Etiket arşivi: rüstem garzanlı

Anne Baba Hakkı

Cenâb-ı Allah Kur’ân-ı Kerîm’de buyurur ki: “Biz insana; anne ve babasına ihsan etmesini tavsiye ettik. Annesi onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. Taşınması ve sütten kesilmesi otuz aydır. Nihayet erginlik çağına ulaşınca ve kırk yaşına varınca der ki: Rabbim bana; anne-babama verdiğin nimete şükretmemi ve Senin hoşnut olacağın salih amel işlememi ilham et. Bana verdiğin gibi soyuma da salâh ver. Doğrusu ben, Sana döndüm. Ve gerçekten ben, Müslümanlardanım.” 1

Hamilelik sırasında onun yüzünden meşakkat ve yorgunluklara; hamilelerin başına gelen yorgunluk ve zahmetlerden aşerme, bayılma, ağırlık, üzüntü ve başka sıkıntılara katlandı “ve zahmetle doğurdu”  doğum sancısı ve şiddetinin zorluğuna da katlandı.

Annesini omuzunda tavaf ettiren birisi, Efendimize (asm) sorar.  Anne hakkını ödedim mi acaba? Efendimiz (asm) “Hayır, bir tek soluğun hakkını dahi ödeyemedin,” buyurur.

Asrın müceddidi Bedîüzzâman Hazretleri anne-baba hukuku ile ilgili, şöyle buyurmaktadır: “ Evet, dünyada en yüksek hakikat, peder ve validelerin evlâtlarına karşı şefkatleridir. Ve en âlî hukuk dahi, onların o şefkatlerine mukabil hürmet haklarıdır.”2

Bedîüzzâman Hazretleri, onları bereket direği ve rahmet vesilesi ve musîbet dafiası olarak görerek konu ile alâkalı bir hatırayı şöyle anlatıyor: “Ahiret kardeşlerimden Mustafa Çavuş isminde bir zat vardı. Dininde, dünyasında muvaffakiyetli görüyordum, sırrını bilmezdim. Sonra anladım ki, o muvaffakiyetin sebebi; o zat ise, ihtiyar peder ve validelerinin haklarını anlamış ve o hukuka tam riayet etmiş ve onların yüzünden rahat bulmuş, inşallah ahiretini de tamir etmiş. Bahtiyar olmak isteyen ona benzemeli.”

Münasebet gelmişken konu ile alâkalı manidar bir hatıra ile bitirmek istiyorum. Siirt’e aile boyu Risale-i Nur hizmetine müdavim, damatlarına kadar bu hassasiyeti gözeten “Yardım” ailesinden Mehmet Yardım Ağabey geçmişte Siirt’te esnaflık yapıyordu. Bir gün komşu esnaflarından birisinin dükkânında bir gürültü ve kavga sesini duyuyor, ne de olsa komşuluktur, işini bırakıp komşu dükkâna gidiyor, bakıyor ki, komşusunun oğlu babasını dövüyor. Araya girmek isteyince, komşu: “Kimse bize müdahale etmesin. Ben de bu dükkânda babamı dövdüştüm, oğlum da babamın intikamı benden alıyor, bırakın babamın intikamını benden alsın.”

Kişi ne yaparsa, onun ile amel görecektir. Oğlundan iyilik bekleyen ebeveynlerine iyilik yapsın ki o da iyilik görsün.

Rüstem Garzanlı

www.NurNet.org

16.05.2016

Dipnotlar:

  1. Ahkâf Sûresi, 15.
  2. Bakara / 233.

Ömür Sermayesi Tükeniyor, Hazırlan Ey Yolcu!

Etrafa baktığımızda insanlar cıvıl cıvıl hareket hâlinde herkes bir şekilde bir yerlere ulaşmak için acele ettiklerini lisan-i hâllerinden anlaşılıyor. Her gün hatta ömür boyunca aynı koşuşturma aynı hız ayni tempo ve aynı manzara devam ediyor. Ruh adeta bedeni hareket etmeye zorluyor. Ne dünya; ne de beden ruhu tatmin edemiyor. Dünya da; beden de ruhu tatmin edemediği için insan bilerek veya bilmeyerek ruhunu tatmin edebilecek geniş bir mekân arıyor. İnsanın ruhu âlem-i ervahtan yani ruhlar âlemi gibi yüksek bir mekândan geldiği için ancak onu tatmin edebilecek öyle yüksek, daimi bir mekân ve makam olabilir; bu da ancak ölüm ile gerçekleşebilir.

