Etiket arşivi: Sorularlaislamiyet

İnsanlık medeniyetle mi, yoksa vahşetle mi başladı?

Çoğumuzun zihnini kurcalar: İlk insanlar ne idi, vahşi mi, medeni mi? Bu mesele üzerine kafamıza girmiş olan fikirleri ciddi şekilde tetkikten geçirecek olsak, onları pek karışık ve hatta birbirine zıt buluruz. Biz burada, teferruata girmeden bu konudaki fikirlerin başlıcalarını ve kaynaklarını belirtmeye çalışacağız.

İnsanlığın başlangıcı hakkında halen üç görüş yaygındır(*):

1— Evrimci görüş, 
2— İslami görüş, 
3— İlmi görüş. 

1— Batı Kaynaklı Evrimci Görüş: Buna göre, insanların atası maymundur. Maymun kılını atarak insan olmuştur. Maymunluktan sonra teşekkül eden ilk insan cemiyeti (bazılarına göre cemiyetleri), korkunç bir vahşet devri geçirmiştir. El yordamıyla ilerleyen bu ilk vahşiler, bir kısım tesadüflerin de yardımıyla bazı teknikleri elde etmişlerdir. Söz gelişi, kuru odunları birbirine sürterek ateşi bulurlar. Bir orman yangınında telef olan hayvanla pişirmeyi, ocağın yanında yanarak sertleşmiş olan çamurla da seramiği keşfederler vs. Bu şekilde, gittikçe ilerleyen insanlık, en üst seviyeye Batı`da ulaşmıştır. Batı medeniyeti insanlığın en yüce, en üstün medeniyetidir. Bütün insanlık onu benimsemek zorundadır. Onun dışında kalan sistemlere “Medeniyet” denemez. Çin, Hint, İslam medeniyetleri, bu sebeple barbarlıktır, vahşettir, geriliktir. “Medenileşmek” isteyen her fert, her cemiyet onu benimsemeye mecburdur, mahkumdur vs.

2— İslami Görüş: Kur`an-ı Kerim tarafından ortaya konan bu görüşe göre, ilk insan Hz. Adem(as)`dir ve bir peygamberdir. Hz. Adem, peygamber olması hasebiyle, vahye mazhardır ve kendisine kitap gelmiştir. Bu kitapta insanlar için zaruri ve gerekli olan bilgiler vardır.

Gerekli bilgilerden maksat sadece dini olanlar değildir. Maddi hayatla ilgili olanlar da buna dahildir Nitekim, bazı rivayetler, Hz. Adem`in cennetten, beraberinde, insan hayatının devamı ve teknolojinin gelişmesi için şart olan teknik teçhizatı da getirdiğini belirtir: Örs, kerpeten, çekiç, iğne, gürz bunlardandır. (Razi, Tefsir, 29/241-243; İbn Kesir, 6/566)

Dinimiz bu temel görüşe ilaveten, hiç bir devirde insanların başı boş bırakılmadığını, her kavme mutlaka Peygamber gönderildiğini de haber verir. Kur`an-ı Kerim, geçmiş kavimlerden Allah`ın emirlerine uyanların güçlü medeniyetler kurduğunu, azanların ilahi cezalara maruz kalarak yıkılıp gittiklerini ve yeryüzünde isimlerinin bile unutulduğunu tekrar tekrar ifade eder.

Bu söylenen görüşler, insanların düşüncelerine, derin etkilerde bulunmuştur. Bir kaç tanesini belirtelim:
– Avrupa medeniyetinin en üstün, en son medeniyet olduğu görüşü, Avrupalılara, bir egoizm vermiştir. Bu bencillik, askeri ve ekonomik üstünlüğü elinde tutan Batılıların, tarihte görülmeyen vahşi metotlarla sömürgeleştirdikleri kavimleri “medenileştirme” adına imha etmelerine sebep olmuştur. Keşfedildiği asırda milyonlarla Kızılderilinin yaşadığı Amerika`da bugün o ırk sönmüştür. Okyanus adalarında ve Afrika`da yaşayan “medenileşmeyecek yaratılışta” olduğuna hükmedilen vahşiler (!) (yerli, iptidai, barbar, şarklı kelimeleri de aynı manada kullanılır) günümüzde bile aynı telakkinin kurbanları olmaya devam ediyorlar.

– Bilhassa 19. asırla 20. asrın ilk çeyreğinde hemen hemen bütün dünya “aydın”larını yönlendirmiş olan Batı menşeli görüş, Batı dışında kalan milletleri “medenileşmek için Batılılaşmak” kompleksine iterek, maddi ve manevi büyük yıkımlara sebep olmuştur. Bunun en güzel örneği Türkiye`mizdir. Bu maksatla yapılan bütün çalışmalar -herhangi bir müspet ve yapıcı hizmet sunmaksızın- korkunç bir anarşide karar kılmıştır.

