Etiket arşivi: rüstem garzanlı

Bediüzzaman ve Demokratikleşme Metodu

1908’de meşrutiyet ilanında İstanbul birçok siyasi ve sosyal olaylarla kaynıyordu.

Bir tarafta, hamalların, İttihatçılara ve Meşrutiyete karşı bir ekonomik engelleme hareketi olarak başlattıkları boykot, bir başka tarafta; medrese uleması ve talebeleri meşrutiyet ve anayasal sistemin İslamiyet’e aykırı olduğu düşüncesiyle gösterdikleri rahatsızlık, askeri itaatsızlıklar vs…

Memleketin birçok yerlerinde isyanların başladığı o dönemde, Bediüzzaman Said Nursi, hamallara nasihatlerde bulunur, doğu illerinde nüfuzlu şahıslara telgraflar çeker, oradaki gerilimi hayli yatıştırır, İstanbul’un muhtelif yerlerindeki askeri taburları dolaşarak nasihatlerde bulunur. Etkili hitap ve nutukları ile insanları ikna etmeye çalışarak birçok olayı zamanında yatıştırır.

Bugün Türkiye’de ve Ortadoğu’da gelişen olumsuz olayları tâ yüz sene önceden hisseden İslam âlimi Said Nursî hazretleri, barış ve huzurun temel esası demokratikleşme, eğitim, ırkçılığın önlenmesi ve ekonomik kalkınma olduğunu, kalkınmanın düşmanı da “cehalet, zaruret ve ihtilaftır” diyerek “cehalete karşı eğitim; zarurete karşı sanat, ticaret ve ziraat; ihtilafa karşı da ittifakı” tavsiye etmiştir.

Demokratikleşme ve hürriyet ile beraber eğitim ve teşebbüsü kalkınmak için şart gören Bediüzzaman, eğitim modeli de, Doğu’da Medresetüzzehra adı altında üniversitenin açılmasını, burada Türk, Kürt, Arap, Ermeni ve diğer unsurların birliğini ve beraberliğini sağlamak için Arapça, Türkçe ve Kürtçe tedrisatın yapılmasını teklif etmiştir. Arapça Din dili olduğu için vacip, Türkçe resmi dil olduğu için lâzım, Kürtçe bölge halkının ana dili olduğu için caiz” olarak görmüştür. İşte bugünkü hadiselerin önüne geçmek için tâ o zamandan beri sunulan reçeteye itibar edilmediğinden bir türlü sıkıntılardan da hâlâs olamıyoruz.

Âlem-i İslam’ın merkezi hükmüne geçecek olan Medresetü’z-Zehra Üniversitesinde din ve fen ilimlerinin beraber okumanın sebebine Bediüzzaman şöyle bir açıklık getirmiş: “Medrese ilimleri kalbe, mektep ilimleri ise akla hitap ediyor.” Sadece medrese ilminde taassup, yine sadece mektep ilminde ise inkâr ortaya çıkacağından, bu ilimleri bir çatı altında toplamayı gaye edinmiştir.

Medresetü’z- Zehra’nın doğu bölgesinde açmanın nedeni de, Doğuda din hissi hâkimdir. Halkın birliğini ve beraberliğini sağlayacak, eğitime ve maddî manevî terakkiye sevk edecek ancak dindir. Dinî referanslarla yapılan bir teşvik bölge halkı üzerinde daha tesirli oluyor.

Özetle, Bediüzzaman, toplumsal sorunlara yaklaşımı günümüzün anlaşılır diliyle meâlen şöyle buyurmuş: Din ve fen ilimlerinin beraber okutulduğu eğitim müessesesi olan Mederesetü’z-Zehra projesini geliştirmek, ırkçı politikalardan vazgeçerek iman kardeşliğini tesis etmek ve ekonomik kalkınma ile hür teşebbüse önem vermek ve olaylara itidal ile yaklaşmayı tavsiye etmiştir.

Rüstem Garzanlı

22.09.2015

www.NurNet.org

İnsanın Duygusunu Güzelleştiren: İffet!