Tabiinin Tefsir İmamlarından İmam Dahhâk, mü’minin ruhu kabzedildikten sonra melekler tarafından semaya şöyle çıkarılır: “Mü’min kimsenin ruhu alındığında, onu alıp dünya semasına götürürler, her gökte bulunan mukarrebin melekler, onu oradan alıp sırayla ikinci, üçüncü, dördüncü, beşinci, altıncı ve yedinci semaya çıkarırlar, oradan da Sidretu’l- Müntehaya götürürler ve Yâ Rab! Bu senin filanca kulundur.” derler, Allah o kulun kim ve nasıl biri olduğunu en iyi bilen olarak, onu azaptan emin kıldığına dair mühürlü bir tezkereyi onlara gönderir.”1

“Muhakkak! Şüphesiz iyilerin kitabı “İlliyyûn”dadır. İliyyûn’un ne olduğunu sen nereden bileceksin? O, yazılmış bir kitaptır.”2 ayetleri bu gerçeğe işaret etmektedir.(a.g.e)  

Beden ile ruhu, ampul ile elektriğe benzetmişler. Ampul kırılınca elektrik yok olmuyor. İnsan da ölünce vücut çürüse de ruh ölmüyor. “Cenab-i Allah, ruha münasip bir libas giydirerek berzah âleminde yaşamını devam ettiriyor.”3   

 

Ruh vücuttan ayrılınca sesin ve ışığın hızından daha suratlı olan, hayal hızı suratından gider. Hızın daha iyi anlaşılması için önce dünyadaki hızlardan örnek vermek istiyorum, şöyle ki:  Fizikçilerin tespitine göre ışığın hızı saniyede 300.000 kilometredir. İşte ışık bu hızı ile saatte yaklaşık 1080 milyar kilometre yol alır. Sesin hızı saniyede 340 metredir. Saatte yaklaşık 1224 kilometre yol alır.

Bütün var olan hızlara bir bir bakıldığı zaman İnsan gözünün ani bakış hızı ışıktan hızlıdır. Bir anda en uzak gezegene bakıp geri dönebilir, ruh ve hayal suratı ışıktan daha hızlıdır. İnsan hayaliyle bir anda Amerika’ya gidip gelebilir.  Hayal önünde engel yok. Hatta hayal hızı ile kâinatın en uzak noktasına kadar gidip gelmek mümkündür.

Peygamberler ve evliyalar bazen hayal süratinde cismen gezmiş ve dönmüşler. Mesela: Miraç hadisesi, Âlemlere Rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz (asm) hayal ve ruh hızında, cismiyle o yüce makama çıkmış, 149 milyarlık ışık yılı mesafesinden uzak olan mesafeyi kısa bir süre içinde ziyaret etmiş ve geri dönmüştür. Peygamberimizde görülen bu surat ve kabiliyet; ahiret âleminde cennet ehli de nuraniyet sırrıyla, ruh suratında ve hayal hızında bir hayat yaşayacaklar.

Bediüzzaman Hazretleri insanı ahiret ile dünya arasında gelen-giden bir yolcu  benzetmesi yapmış, şöyle ki: “… Gaip âleminden bu dünyaya imtihan olmak için gönderildim ve ahiret yolcusuyum.” “…Zira dünya durmuyor, gidiyor. İnsan da beraber gidiyor. Sen de yolcusun.”4

İşte bunun içindir ki, dünyada ruh ve kalp geçici şeylerle rahat edemiyor; ancak daimi bir şeyle mutmain olabiliyor. Hz. İbrahim (as) Uful edip batan şeyler alakaya değmez.5 demiş. Yani burada anlaşılıyor ki: mal, mülk, evlat ve hayatın en güzellikleri dahi geçicidir, ömür sermayesi de geçicidir çabuk tükeniyor, malayani ve kaybolan şeylere gönül vermemeliyiz; asıl yönümüzü kaybolmayan, sönmeyen ve ebedi güzellik olan Allah’a vermeliyiz.