– Peygamberlerin teknikte de örnek oldukları, insanlık tarihinde kaydedilen teknik merhalelerin peygamberler sayesinde gerçekleştirilmiş bulunduğu prensip olarak benimsenmeyince, geçmişle ilgili durumlar sağlıklı bir şekilde izah edilememiştir. Eski devirlerden günümüze intikal eden harika eserler var. Bunlar o kadar harika ki, yukarıda açıklanan Batılı anlayış gereğince vahşi addedilen eski insanların eliyle yapılmış olması mümkün değildir. Mesela Piri Reis`in çizdiği dünya haritası, bu zihniyete sahip bir Batılıya göre, “Fezadan gelen devlerin çizdiği asıllarının kopyasının kopyasının kopyasıdır”. Çünkü Piri Reis Batılı değildir, şu halde barbardır, vahşidir ve dolayısıyla böyle mükemmel bir eser vermesi mümkün değildir.

Bu zihniyet, Batı menşeli olmayan bütün tarihi eserleri böyle izah edecektir. Aynı yazar, Peru`da, kuru çamurun içinde bulunmuş olan ve fevkalade mükemmelliği belirtilen bir takvimle alakalı olarak da şu açıklamayı yapar: Bu mükemmellik de, onu tasarlayan, ortaya koyan ve kullananların bizden üstün bir uygarlık (medeniyet) seviyesine ulaşmış olduğunu ispatlamaktadır. KENDİMİZE OLAN SONSUZ GÜVENİMİZ BU İSBATI NASIL KABUL EDECEK BİLMİYORUM”.

Keza, bir heykel üzerindeki şekillerde okunan bir kısım astronomik bilgilerle alakalı olarak da şu yorum ileri sürülür: “Bu astronomi bilgisini, yapı sanatında bile pek geri olan iptidai insanlar mı bir araya getirmişti, yoksa bu bilgi dünya dışı bir kaynaktan mı gelmiştir?”

Kendi dışında kalan insanlığı vahşete mahkum eden Batı zihniyeti, geçmiş devletlerden intikal eden, izahı imkansız (!) pek çok ilmi ve teknik harikaları saydıktan sonra, bunları izah sadedinde, şu safsataya düşer: “Bizden önce yüksek bir kültürün, ya da eşit seviyede bir teknolojinin varlığını kabul edemeyeceğimize göre, bir tek nazariye kalıyor: Uzaydan (fezadan) bir ziyaretçi”.

Kur`an-ı Kerim`in verdiği bir espri ile bakınca, böylesi harika eserlerin, insani olduğu, ancak İlahi vahye mazhar peygamberlerin irşadına dayandığı kabul edilir. Zira Kur`an-ı Kerim, insanlığın geçmişini vahşet ve cehalete mahkum etmez. Aksine, bir kısım eski milletlerden bahsederken, onların “kuvvetçe daha ileri”, “mal ve evlatça daha çok” olduklarını ve “yeryüzünde daha çok, daha sağlam eserler bıraktıkları”nı belirtir. (Şu ayetler görülebilir: Tevbe, 69; Fatır, 44; Muhammed, 12; Mü`min, 21, 82; Kasas, 76-78).

Terakkiyi inkar mı? Kur`an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerden (Hz. Peygamberin sözlerinden) esasını alan İslam telakkisi, insanlığın gitgide terakki ettiğini inkar etmez. “İlk cemiyet medenidir” derken, bugünkü manada içtimai ve teknik teçhizata sahiptir demek istemez. Onlar duyulan ihtiyaç nispetinde teknik ve kültürel teçhizata sahiptir. Kanunu ve kaideleri ilk cemiyetin sadeliği nispetinde basit ve mahduttur. Nüfus artıp, içtimai tansiyon (sosyal gerilim) kesafet kazandıkça, gerek teknik ve gerekse kanun ve kaideler yönüyle zenginleşmeye, gelişmeye ihtiyaç duyulmuştur.

Bu ihtiyaç da birbirini takip eden peygamberlerle karşılanmıştır. Peygamberler sadece dini ve içtimai kaideler getirmekle kalmamış, maddi problemlerin hallinde de önder olmuşlardır. Nitekim, kumaştan yapılan elbiseye Hz. İdris, demirciliğin -ve burada zırhın- gelişmesine Hz. Davud, tıbba Hz. Lokman, gemiciliğe Hz. Nuh, saatçiliğe Hz. Yusuf öncülük etmiştir. Bu teknikler, bugünkü “medenilik”in gelişmesinde küçümsenmesi mümkün olmayan sıçrama ve dönüm noktalarını teşkil eder.