İffet, kötü sözlerden uzak kalma, hayâ ve edep dairesinde bulunma, ahlaki değerlere bağlı olma, namus ve şeref adâbı üzere yaşama demektir.

Kişi insani değerlerden uzaklaşması halinde hayvandan daha aşağı bir dereceye düşer. Kısaca namus ne kadar önemli ise; namussuzluk da o kadar kötüdür.

İnsan, göz, kulak, el, ayak gibi bütün azaların helâl dairesindeki lezzetleriyle yetinerek iffetini muhafaza etmelidir. İslâm dini, insan fıtratına aykırı olan gıybet, hırsızlık, emanete hıyanet, içki ve zina gibi çirkin fiil ve eylemleri yasaklamıştır. Bu eylemler insanın kıymet ve kalitesini düşürüyor. İffet, sadece Müslümanlara münhasır değildir. Belki insanlık âlemine ait izzetli bir sembol ve şeref madalyasıdır. İnsanın duygusunu güzelleştiren, iffettir.

Cenab-ı Allah’ın insanlara verdiği duyguların her birinin ayrı görev ve sorumlulukları vardır. Meselâ göz duygusu için Bedîüzzamân şöyle diyor: “Ey göz, güzel bak! Âdi bir kavat nerede? Kütüphane-i İlahi’nin mütefennin bir nazırı nerede?”1, Kıymettar bir organ olan göz, nefs-i emare hesabına namahreme baktığı zaman, niyet ve nazarı kötü bir emel hükmüne geçer, mütefennin bir nazır iken; bir kavat ve bir tahrik duruma geçiyor.

Allah,(cc) Âyât-ı Kerimede şöyle ferman eder: “Allah, gözlerin hain bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir.” 2

Gözün ve kalbin hain bakışlarını insanlar fark etmeseler bile, Kudret sahibi olan Allah (cc) fark ediyor ve biliyor. Bundan da anlaşılıyor ki, hiç kimse İlâhi kontrol ve denetimin dışında kalma şansına sahip değildir. Her varlık bütün hal ve hareketleri ile kayıt ve gözettim altındadır. Allah (cc) evvel, ahir, batın ve zahiri bilendir.

Peygamber Efendimiz (asm)’ın hatadan muaf olarak bildirdiği bakış,” ansızın göze çarpan ilk bakıştır.” Göz namahrem üzerinde durursa “bakışı bakışa eklemek olur.” Haram olan gözün ihaneti ve alçak nefsin keyfiyeti olur. İnsanlar rahat ve emin bir ortamda beraber yaşamak için aralarında güven ve merhamet olmalıdır.

“Kendin için istemediğin bir şeyi bir başka din kardeşin için istemedikçe gerçek mü’min olamazsın.” Bin dört yüz sene önce Efendimiz, (asm) mü’minleri kendi aralarında empati yapmaya dâvet etmiştir. Şayet başkasının yerine kendimizi koyabilseydik, her halde yaptığımız hataların hiç birini yapmayacaktık.

İffet, hayâ ve edep dairesinde ahlakî değerlere bağlı kalmayı esas tutar; iffetsizlik ise insanı ahlâkî değerlerden uzaklaştırarak bir nevi hayvanlaştırıyor. Görüldüğü üzere insanda ki duygular mütefennin birer nazır iken; birer tahrik ve bozucu gayri ahlâkî duruma geçebilir.

Rüstem Garzanlı

25.08.2015

Dipnotlar: 

1-Sözler, 32.Söz,3, katre
2- Mü’min, sûre 40, ayet, 19

Risale-i Nur’un Nasihatleri Neden Tesirlidir?

İnsan aklı ile tatmin olmasına rağmen hakîkati uygulamaya geldiğinde; tersi ile hareket edebiliyor. Yani hissiyatına mağlup olup yanlış yapıyor. Bir dirhem peşin lezzeti, ilerdeki tonlarca lezzetlere tercih edebiliyor.