Rüstem Garzanlı

16.04.2016

Dipnotlar:

  • İmam Dahhak Tefsiri
  • mutaffifin, 83/18-21
  • Mektubat 28.Mektup
  • İşaratü’l i’caz,
  • En’âm sûresi,6/76

Onur nedir?

“Onur,” kısaca kişisel değer ve şeref olarak değerlendirilebilir. Bu şeref ve kıymetin insanlık tarihinde eşref-i mahlûkat olan Peygamberimize (asm) ve dolayısıyla insanlığa mahsustur. Çünkü İnsan yaratılış itibariyle “onur”lu bir varlıktır. Yaratılışların en saygını da insandır.

Efendimiz (asm) “Onur” için meâlen şöyle buyurmuş:Onur, hakikati söylemektir.  Nefreti basmaktır, hürriyet umurunda çaba göstermektir, başkalarını kendine eşit görmektir, başkasının da hakkını müdafaa edebilmektir, büyüklere hürmet etmektir, insanlarla iyi münasebetleri devam etmek ve ettirmektir, kibirli olmamak ve mağrurane dolaşmamaktır.”

Aslında bugün dünyada her ne kadar bilimsel ve teknolojik anlamda bir ilerleme görünüyorsa da; ne yazık ki, insanın onurunu muhafaza ve yüceltmeye yönelik ilerleme ve çaba pek görünmüyor. Eğer bir memlekette aç insan varsa, vatandaş arasında ayrımcılık, ötekileştirme, menfi milliyetçilik ve ırkçılık varsa, hor görme ve işkence varsa, binlerce insan öldürülüyorsa, annelerin yürekleri ağlıyorsa bu toplumun eksikliğidir.

Kısmen gençlerimiz başı almış onursuzluğa doğru gidiyor. Açık saçık yarı çıplak kızlar; erkek gençler parklarda, sokaklarda ve caddelerde sabahlara kadar başıboş, rezalet içinde dolaşıyorlarsa, çöplük ve cami avlularına bebekler terk ediliyorsa  bu da  toplumun eksikliğidir.

Kendi mahallesinde ve sokağında insanlar soyuluyorsa, çocuğunu okula tek başına gönderemiyorsa, bir memleketin hapishaneleri gençlerle doluysa bu da toplumun eksikliğidir.

Dünyada, menfaat için katledilen insanlar, dökülen kanlar insanlık onuruna yakışmayan bir rezalettir. Şiddet, işkence, adaletsizlik, zulüm bir yerde devam ediyorsa, insanlar bu zulme seyirci kalıyorsa bu da insanlığın ve toplumun eksikliğidir.

Keza, katil, zina, çocuk istismarı v.s.vs….. say sayabildiğin kadar onursuzluklar bir memlekette çoğalmışsa hem toplum hem de toplumu idare edenlerin eksikliğindendir, diye düşünüyorum.…

Dolayısıyla insanlık kendi ürettiği belâdan, neme lâzımdan dolayı çok zarar görmüş, hatasının neticesinde bitkin ve baygın bir hale düşmüştür. Çıkış yolları arıyorsa da ne yazık ki, ektiği tohumun filizleri başına dolanmış, kıvırdıkça boğazını sıkıyor. Kendi tuzağından bir türlü kurtulamıyor…

İşte, bin dört yüz sene önce Efendimiz (asm) “Veda” hutbesinde: “İnsanların canlarının, mallarının ve ırzlarının iffet taşıyan değerlerinin ve insanlık onurlarının dokunulmaz olduğunu bizlere bildirilmiştir. İnsanın yaşama ve mülkiyet hakkı ile manevi kişiliği ayni ölçüde ve güvence altına almıştır. Din kardeşinin kişilik onuruna da dokunulmaz”  buyurmuş.

İnsan, Cenab-i Allah’ın yarattığı mükemmel ve “onur”lu bir varlıktır. Bazen temel ölçütlerinden sapmalar gösterdiği zaman onursuz bir davranış sergiler. Yoksa kişi ırk, renk, maddi durum, soy-sop gibi ölçülere göre değerlendirilemez. Peygamberimizin (asm) yanında siyahı da beyazı da değerli ve onurludur.