3— İlmi Görüş: Batılı görüşün, ilmi temelden mahrum ve tamamen hissi ve bencil hesaplara dayandığı, bizzat Batılılar tarafından ifade edilmeye başlanmıştır. Bilhassa etnoloji ilmi gelişip, yeryüzünün her tarafında yaşayan insanların dilleri, inançları, efsaneleri, ahlak anlayışı ve örfleri öğrenildikten sonra, insanlığın geçmişi hakkında ileri sürülen bu tekamülcü nazariyeler (teoriler) iyice itibardan düşmüştür. Çünkü, binlerce yıldır birbirleriyle hiçbir temasta bulunmamış olan Avustralya, Afrika, Amerika, Okyanus adaları ve kutuplarda yaşayan iptidai denen kavimlerin dillerinde, inançlarında, kültür ve tekniklerinde kuvvetli benzerlikler görülmüştür. Bu benzerlikler, insanların tek bir kaynaktan çoğaldıklarını, oldukça ileri müşterek bir medeniyet seviyesine ulaştıktan sonra yeryüzünde dağıldıkları fikrini ilham etmiştir.

Bu fikir, asrımızda, her geçen gün kuvvet kazanmaktadır.

Bu noktada da kalmayan sağ duyu sahibi bir kısım Batılı alimler, “vahşi” ve “medeni” gibi değerlendirmelerin tamamen izafi hükümler olduğunu belirtirler. Onlara göre, yeryüzünde mevcut insan cemaatleri mutlaka bir kısım içtimai değerlere ve bazı teknik malzemelere sahiptir. Alet kullanmayan ve kaideye uymayan hiçbir cemaat mevcut değildir. Her cemaatin kendi dışındakini hor görüp tahkir edici isimler taktığı, “iptidai” denen insanların da, medeni Batılılara “vahşi” nazarıyla baktığı görülmüştür. Bu durumları değerlendiren Batılı bir meşhur, batılıların anlamış olduğu şekilde bir vahşetin insanlar arasında hiçbir devirde mevcut olmadığını belirttikten sonra, sözünü şöyle noktalar: “Asıl vahşi, vahşetin varlığına inanan kimsedir.”

Birlikten çokluk; medeniyetten vahşet nasıl çıktı?” Kuran-ı Kerim`de belirtilen, başlangıçtaki medeni olan tek insan cemiyetinden çeşitli ırkların, dillerin nasıl çıktığı, bir kısım iptidai grupların nasıl teşekkül ettiği merak konusudur. Bu mesele henüz ilmen kesin hatlarıyla tam olarak izah edilmiş değildir. Ancak oldukça tatminkar açıklamalar yapılmıştır. Bunlardan birini aşağıda sunmaya çalışacağız.

Prof. Gish, “Fosiller ve Evrim” adıyla tercüme edilen kitabında; ilk insanların topluluk halinde yaşadıklarını belirtir. Zamanla mevcut kaynakların artan nüfus karşısında yetersiz duruma gelmesiyle bu topluluk fertlerinin de küçük gruplar halinde yeryüzüne dağıldıklarına işaret eder. Farklı ülkelere giden ve birbirinden iyice koparak aralarındaki irtibat kesilen bu grupların çoğalmaları da yine kendi içlerinde olmaya başlamıştır. Önceleri aynı yerde bulunmuş olan gruplar, daha sonra bu bütünün üyeleri olarak çoğalmaya devam etmişlerdir. Bu grupların her birisinde yüksek oranda melez meydana gelerek gruplar arasındaki fertlerin genetik yapılarında farklılık ortaya çıkmıştır. Neticede bu gruplar çeşitli kabile ve ırkları hasıl etmiştir.

Topluluğun orijinal merkezinden ayrılan bu küçük grupların bir kısmı önceden sahip oldukları bilgi ve sanatlarını devam ettirirken bazıları bunları kaybetmiştir. Bu kaybetme muhtemelen bazı faktörlerin tesiriyle olmuştur. Mesela; önceleri yağmacı akınlara karşı arazilerini müdafaa için silah yapma ihtiyacı duyan gruplar, toplumdan ayrılarak geniş ve boş sahalara yayılınca, bu ihtiyacı hissetmez oldular. Böylece silah yapımı terkedilmiş, toplanan az bir besin gruba kafi geldiğinden bazı kabilelerde önceki ziraat işleri de bırakılmıştır. Bu devrede her grup kendi içine kapanık yaşadığından sanatlar komşu gruplar arasında karşılıklı değişmeden mahrum kalıyordu. Sonuçta “ilerleme” olarak ifade edebileceğimiz hususlar bazı kabilelerde gecikmiş, hatta çok iptidai bir seviyeye doğru dejenere olup bozulmuştur.

