Etiket arşivi: Yavuz Bahadıroğlu

“Regaib Gecesi” mi, “Kandil Gecesi” mi?

Eskilerimiz Regaib gecesine “Regaib Gecesi” yahut “Mübarek Gece” derlerdi…

Bu kelime “reğa-be” kökünden olduğu için “rağbet etmek, istemek, arzulamak, bir şeye meyletmek ve onu elde etmek için çaba göstermek” anlamına gelirdi… 

Regaib Gecesi “istek gecesi”, kulluk arzı, dua ve ibadet ışığında arınma gecesiydi…

Kelime mânası olarak da manevi iklim kokan bir geceye, siz “kandil” dediğinizde tüm mânevi iklimi gider, yerine titrek ışığıyla anlamsız bir “kandil” gelir.  

Kelime ve cümleler ifade ettikleriyle değerlenir.

Meselâ, “Esselamüaleyküm verahmetullah” dediğiniz anda, yalnız bir cümle söylemiş olmuyorsunuz, bir cümle ile bir iman âbidesi de inşa etmiş oluyorsunuz.

Çünkü selâmın içinde rahmet, bereket, inayet gibi ulvi kavramlar ve barış, dostluk, kardeşlik, hoşgörü gibi mesajlar var.

Peki, “günaydın-tünaydın”da ne var? “Malûmu ilân”dan, yani bilineni tekrarlamadan başka bir şey yok. Farkında mısınız bilmiyorum, ama kelimelerle birlikte kavramlarımız altüst oldu:

“Allah’a ısmarladık” yerine, “esen kal”, hattâ “baybay”…

“Allah selamet versin” yerine, “güle güle”…

“Allah rahmet eylesin” yerine, “başın sağ olsun”…

“Nur içinde yatsın” yerine “ışıklar içinde yatsın”…

“Ramazan bayramı” yerine “şeker bayramı”…

 “Mübarek olsun” yerine, “kutlu olsun”…

“Fatiha” yerine “saygı duruşu”…

“Mübarek aylar” yerine “3 aylar”!.. 

“3” yalnızca bir sayıdır. “Mübarek” ise “verimli, bereketli, kutlu, uğurlu, hürmetli, beğenilen, sevilen” anlamında mânevi bir dünya! Ayrıca bir Ramazan müjdesi ve Kur’an güzellemesi…

Gele gele, nihayet, şaşkınlığımızı ifade etmek için kullandığımız “Allah Allah”, “Lailahe illallah”, “fesübhanallah” yerine, İngiliz ağzıyla “vaaavvv”, “vuuuv” şaşkınlığına kadar geldik! Maksat toplumun maneviyatla bağlarını koparmak olduktan sonra, uydur uydur söyle! 

Uydurdular, söylediler, yazdılar, çizdiler; biz de tartışmasız kabullendik. “Alt tarafı birkaç kelime” dedik, kendini “kelime”lerle inşa eden kavramları ıskaladık! 

Kavramlarla birliktetefekkürümüz gitti, firasetimiz gitti, nezaketimiz gitti, nezahetimiz gitti, nefasetimiz gitti; kuruduk! Bu gidişlerden “mübarek geceler” de nasibini aldı: Durup dururken “kandil” oluverdiler.

Bu “galat-ı meşhur”un (yaygın yanlışın) revaç bulmasının (yayılmasının) sebebi, elektrikten önce cami minarelerinin kandillerle aydınlatılmasıdır…

Eskiden mübarek gecelerde minareler kandillerle ışıklandırılırdı. Bu yüzden mübarek gecelere “kandil gecesi” denmeye başlandı. Ama yaygın değildi. Şurlu Müslümanlar “Mübarek Gece” demekte ısrarlı olmuşlardı.

Cumhuriyet döneminde bu yanlış, pek çok “bilinçli yanlış”la birlikte ısrarla vurgulandı. Sonunda yapıştı kaldı. Şuur âbidesi saydığımız “dindar Müslümanlar” bile artık “kandil” diyor. 

Vaizlerimiz kürsülerden “kandil” üzerinden vaaz veriyor…

Kandil kadar imanımız kaldığı için mi, yoksa koskoca İslâm dünyası git gide kandil ışığına benzemeye başladığı için mi?

Titrek ve etkisiz: Hafif bir rüzgâra karşı bile dayanıksız!

Yavuz Bahadıroğlu – yeniakit.com

Dördüncü Cemre!