Rüstem Garzanlı

08.05.2016

www.NurNet.org

Miraç Yüksek Bir Hakikattir!

3 Mayıs 2016 günü salıyı çarşambaya bağlayan gece Miraç kandilidir. Miraç, İslâm dininde Hz. Muhammed (a.s.m.)’in göğe çıkması sonucu mukaddes bir yolculuğun ve manevi bir yükseliş anlamındadır. Hicret’ten bir yıl önce, Recep ayının 26- 27.nci gecesinde Habibi, sevgili Peygamberimiz Hz.Muhammed (asm)’ı huzura Kabul etmiştir. Melekleri, cenneti ahireti Cenab-i Allah’ın cemalini gözleriyle müşahede etmiştir. Beş vakit namaz bu gecede farz kılınmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de Isra suresinin ilk ayetinde bu manevi yolculuğun ilk aşaması şöyle:

“Kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu (Muhammed’i) bir gece Mescid-i Haram’dan çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya götüren Allah’ın şanı yücedir. Hiç şüphesiz o, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” Buyurmuş.

Bediüzzaman Hazretleri, Efendimizin (asm) miraca çıkması, sebep ve hikmetlerini otuz birinci sözde bir misal ile şöyle  anlatıyor: “Bir padişahın iki türlü konuşması vardır. Biri, bir vatandaşla telefon ederek küçük bir meseleyi görüşmesi. Diğeri de devlet başkanı, halifelik yönü ve milletin idarecisi olarak, emirlerini her tarafa duyurmak için özel bir elçisi ile konuşması, sohbet etmesi, onun aracılığı ile ferman yayınlamasıdır.”

Bu örnekte olduğu gibi Cenab-ı Hakkın da kulları ile iki tarzda muhatap olması vardır. Biri, özel ve cüz’i, diğeri de geniş ve genel mahiyette bir konuşmasıdır. Cenab-ı Hakkın bazı velilerle özel ve cüz’i anlamda ilhâm etmesi birinciye örnektir.

Peygamberimiz  (a.s.m) bütün velâyet mertebelerinin üstünde bir büyüklük ve yücelikte olduğu için Cenab-ı  Hakkın sohbetine müşerref olması ise ikinci ve mükemmel olanına misaldir.

Peygamberimizin  (a.s.m.) elçiliği iki taraflıdır. Birisi halktan Hakka, diğeri de; Haktan halka. Birisi mi’râç’in bâtıni tarafı olan velâyet yönüdür, diğeri de zahiri tarafı olan Risalet yönüdür.

Yani Peygamber  (a.s.m.) bizi temsilen Cenab-ı Hakkın huzuruna çıktı, başta insanlar olmak üzere bütün varlıkların ibadet, kulluk, tesbih ve zikirlerini toplu olarak (ettehiyattü, elmüberekattü, esselavatü, etteyibattü) dört kelimeyle arz etti. Bu yönüyle Miraç halktan, insanlardan, varlıklardan Hakka bir gidiştir. Diğeri de Cenab-ı Hakkın biz kullarından istediklerini, emir ve yasaklarını Resul olarak getirmiştir. İbadetlerin özü ve esası olan beş vakit namazı Miraç hediyesi olarak getirmesi gibi,

Cenab-ı Hak her şeye her şeyden daha yakındır, fakat her şey ona sonsuz şekilde uzaktır. Meselâ, güneşin insan gibi aklı olsa da bizimle konuşacak olsa, elimizdeki ayna aracılığıyla bizimle konuşabilir. Diğer taraftan biz bir çeşit ayna olan gözümüzle güneşe yaklaşabiliyoruz.

Oysa güneş ortalama bize 150 milyon km. uzaklıkta bulunuyor, ona yanaşmak mümkün değildir. Bu misâlde olduğu gibi, gerçek anlamda Cenab-ı Hak her şeye yakındır, ama her şey ona sonsuz derece uzaktır. Ancak Peygamber  (a.s.m.), Cenab-ı Hakkın lütfuyla bir anda binlerce perdeyi geçerek Miraç’a yükselmiş; bütün manevi mertebeleri aşarak huzura varmıştır.