İşte,Risale-i Nur  tahkiki iman ile kalp ve aklı mutmain eder, nefsi ve hissiyatı musahhar ediyor. Günah ve haram lezzetlerin içinde manevî elemleri gösteriyor. “Bu dünyada bir nevi cehennemi, dalalette gösterdiği gibi, imanda dahi bu dünyada manevi bir cennet bulunduğunu ispat ediyor.”1, Yani iyi hasletlerde cennetin lezzetleri gibi manevi lezzetlerin bulunduğunu nasihatleri ile gösterip dalalete düşenleri kurtarıyor. Dolayısıyla güzel ahlâk adına meşru yolları gösterdiği için nasihati de tesirli oluyor.

Eğer konuşanın sözleri hal ve ahvali ile ters düşüyorsa; ne kadar edebi bir üslûp ile konuşsa konuşsun,  muhatabı üzerine tesir gösteremez, sözler kulaktan kalbe inmedikçe boş karavana olur. “Kendini ıslâh edemeyen başkalarını da ıslâh edemez.”  Hâkîkatı mevzuumuzun en güzel ifadesi olsa gerek.

İşte, Risâle-i Nûr, evvelâ müellifinin nefsini daha sonra muhatabın nefsini kurtardığı için tesirlidir. Çünkü ne maddi ne de manevî menfaatlerle meşgul olmuyor. Müellif Bedîüzzamân, bu hakikati şöyle açıklıyor: “…ben cemiyetin iman selâmeti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.”2, buyurmuştur.

“Risale-i Nur, bu asrı ve gelecek asırları tenvir edecek olan bir mu’cize-i Kur’aniyedir.” 3, Asıl maksadı Allah rızası dışında hiçbir menfaat değildir. “Konuşan yalnız hakikattir.” En büyük tesirinin sırrı işte budur ki, bütün duygular ondan hissesini alıyor, dolayısıyla sözler kulaktan kalbe yerleşiyor, kalp te haktan yana oluyor.

Risale-i Nur talebelerinin teşkil ettikleri cemaate Bedîüzzamân hazretleri, “Risâle-i Nûr’un şahs-ı manevisi” diyor.  Kardeşlik, ihlâs ve tesânüd düsturları ile birbirlerine bağlanmış birbirlerinin güzel ahlâkından istifâde ediyorlar. Böylece, her biri bâkî elmaslar kıymetinde olan imânî ve Kur’ânî hakîkatler sadece akılda değil, kalp ve sair duygularda da kendini hissediyor.

Hulâsa, Risale-i Nur’un hizmeti sadece hizmet-i Kur’ân’dır. Allah rızası dışında hiçbir menfaat taşımıyor, kalp ve akılları mutmain ediyor, günah ve haram lezzetlerin içinde, manevî elemleri gösterip delâlete düşenleri kurtarıyor. Siyasetle alakası yoktur. Emniyeti ve âsayişi ve hürriyeti temine çalışır, güzel ahlâk adına meşru yolları gösterdiği için nasihatleri de tesirli oluyor.

Rüstem Garzanlı

www.NurNet.org

18.08.2015

Dipnot:

1- El-Hüccet-üz-Zehra

2-Tah. Hayat, Tahliller

3-Tarihçe-i hayat,

Yeşil Malatya’dan bir portre: Şeref Karcı

Şeref Ağabey, 1963 yılında rahmetli dayısı Ramazan Keklik vasıtasıyla Risale-i Nurlarla tanışmış, o günden bugüne kadar hiçbir cereyana kapılmadan istikamet üzere, hizmet-ı Nuriye dairesinde ihlâsla devam etmektedir. Yaz – kış; yakın – uzak hiç engel tanımadan sohbetlere katılır, can kulağı ile hasbi ve kalbi pür dikkatle dersleri başta bir fasıla dinledikten sonra yavaş yavaş gözlerini yumar, tefekkür âleminden; rüya âlemine geçer. Hatip dersin hitamında “El-Fatiha” dediği zaman, kalp ve kulağı hüşyar olan Şeref Ağabey, ellerini havaya kaldırarak duâya “âmin” der.