Bir merkezden yayılmış olan insanlardan bir kısmının ilerlerken bazılarının yerinde saydığına ve hatta gerilediğine dikkati çeken Gish şöyle der:
“Avrupa ve Asya`ya yayılan kalabalık topluluklarda medeniyet hızlı bir şekilde gelişirken, Amerika ve Avustralya ile Güney Afrika`da dağınık halde yaşayan gruplar, eskiden sahip oldukları medeniyeti de yavaş yavaş terk ettiler. Neticede günümüzdeki ilkel topluluklar haline geldiler.

İnsanlara ait sanat eserlerinin her tarafta bulunuşu, ilk insanların bu şekilde dağınık olarak yaşadıklarına işaret eder. Geçmişteki topluluklar oldukça ileri seviyede silah ve aletler yapabiliyorlardı. Ayrıca bunlar, inanç sahibi idiler. Ölülerini çiçekler ve çeşitli maddelerle birlikte gömmeleri bunların dindar topluluklar olduğunu ve ahirete inandıklarını gösterir”.

İlmi verilere dayanarak yapılan bu açıklamanın Kur`ani görüşe ne kadar uyduğu nazar-ı dikkatten kaçmamaktadır. Zira Kur`an`da gelen açıklamalara göre de insanlığın ilerlemesi, terakkisi devamlı olmamış. Bunu bir kısım zikzaklar ve kesintiler takip etmiştir. Bu neticeye yine o cemiyetlerin kendileri sebep olmuştur. Teknik yönden ilerleyip maddi bakımdan güçlenen toplumların, zaman zaman ilahi irşattan ayrılmaları gerilemelerine yol açmıştır. Çeşitli sapıklık ve ahlaksızlıklara düşmüş bu tip kavimlerin cezalandırılarak ellerindeki nimetlerin alındığı Kur`an-ı Kerim`de bildirilir. Bunların bir kısmı toptan helak edilmiş, bir kısmı da büyük maddi musibetlere, belalara maruz bırakılmıştır.

Geçmiş milletlerden bazılarının “Kuvvetçe daha ileri”, “mal ve evlatça daha çok” oldukları nazara verilir (Tevbe 69; Fatır, 44; Muhammed 13). “Yeryüzünde daha çok ve daha sağlam eserler bıraktıkları” ifade edilir (Mü`min, 21, 82). Kasas suresinin 76. ayetinde Karun`a “Anahtarlarını güçlü bir topluluğun” zor taşıyacağı kadar çok mal verildiğinden bahsedilir. Hatta, “Allah`ın önceleri ondan (Karun) daha güçlü ve topladığı şey daha fazla olan nice nesilleri helak ettiği”ne dikkat çekilir (Kasas 76-78).

Rum suresinde de geçmişteki medeni kavimlerden söz edilir:
Yeryüzünde dolaşıp kendilerinden önce geçmiş kimselerin sonlarının nasıl olduğuna bakmazlar mı? Ki onlar kendilerinden daha kuvvetli idiler, yeryüzünü kazıp alt-üst ederek onlardan çok imar etmiş kimseydiler. Ve onlara bürhanlarla peygamberler gelmişti. Böylece onlara zulmetmiyor, onlar kendilerine zulmediyorlardı. Sonra Allah`ın ayetlerini yalan sayıp onları alaya alarak kötülük yapanların sonu pek kötü oldu” (Rum, 9-10).

Bütün bu bilgilerin ışığında, şimdi insanlığın başlangıcını, geçmişini, vahşi kabul etmek mümkün mü? (**).

(*) Bu taksimin yanlış anlaşılmaması için şunu belirtmek isteriz: İslami görüş doğrudan nassa, âyet ve hadîste gelen açıklamalara dayanır, bunu öbürleri ile karıştırmamak gerekir. Evrimci görüş, daha çok modern çağda mevcut ibtidai kavimlerde rastlanan bazı müessese ve an`anenin ifratkar bir kıyasla ilk insanlara teşmiline ve bu prensipten geliştirilen spekülasyona dayanır. İlmi görüş ise, dünyanın her tarafında yaşayan farklı cemiyetlerin sunduğu benzer kültürel unsurların, yani objektif verilerin yorumuna dayanır. Bu sonuncu spekülatif sayılmaz.

(**) Daha fazla bilgi için : Cânan, İ.; Peygamberimizin Hadislerinde Medeniyet, Kültür ve Teknik, Cihan Yayınları, İstanbul 1984.

Prof. Dr. İbrahim Canan / www.sorularlaislamiyet.com

İslam’ın terör dini olmadığını Kur’an’dan delil getirerek ispat eder misiniz?

