. O’ndan başka ilah yoktur. Öyleyken nasıl oluyor da (O’na kulluktan) çevriliyorsunuz?” demek suretiyle, insanın gelişmesinin üç karanlık bölgede cereyan ettiğini açıkça belirtmektedir. Embriyoloji biliminin son tespitlerine tam olarak uygunluk gösteren bu bölgelerden birincisi rahim duvarı, ikincisiannenin karın zarı, üçüncüsü ise, birleşik embriyo ve kroyonların meydana getirdiği amniyokoriyonik membran’dır. Bu üç anatomik bölge, embriyonu dış tesirlerden ve zararlardan korur. Mü’minûn Sûresi 12-14. âyetleri ise, ilk haftalardaki gelişmeleri dile getirirken insan embriyosunun da eksiksiz bir tarifini yapıyor ve onun “tırmanan sülük” gibi bir şekilden, bir çiğnemlik ete döndüğünü ifade ediyordu.“Biz insanı çamurdan, bir sülâle’den yarattık. Sonra onun neslini sağlam bir karargâh olan dölyatağında dökülmüş su yaptık. Sonra o dökülmüş suyu kan pıhtısı, bu kanı da bir çiğnem et yaptık. O bir çiğnem etten kemikler yarattık. Kemikleri de et ile örttük. Sonra onu başka bir yaratılışta yaptık. Allah; bilgide, güçte ve kuvvette pek yücedir, yaratanların en güzelidir.”
Bu âyetleri ilk önce anlamamış olmamıza rağmen, insan embriyosunun 24. gün sonunda aldığı şekli Arap sülükleriyle karşılaştırdığımızda, hayret içinde kaldık. Embriyonun bu hali, sülüklere son derecede benziyordu. Ve bu dönem alakanın lügat manalarından biri olan “tırmanan sülük” ifadesine uygun olarak, embriyonun rahim duvarına tırmandığı dönemdi.
Asırlar boyunca, insanın ufak bir modelinin erkeğe ait spermler içinde bulunduğuna ve bunun ana rahminde hiç değişmeden büyüdüğüne inanıldı. Benzer şekilde diğer bir grup da anne yumurtasında bir insan modelinin bulunduğunu ileri sürüyordu. Yani asırlar boyunca, sperm ve yumurta hücreleri birbirinden ayrı olarak ele alındı. Embriyolojide insanın zigot denilen tek bir hücreden yaratıldığını, bunun da yumurta hücresinin döllenmesiyle meydana geldiğini, ancak 18. yüzyılda Spallanazani tarafından yapılan deneyler neticesinde öğrendik. Halbuki Kıyame Suresi’nin 37. ve Secde Suresi’nin 8. âyetleri bu keşiften tam on bir asır önce, “Nutfe” olarak bahsedilen zigotun nasıl meydana geldiğini belirtiyor, Abese Suresi’nin 19. âyeti ise, zigotun gelişmekte olan insanoğlunun özelliklerini ve onun hayat programını taşıdığını açıkça anlatıyordu. 19. yüzyılın sonlarında keşfedilen bu durum, Kur’an tarafından asırlar öncesinden belirtilmişti ve işin enteresan tarafı bu âyetlerin o asrın insanları için bile rahatlıkla anlaşılabilecek şeklide olmasıydı.
Spermin, döllenmeyi sağlayan faktör olduğu son asırlarda keşfedilirken, Kur’an âyetleri döllenmeyi, tarif etmekle kalmamış ve spermin özelliklerini de ortaya koymuştu. Dışarı atılan milyonlarca spermin ancak çok küçük bir bölümünün yumurtanın beklediği rahime ulaşabildiği ve bunlardan sadece bir tanesinin yumurta hücresi ile birleştiği 18. yüzyılda keşfedilmişti. Halbuki, Allah, Kıyame Suresi’nin 37. âyetinde “O, (döl yatağına) akıtılan meninin içinden bir nutfe (sperm) değil miydi?” ve Secde Suresi 8. âyetinde “Sonra onun zürriyetini, dayanıksız bir suyun özünden üretmiştir.” denilerek 1200 sene öncesinden insanın bu yaratılış safhasını açıklamış bulunuyordu. Bununla alâkalı bir hadiste de, her meniden çocuk olmadığı açıkça ifade edilmekteydi.