Bir gün ziyarete gittiğimde kendisi ile bir röportaj yapmak istediğimi belirttim.

– Şeref Ağabey seninle bir röportaj yapmak istiyorum.

Şeref Ağabey:

– Rüstem kardeş ben kendimden söz etmek istemiyorum. Mademki ısrar ediyorsun karşılıklı bir sohbet edelim.

– Abi, yarım asırdan beri Risale-i Nur ile müşerref olmuşsunuz, elbette anlatacak birçok hatıraların vardır. Hizmette taalluk bir iki hatıra anlatır mısın?

Şeref Ağabey, anlatmaya başladı:

–  Efendim, bundan elli sene önce bugünkü gibi Risale-i Nurları ev ortamında, dershanelerde okumak, konferans ve panel tertiplemek mümkün değildi. Bir iki kişi bir araya gelseydi “tamam bunlar Nurculuk yapıyorlar” gibi birçok iftiralarla birlikte karakola veya savcılığa ihbarda bulunuyorlardı. Tabiî o zamanın hükümeti de dine karşı pek hassasiyeti yoktu, baskı, istibdat ve hakaret had safhada.

İşte böyle bir zamanda rahmetli Bekir Berk Ağabey Risale-i Nurun avukatlığını yapıyordu. Mahkeme salonlarında Risale-i Nurun savunmasını yaptığı zaman âdeta salon sesinden titrerdi, pek haşmetli bir ses tonu vardı, sözleri akıcı idi, ikna metodu yüksekti. Bekir Ağabey, deyip geçmemek lâzımdır. Onu anlatmak çok zor, tek kelimeyle dâvâ adamı idi…

1965’te Abdullah Yeğin Ağabey ve dört üniversiteli kardeşlerimizin Gaziantep’te mahkemeleri vardı, çevre illerden birçok Risale-i Nur Talebeleri mahkemeye dinleyici olarak gelmişlerdi.

Bekir Ağabey, bize dedi ki, “Buranın savcısı alkolik biridir, boş konuşmalarına aldırış etmeyin, ben onun cevabını veririm.” Hakikaten Bekir Ağabey’in dediği çıktı. Savcı, mahkeme salonundaki Nur Talebelerine; “Ankara lastiği ile gelmişler; İslâmiyet’i savunuyorlar, hele bakın bunlara.” dedi.

Bekir Ağabey, lâfın altında mı kalır. Yüksek bir sedâ ile savcıya cevap verdi. Duruşmaya hâkim bir bayan bakıyordu, dâvânın beraatına karar verdi. O günler çetin günler olsa da; mahkemelere gitmek, mahkemelerde Risale-i Nur’u savunmak bambaşka bir duygu idi. Mahkeme duruşmalarına gitmek, adeta düğüne gitmek gibiydi…

Bekir Ağabey, yolculukta namazını asla tehir etmezdi, namaz vakti geldiği zaman hemen “kaptan uygun bir yerde dur namazımı kılayım” diyordu. Şayet şoför “olmaz” deseydi, “o zaman dur ben ineyim.” derdi.

Şeref Ağabey’in sohbeti tatlı, sözünü kesmek istemiyordum. Temmuzun 23’ü hava sıcak, akşama yemek hazırlığı yapıyordu Cemile Ablamız…

Münasebet gelmişken, Malatya’ya gidenlere Bera-ı malûmat! Şeref Ağabey’in, meşhur Yaprak Köftesi, Celâl Yalçın Ağabey’in meşhur Mercimekli pilavı, İbrahim Levent Ağabey’in Ağustos ayında çıkan bal armudunu yemeden dönmesinler.

– Şeref Ağabey, son sözünü almak istiyorum.

– Bugünkü genç kardeşlerimize bir mesaj vermek ister misin?

– Evet!.. Zübeyir Ağabey demiş ki: Risale-i Nur’u çok çok okuyun, okumakla Risaleleri çözeceğiz.