Kur’an, terörü lanetlemiş, anarşiyi ve fitneyi en dehşetli bir olay olarak nitelemiştir. İslamiyet, her türlü terör, zulüm ve ihaneti yasaklar; her türlü anarşiye, bozgunculuğa şiddetle karşı çıkar. İslamiyet, zarara zararla karşılık vermez. İslam dini, adaleti tesis etmek, azgın nefislerin tahakküm ve istibdadını kırmak ve insan vicdanını itidal haline getirmek için taraf-ı ilahiden gönderilmiştir. Bu nedenle İslam bu konuda çok hassastır. Öyle ki, Kur’an, haksız olarak bir cana kıymayı, kan akıtmayı bütün insanlık alemine karşı işlenmiş en dehşetli bir cinayet olarak nitelendirmektedir.

Nitekim, Cenab-ı Hak : “Kim ki, bir cana karşılık veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık (ceza) olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa BÜTÜN İNSANLARI ÖLDÜRMÜŞ GİBİ OLUR. Her kim de bir hayatı kurtarırsa BÜTÜN İNSANLIĞI KURTARMIŞ GİBİ OLUR” (Mâide Sûresi, 32)buyurmaktadır.

Kur’an, terör ile birlikte her türlü fitne ve fesadı da lanetlemiştir. Kur’an-ı Kerim, fitne çıkartan, toplum hayatında fitneye vesile olan ve yönetime geçtiği zaman fitne tohumları ekenlerin ifsat ve şerlerine dikkati çekmiş, bozgunculuğun dehşetini, fitnenin vahametini açık bir biçimde ortaya koymuştur : “ O yeryüzünde iş başına geçti mi, orada fesat çıkarmaya, ekini ve zürriyeti kökünden kurutmaya koşar. Allah fesadı sevmez” (Bakara Sûresi 2/205)

Kur’an, fitneyi yasaklamıştır. Bir Ayet-i Kerimede Cenab-ı Hak :“Fitne, zulüm ve baskı adam öldürmekten daha korkunçtur” (Bakara Sûresi, 217 ) buyurmaktadır.

Kur’an’ın bu gibi ayetlerinden tam istifade eden bir Müslüman’ın ruhunda düşmanlık, kin, vahşet yoktur. En büyük düşmanıyla bir nevi kardeşliği vardır.Mümin, “Yaratılanı hoş gördük, Yaratandan ötürü” hakikatini kabullenir. Mümin, muhabbet fedaisidir.Husumete vakti yoktur. . Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim de, bir kısım insanların zararlarının diğer bir kısım insanlar tarafından engellenmesi neticesinde mabetlerinin zararlardan korunduğunu ifade ederek, inanların dikkatlerini zararların önlenmesine çekmektedir: “…. Çünkü, Allah insanları birbirlerine karşı savunmasız bıraksaydı, şüphesiz o zaman, içlerinde Allah’ın isminin çokça anıldığı manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler (çoktan) yıkılıp gitmiş olurdu” (Hac Sûresi, 40).

Hz. Muhammed (s.a.v), rahmet ve şefkat peygamberidir. Kur’an-ı Kerimde Cenab-ı Hak : “(Resulüm!) Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik” (Enbiya Sûresi,107 ) buyurmaktadır.

Hz. Peygamber, güzel ahlakın bütün kısımlarını hayatında en güzel bir şekilde fiilen sergilemiş, hayatı boyunca ashabını fitneden sakındırmıştır. Fevkalade bir ciddiyet ve hassasiyet ile fitneden kaçınmayı emretmiştir:

Fitneden kaçının ! Çünkü o esnada dil, kılıç darbesi gibidir.” (İbn-i Mace, Fiten,24 )

Şurası muhakkak ki, bir fitne, bir ayrılık ve bir ihtilaf olacak.Bu durum gelince Uhud’a kılıcınla git! Kırılıncaya kadar onu taşa çal. Sonra evinde otur. Hatta sana günahkar bir el veya ölüm gelinceye kadar (evinden çıkma)” (İbn-i Mace, Fiten, 24)

Kıyametten hemen önce karanlık gecelerin parçaları gibi fitneler var. Kişi o fitnelerde mümin olarak sabaha erer, akşama kafir olur ; mümin olarak akşama erer, sabaha kafir çıkar. O fitnede oturan, ayakta durandan hayırlıdır. yürüyen koşandan hayırlıdır. Öyleyse yaylarınızı kırın, kirişlerinizi parçalayın, kılıçlarınızı da taşa vurun. Sizden birinin evine girerlerse Hz. Adem’in iki oğlundan hayırlısı olsun(ölen olsun, öldüren değil ) ( Ebu Davut, Fiten 2, Tirmizi, Fiten 33)

Sorularlaislamiyet

Müstehcen Görüntülere Sebep Olanlar, Kul Hakkına Girer mi?

