Etiket arşivi: rüstem garzanlı

Ramazan Ayının Müjdecisi, Regaip Kandili

7 Nisan 2016  Perşembeyi Cumaya bağlayan gece Regaip Kandilidir. Kelime olarak Regaip, “çokça rağbet edilen, nefis, kıymetli, değerli, ihsan” manalarına gelmektedir. Manen bereketli olan bu gecenin bir hususiyeti de mübarek Ramazan ayının müjdecisidir.

Üç ayların ilk ayı olan Recep ayının ilk Cuma gecesi, mübarek Regaip Kandilidir. Bu gece Efendimiz (s.a.m.)’in ana rahmine düştüğü

gecedir. Bediüzzaman Hazretleri bu mübarek gecenin “Zât-ı Ahmediye’nin terakki hayatının başlangıcının unvanı; Mi’rac gecesinin de Zât-ı Ahmediye’nin terakki hayatının zirve noktasının unvanı olduğu” 1 belirtilmektedir.  

Bu gece Allah Resulu (s.a.m.),  Cenâb–ı Hakk’a şükür için on iki rek’at namaz kıldığı söylenir.  Kaza ve nafile namazların sevabı sair vakitlerden yüzden fazladır. Efendimiz bu gecede yapılacak duaların Allah katından geri çevrilmeyeceğini bildirmiş.

Bediüzzaman, mübarek üç aylar için şöyle buyurmuş:”Her hasenenin sevabı başka vakitte on ise, Receb-i Şerifte yüzden geçer, Şâban-ı Muazzamda üç yüzden ziyade ve Ramazan-ı Mübarekte bine çıkar ve Cuma gecelerinde binlere ve Leyle-i Kadirde otuz bine çıkar. Bu pek çok uhrevî faydaları kazandıran ticaret-i uhreviyenin bir kudsî pazarı ve ehl-i hakikat ve ibadet için mümtaz bir meşheri ve üç ayda seksen sene bir ömrü, ehl-i imana temin eden şuhûr-u selâsenizi tebrik ediyoruz.”2

Efendimiz (s.a.m.) bir hadis-i şerifinde; “Recep Allah’ın ayı, Şaban benim ayım ve Ramazan ümmetimin ayıdır” 3   buyurmuştur. Mısır âlimlerinden Zünnun-i Mısri de;  üç aylarla ilgili şöyle bir benzetme yapmış: “Recep tohum ekme, Şaban sulama, Ramazan ise hasat ayıdır.”demiş.

Regaip Kandili, mübarek bir gece olması hasebiyle, bu gecede yapılacak dualara Cenab-i Allah’ı vesile edip, özetle aşağıdaki duaları yapmakta fayda vardır.

Kur’ân–ı Kerim okunmalı;  Ona olan sevgi ve bağlılık duyguları kuvvetlendirmeli. Kazaya kalmış namazlar varsa öncelikle onları, yoksa nafile namazları kılmalı. Günahlara içtenlikle ve samimi olarak tövbe ve istiğfar etmeli. Geçmiş zamanın muhasebesini güzel bir tefekkürle yapılmalı. Küskün ve dargınlar barışmalı, onlarla konuşup helâllik istemeli ve ismen birbirlerine dua etmeli. Hasta ve yaşlıları ziyaret ederek, imkân varsa hediyelerle gönülleri alınmalı. Cami ve ibadethanelere gidip, toplu yapılan dualara katılmalı ve bir vefa borcu olarak, ölülerimize bolca duada bulunmalı.

Bediüzzaman Hazretleri, üç aylar ve içerisinde bulunan Kudsî geceler için talebelerine gönderdiği bir tebrik mektubu:

  “Evvelen: Seksen sene bir mânevî ömr-ü bâki kazandıran şuhur-u selâsenizi ve mübarek kudsî gecelerinizi ve leyle-i Regaibinizi ve leyle-i Miracınızı ve leyle-i Berâtınızı ve leyle-i Kadrinizi ruh u canımızla tebrik ve her bir Nurcunun mânevî kazançları ve duaları umum kardeşleri hakkında makbuliyetini rahmet-i İlâhiyeden rica ve hizmet-i Nuriyede muvaffakiyetinizi tebrik ederiz.” buyurmuş.  4

Hulâsa, sevabı yüzden geçen Regâip gecesinde dua etmek, tövbe ve istiğfarda bulunarak geceyi ihya etmek, büyük bir manevi kazançtır. Hele bu gecenin kutsiyetiyle beraber; Hadis-i şerifte vardır ki: “ Altmış yetmiş yaşlarında ihtiyar bir mü’min dergâh-ı İlahiyeye ellini kaldırıp dua ederken, rahmet-ı İlahiye onun ellini boş döndürmeye hicap ediyor.” Madem rahmet size karşı böyle hürmet ediyor; siz de rahmettin bu hürmetini, ubudiyetinizle ihtiram ediniz.” 5

Kandiliniz Mübarek olsun.