Cemreler arka arkaya düşüyor…

Birinci cemre havaya, ikinci cemre suya, üçüncü cemre toprağa…

Keşke bir dördüncüsü olsa da yüreğe düşse…

Yüreklerimiz havayla, suyla, toprakla birlikte ısınmaya başlasa, birbirimize karşı…

Belki o zaman fark ederdik, aramızdaki “fark”ların aslında “renkler”imiz olduğunu…

Farklarımızın, “Ne kadar fark, o kadar gökkuşağı” anlamı içerdiğini ve ruhumuzu zenginleştirdiğini…

Belki o zaman idrak ederdik, her şeye rağmen hayatın güzelliklerle dolu bulunduğunu ve tüm güzelliklerin insana “ikram” edildiğini…

Değişen mevsimlerin içinde saklı farklılıklarla hayatın daha yaşanabilir hale geldiğini, bu anlamda her mevsimin kendi sırrını içinde sakladığını ve vakti geldiğinde hayata kattığını…

Zıtların bir birleriyle “kaim” olduğunu; kış olmadan yazın, yaz olmadan baharın, gece olmadan gündüzün, yaşlılık olmadan gençliğin değerinin bilinemeyeceğini…

Zıtlıkların tamamlayıcı mahiyetlerini, farkı fark ettirici özelliklerini…

***

Bir karar vermek lâzım: Ya iktidar olamamış siyasetçilerin “iktidarsızlık” sendromunu olumsuzluğa dönüştüren “Batsın bu dünya” modundaki yaklaşımlarıyla, günlük gazete ve bildik televizyonların şamatacı karamsarlıklarını esas alıp dünyamızı karartacağız ya da her oluşta saklı güzelliği görme kararlılığı içinde hayata “mü’mince” bakıp hayatın “tefekkür” ve “tezekkür” boyutunda yakalamamız mukadder olan ihtişamın “İlahî ikram” boyutunu keşfederek “hamd” kapısından Allah’a ulaşacağız.

Seçim bize bırakılmış…

Birinci hayat tarzının insanın ufkunu kararttığını, hayata olumsuz bakmanın güzellikleri ıskalattığını ve insanı hayattan keyif alamaz hale getirdiğini, bunun ise hem başarısızlığı körüklediğini, hem de dünya cehenneminde yandıktan başka, ahret cehennemini de inşa ettiğini bilmekte fayda var.

Peygamber Efendimiz, her türlü olumsuzluğun içinden güzellik çıkarabilen ve mevcut tüm güzellikleri yakalayabilen bir örnektir. Düşünün ki, çürümüş, kokuşmuş ölü bir köpeğin bile güzel yönüne dikkat çekmiş, “Dişleri ne güzel” buyurmuştu.

Köpeğin dişleri gerçekten güzeldi: Ama köpeğin kokuşmuşluğuna, çürümüşlüğüne dikkat kesildikleri için, güzel dişlerini ıskalamışlardı.

***

Dünya da öyledir sevgili dostlarım; insanların bozmadığı yerler hâlâ güzeldir…

Bakın hâlâ cemreler düşüyor… Mevsimler değişiyor… Geceler gündüze dönüşüyor… Güneş doğarken ayrı, batarken ayrı renk cümbüşünün tablolarını çiziyor… Mehtap ve gökkuşağı hâlâ çıkıyor… Yıldızlar hâlâ dünyanın en güzel bestesinin İlâhî nağamatına (nağmelerine) uyup zikrediyor… Yağmurun seyrine doyum olmuyor… Karın keyfi her yaşta yaşanabiliyor.

Cemreler de bir biri ardına düşmeye başladı ya, kısa bir süre sonra toprak canlanmaya, ağaçların damarlarına su yürümeye, bitkilerin içinde “gül ateşi” tutuşmaya başlayacak.

Bahar gelecek ve hayat alabildiğine renklenecek.

Bu rengârenkliği, bu cümbüşü fark etmemek, küfran-ı nimet (sözlüğe bakabilirsiniz) olmaz mı?

Hayat siyasetten, ticaretten, kavgadan, savaştan, terörden, krizden ve referandumdan ibaret değil!..

Hayat aynı zamanda doyumsuz bir güzelliktir ve hâlâ çok güzeldir!

Yavuz Bahadıroğlu – Yeni Akit

 

Kuruluş, Diriliş ve Direniş

Muazzam Osmanlı oluşumun çekirdeği, Merv ve Mahan bölgelerinden Anadolu’ya gelen Oğuzların Bozok kolunun Kayı Boyu tarafından atıldı…

Büyük göç Ahlat civarında sekiz-dokuz sene kadar soluklanıp (Peygamber Efendimiz de sekiz-dokuz yıllık bir demlenmeden sonra Mekke’yi fethetmiş ve devlet olmuştu) demlendikten sonra, Batı’ya yöneldi.  

