Etiket arşivi: Said Yüksekdağ

Kudsi bir gece: Regaip gecesi

Cenâb-ı Hakk’a sonsuz hamd ve senâ olsun ki bu yıl da mübarek üç aylara kavuştuk. Zira bu mübarek üç aylarda nice hayır ve mânevî kazançlar vardır. Peygamber Efendimiz (asm) “Recep Allah’ın ayıdır, Şaban benim ayımdır, Ramazan ise ümmetimin ayıdır.”1 buyurarak bu ayların önemini belirtmiştir.

Bu aylardan ilki Recep ayıdır.  Recep ayının ilk cum’a gecesi ise Regâip gecesidir. Regâib, Arapça bir kelimedir ve “reğa-be” kökünden ileri gelmektedir. “Reğabe”, kelime olarak, herhangi bir şeyi istemek, arzulamak, ona karşı meyletmek ve onu elde etmek için çaba sarf etmek demektir. Bu kudsî gecede Cenâb-ı Hakk’ın rızasına, rahmet ve mağfiretine nail olmaya çalışalım, nefis ve hissiyata uyup da bu kudsî geceden gafil olmayalım. Çünkü âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz (asm) bulunduğu bir sohbet meclisinde sahabelerden birine: “Sen Receb-i şerifin ilk cuma gecesinde gafil olma ki, melekler o geceye Regâip gecesi demişlerdir. Zirâ o gece, gecenin üçte biri geçtikten sonra göklerde ve yerde bir melek kalmaz, hepsi Kâbe-i muazzam ve etrafında toplanırlar. Cenâb-ı Allah onların bu toplanmalarına muttali’ olunca, onlara hitâben: “Ey meleklerim, dilediğinizi benden isteyiniz.” buyurur. Onlar: ‘Yâ Rabbi, istediğimiz, Recep ayında oruç tutanları mağfiret etmendir.’ deyip, isteklerini arz ederler. Cenâb-ı Allah: ‘Ben Recep ayında oruç tutanları mağfiret ettim buyurur.’”2 diyerek Recep ayının kıymetini ve Regâip gecesinin kudsiyetini ifade etmiştir.

Bu gece öyle sıradan bir gece değildir. Çünkü bu gece duâların reddedilmediği bir gece olmakla birlikte başka bir önemi daha vardır. Bu mübarek gece, Hz. Âmine vâlidemizin Fahr-i Kâinat Efendimizin (asm) rahm-ı mâdere düştüğü gecedir. Bazı rivayetlerde ise Hz. Âmine annemizin hamile olduğunun farkına vardığı gece olarak da ifade edilmektedir. Lâkin Peygamber Efendimiz’in (asm) Regâip Gecesinde ana rahmine düştüğü şeklinde, Bediüzzaman Hazretlerinin de mûteber bulduğu bir rivayet vardır. Kimileri bir takım şeklî zaman ve süre hesapları yaparak bu haberin zaafına hükmediyorlar. Bu gecede rahm-ı mâdere intikal mes’elesi maddî boyutta olmayabilir de. Bu haberi maddesel düşünür ve kılı kırk yararak dokuz aylık bir hamilelik süresi hesaplamasına gidersek yanılabiliriz. Bu gece, pek âlâ; Nûr Muhammed’in (asm) dünyaya teşrifiyle ilgili olarak mukadderâtın —iç yüzünü bilmediğimiz biçimde— bir takvimi olabilir.3

Evet, bizler bu tarz tartışmalara hiç girmeden bu geceyi en güzel şekilde değerlendirmeye çalışalım. Çünkü ömür sermayemiz tükeniyor, geçen zaman geri gelmiyor. Hem her an ecel celladı bizi bulabilir. Bu sebeple ömrümüze mânevî bir ömür eklemeye, fânî olan ömrümüzü bâkî bir ömre çevirme gibi bir fırsatımız var. Bu fırsatı kaçırmayalım. Bizi karşılayacak olan bu kudsî gecenin her saniyesini rahmet saati olarak bilelim, bulunmaz bir hazine olarak telâkki edelim.

