Etiket arşivi: telaş

Zaman değil geçen

YEDİ TEPELİ şehrin en işlek caddelerinden birinde, bir fast food mekanın dördüncü katından caddedeki ışıklara bakıyorum. Saniyeleri sayan trafik ışıklarına. Yüzlerce araba ve yaya sırayla geçiyor caddeden. Gözlerim bir ışıkta, bir onlarda. Bu şehrin ışıkları saniye hesabıyla yanar ve güneş doğduğunda sırayla söner. Otobüsün saatleri vardır, saniyeleri sayarsınız. İşbaşının saati vardır, dersin saati.

Hayatımız bir trafik ışığı gölgesinde geçiyor bu şehirde. Kırmızı yanınca dur, yeşilde geç…

Hep bir yerlere yetişme telaşındayız. Kırmızıya kalınca siyah bir sitem çöküyor yüzlere, yeşilde bir hırs. Pencereden gözlemliyorum yüzleri. Kırmızıya aldırmadan yola atılanları, yeşili kaçırmamak için koşanları. Buradan bakılınca ne kadar dakik görünüyoruz. Bazen hayatımız pahasına kovalıyoruz bu saniyeleri. Kırmızı ışıkta geçip, saniyemizi kurtarıp öldürüyoruz birilerini. Bir tanesini yakalayıp sormak istiyorum. Muhtemelen evine gidiyor. Bu acele onun için. Ya da arkadaşına? Az önce saniyeleri saymak zor gelmişti, kırmızıya kalmamak için koşmuştu, eziliyordu. Oysa eve gittiğinde karşısında saatler harcayacağı televizyon, belki bilgisayar değil miydi? Ya da onu bekleyen arkadaşıyla—en iyi ihtimalle—gündemden konuşarak geçirmeyecek miydi saatlerini? Bu saatlerin saniyesi yok mu? Onlar sayılmıyor mu?

Bu hızlı ama dengesiz akış, yani kırmızı-yeşil denklemi, bize kendimizi unutturduğu kadar, karşımızdakinin insan olduğunu da unutturuyor. Yeşile rastlayınca sevinirken, orada beklediğine üzülenin de bir insan olduğunu, birkaç dakika sonra o bekleyen safında bu kez bizim olacağımızı bildiğimiz halde, saniyelik hırslara yeniliyoruz. Otobüse binerken kimse yer vermiyor kimseye; markette, hatta yürürken… Bana yeşil yanıyor, beklesin…

Bir saniye durup, buyurun demek zor geliyor bu şehirde. İnsanlar birbirinin yüzüne bakmıyor, gülümsemiyor. Saniyesini verip, nezaket almıyor. “Geçiş hakkı,” o amansız telaş, farketmeden bizi birbirimize küstürüyor.

Oysa bu şehrin caddelerinden kaç telaş geçti bugüne dek. Kaç kişi bir yerlere yetişmeye çalıştı. Zamanla yarıştı… Ama hep zaman kazandı.

Şimdi hiçbiri yok bu şehirde. Ne o bitmez telaşları, ne kendileri. Saniyelerin önemini yitirdiği, sessizliğin hüküm sürdüğü bir yerdeler…

Şehrin mezarlığında ışıklar yanmıyor, kimse kırmızıda durup yeşilde geçmiyor. Ve şimdi acı bir gülümsemeyle izliyorlar olanları. Belki duysak bir cümle söylüyor sessiz dudakları: Elinize kalacak olan şey zaman değil, zamanın getirdikleri, yakalayabildiklerinizdir!

 karakalem.net

Nuriye Çakmak

Bu işte bir bit yeniği var!

Genç mühendis, işe yeni başladığı şirketteki ilk toplantısına katıldığında, masa üzerindeki bir gazeteye göz atıp aniden yerinden fırladı ve “eyvah mahvoldum!.” Gibilerinden bir şeyler söyleyip koşar adımlarla odasına girdikten sonra, kapısını da arkadan kilitledi.

Bir anda, buz gibi bir hava esti içeride.

Şirket sahibi, babacan bir insandı. Toplantıyı bir bıçak gibi kesip:

– Bu işte bir bit yeniği var!. dedi. Mühendise kötü bir şeyler oldu. Dikkat edin, canına kıyabilir!.

Şirket çalışanları, müdürün ne kadar tecrübeli olduğunu bildiklerinden, hep birlikte yerlerinden fırladı. Müdürün yardımcısı, mühendisin okuduğu gazeteye bakarak:

– Bildiğiniz gibi, borsa bugün tam anlamıyla çöktü!. dedi. Mühendis, mutlaka çok zarar etti.

Bir başkası:

– Faiz veya repodan da zarar görmüştür!. dedi. Yüzde iki yüz sınırı aşıldı.

Diğeri, kendinin emin bir tarzda:

– Dün dolar bozdurmuştu!. diye araya girdi. Bugün döviz aniden yükseldiğinden, milyarları gitmiştir zavallının.

Muhasebe müdürü, hafifçe kasılarak:

– Bence yanılıyorsunuz!. dedi.. Daha üç gün önce avans çekmişti. Paralı bir insan böyle şey yapmaz. Olsa olsa karısıyla kavga etmiştir.

Bayan sekreter ise:

– Öyledir, öyledir!. diye atıldı. Hanımına geçen gün rastlamıştım, çok suratsız biriydi.

Bütün ihtimaller sıralanırken, şirket müdürü:

– Konuşmakla vakit kaybetmeyelim!. dedi. Her an bir tabanca sesi gelebilir içerden.

Müdürün bu sözleri, havayı tekrar gerdi. Şirkette ne kadar çalışan varsa, mühendisin kapısına yığıldı. Müdür bey, onları bir el işaretiyle susturduktan sonra, yumuşak bir sesle:

– Mühendis beyyy!.. diye seslendi. Benim canım kardeşim, sakın bir çılgınlık yapayım deme!. Biliyorsun ki bu dünya fanidir. Bir gün zaten öleceğiz değil mi?

Mühendisin odası müstakil olduğundan, başka bir mekana bağlanmıyordu. Bu yüzden, insanlara görünmeden çıkması imkansızdı. Oda kapısı ise, diğerleri gibi çelik levhalardan yapıldığı için, bütün çabalara rağmen kırılmıyordu. Buna rağmen odadan hiç bir ses çıkmıyordu. Bu arada itfaiyeye haber verildi ve beşinci kattaki büronun pencereleri altına brandalar gerildi.

Televizyon kameramanları, yüzlerce meraklı eşliğinde canlı yayına geçmişler ve iyi bir haber yakalamak için, adamın brandaya değil de beton kaldırıma atlaması için dua etmeye başlamışlardı.

Mühendis bey, on dakika sonra kapıyı açtı. Yüzü ışıl ışıldı ve neler olup bittiğinden habersiz görünüyordu. Kapı önündeki kalabalığın şaşkın baskıları arasında:

– Az kalsın ikindi namazını kaçırıyordum!. diye gülümsedi. Dünya fani olduğundan, bu iş ihmale gelmez.

Cüneyd Suavi