Gençler okumaktan geri kalmasınlar okusunlar, okusunlar, hizmetin içine girsinler.

Rüstem Garzanlı
www.NurNet.org

Hacı Hulusi Yahyagil Kimdir?

Hulusi Bey, 1896 yılında Elazığ/Harput’ta dünyaya geldi. 25 Temmuz 1986 yılında Elazığ’da

vefat etti. Kabri Harput’taki aile mezarlığındadır.

Hulusi Bey, Kuleli Askerî Lisesi’nden sonra Harp Okuluna devam etti. Bu arada çıkan I.

Dünya Savaşına Çanakkale ve Kafkas savaşına katıldı. Çanakkale Cephesinde yüzünden,

kolundan, göğsünden yaralandı. 1 Ocak 1916’da Çanakkale’den ayrıldı ve Kafkas Cephesine

gitti.

Hulusi Bey, I. Dünya Savaşı dolayısıyla yarım kalan eğitimini savaş sonrası tamamlayabildi.

17 Ocak 1928’de Manisa’dan Eğirdir’e tayini çıktı. Yüzbaşı rütbesiyle görev yaparken 14

Nisan 1929’da Bediüzzaman ile tanıştı. Hayatının sonuna kadar ondan ve eserlerinden

ayrılmadı.

Bediüzzaman Said Nursî’yi ilk duyduğunda şeyh zanneden Hulusi bey ona intisap etmek

amacıyla ziyaretine gitmişti. Bu esnada “Kardaşım, ben şeyh değilim, ben imamım, ben

imamım; hani İmam-ı Rabbânî, İmam-ı Gazâlî gibi” dedi. 1

Hulusi Bey 1944’te albaylığa terfi etti ve 1950’de Denizli Askerlik Şubesi Başkanlığından

albay rütbesiyle emekli oldu. Hulusi Bey ilk görüşmenin üzerinden yaklaşık yirmi yıl

geçtikten sonra 1950’de Bediüzzaman’ı Emirdağ’da ziyaret etti.

Hulusi Bey’in Üstadla en son görüşmesi ise 1957 yılında yine Emirdağ’da gerçekleşti.

Bediüzzaman, Hulusi Bey hakkında “Nurun eskiden hiç sarsılmayan muhlis bir kahramanı,

elbette dünyanın geçici, kıymetsiz, fani vaziyetleri karşısında telâş etmez, mağlûp olmaz

İnşâallah” demektedir. 2

Hulusi Bey, Bediüzzaman’a sorduğu sorularla ilim-ve irfan sarayının kapılarının açılmasına

vesile olmuştu. Bediüzzaman bir mektubunda şunları yazıyordu:

“Siz maddî rütbenizden çok yüksek mânevî rütbeniz iktizasıyla ayrı ayrı yerlere

gönderiliyorsun. O yerlerin sana ihtiyacı var. Hiç merak etme. Senin Risâletü’n-Nur hakkında

mektupların, çok talebe yerinde, senin bedeline hizmet-i Nuriyede çalışıyorlar. Birinciliği

daima sana kazandırıyorlar.” 3

Bediüzzaman hazretleri: “Hulûsi bey, benim yegâne manevî evlâdım ve medar-ı tesellîm ve

hakikî vârisim ve bir dehâ-yı nuranî sahibi olacağı muhtemel olan biraderzadem

Abdurrahman’ın vefatından sonra, Hulûsi aynen yerine geçip o merhumdan beklediğim

hizmeti, onun gibi ifâya başlamasıyla ve ben onu görmeden epey zaman evvel Sözler’i

yazarken, onun aynı vazifesiyle muvazzaf bir şahs-ı mânevî bana muhatap olmuşcasına,

ekseriyet-i mutlaka ile temsilâtım onun vazifesine ve mesleğine göre olmuştur. Demek oluyor

ki, bu şahsı, Cenâb-ı Hak bana hizmet-i Kur’ân ve imanda bir talebe, bir muin tayin etmiş.