Peki, bu geceyi nasıl değerlendireceğiz? Bu gece en iyi, en efdal şeylerle meşgul olmak lâzımdır. Evvela ibadetle ve zikirle geçirmeye çalışalım. Kaza namazımız varsa onları kılalım. Tamamına gücümüz yetemeyecekse hiç değilse birkaç günlük kaza namazı kılmaya gayret edelim. Kazası olmayanlar ise tesbih namazı, şükür namazı gibi nafile namaz kılabilirler. Bolca Kur’ân-ı Kerîm ya da Hizbü’l-Kur’ân okuyalım. Bilerek ya da bilmeyerek işlediğimiz bütün günahlarımıza tövbe ve istiğfar edelim. Ve tabi ki sürekli duâ edelim. Kudsî duâlar olan Cevşen, Celcelûtiye ve Münâcâtü’l-Kur’ân okuyarak yapmış olduğumuz şahsî duaların üzerine bu duaları da ekleyelim. Ayrıca Kur’ân-ı Hakîm’in asrımızdaki mânevî mu’cizesi olan Risâle-i Nur’u da elimizden geldiği kadar okumaya çalışalım. Sakın ola  “Kur’ân varken Risâle okumak da neymiş?” demeyelim. Çünkü, Bediüzzaman Hazretleri (ra) “İnşâallah, Kur’ân’a ait mesâille iştigal, bir nevi mânevî mütefekkirâne Kur’ân okumak hükmündedir. Hem ibadet, hem ilim, hem marifet, hem tefekkür, hem kıraat-i Kur’ân mânâları Risâlelerin istinsah ve mütalâalarında vardır itikadındayız.”4 buyurarak Risâle-i Nur okumanın ne derece önemli olduğunu belirtmiştir. Son olarak durumu müsait ve sağlığı yerinde olanlar perşembe gününde oruç tutabilirler.

Peygamber Efendimiz (asm) “Şu beş gecede yapılan duâ kabul edilir, geri çevrilmez. Regâip gecesi, Şaban’ın 15. gecesi, cum’a geceleri, Ramazan Bayramı gecesi ve Kurban Bayramı gecesi.”5 buyurmuşlardır. Gelin biz de hep birlikte duâ ederek yazımıza son verelim.

Ya Rabbî! Bu kudsî geceyi en güzel şekilde ihya etmeyi bizlere nasip eyle. Edeceğimiz tövbe ve istiğfarların dergâh-ı izzetinde nasuh tövbe olmalarını ve bu vesileyle günahlarımızdan arınmayı rahmet ve mağfiretinle kabul eyle. Ya İlâhî! Yapacağımız ibadetleri ihlâsla yapmayı müyesser eyle. Okuyacağımız hatimleri, virdleri, ezkârları ve duâlarımızı lütuf ve kereminle kabul eyle.  Bizleri senden razı olan ve senin de razı olup Cennet’ül-Firdevsine ehil olan kullarından olmayı nasip eyle. Allah’ım! Recep ve Şâban aylarını hakkımızda hayırlı ve mübarek kıl, bizi Ramazan ayına ulaştır.”

Âmin, âmin, âmin…

Dipnotlar:

1- Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, 1/423

2- Abdulkâdir-i Geylâni, Gunyetü’t Tâlibin, s. 271

3- Süleyman Kösmene, fıkıh.info

4- Barla Lâhikası, Said Nursî

5- İbn-i Asâkir

 

Said YÜKSEKDAĞ                              

said_yuksekdag@hotmail.com

Aynı Günahı Neden Bir Daha İşliyorum?