Ankara yakınlarında Aşiretin Beyi Gündüz Alp öldü. Bey’in karısı Hayme Ana, eski Türk geleneklerinden gelen bir töreye uygun olarak, bir süreliğine yönetimi ele aldı, aşireti Söğüt-Domaniç aralığına yerleştirdi.

Sungur Tekin, Gündoğdu, Ertuğrul ve Dündar isimli dört oğlu vardı. Dündar henüz çocuk yaştaydı. Hayme Ana yetişkin oğullarını tek tek çağırıp “devlet tasavvuru” arayacak, bu tasavvurun sadece Ertuğrul’da olduğunu görerek gönül huzuru içinde onu beyliğe getirecekti.

Ağabeyleri bu tercihi kabullenmeyerek aşireti ortadan ikiye böldüler ve geri döndüler. Ne oldukları belli değil, zira tarih geri dönenleri değil, ölümüne hedefe yürüyenleri yazar: Tarih Ertuğrul’u ve oğullarını yazdı:

Neşri (ö. 1520) “Kitab-ı Cihannüma” isimli meşhur tarihinde, “Devlet-i Âliyye”nin temellerini atan Ertuğrul Gazi’yi şu şekilde anlatıyor:

 “Ol vakit ki Ertuğrul dört yüze yakın erle Rûm’a (Anadolu) duhul ittiler, Sultan Alâüddin-i Evvel bazi a’dâsıyla cenk sadedinde idi. Bunlar dahi göçmen gelüb ittifâk Sultan Alâüddin’ün şol haline yetişürler ki, Tatar, Sultan Alâüddin’i bunaldub sıyayürür. 

“Ertuğrul’un yanında birkaç yüz yarar yoldaş var idi. Ertuğrul eytdi: ‘Hay yârenler, cenk tuş geldük. Yanımızda kılıç götürürüz. Avret gibi geçüb gitmek erlik değildür. Elbette şunların birine muâvenet (yardım) itmek gerek. Gâlibe mi muâvenet idelüm, yoksa mağlûba mı?’ 

“Eytdiler: ‘Mağlûba muâvenet asîrdür. Âdemumuz azdur ve hem yeğine kuvvet dimişlerdür’ didiler. 

“Ertuğrul eytdi: ‘Bu söz merdâneler kelâmı değildür. Erluk oldır kim, mağlûba yardım idevüz, Hızır gibi bun deminde bîçarelere medet yetişe. Dest-gîr olavuz’ didi.

“Pes heman Ertuğrul etbâiyle el kılıca urub bir taraftan ki Sultan Alâüddin’ün mukâbelesinde idi, Tatar’a kılıç koydılar. Şahin kargaya girer gibi girüb fî’l-hâl aduvvi münhezim kıldılar. Sultan Alâüddin anı görüb Ertuğrul’a istikbal gösterdi. Ertuğrul dahi etbâiyle inüb Sultan Alâüddin’ün elin öpdi. Sultan Alâüddin dahi Ertuğrul’a hil’ât-i Fâhir giydirüb tevâibine ve levâhıkine atâlar ve ihsanlar eyledi. Andan Söğüt nam yiri halkına kışlak ve Tomanîci ve Ermeni tağlarını yaylak virdi.”

17. yüzyıl Osmanlı tarihçisi Müneccimbaşı Ahmed Dede (1631- 1702) şu tespitleri yapıyor: “Bil ki, bu devleti kuranlar, tarihin en haşmetli ve en büyük hükümdarlarıdır. Çok hayır yaparlar, çok ihsanda bulunurlar. Dâimâ adâletle hükmetmişler, kılıçlarının hakkı, mızraklarının meyvesi olarak bu devleti kurmuşlar ve büyütmüşlerdir”. 

Fransız tarihçi Fernand Grenard (1866–1942) ise şunları söylüyor: “Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşu, beşer tarihinin en hayrete değer ve en büyük vâkıalarından biridir” diyor. Neşri o isimden şöyle bahsediyor: 

“Meğer Osman Gazi’nin halkı arasında bir Şeyhi Aziz var idi. Edebali dirlerdi. Gayret sahibi kimselerden idi. Halkın itimadını almış tüm illerde meşhur olmuş idi. Dünyası sonsuzdu. Kendine derviş yolun tutarlardı. Hatta derviş deyü lakap ederlerdi. Bir zaviye yapıp gelen ve gidene hizmet ederdi. Zaman zaman Osman Gazi dahi ona misafir olurdu.”