Dr. Moore, mucize olarak vasıflandırdığı diğer tespitlerini de şöyle anlatmaktadır:
Araştırmalara göre, embriyo döllendikten on gün son rahime iner. Sekizinci haftada insana benzer. Rahime gelmesinden 50-55 gün sonra, embriyo her şeyiyle insandır artık. Ancak kulak ve gözler, 4. haftada şekillenmeye başlar. 6 hafta sonra iyice belirgin hale gelir.
Bir hadiste: “(Nutfe meydana geldikten kırk iki gün sonra, Allah (c.c) ona bir meleğini gönderir, cenine karakterini aşılar, duyularını (göz ve kulak gibi) yerleştirir, etini, kemiğini yaratır ve melek “Allah’ım” diye sorar. Bu erkek mi, dişi mi?” buyrulur. Peygamber (s.a.v) kelamında, ancak 1100 sene sonra ilmen ispatlanabilecek bir hadisenin günleri aynen verilerek tarif edilmesi, acaba “mucize”den başka hangi kelimeyle ifade edilebilir?
Bu hadiste bir incelik daha vardır. Melek, Rabb’ine niçin bebeğin cinsiyetini sormaktadır? Bu sorunun cevabına, bugünkü ilmî bilgilerle bakıldığında hayret vericidir: Çünkü kırk ikinci güne gelinceye kadar, ceninin eti, kemiği tamamlandığı, karakteri ve duyuları yerleştiği halde, cinsiyeti henüz belli değildir ve hadiste bu durum 1200 sene önce, harika bir şekilde bildirilmiştir.
Kur’an, ayrıca insan blastosistine ait bir işleme de implantasyon, (yani ekme işlemi) açıklık getirmektedir. Bakara Sûresi’nin 223. âyeti: “Kadınlarınız sizin için bir tarladır…” demek suretiyle blastosistin rahimdeki durumunu, toprağa atılan tohuma benzetir. Bu âyet de çok mânidardır. Çünkü, toprak tohumu örttüğü gibi, rahmin epidelyumu da ona asılan blasosisti örter. Ve blasosist, hemen ardından beslenmek maksadıyla kroyonik villi (chorionic villi) adı verilen lifçikleri meydana getirir. Aynen tohumların, toprak içindeyken beslenmek için çıkardıkları kökler gibi…
Dr. Moore, kendisini hayrete düşüren bir başka tespitini de şöyle anlatıyor: “Daha önce verdiğimiz Kur’an âyetleri, insan embriyosunun dört haftalık şeklinden, neden “bir çiğnemlik et” (mudga) olarak bahsetmektedir? Kur’an’da “mudga” kelimesiyle ifade edilen bu 4 haftalık embriyonu incelediğimizde, üzerinde tesbihimsi bir yapı meydana geldiğini ve bu yapının görünüş olarak, diş izlerine benzediğini, hayretle gördük. Dört haftalık insan embriyosunu plastikten bir modelini yaptık ve ağzımızla çiğneyip diş izlerimizi bıraktık. Meydana gelen şekil, hakikî embriyoya fevkalade derecede benziyor ve Kur’an’ın bu safhadaki embriyodan niçin “mudga” (bir çiğnemlik et) olarak bahsettiğini çok güzel açıklıyordu. Bir çiğnemlik et hakkında Kur’an’da verilen bilgilerle, bugünkü embriyolojik çalışmaların neticeleri arasındaki uygunluk bundan ibaret de değildir. Müminûn Sûresi’nin 14. âyetindeki “… O bir çiğnem ette kemikler yarattık. Kemikleri de et ile örttük. Sonra onu başka bir yaratılışta yaptık.” “Mudga”da meydana getirildiği bildirilen bu gelişmeler, yapılan embriyolojik çalışmalar neticesinde de aynen âyetin ifadesindeki gibi tesbit edilmiş; hatta beyin ve kalp gibi organların da bu safhada teşekküle başladığı görülmüştür.”