   “Ben bu kadar günah işliyorum, harama giriyorum; onca günahıma rağmen bende îmân nasıl duruyor? Ben nasıl bir îmâna sahibim?” diye soruyorum kendime nefsimle cedelleşirken. Bu soruyla meşgul olurken kendimi ikiyüzlü hissediyorum bazen. Peki, niye böyle hissediyorum? Çünkü ben bir günah işliyorum ve o günaha tevbe ediyorum ama çok geçmeden tevbe ettiğim o günahı bir daha işliyorum. Özellikle de başımın belası olan ve ülfet hâline gelen günahları sıkça işliyorum ve bu günahlar bende daha fazla sıkıntı meydana getirmekte. Yeni Asya Gazetesi yazarlarından Ahmet Demirdöğmez abimiz, 21 Nisan 2015’te Regaip Kandilinde, Kastamonu Lâhikasındaki Üstad Bediüzzaman’ın ‘gayet ehemmiyetlidir’ dediği takva hakkındaki mektuptan1 yapmış olduğu derste şöyle bir ifadede bulunmuştu: “Sürekli işlediğimiz günah, her ne kadar küçükse de bizim için günah-ı kebâir olmakta ve sürekli işlediğimiz için de ülfet peyda etmektedir.” İşte ben de aynen bu durumdayım. Sürekli işlediğim günah benim günâh-ı kebîrem. Bir de bunun üzerine şeytanın verdiği ‘imanın gitti’ gibi vesveseler de cabası.

   Peki, biz mü’minler neden bunları yaşıyoruz, niye bu hâletteyiz? Bu kadar îman sahibi olmamıza rağmen nasıl oluyor da bu duruma düşüyoruz? İşte bu soruların yanıtları nefsimizi ve hissiyâtımızı tanımakta gizli. O zaman işe nefsimizi tanımaktan başlayalım.  Evet, ‘nefs-i insâniyye muaccel (peşin) ve hazır bir dirhem lezzeti; müeccel (ertelenmiş) , gaip bir batman lezzete tercih’2 ediyor. Nefis aynen lezzette olduğu gibi elemde de hazır zamanı önemsemektedir. Yani hazır bir tokat korkusundan ilerideki azaptan -kesin yaşayacak bile olsa- daha ziyade çekinir. Demek oluyor ki nefsimizin en büyük ve önemli bir özelliği, daima hazır güne bakması ileriyi umursamamasıdır. Nefis, insanda galip olduğu hengâmda bizi bu özelliği ile avlamakta ve günah işlememize sebebiyet vermektedir.

   Şimdi de hissiyatımızı tanıyalım. Evet, insanda nefis galip olabildiği gibi his, heves ve hissiyât da galip olabilmektedir. Peki, hissiyâtın galip olması sonucunda ne oluyor da günaha giriyor ve aynı günahı ısrarla işliyoruz? Evet, insanda hissiyat galip olduğu zaman akıl devreden çıkar ve aklın muhâkemesini dinlemez. Mesela nasıl ki açlık hissinde akıl, muhâkemesini kaybedip devreden çıkıyor bunun neticesinde agresif oluyoruz, sinirleniyoruz bazen de kırıp döküyoruz. Aynen açlık hissi gibi bizi günaha harama sevk eden his ve hevesin akla hâkim olması sonucu en az ve ehemmiyetsiz hazır bir lezzeti ileride gayet büyük bir mükâfata ve lezzete tercih ediyor. Nasıl ki hazır lezzeti tercih ediyor, aynen nefis gibi hazır sıkıntıdan daha çok elem duyuyor hissiyât. Az bir hazır sıkıntıdan değil, ilerideki büyük ve dehşetli bir azaptan daha çok korkuyor, titriyor. Çünkü his ve heves ileriyi görmüyorlar, görmek istemiyorlar hatta inkâr ediyorlar. Nefis dahi bu esnada hissiyâta yardım etse ‘mahall-i îmân olan kalp ve akıl susarlar mağlup olurlar’3. Demek oluyor ki ‘şu hâlde günah işlemek imansızlıktan gelmiyor belki his ve heves ve vehmin galebeleriyle akıl ve kalbin mağlubiyetinden ileri geliyor.’4 Evet, bu benim gibi “Acaba günahlarımdan dolayı imanım gitmiş mi?”  diye vesveseye kapılan biçarelere bir müjde mahiyetinde. Bu vesvese yüzünden ‘zaten battım batacağım kadar’ deyip namazı niyazı bırakan biçarelere güzel bir müjde elhamdülillah.