“Kuruluş” tamam, “Kurtuluş” tamam, “Diriliş” detamam olduğuna göre, şimdi “Direniş” zamanıdır!

Kurucularla birlikte, “Din ü devlet” uğruna fedâ-yi can edenlere de rahmet dileyelim.

Yavuz Bahadıroğlu – yeniakit.com

Yusuf’laşmak, Yunus’laşmak, İbrahim’leşmek

Kur’an-ı Kerim’de geçen Hz. Yusuf kıssası, her çağın insanı için bir ibret levhasıdır. Bu özelliği sebebiyle Kur’an’da “Ahsenül Kasas” (en güzel kıssa) olarak zikredilir. Yusuf Suresi’nin başından 102. ayete kadar olan bölümde anlatılan bu kıssa, Yusuf’un başından geçenlere ilişkindir.

Özetlemek gerekirse, çok yakışıklı olan Yusuf’u, kıskanan kardeşleri, ondan kurtulmaya karar verip av bahanesiyle götürdükleri ıssız bir dağ başında bir kuyuya atarlar. Üstünden çıkardıkları gömleğini de avladıkları bir hayvanın kanına bulayıp babaları Hz. Yakub’a gösterirler: “Kardeşimiz Yusuf’u kurtlar parçaladı.”

Kuyudaki Yusuf’un imdat çığlıklarını kimse duymaz, zira çevrede kimse yoktur. Ama her zaman, her yerde biri vardı: O Allah’tır. “Onun izni ve haberi olmadan sarı yaprak bile yere düşmez!”

O umutsuzluk deminde dahi yan gelip yatmaz. Teslim olmaz. Tırmanmaya çalışır. Elleri parçalanana kadar uğraşır. Bir taraftan da dua eder.

Derken, bir kervan yaklaşır kuyuya. Kervandakilerin Yusuf’tan, Yusuf’un kervandan haberi yoktur. Ama “Allah her şeyden haberdardır! Aşılmaz tek irade O’nun iradesi, şaşmaz tek hesap O’nun hesabıdır!”

İhtiyaçlar kuyu başında kesişir. Susayan kervancılar kuyuya bir kova sarkıtırlar. Amaçları Yusuf’u kurtarmak değil, kuyudan su çekip susuzluklarını gidermektir. Hz. Yusuf kuyuya sarkıtılan kovaya tutunur ve yukarı çekilir. 

Mısır’a götürüp köle niyetine satılır. Bir iftiraya uğrayıp, yedi yıl zindanda yatar. Nihayet nice “olmaz”lar olur ve Hz. Yusuf, Mısır’ın “ikinci adamı” konumuna gelir.

Bu kıssayı, çekemedikleri için gemiden denize attıkları Hz. Yunus ve Nemrut ateşinden sağ selamet çıkan Hz. İbrahim kıssalarıyla birlikte bir kere daha değerlendirmeye çalışır mısınız lütfen?

Kıssalarda verilen mesaj aynıdır. Mehmed Âkif Ersoy, Allah’ın bu mesajını şöyle şiirleştirmiştir:

Allah’a dayan sa’ye sarıl hikmete râm ol,

Yol varsa budur bilmiyorum başka çıkar yol.” 

*

Bazen insanın yüreği yorulur. Bazen “şak” diye ortadan yarılır da tüm dinamikleriniz içinize çöker, tüm umutlarınızı yitirirsiniz…

Varlığınızın enkazı altında kalmış gibi hissedersiniz kendinizi…

Umduğunuz dağlara kar yağmış, size dostça, kardeşçe uzandığını sandığınız eller, sizi ya karanlık bir kuyuya ya da fırtınalı bir denize fırlatmıştır.

Dertlenmeyin!.. Yakınmayın!.. Ve asla pes etmeyin!..

Bilin ki, o an, Yusuf’laşma. Yunus’laşma ve İbrahim’leşme anıdır!

*

Bir üniversitede verdiğim konferans sonrasında, öğrencilerden biri şöyle bir sual sordu: 

“Roman yazmak için öncelikle ne lâzım?” 

Tek kelimelik bir cevap verdim: 

“Önce sabır lâzım!”

Hayat, her anı sabırla örülen bir sanattır!