Bugünkü embriyoloji ilminin tespitleriyle Kur’an ve hadisi karşılaştırarak Kur’an ve hadislerdeki mucizelere hem basın toplantısıyla hem de kitaplarla dikkati çeken Kanadalı Profesör Keith L. Moore bu mevzuda son olarak şunu söylemektedir: “Kur’an âyetlerinin ve hadislerin açıklamalarının bugünkü müsbet ilimlerle de doğrulanmış hakikatlarını, bilgimin artmasıyla daha iyi değerlendirebileceğimi zannediyorum. Din ile ilim arasında yıllar boyu bırakılan mesafenin, Kur’an ve hadislerin hakikatlerinin anlaşılması ve anlatılması ile kapatılabileceğine inanmaktayım.”
Prof. Dr. Keith L. Moore’un müslüman olup olmadığını bilmiyoruz. Eğer Kur’an ve hadislerde, profesörlük mevzuu ile alâkalı bu mucizelere sadece ilmî perspektifle bakmakla iktifa edip bunun ilerisine geçememişse ve iman edip müslüman olamamışsa, bu onun meselesidir ve dünyadaki kulluk imtihanıdır. Onun bu delillere rağmen iman etmemesi, bizim imanımıza bir zaaf getirmez. Aksine “En kat’i hakikat odur ki, düşmanları dahi onu tasdike mecbur olur” kaidesiyle, bağlı olduğumuz iman hakikatlerinin hakkaniyetini İslâm düşmanı bile olsa tasdikiyle imanımıza kuvvet vermiş olur.
Mü’minlerin, Allah’a (c.c), İslâm’ın hak din olduğuna, Kur’an’ın Allah’ın (c.c) kelamı, Peygamberimizin (s.a.v) Allah’ın (c.c) rasulü, bize gönderdiği elçisi olduğuna inanmak ve bu inancını arttırmak için aslında Kanadalı bir profesörden ders almaya da ihtiyacı yoktur. Çünkü gerçek bir mü’min, Kur’an’ın “En hakikî mürşid” olduğuna inanır.
Daha önce bahsettiğimiz, Bakara Suresi’nin 28. âyetinde, hayatın ne olduğu, nasıl meydana geldiği sorularının cevabı verilirken; aynı zamanda insanın nereden geldiği, nereye gittiğine dair en mühim soruların cevabı da verilmektedir. Bu âyet, hayatın Allah tarafından verildiğini, bu dünya hayatındaki ölümün zamanın geçmesiyle değil Allah tarafından husule getirildiğini, bu dünyadaki ölümden sonra âhirette yine Allah tarafından ikinci defa hayat verileceğini haşir ve kıyamette tasfiye ameliyatını gördüğü zaman, zıtların birbirinden ayrılacağını, sebepler ve vasıtaların da ortadan kalkacağını, ortadaki perde ve örtü kalktıktan sonra, herkesin Sâni’ini göreceğini ve hakîki Mâliki’ni bileceğini de vermektedir. Her bir kelimesi hayatın ve insanın ne olduğuna, insanın nereden gelip nereye gittiğine, bu dünyadaki vazifesinin ne olduğuna dair çok mühim hakikatleri çok kısa ve veciz olarak insana bildiren bu âyeti mealen tekrar okuyalım: “Ne suretle Allah’ı inkâr ediyorsunuz? Halbuki sizin hayatınız yoktu; O size hayatı verdi; sonra sizi öldürecektir. Sonra yine hayat verecektir; sonra ona rücu edip gideceksiniz.” (Bakara, 28). Elbette, biz de tüm bunlardan sonra şöyle demeliyiz: “Bu, kendisinde şüphe olmayan bir kitaptır. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için yol göstericidir.” (Bakara, 2)

 Prof.Dr.Mustafa Nutku