Rüstem Garzanlı

03.04.2016

www.NurNet.org

Dipnotlar:

1- Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s.207.

2-Şualar Ondördüncü Şua

3-Beyhâkî Fedâilü’l-Evkât s.22;

    es-Suyûtî, ed-Dürru’l-mensûr, 3/236.

4-Emirdağ Lahikası, S. 351

5-Lem’alar, 26. Lem’a

Ashab-ı  Kehf’ten  dirilmeye Mesaj!

Ashâb-ı Kehf kıssasının anlatıldığı Kur’ân-ı Kerim’in on sekizinci Suresinde, bu kıssanın önemi dolayısıyla “Kehf” adı verilmiştir. Surenin 8–28. ayetlerinde bildirildiği üzere, putperest bir kavmin içinde Allah’ın varlığına ve birliğine inanan birkaç genç putperestliğe karşı çıkmış,  öldürülmekten kurtulmak için mağaraya sığınmışlar.

Köpekleriyle birlikte mağarada uyuyan Ashâb-ı Kehf, 300 veya 309 yıl sonra uyanmışlar. Bu süre Kur’ân-ı Kerim’de, Onlar mağaralarında 300 yıl kaldılar, dokuz da ilâve ettiler” şeklinde buyurmaktadır. Mağarada “Bir gün yâda günün bir parçası kadar” uyuduklarını sanan gençler, içlerinden birine gümüş para vererek yiyecek almak üzere şehre gönderirler.  Durumdan haberdar olan halk, mağaraya giderler. Ölümden sonra dirilmenin imkânı ispatlayan bu vakıadan sonra, Kuvvet ve kudret sahibi olan Allah, bu gençlerin ruhlarını ebedi saadete yollar.

Kur’ân’ı Kerim’ de kudret sahibi olan Cenab-ı Allah (cc) şöyle buyurur: “Allah’ın rahmetinin eserlerine bir bak! Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor! Şüphesiz O’ ölüleri de mutlaka diriltecektir. O’  her şeye kadirdir.”  (Rum süresi, 30/50)

Bitki tohumları kışın toprak altında çürüyüp bahar mevsiminde tekrar dirilmesi, kışın beyaz kefene sarılmış ağaçların dalları, bahar mevsiminde yemyeşil yapraklarıyla, çiçekleriyle ve meyveleriyle yeniden hayat bulmaları hâşrin ve dirilmenin sayısız örnekleridirler. Bir bitkiyi dirilten Kudret sahibi, elbette kâinatın en kıymettar varlığı olan insanları da diriltecektir. Yukarıda meâlen geçen Ayet-i kerimede,  ölümden sonra dirilmeyi nazara veriyor.

Zaten Cenab-i Allah’ın esmalarından biri de “Muhyi”dir. Yani hayat vericidir. Ayetin devamında Şüphesiz O’ ölüleri de mutlaka diriltecektir. O’ her şeye kadirdir.” buyruluyor. Hâşir’de Kudret-i İlâhiye ile herkes birden ceset ve ruhu ile bir anda dirilecektir.

Risâle-i Nur Külliyatından Onuncu Söz  (Haşir Risalesin’)de, öldükten sonra dirilmeyi asrın müceddidi şöyle anlatıyor:

“…Cenâb-ı Hakkı’ın İsm-i A’zamının ve her ismin a’zamî mertebesindeki tecellisiyle zahir olan ef’al-i azîmeyi görmek ve göstermekle, haşr-i a’zam bahar gibi kolay ispat ve kat’î iz’an ve tahkikî iman edilir.”

Ashâb-ı Kehf, üç yüz sene kadar uyuyup daha sonra uyanmaları, ehl-i iman için berzâh âlemi ne kadar uzun da olsa bir an-i seyyale gibi geçeceğine işarettir. Berzâh âlemiyle ilgili münasebet gelmişken, Molla Hamit abiden bir hatırayı aktarmak istiyorum. Ona da Molla Resul anlatmış:

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, bir gün talebesi Mola Resul ile mezarlıktan geçerken, Üstad, bir kabrin başında yarım saat kadar kalır, sonra yoluna devam eder. Bu defa Molla Resul “Allah’a kasem ederek, o kabrin başında niçin durduğunu,” sorar?