   Evet, bir mü’min günah işler hem de en büyüğünü işler ve bu günahlara tevbe eder. Bazen tevbesini bozup aynı günahı tekrar işler, bir daha tevbe eder. Biz günah işleyip tevbe etmeseydik, Rabbim bizi helak eder günah işleyip tevbe eden kullar yaratırdı. Bu yüzden günah işliyoruz diye kesinlikle ümitsizliğe kapılmamalıyız. Sıkça tevbe etmeli ve peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa’nın (ASM) günde yetmiş kereden fazla tevbe-istiğfar ettiğini5 ve Yüce Rabbimizin onca günahımıza rağmen bizi tevbe etmeye davet ettiğini6 unutmamalıyız. Biz de Peygamberimiz (ASM)  gibi her gün sıkça tevbe-istiğfar etmeli, daima havf ve recâ ortasında olmalıyız. Ümitsizliğe kapıldığımız zamanlarda da Settar ve Afûvv olan Allah’ın şu ayetlerini pürdikkat dinlemeliyiz. “De ki: Ey nefislerine zulmeden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları affeder. Gerçekten O; Ğafûr’dur, Rahîm’dir.” 7 Böyle diyen bir Allah’ımız varken biz mü’minlere ümitsizlik yakışır mı?

   Rabbim bizleri; işlediği günahların farkında olan nefsin ayıbını gören sürekli tevbe eden ve tevbeleri Allahın “tevbeten nasûha”8 buyurduğu nasûh tevbelerden olan ve aynı günahı bir daha işlememeye gayret eden kullarından eylesin. (Âmîn)

Dipnotlar:

  1. Kastamonu Lâhikası, Said Nursi, Bediüzzaman, Shf:205 99. Mektup, Yeni Asya Neşriyat, Nisan 2013
  2. Lem’alar, Said Nursi, Bediüzzaman Shf:220, Yeni Asya Neşriyat, Nisan 2013
  3. A.g.e. shf:220
  4. A.g.e. shf:220
  5. Buhari; Kütüb-i Sitte / Deavat
  6. Tahrîm Sûresi, 8. ayet
  7. Zümer Sûresi, 53. ayet
  8. Tahrîm Sûresi, 8. ayet

 

Said YÜKSEKDAĞ

said_yuksekdag@hotmail.com

Twitter: @SaidYuksekdag

www.NurNet.org

Ömrümüz Tükeniyor

  “Ömür bir sermayedir, gidiyor. Meyvesi bulunmazsa zayi’ olur. Hem rahat ve gafletle olsa, pek çabuk gidiyor.”1

    İnsanoğlunun en büyük sermayesi kendi hayatıdır, yaşadığı ömürdür. Bu ömür sermayesini kimimiz boş ve gereksiz şeylerle sarf ederken, kimimiz kıymetini bilip “Bu vaktimi zayi etmemek meyvedar etmek için ne yapmalıyım?” der ve vaktini dolu dolu yaşayarak ömrüne renkler katarak harcar. Evet, dolu dolu yaşamak güzel ama nasıl, nerede, niçin harcadığımız çok daha önemli. Şöyle bir muhasebe yaptığımızda geçen senenin ardından neler yaptık diye âfâki âlemlere dalarken nefsimizi şu sorulara muhatap etmeli samimiyetle yanıtlarını aramalıyız. Ömrümüzü nerede nasıl ne yaparak tükettik? Gençlik sarhoşluğuyla, his ve hevesiyle harama günaha girerek mi harcadık, yoksa bulunduğumuz dünyada kendimizi misafir telakki edip bu misafirhane sahibinin emir ve yasaklarına riayet ederek mi yaşadık? Ömrümüz geçici zevklerden ibaret bir zaman israfı mı yoksa Allah için harcanan ve ahirette bâkîleşen kıymetli bir ömür mü?

   Biz ömrümüzün nasıl geçmesini isterdik? Gençlik gafletine dalıp zamanı israf ederek mi, yoksa eşref-i mahlûkat sıfatını layıkıyla hak etmek için Allah yolunda ömür sermayemizi sarf ederek mi? Tabii ki aklı başında her mü’min ilk şıktan şeytandan kaçar gibi kaçacak, ikinci şıkka yapışacaktır ve bundan sonraki hayatını buna göre tanzim etmek için elinden geleni yapacaktır.

