Etiket arşivi: cüneyd suavi

Dua

Küçük çocuk, deniz kenarına oturmuş, gözlerini de ilerdeki bir noktaya dikmişti. Belki de bir saattir öylece duruyordu. Onun bu hâli, alışveriş için balıkçı sandallarının kıyıya dönmesini bekleyen bir ihtiyarın dikkatini çekti. Yaşlı adam, seke seke onun yanına gidip:

— Merhaba delikanlı!. dedi. Bu gün deniz çok harika değil mi? Küçük çocuk, başını çevirmeden;

— Ama rüzgârlı, dedi. Topum denize düşünce sürükleyip götürdü. Adam, çocuğun yanına oturup:

— Eğer biraz genç olsaydım, yüzüp onu alırdım!. dedi. Ama şimdi adım bile atamıyorum. Küçük çocuk, ona cevap vermedi. Ve kıyıdan uzaklaşan topunu daha iyi görebilmek için, hemen yanındaki tümseğe çıktı. Yaşlı adam, sakin bir ses tonuyla:

— Ümidini hiçbir zaman kaybetme!. dedi. Bence dua etsen çok iyi olur. Çocuk, büyük bir sevinçle:

— Dua etsem topum geri gelir mi? diye sordu. Denize düştüğü yeri bilir mi?

— Allah isterse eğer, ona öğretir!. dedi ihtiyar. Topun geri gelmese de, duaların sevabı sana yeter.

Küçük çocuk, yaşlı adamın sözlerini biraz düşündükten sonra, her okuduğunda dedesinden bahşiş kopardığı duaları ard arda sıraladı. Daha sonra da, topun dönmesi için Allah’tan yardım istedi. Ama üzüntüsü azalmamıştı. O topa bir sürü para harcamış, bayram parasını bile ona katmıştı. Şimdi artık tek şansı, bazen olduğu gibi, rüzgârın âniden yön değiştirmesiydi. Ama deniz çok büyüktü, topu ise küçücük. Akşam üstü hava biraz daha sertleşti. Ve güneş batmak üzereyken sandallar döndü. Çocuk, eve gitmek istemiyordu. Bu yüzden de ihtiyarla birlikte oyalandı. Yaşlı adam, hep aynı balıkçıdan alışveriş yapardı. Sonunda onu bulup:

— Avınız inşallah iyi geçmiştir!. dedi. Eğer varsa, birkaç kilo alabilirim. Sandaldaki adam, bir kova içindeki balıkları gösterip:

— Zaten ancak o kadarcık tutmuştum, dedi. Denizde “av” diye bir şey kalmadı.

— Dua etmeyi denediniz mi? diye atıldı çocuk. Ümidinizi sakın kaybetmeyin!. Balıkçı için her şey tesadüftü. Bunun için de “rasgele” derlerdi. Ama şimdi bir şey hatırlamıştı. Yıllar yılı unuttuğu bir şeyi. Çocuğun yanaklarını okşarken:

— Dua ha!. diye mırıldandı. O zaman tutar mıyım?

— Tutamasanız bile, duaların sevabı size yeter, dedi çocuk. Bunu yeni öğrendim. Balıkçı, böyle bir sözü ilk defa duyuyordu. Başını ağır ağır sallayarak:

— Ben de yeni öğrendim!. diye gülümsedi. Üstelik de küçük bir öğretmenden. Çocuk, bu sözlerden çok hoşlanmıştı. Artık topun gitmesine üzülmüyordu. Yanındaki yaşlı adam ona bir göz kırparken, balıkçı tekrar sandala yöneldi ve ağların üzerindeki eski örtüyü açtı. Bir top vardı orada. Henüz ıslak olduğundan, ışıl ışıl parıldayan bir futbol topu. Balıkçı, onu çocuğa uzatıp:

— Öğretmenlerin hakkı hiç ödenmez!. dedi. Bunu biraz önce denizde buldum!. Küçük çocuk, rüyada olmalıydı. Hiç beklenmedik şeylerin yaşandığı bir rüya. Aceleyle sağa sola bakındı. Ama her şey gerçekti. Balıkçı da, sandal da, ihtiyar da… Topu ise, işte ellerindeydi. Ona sıkıca sarılıp:

Bir daha benden izinsiz gezmek yok!. dedi. Ya dua etmeseydim ne olurdu?