Maddenin ön plana çıktığı, menfaat kavgalarının hep maddede yoğunlaştığı bu dehşetli asırda, “kul hakkı”denilince de öncelikle kişinin malına ve bedenine verilen zararlar hatıra geliyor. Halbuki, kul hakkının en geniş ve en önemli boyutu onun manevî hukukunda kendini gösterir.
Bir adamın elbisesini bıçakla çizip parçalamakla, yüzünü çizip yaralamak arasında ne kadar büyük fark varsa, ondan çok daha ileri bir fark, bedene verilen zararla ruha verilen zarar arasında söz konusudur.
Ruhun hukuku denilince önce kalbin ve aklın, daha sonra his dünyasının hukuku anlaşılır.
Bilindiği gibi; kalb, iman mahallidir, akıl ise ruhun düşünme ve anlama aletidir. Bir insanın kalbine bâtıl inançları sokmaya, yahut onu inançsız yapmaya yönelik her türlü gayret, kul hakkına en büyük tecavüz ve o kula yapılan en büyük zulümdür. Ve kalplerin “iman etme hakkını” çiğnemektir.
Aynı şekilde, insanların zihinlerini bulandıran, akıllarını yanlışa sürükleyen her türlü telkin ve propagandalar da insan aklını yaralayan en tehlikeli saldırılardır. Ve akılların “doğru düşünme hakkını” çiğnemektir.
Kulun ahlâkını tahrip edip onu hayvandan daha aşağı bir dereceye düşürmek de ona yapılan büyük bir haksızlıktır. Ve “his dünyasının istikamet üzere çalışma hakkını” çiğnemektir.
Birkaç kuruş fazla kazanma hevesiyle, televizyon reklamlarında ya da ilan panolarında müstehcen görüntüler ve resimler sergileyen bir iş adamı, onu seyredenlerin gözlerini haramda dolaştırıyor ve ruhlarını yaralayıp kalplerini kanatıyor. “Sebep olan işleyen gibidir” hükmünce, onların kazandığı günahın bir katı da o reklam sahibinin amel bilançosunun pasif kısmına yazılıyor.
Bu adamın, hayatının hesabını vereceği o dehşetli mahşer meydanında ve o hassas mizan safhasında uğrayacağı o büyük zararı, bu kısa dünya hayatının hangi menfaati karşılayabilir!?..
Keza, başka gençlerin dikkatini çekmek üzere gayr-ı ahlâki bir kıyafetle sokağa çıkan bir gencimiz de akşama kadar, kul hakkına çok önemli zararlar vererek dolaşıyor ve evine döndüğünde çok kabarık bir günah listesini de beraberinde getiriyor.
Oysa kulların ahlâk binalarına verdiği bunca zarara karşılık, egoist hevesini ve hayvanî hislerini kısa bir süre tatminin ötesinde kazandığı dünyevî bir menfaat de söz konusu değil.
Prof. Dr. Alaaddin Başar
Kaynak:Sorularlaislamiyet

Soma Gibi Feleketleri ve Başımıza Gelen Musibetleri Nasıl Anlamak Gerekir?

Öncelikle Peygamber Efendimiz (asm)’in şu müjdesini hatırlayalım:

 “İnsanlar içinde en ağır imtihana çekilenler peygamberlerdir. Sonra sırasıyla (rütbeleri) onları takip edenler, sonra onları takip edenlerdir…” (bk. Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, I/519; Hâkim, el-Müstedrek, III/343; Müsned, I/172, 174, 180, 185, VI/369)

Bu ve benzeri hadisler,  peygamberlerin ve onlarla beraber o belaları göğüsleyen arkadaşlarının ne büyük imtihandan geçtiklerini göstermektedir. 

Testereyle ikiye biçilen Hz. Zekeriya (as), demir taraklarla derisi yüzülen Hz. Cercis (as) gibi peygamberlerden, ateş ocaklarına atılan büyük zatlara kadar, nice ağır ve zor durumlara düşenler olmuştur.

Eğer bu tür musibet ve sıkıntılar kötü olsaydı, Allah en sevdiği bu mübarek kullarının başlarına bunları getirir miydi?

Demek ki, bunların çok büyük rahmet ve nimet yönleri vardır.

Nitekim Peygamber Efendimiz (asm), yanarak ölen, suda boğulan, göçük, çığ, toprak veya bina altında kalan, veba gibi salgın hastalıklardan vefat eden veya akrep sokmasından ölen, gurbette veya ilim yolunda ya da cuma gecesinde vefat eden Müslümanları da şehitler olarak ifade buyurmuştur. (bk. Buhârî, Ezan, 32, Cihâd, 30; Müslim, İmâre, 164; Tirmizî, Cenâiz, 65, Fedâilu’l-Cihâd, 14; Ahmed b. Hanbel, I/22, 23, 2/323, 325)

Bu nedenle, toprak altında kalarak vefat edenler, çektikleri o kısa zahmete karşılık, peygamberlerden sonraki makam olarak kabul edilen şehitlik mertebesine nail oluyorlar.