    “Bu hayattan hiç mi  lezzet ve zevk almayacağız, sefasını sürmeyeceğiz!?” diyen nefsimize ne diyeceğiz peki? Bakın asrın imamı Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri (RA) ne buyuruyor:” Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve feraizle zînetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.”2 Evet, “Hakiki zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur.”3 Biz mü’minler için hayatın zevki de lezzeti de yine imanda yine Allah’a kul olmaktadır. Belki bazen his ve heveslerimize hâkim olamayabiliriz fakat unutmayalım ki tövbe kapısı kıyamete kadar açık. Ve her daim bizi huzuruna çağıran bir Rabbimiz var. Ölüm bize gelmeden tevbe edelim, Allah’ın huzuruna çıkıp niyaz edelim yalvaralım, yakaralım.

    Her yılbaşında insanoğlu yeni bir yıla girdiği için kutlamalar yaparak sabahlara kadar eğlenir, ölümü hatırına getirmemeye gayret eder. Hâlbuki farkında değiliz ki bir yılı daha geride bıraktık, biraz daha yaşlandık, mezara ölüme emîn adımlarla ilerlemeye devam ettik. Hiç bu yönle bakamıyoruz maalesef yılbaşına. Neden mi? Çünkü ülfet peyda etmiş, tûl-i emel ve hubb-u câh etrafımızı sarmış. Hiç ölmeyecek gibi yaşamaya devam ediyoruz ne yazık ki.

   “Ah! Keşke gençliğimi bâd-ı heva harcamasaydım” diye dert yanmaya, dizlerimizi vurmaya başlamak istemiyorsak vaktimizin kıymetini iyi bilip Allah yolunda harcamalı, ahiret âleminde ebedî bir ömür kazanma yolunda sarf etmeliyiz. Yoksa Allah muhafaza ileriki zamanlarda ağlarız, gençliğimizden şekva ederiz. Nasıl ki öylelerden birisi ağlayarak demiş: “Keşke gençliğim bir gün dönseydi, ihtiyarlık benim başıma ne kadar hazîn haller getirdiğini ona şekva edip söyleyecektim.”4

   Rabbim bizlere vermiş olduğu bu ömür sermayesini en güzel şekilde değerlendirmeyi, Allah yolunda Kur’an’a ve imana hizmet ederek harcamayı, bu uzun hayat yolculuğunu kazasız belasız atlatıp Rabbimizin rızasını kazanmayı ve Cennetü’l Firdevs’e ulaşmayı nasip etsin .(Âmin)

Dipnot:

1) Said Nursi, Bediüzzaman, Lem’alar s:471, Yeni Asya Neşriyat, Nisan, 2013

2) Said Nursi, Bediüzzaman, Sözler s:238, Yeni Asya Neşriyat, Mart, 2013

3) Said Nursi, Bediüzzaman, Şuâlar s:759, Yeni Asya Neşriyat, Temmuz, 2013

4) Said Nursi, Bediüzzaman, Lem’alar s:520, Yeni Asya Neşriyat,  Nisan, 2013

 

Said YÜKSEKDAĞ

said_yuksekdag@hotmail.com

Twitter: @SaidYuksekdag

 www.NurNet.org

Geçen Yılın Muhasebesi

İnsanoğlunun en büyük sermayesi kendi hayatıdır, yaşadığı ömürdür. Bu ömür sermayesini kimimiz bâd-ı heva harcarken, kimimiz değerini kıymetini bilip “Ne yapayım da bu vaktimi israf etmeyeyim” der ve vaktini dolu dolu yaşayarak ömrüne renkler katarak harcar. Evet, dolu dolu yaşamak güzel ama nasıl, nerede, niçin harcadığımız çok daha önemli. Vaktimizi gençlik his ve hevesiyle harama günaha girerek mi harcadık, yoksa bulunduğumuz dünyada kendimizi misafir telakki edip bu misafirhane sahibinin emir ve yasaklarına riayet ederek mi yaşadık? Birisi geçici zevklerden ibaret bir zaman israfı diğeri de Allah için harcanan ve ahirette bâkileşen kıymetli zaman. Biz mü’minler hangisini tercih etmeliyiz? Gençlik gafletine dalıp zaman israfı mı yapmalıyız, yoksa eşref-i mahlûkat sıfatını layıkıyla hak etmek için Allah yolunda mı ömür sermayemizi harcamalıyız. Tabi ki aklı başında her mü’min ilk şıktan şeytandan kaçar gibi kaçacak, ikinci şıkka yapışacaktır.