Cüneyd Suavi / Zafer Dergisi

İpucu

Genç adam, evinin alt katında marangozluk yapıyordu. Kapı ve pencere konusunda uzmandı. Fakat plâstik pencereler yaygınlaşınca, ahşap olanlara rağbet azaldı. Bu yüzden işler iyi gitmiyordu. Üstelik de çocukları büyümüş, biri hariç okula başlamıştı. Masrafları artınca, yanındaki kalfasına yol verdi. İşe biraz daha erken koyulur, yardımcıya ayırdığı parayı, çocukların harçlığına katardı.

Adam, bir gün çalışırken, elektrik kesildi. Ve uzun süre beklediği halde gelmedi. Aksi gibi, o akşam üzeri teslim etmesi gereken birkaç pencere vardı. Boş kalmayı sevmezdi. Planyayı yağladı, talaşları süpürdü. Biraz dinlenmek için eve çıkarken, sigortaya göz attı. Eğer yanılmıyorsa, bu iş normal değildi. Biri gelip sigortayı kapatmış olmalıydı. Şalteri kaldırınca, atölye aydınlandı. Tahminleri doğru çıkmıştı ama, bu işe bir anlam veremiyordu. Şaka dese, böyle bir şaka yapılmazdı. Kendisini kıskanacak bir düşmanı da yoktu. İşe koyulduğunda, yine aynı şey oldu. Ama bu sefer suçluyu görmüştü. Oğlu, evden atölyeye bağlanan merdiveni sessizce inmiş ve sigortayı kapattığı sırada, babasını karşısında bulmuştu.

Adam, on yaşına gelmiş bir çocuğun böyle bir haylazlığını affedemezdi. Bütün günü, onun yüzünden mahvolmuştu. Bir kere yapmış olsa, ses çıkartmazdı. Ama tekrarlaması, hangi yönden bakılırsa bakılsın, büyük hataydı. Saçlarından yakalayıp sıkı bir tokat attı. Her şey onun iyiliği içindi. Belki vurduğu tokat, serseri olmasını engellerdi. Adam, oğlunun gözyaşlarını görmezden geldi ve eve çıktıktan sonra, eşine dert yanarak:

— Bu çocuğun, okulda kimlerle düşüp kalktığını bilmemiz lazım!.. dedi. Eğer serbest bırakırsak, başımıza büyük dertler açacak!.. Adam, bir süre düşündü. Sonunda da en kolay yolu buldu. Oğlunun hiç aksatmadan tuttuğu günlüğünde, arkadaşlarına ait ip ucu olmalıydı. Eşi istemese de, ona kulak asmadı ve çocuğunun günlüğünü okumaya başladı. Oğlu, en son sayfada:

“Bu gece kötü bir rüya gördüm!..” yazmıştı. “Atölyede çalışırken, babamı elektrik çarpıyordu. Allah’ım onu koru!.. Ben elimden geleni yapacağım!..”

Cüneyd Suavi / Zafer Dergisi

Bebek

Genç kadın, bebeğin güzelliği karşısında büyülenmiş gibiydi. Kıvırcık sarı saçları, iri mavi gözleri, kalkık bir burun ve küçük kırmızı dudaklarıyla bir kartpostalı andıran bebek, kadının şimdiye kadar gördüğü en cana yakın kız çocuğuydu. Onun ipek yanaklarını doya doya öpmek ve Cennet kokusunu içine çekmek için eğildiğinde:

— Dokunma bana!… diye bir ses duydu. Beni okşamaya hakkın yok senin. Kadın, korkuyla irkilip etrafına bakındı. Bebekle kendisinden başka içerde kimse yoktu. Aynı sesi tekrar duyduğunda bebeğe döndü. Aman Allahım!.. Yeni doğmuş gibi görünmesine rağmen konuşan oydu. Bebek:

mavi gozlu bebek— Bana yaklaşmanı istemiyorum, diye devam etti. Hemen uzaklaş benden. Kadın, biraz olsun kendini toplayarak:

— Çocuklarımız hep erkek oluyor, dedi. Onlar da güzel ama kız çocukları başka. Bu yüzden seni öpmek istedim.

— Beni öpemezsin, diye ağlamaya başladı bebek. Benim de seni öpemeyeceğim gibi.

— Neden? diye sordu kadın. Neden öpemezsin ki? Bebek, hıçkırıklara boğulurken:

— Bunun sebebini bilmen gerekir, dedi. Düşünürsen mutlaka bulacaksın. Kadın, neler olup bittiğini hatırlamak üzereyken kendine geldi. Özel bir hastanenin en lüks odasında yatıyor ve narkozun tesirinden midesi bulanıyordu. Aile dostları olan tanınmış doktor, odayı dolduran çiçeklerden bir tanesini vazodan çıkartıp kadına uzatırken:

— Geçmiş olsun hanımefendi, dedi. Başarılı bir kürtajdı doğrusu. Ha..! Sahî, “kız”mış aldırdığınız.