Dünya yaklaşık 188 saatlik bir mesafeyi bir dakikada döner, yirmi beş bin senelik mesafeyi bir senede alır. Bu muazzam hareketi ona yaptıran ve bir sapan taşı gibi döndüren Kudret; bir insanı Arş-ı âlâya getiremez mi? Güneşin çevresinde o ağır cisim olan dünyayı gezdiren bir hikmet bir insan bedenini şimşek gibi Rahman’ın Arşına çıkaramaz mı? Elbette çıkarabilir.

Cenab-ı Hak görünen ve görünmeyen âlemlerdeki güzellikleri göstermek için, kâinat fabrikasını ve merkezini gezdirmek, insanlığın amel ve ibadetlerinin âhiretteki neticesini göstermek için Efendimiz (a.s.v.)’mı oralara davet etmesi gayet makuldür. Sadece ruhu ve kalbi ile değil, bu seyahate bedeninin de iştirak etmesi, mübarek bedenini arşa kadar çıkarması akıl ve hikmet gereğidir.

Dünyada cesed ruha arkadaşlık ettiği gibi, Kudret sahibi Allah (cc) cennette dahi bedeni ruha arkadaş edecektir. Mademki, cennette ruh bedenle birlikte olacaksa Cennetü’l-Me’vâ’nın gövdesi olan Sidretü’l-Müntehaya Efendimiz (a.s.m.) zatının arkadaşlık etmesi hikmetin tâ kendisidir. Peygamberimiz Miraca sadece ruhen çıkmış olsaydı, zaten mucize olmazdı. Çünkü her veli ruhen ve kalben o âlemlere çıkabiliyor.

Bir insan on dakika uyusa bazı olur ki, bir yıllık iş görebilir. Hatta bir dakikada insanın gördüğü rüyayı, rüyada işittiği sözleri, konuştuğu kelimeleri toplansa uyanıkken bir gün, belki daha fazla bir zaman gerekir. Demek ki bir zaman dilimi iki kişiye göre değişebiliyor, birisine bir gün; diğerine de bir yıl hükmüne geçebilir. İşte Peygamber Efendimiz  (a.sm.), Burak’a binerek şimşek gibi bütün kâinatı gezip İlâhi huzura çıkıp Rabbiyle sohbet şerefine ermiş, Onun cemalini görmüş, emirlerini alıp dönüp gelmiştir.

Mü’min bir insan, namazda bir çeşit Miraçla kâinatı arkasına alarak İlâhî huzura girebilir. Abdülkadir Geylânî ve İmam-ı Rabbanî gibi kalp gözü açık olan bazı evliyanın bir dakikada Arş-ı Âlâya kadar ruhen çıktıkları, melekler bir anda yerden Arşa çıkmaları, Arştan yeryüzüne inmeleri örnek verilebilir.

Bu kadar örnekler gösteriyor ki, bütün evliyanın sultanı, bütün mü’minlerin imamı, bütün Cennet ehlinin reisi ve bütün meleklerin makbulü olan Resul-i Ekrem (a.s.m.) Efendimizin bir anda Mirac’a çıkması, dönmesi, bütün yüce âlemleri gezip görmesi gayet makuldür, şüphesiz ve doğrudur.

Miraç Kandiliniz mübârek olsun!

Rüstem Garzanlı

02.05.2016

www.NurNet.org

 

Bedîüzzâman Diyor ki: “Kur’ân bizi siyasetten şiddetle menetmiş”

Günümüzde siyaset denilince parti ve hükümet akla gelmektedir. Öyle bir hale getirilmiş ki sosyal hayattaki bütün müşküller siyasetle çözüldüğüne inanılıyor.