Ben de bilmeyerek onunla onu görmeden evvel konuşuyormuşum, ders veriyormuşum.” 4

Üstad hayatının son senelerinde Hulusi beye, “Kardaşım, sen ilk zamanlarda çekirdektin.

Şimdi ağaç oldun” demiştir. Haşir Risâlesi’nin ilk sayfasında ise Üstad Bediüzzaman, ilk

talebe ve ilk muhatabına hitaben şöyle diyordu: “Uhrevî kardeşim Hulusi Bey’e hediyemdir.” 5

Son olarak 1957’de Emirdağ’da Üstad’ı ziyaretine gittiğinde odasında bütün Risâle-i Nur Külliyatının masasının üzerinde olduğunu görür. Üstad, Hulusi Beye hitaben: “Kardeşim, ben bu risâleleri saklasam belâ ve musîbet gelir. Onun için ne olursa olsun, daima Risâle-i Nur’u yanımda bulunduruyorum” demiştir. Görüldüğü üzere Risale-i Nur’u saklamak kadar yayın ve neşrine engel olmakta belâ ve musibetlerin gelmesine vesiledir. Hulusi ağabeyden, Üstatla ilgili hatıralar: “Kendilerini ziyaretim hayatımda inkılâp yapmıştı. Öyle bir hâlet-i ruhiye içindeydim ki, yazdığım mektuplardaki şevki, cevabî mektuplarında şu suretle ifade ediyordu:

“Neşr-i envar-ı Kur’âniyedeki muvaffakiyetin ve gayretin ve şevkin bir ikram-ı İlâhîdir, bir keramet-i Kur’âniyedir, bir inayet-i Rabbaniyedir. Sizi tebrik ediyorum.” “Ufak hizmetleri bile büyük görüyordu. Bunlar bizi teşvik etmek içindi. Hâlbukî istidadımız nakıs olduğu halde çok teveccüh ediyordu “Eğridir’den tayinim çıkmış. Doğuya gidiyordum, Hazret-i Üstad’dan ayrılacağım için çok üzgündüm. Üstad Hazretleri çok üzüldüğümü anlamıştı. Bir gün yanına ziyaretine gittiğimde (askerce): ‘Emrediyorum, merak etmeyeceksin! Üzülmeyeceksin!’ dedi. O anda bütün üzüntüm, gam ve kederim yok oldu. “l938’de bizi Dersim isyanını önlemeye ve bastırmaya memur etmişlerdi. İsyan dedikleri şey de, bazı dağ köyleri o yıl vergi verememişti. Bize verilen emir ise tek kelime idi: ‘İmha!.. “Canlı bir şey bırakmayınız; genç-ihtiyar, çocuk-kadın ve saire.” “Bunların çoğu Rafızî idi. Fakat bu tarz bir muamele ile bunlar salâh mı bulacaklardı? Ben kıt’a komutanı idim. En çetin ve zor vazifeyi de bize verdiler. “Sen piyadesin, seni topla takviye etmek gerektir’ dediler. “Müthiş bir hüzün ve ızrıdap içinde idim. Hz. Üstad benim bu hüznümü hissetmiş. Bu durumu kendisine yazıp soramadım. Nasıl yazabilirdim? Bu ızdırabımı kâğıda nasıl dökebilirdim? Tam merhum pederimle vedalaştım. Hayvana bindim gidiyordum. Bir de baktım, hizmet eri koşarak geldi. Elime bir mektup verdi. Mektubu açtım. Mektubu Üstad Kastamonu’dan Ürgüp Müftüsü olan kardeşi Abdülmecid vasıtasiyle gönderiyordu: “Hulusi’nin bir gailesi var, diye hissediyorum. Merak etmesin. Risale-i Nur’un şakirdlerine inayet ve rahmet, nezaret ve himayet ederler. Dünyanın meşakkatleri madem sevap verir, geçerler; o musibetlere karşı sabır içinde, şükür ile, metanetle mukabele edilmek gerekir. Hem o, hem sizler, bütün dualarımda ve kazançlarımda benimle berabersiniz.”6,

“Az sonra isyân olan bölgeye gittik. Döndük dolaştık. O bölgeyi terk etmişler, dağlara mağaralara çekilmişler. Rahmet-i İlâhîye yardımımıza yetişti. Elimizi kirletmeden ve kana bulaştırmadan bizi kurtardı.” Hulusi ağabey, bu ve bunlara benzer birçok hatıra ve mektupları ile mü’minlere ışık tutmuştur.