Bediüzzaman şöyle anlatır:

“Saliha bir kadının mezarının yanında durduğunu, bu kadın hayatta iken ziynete, süse ve boncuğa biraz düşkünmüş. Dünyada iken gerdanlığı kırılmış, onu ipe dizerken vefat etmiş. Kabrinde de hâlâ boncuk dizmekle meşgul. İhtimal ki kıyamete kadar da onunla meşgul olacak. Kıyamet koptuğunda “ne kadar çabuk kıyamet koptu, daha boncuğumu dizip bitiremedim diyecek.”  ben bunun için durup Cenab-ı Hakkın azametini seyrediyordum.” demiş.  Berzah âlemini özetleyen güzel bir vakıa olsa gerek…

Kur’ân-ı Kerim’de, “Kehf” süresinde Ashâb-ı Kehf kıssası detaylı anlatılmıştır. Konunun asıl hikmeti gene de Cenab-ı Allah bilir. Kıssadan idrak edildiği kadarıyla: İman ve küfür mücadelesinin öteden beri var olduğu ve kıyamete kadar devam edeceğini, her şeyi yoktan var eden Allah’ın insanları yeniden diriltmeye muktedir olduğunu,  berzâh âlemi ne kadar uzun da olsa; ehli iman için bir an ve bir lahza gibi geçeceğini, insan olsun; hayvan olsun her mahlûk Cenab-i Allah’ın adaletinin tecellisine mazhar olacağı mesajı verilmektedir.

Rüstem Garzanlı

28.03.2016

www.NurNet.org

Kayıtlı ve Kelepçeli Olarak Sevk Edilmeden Evvel Davete İcabet Et!

Yakın bir zamanda özel bir hastanede muayene oldum, muayene ve tetkiklerin neticesinde anjiyo oldum.  Anjiyodan sonra kalbimin ana damarlarından üç tanesi tıkalı olduğu, daha evvel de bir kriz geçirmiş olduğumu, ikinci kriz de ise müdahale şansı zorlaşacağı cihetle ameliyat olmam gerektiğini söylediler.

Ameliyatla oluşacak tüm riskleri göze alarak, eve telefon açtım, filan hastanedeyim, ameliyata karar verdim, dedim. Bu ani karar ailem için beklenmeyen bir durum olsa da hep beraber hemfikir olduk, ölüm gerçekleşmiş ise bu ameliyat ölüm için bir sebep olabilir, dedim. Vasiyetimi de ihmal etmedim. Ailemle helalleştikten sonra ameliyathaneye beni götürdüler.

Ameliyat masasında uzanmış bir halde iken doktorlardan biri “Rüstem amca, kilon kaç, boyun kaç?” anladım ki narkozun etkisini öğrenmek istiyorlar. Kendi kendime dedim ki, artık ne kilo ne de boyun ölçüsü benim için para etmez. Üstat diyor ki: “Hayal dairesi geniştir, istediğin kadar içine gire bilirsin.”  “Evet, âlemde tekâmül kanunu vardır. Bu kanuna tâbi olan, neşvünema kanununa dâhildir. Bu kanuna dâhil olanın bir ömr-i tabiîsi vardır; ecelin pençesinden kurtulamaz.” 1

Herhalde benim de bu masadan kalkıp kalkamayacağım belli değildir, dedim. Artık ahirete bir yol göründü, bari son bir nasuh tövbemi yapayım, şahadet kelimesini getirdim, Yâ Rabbi! Bu durumda artık senden başka halaskar görmüyorum, hav ve rica arasında gidip- geliyorum.  “İnsanın akıl ve fikir meydanı öyle bir vus’attedir ki ihatası mümkün değildir…” 2

Allah’a yalvarıyorum, o’nun Enbiya  ve Evliyaları şefaatçi yapıyorum, hiç amma hiç durmuyorum, çünkü ölmek istemiyordum, biraz daha a’mal, biraz daha ibadet yapayım bu ihtiyarlık dönemimde hayır ve hasenat sermayemi artırayım diye yaşamak için biraz daha, biraz daha yaşayayım diye çırpınıyordum….