   İkinci şık demek “Hiç mi hayattan lezzet ve zevk almayacağız?!” demek değildir. Bakın asrın insanı Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri ne buyuruyor:” Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve feraizle zînetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.” Evet, biz mü’minler için hayatın zevki de lezzeti de yine imanda yine Allah’a kul olmaktadır. Bizim için çok olmasa gerek Bediüzzaman Hazretlerinin bu açık ve net tavsiyesine uymak.. Belki his ve heveslerimize hâkim olamayabiliriz bazen fakat unutmayalım ki tövbe kapısı kıyamete kadar açık. Ölüm bize gelmeden bu kapıya sıkça müracaat edelim.

   Her yılbaşında insanoğlu yeni bir yıla girdiği için kutlamalar yaparak sabahlara kadar eğlenir, ölümü hatırına getirmemeye gayret eder. Hâlbuki farkında değiliz ki bir yılı daha geride bıraktık, biraz daha yaşlandık, mezara ölüme emîn adımlarla ilerlemeye devam ettik. Hiç bu yönle bakamıyoruz maalesef yılbaşına. Neden mi? Çünkü ülfet peyda etmiş, tûl-i emel ve hubb-u câh etrafımızı sarmış. Hiç ölmeyecek gibi yaşamaya devam ediyoruz ne yazık ki. Her yılbaşını geçen senenin muhasebesini yaparak “Geçen yılı, nerede ne yaşayarak nasıl harcadım?” diye sorgulayacağımıza, nefsimize uyup eğlencelerle geçiriyoruz.

   “Ah! Keşke gençliğimi bâd-ı heva harcamasaydım” diye dert yanmaya, dizlerimizi vurmaya başlamak istemiyorsak vaktimizin kıymetini iyi bilip Allah yolunda harcamalı, ahiret âleminde ebedî bir ömür kazanma yolunda sarf etmeliyiz.

   Evet, biz bir yolcuyuz. Sabavetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan ölüme, berzaha, berzahtan haşre, haşirden ebedî hayat yoluna gidecek bir yolcuyuz. Yolcu olduğumuzu unutmamalıyız ki gaflete dalmayalım. Nasıl ki her yolcu dinlenme tesislerinde yapmış olduğu yolculuğu düşünüp muhasebesini yapar, gideceği yerin telâşını yaşayarak da yoluna devam eder. Aynen öyle de biz de bu uzun yolculuğumuzun her yılbaşında geçen yılımızı muhasebe edip düşünmeliyiz sorgusunu yapmalıyız. Aynı zamanda gideceğimiz yer olan ahiret âlemini telaş ederek o âlemde iyi bir şekilde karşılanmak için gideceğimiz yolda sermayemiz olan vakti nasıl harcayacağımızı hesap etmeli, Allah’ın rızâsını kazanmaya çalışmalıyız.

   Rabbim bizlere harcayacağımız bu ömür sermayesini israf etmemeyi, Allah yolunda harcamayı, bu uzun hayat yolculuğunu kazasız belasız atlatıp Rabbimizin rızasını kazanmayı ve Dârüsselâma ulaşmayı nasip etsin .(Âmin)

 