Eğer onlara, mümkün olsa da “Çektiğiniz bu sıkıntılara karşılık ne aldınız?..” diye sorulsa, mutlaka şu cevabı vereceklerdir: “Çektiğimiz o kısa zahmet ve sıkıntılara karşılık, öyle büyük mertebeler ve makamlar verildi ki, çektiğimiz sıkıntılar verilenlere göre hiç hükmündedir.”

Ayrıca, onların bedenlerinin gördüğü zarar, ruhlarına dokunmaz ve onları müteessir etmez. Örneğin, kuşun içinden uçup göklere gittiği bir kafesi, yakmak, toprağa gömmek ve parçalamak, asla kuşa bir zarar vermez. Onun gibi, beden kafesinden ruh kuşu uçtuktan sonra, bedene gelen zararlar asla o ruha zarar vermez; ruh ondan müteessir olmaz.

Diğer taraftan, vefat edenlerin yakınları, dostları ve müminler elbette üzülürler; kalpleri sızlar ve gözleri yaşarır. Ancak bilmeliyiz ki, onlar, Peygamber Efendimiz (asm) başta olmak üzere, bütün mübarek zatların bulunduğu berzah hayatına gittiler. Bizim de gideceğimiz o âleme, bizden önce gitmiş oldular.

Öyleyse o şehitlerimizi, hacıları Peygamber Efendimimiz (asm)’in kabrinin bulunduğu Medine’ye, Kâbe’nin bulunduğu Mekke’ye uğurlar gibi yolcu etmeliyiz.“Uğurlar olsun, yolunuz açık olsun!..” diyerek, gittikleri o âleme selamlar göndermeliyiz.

Bu gibi elim olaylarda -eğer varsa- kusuru olanlara gelince, elbette bu ihmalkârlar ve suçlular bulunmalı ve gerekli cezaları verilmeli; bir daha bu tür elim olayların yaşanmaması için gerekli maddi ve manevi tedbirler alınmalıdır.

Özetle, bu dünya bir misafirhanedir, bir kışladır. Her insan da bir misafir ve askerdir. Bu kardeşlerimizin terhis zamanı gelmiş. Azrail (as) bir vesile olduğu gibi, bu maden ocağı kazası da bunların terhis olmasına bir vesile olmuştur.

Öyleyse bir gün hepimizin bu nöbeti bitecek ve misafirhaneden gönderileceğiz. Nerde, nasıl ve ne zaman terhis edileceğimiz belli olmadığından, her an gidecekmiş gibi hazır olmalıyız!..

Başkasının Kusurlarını Açığa Çıkartmak mı? Ayıplarını Örtmek mi?

Başkalarının kusur, eksiklik, utanılacak şey, suç, cürüm, şeref ve haysiyete aykırı davranış, nezaket ve terbiye dışı, fena, kötü, utanç verici şey cinsinden yaptığı işlerin duyulmasını, görülmesini önlemek, yayılmasına mani olmak. Toplumu ve insanları kötülüklerden korumak için işlenen ayıpları örtmek ahlâkî faziletlerin başında gelir. Böylece İslâm’ın övdüğü, müslümanlarda bulunmasını istediği faziletlerden birisi de başkalarının ayıp ve kusurlarını örtmek ve gizlemektir. Buna karşılık; bir müslümanı küçük düşürmek, şahsiyetini lekelemek ve onu rezil etmek için ayıplarını araştırmak ve başkalarına anlatıp açıklamak ise büyük bir ahlâksızlık olup, İslâm tarafından yasaklanmıştır. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

Müslümanların ayıplarını (ve gizli şeylerini) araştırmayın…” (el-Hucurât, 49/12). Resulullah da bir hadiste: “Birbirinizin özel ve mahrem hayatını araştırmayın” (Müslim, Birr ve Sıla, 30) diye buyurmaktadır.

Resulullah (s.a.s.) başka bir hadislerinde şöyle buyurmaktadır:

Her kim bir müslüman kardeşinin ayıp ve kusurlarını, kimsenin görmediği ve görmesini istemediği şeylerini örterse, Allah’u Teâlâ da kıyamet gününde onun ayıplarını örter. Her kim müslüman kardeşinin meydana çıkmasını istemediği birşeyini ortaya çıkarır ve dile verirse; Allah da onun ayıplarını, kimsenin bilmesini istemediği hallerini meydana çıkarır. Bu suretle kendi evi içinde de olsa onu rezil eder. Müslüman kardeşinin ayıplarını örten, bir ölüyü diriltmiş gibidir. ” (Buhârî, Mezâlim, 3; Müslim, Birr, 58; Tirmizî, Birr ve Sıla, 85)

Müslümanın ayıp araştırması değil, bilâkis gördüğü ayıp ve kusurları örtmesi gerekir. Diğer bir hadis-i şerifte: “Kim bir müslümanın ayıbını dilerse Allah da kıyamet gününde onun ayıbını örter. ” (Ebû Dâvud, Edeb, 39), “Kim bir ayıp görür de örterse sanki kabrine diri gömülmüş bir yavruya can vermiş gibi olur. ” (Ebû Dâvud, Edeb, 38) buyurulmuştur.