Bediüzzaman Hazretleri, hayat için ne güzel buyurmuş: “ “Evet, hayat Kudret-i Ezeliyenin en büyük ve en ince ve en acip bir mü’cizesidir ve bütün nimetlerden üstündür ve mebde ve meadan burhanlarından en zahir burhandır.”  Elbette, hayatın güzelliği Cenab-i Allah’ın kâinattaki bu güzel masnuatlarını temaşa etmek, tefekkür etmek ve onlara şahit olmak için güzeldir.  Cenab-i Allah birçok Ayat-i Kerimede insanları “Şahit” olarak göstermiştir. Şahit olmak “Şehitlik” mertebesinden daha evladır.

Bir sabah namazından sonra Resulullah (asm) sahabelere hitaben bu gece kim rüya görmüş ise anlatsın, buyururlar. Bir sahabe gördüğü rüyayı şöyle anlatır: “ Cennettin kapısının önünde iki kişiyi beklerken gördüm. Biri Şehit, diğeri ise şehitten bir sene sonra vefat etmiş, ben de merak ettim acaba onlardan hangisi önce cennette girecektir. Baktım ki şehitten bir sene sonra vefat eden kişi önce cennete girdi.

Resulullah (asm) Buyurdular: “Evet şehitten bir sene sonra ölen, o üç ayları görmüş, Leyle-i Kadir görmüş, mübarek gün ve geceleri görmüş bu nedenle Cenab-i Allah’ın bu güzel nimetlerine bir sene dada fazla “Şahitlik” etmiştir.  Dolayısıyla “Şahitlik mertebesi “şehitlikten daha evladır.”…

Ben de ömrüm buraya kadar, hayat yolculuğum bitti; berzah âleme gideceğim, diyordumsa da, gene “Şahit” kalmak tercihimdi. Asrın müceddidi diyor ki. “ Her insanın tam manasıyla hayali bir dünyası vardır; fakat öldüğü zaman dünyası yıkılır, kıyameti kopar.” 3

Mademki ölüm var, kurtuluş yoktur. Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi, “… Kayıtlı ve kelepçeli olarak sevk edilmeden evvel davetine icabet et.”  4

Rüstem Garzanlı

www.NurNet.org

17.03.2016

Dipnotlar:

1-İşaratü’l İ’caz say.321

2- Mesnevi-i Nuriye say.151

3- Mesnevi-i Nuriye say.109

4- Mesnevi-i Nuriye say. 201

Batman’dan Bir Ulu Çınar: Hacı Mirza Demir!

Hacı Mirza Demir, 1925 doğumlu Batman’ın Êlmî Köyünde doğmuş, evli, on çocuk babası, ilk mektep diplomasını hariçten almış, 1944’te askere gitmiş, 1948’de TPAO Şirketine işçi olarak girmiş, kısa bir süre sonra aynı işyerinde talebe idaresinde idareci olarak görev yapmaya başlamıştır.

Talebelerin dinî ve ahlâkî terbiyeleri ile ilgilendiği için zamanın baskıcı ve despot idarecileri tarafından takibe alınarak sudan bahanelerle 1971 yılında işine son verilir. Beş sene açıkta kalan Hacı Mirza Ağabey tekrar işine döner, iki sene daha çalıştıktan sonra 1978 yılında re’sen emekliye sevk edilir.

18.11.2015 günü Batman’da Hacı Mirza Ağabey’le görüşüp bir röportaj yapmak istedim. Bu isteğimi kendisine telefonla ilettiğimde teveccüh göstererek tâ evin ilerisinde beni karşılamaya geldiler. O gün Fatma Ablamız da bir yandan bayanların sohbetine katılmak için hazırlanıyordu, bir yandan da bizlere çay, tatlı ikramları ve öğle için yemek hazırlığı ile meşgul oluyordu. Öğle vakti yaklaşmıştı, ablamız mahalli yemeklerle yemek masasını donatmış, her şeyi hazırladıktan sonra, Hacı Mirza Ağabey’e: “ben sohbete gidiyorum” diyerek evden ayrıldı. Bu arada ben de Hacı Mirza Ağabeyimizle bir röportaj yapayım, değerli fikirlerinden ve hatıralarından tarihe bir not düşelim dedim.

Hacı Ağabey, Risale-i Nurlarla ne zaman ve nasıl tanıştınız, anlatır mısınız?