Said YÜKSEKDAĞ

said_yuksekdag@hotmail.com

Twitter: @SaidYuksekdag

www.NurNet.org

Allah Nâmına Sevmek

      “Muhabbet şu kâinatın bir sebeb-i vücududur.” buyuruyor ; “Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur.” diyerek muhabbete yani sevgiye değer veren, sevgiyi önemseyen Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri. Muhabbet öyle basit bir şey olsaydı şu kâinatın var olmasının nedeni olur muydu? Evet, bu kâinatın var olmasının nedeni “Levlake levlake lemâ halaktü’l-eflâk” yani ‘Sen olmasaydın (Ey Habîbim) şu kâinatı yaratmazdım’ diyen Mahbub-u Bâki’nin Habibine, Resulüne olan muhabbeti değil mi? Evet, ta kendisi. Böyle ulvî yüce bir muhabbet olmaz mı bizim için en değerli kıymet? Olur elbet. Çünkü bu muhabbetle var olacak sahil-i selamet. Bu vesile ile Dârüsselâma edileceğiz davet. Tüm Allah aşkıyla yanan sâlih kullar bu davetin iştiyakıyla bekler ölümü güler yüzle elbet. Bu davetten kim uzak durmak isterse bilsin ki kalbinde yoktur muhabbet. Bu muhabbetten yoksun kulları, Allah ıslah eder birgün elbet. Evet, Allah’ın Habibine duyduğu muhabbetle var oldu Hayat-ı ebed. Bizi de onun sayesinde halk etti Ezel ve Ebed. Bu yüzden Allaha ve Habibine sonsuz beslemeliyiz muhabbet. Her dâim lâyıkıyla yaşamalıyız bu muhabbeti ki biz Müslümanların olsun bir farkı elbet.  Evet, biz Müslümanların farkı bu olmalı elbet.

   Allaha ve Habibine muhabbet beslediğimiz gibi birbirimize de muhabbet beslemeliyiz. Birbirimize besleyeceğimiz bu muhabbet Allah nâmına olmalı, Allah rızası için olmalı. “Neden Allah nâmına olmalı, öyle bir şart mı var?” diye sorduğumuzda bu soruya farklı cevaplar alabiliriz. Öyle bir şart yok tabi her insan istediği gibi sevebilir. Ama biz Müslümanlar özellikle de muhabbet fedaisi olan nur talebeleri sevdiği insanı Allah nâmına sevmeli, sevmeli ki değerli olsun kıymetlensin, ahirette baki bir sevgi olsun o muhabbet. Allah nâmına olmazsa eğer ne olur? Ne mi olur? Mecazi olur, bu fani dünyaya münhasır kalıp geçici bir muhabbetten ibaret kalır. Eğer ki gayr-ı meşrû ise merhametsiz bir azaba müstahak oluruz. Zarara kendi rızamızla girdiğimiz için de, merhamete layık olmayız

   Allah kalbimize sonsuz sevebilme kabiliyeti vermiş. Sevdiğimiz zaman sonsuz sevebiliriz. Ama biz insanlar fâniyiz, yazık olmaz mı bu kabiliyeti fani bir mahbup için kullanalım. Allah bize, kendisini sonsuz sevelim diye bu yeteneği vermiş kalbe çünkü o Allah ki Mahbub-u Bâkîdir, ezelî ve ebedîdir. Mâsiva fanidir. Mâsivayı sevmeyecek miyiz, seveceğiz ama Allah nâmına. Sevdiğimiz her şeyi, eşimizi, ailemizi Allah nâmına seveceğiz. Örneğin eşimize seni seviyorum değil de, seni Allah nâmına seviyorum diyeceğiz. Böyle dediğimiz zaman hem eşimiz memnun olur hem de Allah râzı olur inşâallah. Hem Böyle dediğimizde ne mi olur, kıymetli olur, bâkîleşir. Sevgi, muhabbet hiç bitmez giderek de artar. Böyle bir fırsatımız varken mecâzi muhabbet beslemek akıl kârı değildir.

   Rabbim bizleri Mahbub-u Baki’yi sonsuz seven, hakiki aşka ulaşan, mecâzi aşktan uzak duran ve sevdiğini Allah nâmına seven, seni seviyorum değil seni Allah namına seviyorum diyebilen kullarından eylesin (Âmin)

 

Said YUKSEKDAĞ

said_yuksekdag@hotmail.com

Twitter: @SaidYuksekdag

www.NurNet.org