Çünkü, idarî icraatlar öyle çalışıyor ve öyle de devam ediyor. Herhangi bir resmi dairede, bir resmi işlemi tavassutuz ve rüşvetsiz takip etmek bir hayli engelleri göze almak demektir. Zaten vatandaş da bu bilinçte olduğu için rüşvet ve tavassutla iş takibine alışkındır. Keza, siyasi iktidarlara yakın yandaşlar, iktidarın temsilcileri gibi sahaya çıkıp siyaseti emellerine basamak yapıyorlar. Bilindiği gibi günümüzün siyaseti tamamen menfaat üzerine dönüyor, bunun için Bediüzzaman: “Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır.”1 demiş.

“Selef-i Salihînden başka, siyasetçi, ekserce tam müttakî dindar olamaz. Tam ve hakikî dindar, müttakî olanlar, siyasetçi olmazlar.”2, bu nedenle Bedîüzzâman, diyor ki: “Kur’ân bizi siyasetten şiddetle menetmiş. Evet, Risale-i Nur’un vazifesi ise, hayat-ı ebediyeyi mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyi de dehşetli bir zehire çeviren küfr-ü mutlaka karşı, imanî olan hakikatlerle gayet kat’î ve en mütemerrid zındık feylesofları dahi imana getiren kuvvetli burhanlar ile Kur’ân’a hizmet etmektir. Onun için Risale-i Nur’u hiçbir şeye âlet edemeyiz.”3

Üstad, siyaseti, gaflet ve dalâletin en boğucu, aldatıcı, en geniş perdesi, İnsanın dar dairedeki gerçek vazifesini bırakıp, geniş dairelerdeki siyasî ve içtimaî hadiselerle gereksiz olarak ilgilenmesini zararlı görmüş ve Nur talebelerine manen şöyle hitap ediyor:

Eğer sizler sohbetlerinizde ve konuşmalarınızda hep siyasi mesellere yer verirseniz, sizler de onlara benzemiş olursunuz. Bundandır ki: Nur talebeleri bütün himmetlerini insanların kurtuluşuna sarf ederler. Siyaset gibi malayani ve boş şeylerle vakitlerini kaybetmezler.

Kur’ân-ı Kerim’de ve onun tefsiri olan hâdis-i şeriflerde meâlen beyan edildiği üzere: Cenab-i Allah’ın beğenmediği, kötü gördüğü, yasakladığı şeyler kimde varsa kötü; O’nun razı olduğu şeyler kimde varsa iyidir. İşte siyasette bu ölçü yoktur. Yandaşını iyi; muhalifi ise kötü görür.

“Nur şakirtleri, hiç siyasete karışmadılar, hiçbir partiye girmediler. Çünkü iman, mâl-i umumîdir. Her taifede muhtaçları ve sahipleri var. Tarafgirlik giremez. Yalnız küfre, zındıkaya, dalâlete karşı cephe alır. Nur mesleğinde, mü’minlerin uhuvveti esastır.”4

Risale-i nur cemaatinde sevk ve idare şahısların elinde değildir. Cemaatin şahs-i manevisindedir. Daima “Hakkın hatırını âlidir, hiçbir hatıra feda edilmez”5, düsturu ile hareket ederler. Kur’ân’ı Kerim’de Ali İmran ve Şura süresinde ki emirlere bağlı olarak istişare ve şer’î meşveret esaslarına bağlı hareket ederler. Ne şahısların tekelinde ne de siyasetle uğraşmazlar. Seçim zamanında vatandaşlık görevini yerine getirmek üzere sandığa gidip oyunu kullanırlar. Biri siyasete girse de kendi adına girer, o da Nur Cemaatini bağlamaz.

Hulâsa, Günümüzde ki siyaset tamamen menfaat ve tarafgirlik üzerinde hareket edildiği için, Bediüzzaman Hazretleri: “Kur’ân, bizi şiddetle siyasetten menetmiştir.” Dolayısıyla Risale-i Nur gibi bir hakikati siyasete alet etmeden, siyasetten uzak kalmayı ve küfr-ü mutlaka karşı; Kur’ân’a hizmet etmeyi, şer’i meşveret kararlarına bağlı hareket etmeyi emretmiştir.

Rüstem Garzanlı

www.NurNet.org

28.03.2016

      Dipnotlar:

  • Mektûbât say.456
  • Emirdağ lah. Say.53
  • Şualar, say.159
  • Emirdağ,Lâhikası, say.157
  • Münâzarât, say.49