Cüneyd Suavi / Zafer Dergisi

Fetih

Dağcılar, yüksek bir dağın zirvesine tırmanmak üzere, altı kişilik bir ekiple yola koyulmuşlardı. Grubun lideri, ülkedeki bütün dağcıların aynı hedefe ulaşmak için can attığını ve bu işin çok zor olacağını biliyordu. Bu yüzden de, zirveye doğru yapılacak tırmanıştan önce, adamlarını dinlendirmek istedi.

Dağın orta yerinde, çobanlıkla geçinen üç beş ailenin yaşadığı bir yayla vardı. Ve burası mola vermeye uygundu. Dağcılar, köylüler tarafından sevgiyle karşılandı. Hepsi de çok neşeli insanlardı. Ama küçük bir çocuğun ayağı kırılmıştı. Yayladakiler, sabahtan akşama kadar dik yamaçlarda dolaştıkları için bu tür kazalara alışık olduklarını söylüyorlar ve küçük çocuğu, kendi usullerince tedavi etmek istiyorlardı. Ama ekibin en genç üyesi, çocuğun acı çektiğini gördüğünden dağa tırmanmaktan vazgeçti ve onu aşağıdaki kasabaya indirip tedavi ettirmek için, ailesinden izin aldı.

Birkaç gün sonraki gazetelerin spor sayfalarında, zirveye bayrak diken beş dağcının boy boy resimleri yayınlandı. Uzun yıllar boyunca fethedilmeye çalışılan dağda o ana kadar yirmiye yakın dağcı kaybolduğundan, bu iş gerçek bir zafer sayılmıştı.

Dağa tırmanan ekip, on yıl kadar sonra tekrar buluştu. Dünyaca ünlü bir spor dergisi, o dağa çıkanları tanıtan bir program düzenlemiş ve aynı atmosferi sağlamak amacıyla, dağın eteklerinde yer alan bir kamp evini seçmişti. Ancak mayıs ayı içinde oldukları halde müthiş bir tipi vardı ve dört bir yandan kurt sesleri duyuluyordu. Toplantıya bir çok dağcı gelmişti. Fakat ilk fatihler, unutulmuş gibiydi. Çünkü sonraki yıllarda dağa çıkanlar, ilkinden daha zorlu yollar seçmişler, bu yüzden de çok meşhur olmuşlardı. Dağa ilk çıkan ekip, hayatlarını ortaya koyarak yapmış oldukları bir keşfin bu kadar çabuk unutulması karşısında üzüntüye kapılmış ve zaferlerinin ne kadar anlamsız olduğunu düşünmeye başlamışlardı.

Motorlu kızaklarına binip geldikleri yere dönmek üzere yola çıktıklarında, diz boyunu geçen karlar arasında düşe kalka ilerleyen bir delikanlı, onların yolunu kesti. Gruptaki dağcılar, yarı donmuş vaziyetteki misafirlerini merakla izliyordu. Delikanlı, ekipteki kişileri birer birer süzdükten sonra, grubun en genç üyesinin yanına koştu ve hiçbir şey söylemeden ona sarıldı. Genç adam, onun vaktiyle dağdan indirdiği çocuk olduğunu anlamıştı. Kendisini sevgiyle kucaklarken:

— Bu havada dışarı çıkman, tam bir çılgınlık!. dedi. Donup ölebilirdin. Delikanlı, ona tekrar sarılıp: — Sizi bulmak, her şeye değerdi efendim!. diye gülümsedi. Çünkü siz, bir insan kalbini fethetmeyi, bir zirveyi fethetmekten önemli görmüştünüz.

Cüneyd Suavi / Zafer Dergisi

Balık

Delikanlı, babasının hızla kilo kaybettiğini farketmiş ve bu durumdan korkmaya başlamıştı. Yaşlı adam, onun için bir arkadaş gibiydi. Çeyrek asra yaklaşan beraberlikleri sırasında onu her zaman yanında bulmuş, bütün sırlarını ona açmış ve hiç kırmadan hizmetini görmüştü. Bu yüzden de evlenmeye yanaşmıyordu. Zaman ‘âhirzaman’ olduğu için, alacağı kız, belki de babasıyla geçinemezdi. Oysa ki hayatları, insanlardan çok uzak bir sahilde ve küçücük bir kulübede geçmesine rağmen, mükemmel sayılırdı. Hiçbir şeyin sıkıntısı duyulmuyordu. Denizden gelen kütük ve tahta parçaları, yakacak ihtiyaçlarını bol bol karşılıyordu. Bütün dağ ve tepeler, bahçeleriydi. Üç-beş tane koyunları vardı sağılan. Bir düzine kadar da tavukları… Bu yüzden, ne yağları eksikti sofralarında, ne de süzme peynirleri, yumurtaları.