Sene 1958, bir vesileyle Diyarbakır’a gitmiştim. İkindi namazından sonra Ulu Cami’de ikindi namazına müteakip Risale-i Nur eserinden, On Dokuzuncu Mektup’ta geçen “Kurt meselesini” Mehmet Kayalar Ağabey’in oğlu okuyordu. Çok etkilendim. Hatta bu vakıadan dolayı da çok ağladım. Sohbetten sonra Cami’nin önünde satılan Hanımlar Rehberi ile Gençlik Rehberi’ni satın aldım. Türkçem zayıf; kitap yüksek ilim, on kelimeden ancak bir kelime anlayabiliyordum. O iki kelime de beni hoplatıyordu. Manevî bir eser olduğu için zerrat-ı vücudum üzerinde çok etki yaptı. Ondan sonra bu mukaddes dâvâyı her şeyin üstünde tuttum ve her ulaştığım yerlere tebliğ ettim.

Şunu da ifade edeyim ki: Rahmetli Mustafa Sungur Ağabey, Üstad’dan naklen demiş ki: “Mehmet Kayalar vasıtasıyla bu hizmet-i Kur’ânîye Avrupa’ya kadar gidecek” işte bir tahdis-i nimet olarak ben Risale-i Nurları Mehmet Kayalar Ağabey’den öğrendim, 1970’li yıllarda Batman’ın bir köyünde muallim olan Ali Uçar kardeşimizin Risâle-i Nurlarla tanışmasına Cenâb-ı Allah’ın inayetiyle vesile oldum. Ali Uçar, çok cevval ve zeki olduğu için Risale-i Nurlar’ın hakikatine çabuk vakıf oldu. Muallimliği bırakıp, Türkiye’yi aşarak Avrupa’ya kadar Risaleleri götürüp, insanlığa hizmet etmeye başladı. Bunda bir tasarrufum yok belki, Risale-i Nurun mânevî gücün tasarrufudur. Elhamdülillah, Haza min fadli Rabbi… (Merhum Ali Uçar 19 Kasım 1997’de Almanya’dan Türkiye’ye dönerken Bulgaristan’da geçirdikleri trafik kazasında vefat etmişti.)

Hacı Ağabey, 1970’li yıllarda Siirt Ziraat mektebinde okuyordum, o sıralarda birkaç ağabeyle Batman’dan Siirt’e gelip dershanede imanı sohbetler yapar, bize şevk veriyordunuz. Bugün doksan yaşın üstünde olmanıza rağmen, hâlen aynı heyecan ile hizmetten hizmete koşuyorsunuz. O meşakkatli günlerden; bugünümüze bakışınız nedir anlatır mısınız?

Malûmunuz o zaman Risale-i Nur ve Nurcuların ismi az da olsa duyulmuştu, fakat mahiyet ve dâvânın kutsiyetinden ne devlet ne de halk pek haberdar değildi. Bir Nurcu bir yerden geçtiği zaman “bak işte bu geçen Nurcudur” diye işaretle gösteriliyordu. Üzerimizde çok ağır baskılar vardı. Kim nereye gidiyor, nerede toplanıyorlar, ne yapıyorlar bir bir takibat altındaydık.

Meselâ, 1971’de Bir gece bir kardeşimizin evinde sohbet yapıyorduk. Bulunduğumuz eve polis baskın etti. Evin hanımı, eşimle beraber on iki kişiyi alıp o gece bizi karakoluna götürdüler. Eşim karakolda polislere: “Biz misafir olarak bir kardeşimizin evine gitmişiz, orada Alah’tan, Peygamber’den, Kur’ân’dan sohbet etmişsek suç mu işledik, neden bizleri rahatsız ediyorsunuz?” şeklinde onları azarladı. İfadelerimizi aldıktan sonra hanımları serbest bıraktılar.

Biz on kişiydik, hepimizi Batman’dan, eller kelepçeli, Siirt askerî ceza evine götürdüler, on beş gün Siirt askerî ceza evinde kaldıktan sonra, gene eller kelepçeli, otobüsle Diyarbakır askerî ceza evine götürünceye kadar dayak eşliğinde “Türküm, Doğruyum”  andını bize okutturdular. Cezaevine girmeden önce üstümüzü aradılar, cebimizde misvak, cevşen ve tesbih vardı sanki suç aletiymiş gibi, onları da bizden aldılar. Otuz gün de Diyarbakır Cezaevinde tutuklu kaldıktan sonra bizi bıraktılar. Yani, 45 gün mahkûmiyetten sonra ancak evimize dönebildik.