İnsan başkalarının ayıp ve kusurunu değil, kendi ayıp ve kusurunu görmeye çalışmalıdır. Peygamber Efendimiz (s.a.s.): “Kendi ayıbı, insanların ayıbını görmekten alıkoyan kimseye müjdeler olsun. ” (Aclûnî, Keşfu’l-Hafa, II, 46) buyurmuştur.

Ayıpların araştırılıp ortaya dökülmesi; insanları birbirine düşürmekten, aralarında kin ve düşmanlık tohumları ekmekten, fenalıkların yayılmasından başka bir şeye yaramaz. İnsanların gizli kalmış kusurlarını açıklamak, herkese duyurmak onların utanma duygularının yok olmasına, sosyal kontrolün azalmasına ve böylece ahlâksızlığın süratle yayılmasına da sebep olur. Resulullah: “Müslümanların ayıplarını, gizli hallerini araştırmağa kalkışırsan, onları ifsad eder (ahlâklarını bozar) veya ifsada yaklaştırmış olursun ” (Riyazü’s-Sâlihin, III,154) buyurmuştur.

Peygamberimiz ve ashabı, kimsenin ayıplarını araştırmamış ve araştıranları da şiddetle kınamıştır. Peygamberimiz’in: “Din kardeşini bir suçundan dolayı ayıplayan kimse, o suçu (günahı) kendisi de işlemedikçe ölmez. ” (Tirmizî, Kıyâme, 53) uyarısını da hiç bir zaman unutmamak gerekir.

Bir gün Hz. Ömer’in yanına bir adam geldi ve ona şöyle dedi: “Benim bir kızım var, cahiliye devrinde onu diri diri toprağa gömmüş, sonra da ölmeden çıkarmıştık. İslâmiyet geldikten sonra ben de kızım da müslüman olduk. Fakat kızım Allah’ın yasakladığı bir şeyi yaptı ve had vurulması icab etti. Bunun üzerine, bizim bulunmadığımız bir yerde bıçakla kendisini kesmek istemiş. Biz durumu haber alır almaz koştuk, fakat boyun damarlarından birini kesmişti. Hemen tedavî ettik, iyileşti. Yaptığına pişman oldu. Tövbe ederek bir daha böyle bir şey yapmamaya karar verdi. Bir kabileden dünür geldi. Ben de olanları olduğu gibi anlattım.” Hz. Ömer, adamın bu sözlerine kızarak:

“-Allah’u Teâlâ’nın gizlediğini açığa mı vuruyorsun? Vallahi eğer kızın başından geçenleri başka birine daha anlatırsan herkesten önce cezanı ben veririm. Git, kızı diğer müslüman, temiz kızlar gibi evlendir dedi.” (Y. Kândehlevî, Hadislerle Müslümanlık, III, 1021).

Müslümanların başkalarının günah ve kusurlarını, işledikleri ayıpları örtmeye çalışmaları nasıl önemli bir ahlâkî görevleri ise; aynı şekilde kendi günah ve kusurlarını da ifşâ etmemeleri gerekir. Aşağıdaki hadîs-i şerif bize bu konuda da titiz davranmamız gerektiğini göstermektedir. Resulullah (s.a.s.) şöyle buyuruyor:

Fenalıklarını açığa vuranlardan başka bütün ümmetim, halkın dilinden ve elinden salimdir. “

“Bir adam bir gece fenalığı yapıp da Cenâb-ı Hak onu örtmüş iken:

“Ey filânca ben dün gere Şöyle şöyle yaptım demesi, suçunu ilân ve teşhirdir. Halbuki o, geceyi Allah’ın setrine mazhar olarak geçirmişti. Allah’ın örttüğü bu suçu sabahleyin teşhir etmiş, açıklamış bulunuyor. ” (Riyazü’s-Salihîn, I, 282).

Rabîatü’l-Adeviyye: “Kul Allah’ın sevgisini tattığı zaman, Allah onu kendi kusurlarına muttali kılar, böylece başkalarının kusurunu görmez olur” der.

Bu ayet-i kerime ve hadis-i şerifler, toplum içinde yardımlaşmak, birlikte iyi geçinmek, yapılan fenalıkları ve ayıpları örterek arkadaşlığı, dostluğu kuvvetlendirmek, dostça yaşamayı isteklendirmek ayıp ve günahları teşhir etmeden önlemek gibi insanî ve İslâmî faziletlerimizi belirtmektedir.

Osman ÇETİN

Kaynak: Sorularlaislamiyet