Babası, iyi olduğu günlerde bahçe işleri ile uğraşır, mısır, sebze ve meyve yetiştirirdi. Yemek, çamaşır ve bulaşık işleri ise, annesinin vefatıyla kendisine kalmıştı. Bir de balık tutma işi elbette. Fakat avlanmak için, havanın güzel olması gerekiyordu. Çocukluk yıllarından beri kullandıkları emektar sandalları artık kalafat tutmadığı için, kayalıklardan attığı oltasına takılanlar süslerdi sofralarını. Bazen üç-beş istavrit, bazen de birkaç tane dip balığı. Ama eğer Allah lüfer verirse, o zaman iş başkaydı. Babası, midesine düşkün biri olmamasına rağmen lüfere dayanamaz ve âdeta bayram yapıp:

“Bu balık, mutlaka Cennet’ten gelmiş!.” derdi.

Hastalığı ilerlediğinde, yaşlı adam yemek yiyemez oldu. İki kaşık çorba bile içemiyordu. Aradan bir hafta geçtiğinde, ağzından bir kelime kaçırıverdi: Lüfer!

Delikanlı, hiçbir şey olmasa bile, babasının sadece bu balığı yiyebileceğine, hatta aldığı ilk lokmada şifa bulacağına inanmıştı. Ama onun bu isteği karşısında duyduğu sevinç, biraz sonra bir kâbusa dönüştü. Çünkü sık sık olta attığı halde, en son lüferini aylar öncesinde yakalamıştı. Evlerine bir saat uzak olan köyde de, “balık tutmak” diye bir âdet yoktu. Delikanlı, babasının birkaç lokmayla doyacağını bildiği için, en küçük lüfere bile razıydı. Onun yatağını pencere önüne çekerek kayalıklara geldi. Yaşlı adam onu uzaktan görür ve fazla meraklanmazdı. Oltasını atarken:

“Yâ Rabbi!.. diye dua etti. Bugüne kadar babamı kırmadım. Ve benden ne istediyse hemen yaptım. Ama benim sözüm denize geçmez. Onun istediği şey, senin hazinende elbette vardır. Ve o şey, belki de babamın son yemeğidir.”

Denizin hafif bir poyrazla ürperen açıklarındaki martılar, ard arda yaptığı dalışları ve çığlık çığlığa bağırışlarıyla bir balık akınını haber vermesine rağmen, oltaya bir tek’i bile gelmedi.

Güneş batmak üzereyken, delikanlı kayalıktan ayrıldı. Ayakları geri geri gidiyordu âdeta. Kulübeye yaklaştığında, çimenlerin arasında bir hareket fark etti. Ve ona doğru yavaş yavaş sokuldu. Aman Allah’ım!.. Ayaklarının dibinde, canlı bir lüfer vardı. Orta boyda, kıpır kıpır bir lüfer. Genç adam, rüya gördüğünü sandı ilk önce. Bitmesinden korkup, kımıldamadı. Ama hemen sonra kendine geldi. Sağa sola bakındı. Ortalıkta hiç kimsecikler yoktu. Deniz ise, aşağıda köpürüp duruyordu. Yukarıdaki martıların sesini duyduğunda, başını kaldırıp onlara baktı. Lüferi denizden çıkartan martı, diğerlerinin hücumuyla balığı düşürmüştü.

Delikanlı, anne ve babasından aldığı terbiyeyle, Allah’a her fırsatta şükrederdi. Ama bu sefer, iki damla gözyaşıyla yetindi. Tek bildiği şey, yerdeki balıktan da fazla titrediğiydi. Onu yavaşça alarak kovaya koydu. Kulübeye girdiğinde, babası uyanmıştı. Üstelik de renk gelmişti yüzüne. Oğluna gülümseyip:

“Rüyamda yine anneni gördüm! dedi. Her zamanki gibi Cennette idi. Ve bana güzel bir yemek yapıyordu.” Delikanlı, kovadaki balığı mukaddes bir emanet gibi çıkartırken:

“Annemin seçtiği yemek, lüfer olmalı!. dedi. Onu kızartmam için bana attı.

Cüneyd Suavi / Zafer Dergisi