Efendim, hânedan bir aileye mensup olmanız cihetiyle, bölgede birçok sosyal faaliyetlerde bulunmanız; İman ve Kur’ân dâvâsı için hizmetten hizmete koşmanız gibi meşguliyetlerden dolayı ailenizle sürekli ilgilenme fırsatınız olamamış, diye düşünüyorum. Bu arada gerek çocukların eğitimi, gerek ev işleri, gerekse hizmete taallûk sorumluluğunu esirgemeyen refika-i hayatınız, Fatma Ablamızın katkılarından kısaca söz eder misiniz?

Önemli bir konuya temas ettiniz, Fatma Hanım’ın katkıları elbette inkâr edilmez, aile boyu hepimizin üzerinde hukuku ve katkısı vardır. Bazen yirmi gün, bazen bir ay evimden uzak kalıyordum. İstanbul’a gidiyordum, oğlum orada üniversitede okuyordu, hizmetten dolayı onu bile görmeden dönüyordum. Malûmunuz Şarkın kültüründen olsa gerek, pek misafirsiz kalmazdık, gelen giden misafirleri ağırlamak, onlarla ilgilenmekten, Fatma Hanım asla sıkılmamış ve şekva etmemiştir.

Çocuklarımız temel eğitim derslerini annelerinden almışlar, gerek mektep, gerekse Kur’ân derslerinde Fatma Hanım’ın büyük emeği vardır. İslâm ahlâkı ile yetişen ve büyütülen çocuklarımızın evleri bugün birer Risale-i Nur dershanesi ve tedrisatı hükmündedir. Eşim zaten Risale-i Nurların bir hâdimi ve müdâvîmidir. Bugün bile ilerlemiş yaşına rağmen her hafta sohbetlere gider. Bundan birkaç ay önce rahatsız olduğu için bugünlük derse gitme, dedimse de gene gitti. Kaderin cilvesi o gün bir araba ona çarpıyor, epey incinmişti, elhamdülillah şimdilik durumu iyidir. Cenâb-ı Allah, ebeden Fatma Hanım’dan razı olsun…

Hacı Ağabey; İman ve Kur’ân yolunda bir ömür tükettiniz, hizmetle alâkalı elbette anlatacak birçok hatıraların var kısaca bir iki hatıranı anlatır mısınız?

“Rüstem kardeş anlatılacak hatıralar çok, sergüzeşt’i hayatımdan bir kesit anlatayım isterseniz.

Ben askere gittiğimde bir kelime bile Türkçe bilmiyordum. Hatta bir gün çavuş beni çağırdı, “git hamama bak su ısınmış mı ısınmamış mı?” Hamamı biliyordum. Kürtçede de hamam, hamam olarak geçiyor. Yalnız su ısınmış mı, su ısınmamış mı?” ne olduğunu bilmiyordum. Bu sebeple yolda “su ısınmış mı ısınmamış mı?” unutmamak için tekrar ede ede hamama kadar gittim. Hamamcıya dedim ki: Su ısınmış mı su ısınmamış mı? O da “su ısınmış” dedi. Komutana gittim, Komutanım su ısınmış, dedim.

Bakınız sizi nereden nereye götüreceğim. 18 Ocak 2013 günü Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı tarafından İstanbul’da düzenlenen “Birlikte Yaşama Ödülü” kanaat önderi olarak bana verdiler.

Ödül salonunda devletin üst bürokratları, İstanbul’un Valisi, Akademisyenler vs. insanlarla salon doluydu. Ödül için platforma giden Profesörler ödül töreninin önemini, duygu ve düşüncelerini kısaca anlatıyorlardı. Ben de kendi kendime düşündüm, ödül alırken acaba duygularımı nasıl izhar edebilirim, bu düşünce ile platforma dâvet edildim, ödülü teslim alırken bir tahdis-i nimet olarak Risale-i Nur’un himmeti ile âdeta konuşturuldum.

Özetle şunu ifade etmiştim:

“Bizi yaratan Rabbimiz ne güzel yaratmış. Yaratan Hâlık insanları birbirini sevsin diye yaratana itaatkâr olsunlar diye yaratmış. Şefkat, merhamet, yardımlaşma, af etme insana yakışır. Kin, adavet, fitne, fesat katliâmlar insana yakışmaz. Yaratan o duyguları insana yasak kılmıştır.

Biz uzun zamandır beraber yaşamış halklarız. Ben kendi şahsım 6 tane oğlum vardır. 2 tane gelinim Trabzonludur. Bir gelinim Gebzelidir, bir gelinim Safranboluludur. 2 gelinim Arap’tır, bende Kürdüm. Halklar öyle birbirine karışmış, birleşmiş hamurlaşmış ki bunu birbirinden ayırmak mümkün değil.” Salonda yükselen alkış seslerinden anlıyordum ki hitap güzel olmuş.