1980’li yıllarda birkaç kez Hulusi ağabeyin ziyaretine gider, ikindi namazından sonra sohbetlerine katılırdım. Vefatına yakın bir gün akşam üzeri ziyaretine gittim, O sırada abdest almak üzereymiş, onunla görüşme talebinde bulundum, hizmetçisi “bu saatte görüşme olmaz,” dedi. Ben de, “bu kadar yol kastetmiş buraya kadar gelmişim Hulusi ağabeyi görmeden geri dönmem.” Dedim.

Hizmetçi, Hulusi ağabeye durumu intikal edince beni huzura kabul buyurdular. Hulusi ağabey bedenen zayıflamış, beli bükülmüş, 90 yaşlarında yaşlı; ama nuranî bir siması vardı. Çok hafif bir sesle konuşuyordu. Hizmetçisine “şeker ikram et” dedi. Fazla meşgul etmek, daha doğrusu onu rahatsız etmemek için tekrar elini öptüm, dua talebinde bulunarak Diyarbakır’a geri döndüm. Bana ikram ettiği misafir şekeri teberrüken yıllarca evde sakladım, daha sonra bir şekilde kayboldu.

Bir ara görev icabı Malatya’da bulunuyordum, bir çay sohbetinde değerli kardeşim Doktor Nihat bey, değişik bir ses ve değişik bir sima olarak beni  sohbet rahlesine dâvet etti. Tabiî Malatya’da birden sohbet kürsüsünde oturup kitap okumak pek kolay olmuyor. Bir taraftan üniversite öğrencisi Kadir kardeşimizin konu içerisinde seçtiği en muğlak ve derin sualler, bir diğer taraftan cemaatin tetkik ve seçkin bireylerinden Abdullah Levent ve diğer kardeşlerimizin yüksek ferasetleri ile ders ile ilgili suallerine hazırlıklı olmak lâzımdır.

Hacı Hulûsî  ağabey ile alakalı bir mevzu geçince Abdullah Levent kardeşimiz dedi ki: Hulûsî ağabey seyit mi?

“Evet” dedim. Kaynak var mı? “Evet var” Bedîüzzamân Hazretleri Lem’alar eserinde  9.cu Lem’a’nın, Birinci sualinde diyor ki: (..) Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın iki âli var. Biri: Nesebî âldir. Biri de Şahs-ı mânevîsi ve nûrânisinin risalet noktasındaki âli var. Bu ikinci âlde kat’iyyen sen dâhil olmakla beraber, birinci âlde dahi delilsiz bir kanâatim var ki ceddinin imzası sebepsiz değildir.” Her hâlde bu kanaat yeterli olması gerekir diye düşünüyorum.

Her sene Elazığ’da Hulûsî ağabeyin adına tertiplenen Mevlid-i Şerif, busene de 26 Temmuz 2015 Pazar günü okutulacaktır. Cenab-ı Allah rahmet etsin, ağabeyimizin mekânı cennet-ı âlâ olsun. Âmin…

Rüstem Garzanlı

www.NurNet.org

Dipnotlar:

1-A.V. Ünlü, Bediüzzaman’ın ilk Taleb. Dinle. s. 50-51.

2- Son Şahitler 1. Cild s. 318.

3- Barla Lâhikası, s. 165.

4- Barla Lâhikası, s. 49-50.

5- Son Şahitler, c. 1, s. 316.

6- Son Şahitler, c. 1, s. 325-326.

Not: Tarih ve hatıraların bir kısmı

Risale-i Nur Enstitüsünden iktisap edilmiş.