Hacı Mirza Ağabeyimiz, yaşı doksanın üzerinde olmasına rağmen şuuru kemalinde, yaşına göre sağlıklı, muhatabına karşı asil bir duruş sergileyen, adeta bir erkân-ı harp sedâsıyla, inci taneleri gibi Risale-i Nur’dan vecizeler okuyarak dâvâsını ispata çalışan, bir “ULU” çınar; bir dâvâ adamı…

Üstadın saff-ı evvel şakirtlerinden çoğunu görmüş, onlardan naklen birçok hatıraları var, bu hatıraları başka zamana tehir ettim, inşallah gün gelir onları da kaleme alırız.

Konuşmamızın arasında zaman zaman bugünkü Âlem-i İslâm’ın içinde bulunduğu sıkıntılar için muzdarip olduğunu belirtiyordu ağabeyimiz, dünya barışı ve insanlık için birçok tavsiyeleri ve maslahat yolları aradığını ve bu konuda meşgul olduğunu anlıyordum. Sohbetimiz uzamıştı üç saati aşkın bir zaman geçmesine rağmen halen Hacı Ağabeyimiz kardeşliğe mesaj veriyordu. Umman Denizi’nden bir katre misali, bu kadarıyla iktifa ederek son bir sualimi sordum.

Hacı Ağabey, artık müsaadenizle ayrılmak zamanı geldi, varsa bir mesajınızı alabilir miyim?

“Aziz kardeşlerim;

Rûy-ı zeminde en yüksek hakikat olan Kur’ân-ı Âzîmin tefsiri ve onun bir mu’cizesi olan Risale-i Nur eserleri ile müşerref olmuşuz. Bu dâvâ bizi ümmet-i Muhammedîye’ye ve sahil-i selâmete çıkaran bir sırat-ı müstakim dâvâsıdır. Bu İman dâvâsını insanlara ulaştırmak ve anlatmakla görevli olduğumuzu unutmamalıyız. Bu görevle yükümlü olan Risale-i Nur Talebeleri evvelâ kendi nefsin ıslâhına çalışmaları, dâvâ kardeşlerini eleştirmemeli. Yoksa küçük bir kusurlarını dağ âzâmetinde büyütüp kardeşlerin bölünmesine meydan vermemek lâzımdır. Meşrepler arası hoşgörü ile birbirlerine bakmak, asla tenkitlere meydan vermemeyi ruhu canımla tavsiye ediyorum.

Genç kardeşlerime de diyorum ki: Evvelâ Yaradan’ın emirlerine itaat etsinler, anne ve babalarını üzmesinler, derslerine çok çalışsınlar; Risale-i Nur eserleri birer muallimdir, çok çok okusunlar. Kıymetli zamanlarını boşa harcamasınlar. Zaten genç kardeşlerimizin başkasından farkı da budur.Üstad onları nesl-i ati ve nesl-i ceddid olarak vasıflandırmıştır. İstikbal onları bekliyor.

Bütün ağabey ve kardeşlerimi Yüce Allah’ın selâmı ile selâmlar, muhabbetle kucaklıyorum. Allah’a emanet diyorum.”

Efendim, kıymetli vaktinizi bize ayırdığınız için gönülden teşekkür eder, bu güzel temennilerine âmin diyorum…

Rüstem GARZANLI

rustem.garzanli@hotmail.com

06 Aralık 2015, Pazar

www.NurNet.org

Allah ile Kul Arasında En Yakın ilişki ibadettir

İnsan; Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz ihsan, ikram ve nimetleriyle beslendiğini düşünerek O’na karşı hamd ve şükür görevini yerine getirmekle sorumludur.

Bu ise, ancak ibadetle olur. Dolayısıyla, Allah ile kul arasında ki en yüksek münasebet ve en şerefli ilişki ibadettir.

Kur’ân-ı Âzimü’ş-Şan’da şöyle buyurur Mevlâ’mız:  “Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etmeleri için yarattım.” 1

Kâinatın yaratılmasındaki en büyük gaye ve maksat, Allah’a iman etmek, imanın neticesinde O’nu tanımak ve ibadet etmektir.  İnsanın yaratılış amacı Allah’ı isim ve sıfatları ile tanımak ve O’nu sevmektir. Bir kısım âlimler ibadeti muhabbet olarak tefsir etikleri gibi, İbn-i Abbas (ra) bu âyetteki ibadet tabirini “marifet” (Allah’ı tanıma) olarak tefsir etmiştir.

Mademki, marifet ve muhabbet insanın en esaslı vazifesidir. O zaman saadet-i ebediyeye mazhar olmak isteyen evvelâ marifete sarılması lâzımdır. Allah’ı (cc) sıfatları ile tanımanın yolu tahkiki iman ile olur. Tahkikî iman ise ilim ve meleke haline getiren ibadetle elde edilebilir. İlmin membaı da Kur’ân-ı Kerîm ve onun tefsirleridir. İşte Risale-i Nur eserleri de tamamen Kur’ân’ın malı ve bütün ilimleri kapsayan tahkikî iman dersi veriyor. Dolayısıyla insan ilimde terakki ettikçe ve meleke haline getiren ibadetle içinde gizli ve açılmayı bekleyen hazineler de beraberinde açılmaya başlar.

Asrın müceddidi Bedîüzzamân ibadet hakkında şöyle diyor: “Akaidi ve imanı hükümleri kavi ve sabit kılmakla meleke hâline getiren, ancak ibadettir. Evet, Allah’ın emirlerini yapmaktan ve nehiylerinden sakınmaktan ibaret olan ibadetle, vicdanî ve aklî olan imanı hükümleri terbiye ve takviye edilmezse, eserleri ve tesirleri zayıf kalır. Bu hâle, âlem-i İslâm’ın hal-i hazırdaki vaziyeti şahittir. Ve keza, dünya ve ahiret saadetlerine vesile olduğu gibi, meaş ve meade, yani dünya ve ahiret işlerini tanzime sebeptir ve şahsî ve nev’î kemalâta vasıtadır ve Hâlık ile abd arasında pek yüksek bir nispet ve şerefli bir rabıtadır.” 2

Cenâb-ı Allah’ın emirlerini yapmak ve yasak ettiği şeylerden uzak kalmak, ancak ibadetle olur. İbadetsiz insan gaflettedir. Gaflete dalanların sermaye-i ömürleri boşa geçer. Risale-i Nur eserlerinde “gaflet uykusu” gaflet sarhoşluğu” gaflet zulümatı” ve “gaflet sersemliği” gibi dikkat çekici ifadeler birçok yerde geçiyor. Yaratılışın gayesi olan ibadet mükellefiyeti yerine getirmeyen bir insan gerçekten gafildir ve gaflettedir. Bakınız her bir nebat, her bir ağaç, her bir hayvan, canlı; cansız ne varsa lisan-ı hali ile Allah’a ibadet ediyor. “Mevcudat, zerrelerden güneşlere kadar, vazifelerle muvazzaftır ve evamir-i İlâhîyeye musahharlardır.”3

Sadece insanların değil ve canlıların değil, cansız mahlûkatın da Cenâb-ı Hak’kı bildiği ve O’na ibadet ettiğine dair bir kaç misal vermek istiyorum: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Mekke’den hicret ettiği ve küffarlar takibe çıktıkları vakit, Sebîr namındaki dağa çıktılar. Sebîr, dedi: “Yâ Resulallah, benden ininiz. Korkarım, benim üstümde sizi vururlarsa Allah beni tâzip eder. Onun için korkarım.” Cebel-i Hira çağırdı: “Bana gel.” Bu sır içindir ki, ehl-i kalp Sebîr’de havf ve Hira’da da emniyeti hissederler. Bu misalden anlaşılır ki, o koca dağlar birer müstakil abddir, müsebbihtir ve vazifedardırlar. Peygamber aleyhissalâtü vesselâmı tanır ve severler; başıboş değillerdir.”4

Hülâsa, kâinatta ne varsa Kudret sahibi olan Allah’ı tanıyor ve her biri kendi lisanı ile O’na, ibadet ediyor. O’nu tanımayan ve ibadet etmeyen kul gafildir, zarardadır. Bugünkü âlem-i İslâm’ın hal ve vaziyeti ve perişaniyeti, ibadetteki kusurların neticesinden başka bir şey değildir. İbadet, Cenâb-ı Allah ile kul arasında yüksek bir münasebet, şerefli bir ilişki ve güçlü bir bağ olduğunu unutmayalım…

Dipnotlar:

1- Zariyat. Ayat/56
2- İşaratü’l İ’caz. Say. 227.
3- Sözler, say. 623.
4- Mektubat, On Dokuzuncu Mektup.

Rüstem Garzanlı

www.NurNet.org