Tabii sabrınıza imanınızı, ilminizi, irfanınızı, bilginizi, becerinizi, birikiminizi, kültürünüzü, idrakinizi, ferasetinizi, basiretinizi, nezaketinizi, nezafetinizi, nezahetinizi, zarafetinizi ve nihayet yüreğinizi de katmalısınız.

“Sabırla koruk helva olur” sözü boşuna söylenmemiş…

Yavuz Bahadıroğlu – Yeni Akit

Osmanlı’nın “devlet” amacı ve Yavuz Sultan Selim

Şu soru hep soruluyor: Tacettinoğulları, Tekeoğulları, Çobanoğulları, Çandaroğulları, Dulkadiroğulları, Eşrefoğulları, İnançoğulları, Karesioğulları, Menteşoğulları, Pervaneoğulları, Ramazanoğulları, Saruhanoğulları, Karamanoğulları, Germiyanoğulları gibi, Anadolu’da onca Müslüman-Türk beyliği varken, bunların arasından neden sadece Osmanlı Beyliği, imparatorluk burcuna yükseldi?

Cevabım şöyle: Bu aşiretlerle beyliklerin arasında sadece Osmanlılarda “Devlet tefekkürü” vardı…

Bu yüzden Osmanlılar kısa ve uzun vadeli hedeflere sahiptiler…

Başıboş değil, güçlü ve etkileyici bir amacın peşine takılıp Anadolu’ya gelmişlerdi…

En başında kendilerine iki büyük hedef belirlediler: Bunlardan biri “dini”, diğeri “milli” idi…

Dini hedef: “İlâ-i Kelimetullah”!..

Milli hedef: “Kızıl Elma”!

“Kızıl Elma” hedefi son yüzyıllarda telaffuz edilmeye başlandı, ama aslında hep vardı. En başta ulaşılması gereken yer de Doğu Roma olarak belirlenmişti. Bunun öznesini ise Efendimiz’in Konstantiniye’nin fethine ilişkin meşhur Hadis-i Şerif’i teşkil ediyordu.

İnsanlar bu hedeflere göre eğitilip yetiştirilmişlerdi. Her birey, bu hedeflere ulaşmayı “varlık sebebi” sayıyordu.

Mevlâna, Yunus, Edebali, Dursun Fakih gibi “şeyh”lerle, Yesevi’nin Alp Erenler’i bu ebedi emeli yürekten yüreğe gergef işler gibi işlemişler, her Kayılı’yı bu hedef etrafında bütünlemişlerdi. Her Kayılı’nın yüreği yine bu hedef sayesinde bir atom çekirdeğine dönüşmüştü.

Yavuz Padişah da aynı yolun yolcusuydu. Bunun için önce Anadolu Birliği kurulmalı, ardından “İslâm Birliği” (İttihad-ı İslâm) sağlanmalı, ancak ondan sonra Batı’ya yürünmeliydi.

Yavuz’un, “Dünyayı bir padişaha çok, iki padişaha az” bulması işte bu yüzdendir. Şah İsmail ile yine bu yüzden hesaplaşması kaçınılmazdı: Anadolu, sırtını dayayabileceği bir kıvama gelmeliydi.

Şah İsmail’in “mürit” görüntülü müfrit casusları ve taraftarları Anadolu’da hâlâ cirit atıyor, yer yer ayaklanmalar çıkarıyor, merkezin gücü Anadolu’nun özellikle bazı bölgelerinde etkisiz kalıyordu.

Çaldıran öncesi Şeyhülislam’dan fetva aldıktan sonra, valilere gönderdiği fermanlarda, Şah taraftarlarının tespit edilmesini ve suçlarının gerektirdiği cezalara çarptırılmalarını emretti.

“Yavuz Sultan Selim 40 bin Alevi’yi (Osmanlı “Kızılbaş” demeyi tercih ediyordu) kesti” iddiasının kaynağı işte budur. Bu iddianın kaynağı ise, genelde, Alevi tarihçilerle Osmanlı’ya alabildiğine düşman yabancı tarihçilerdir. 

Öyle bir hava veriliyor ki, sanki Yavuz durup dururken, sırf “Alevi” oldukları için Alevileri katletmiş!

Oysa Yavuz, Sünni-Alevi ayırımı yapmadan, devlet düşmanlarının üzerine yürümüştür.

Bunu “Alevi katliamı” gibi algılamak ve yansıtmak önce tarihi gerçeklere, sonra da vicdana terstir.

Bazıları da “Türkçe şiir” yazdığı gerekçesiyle Şah İsmail’e daha yakın, “Farsça şiir” yazdığı için Yavuz’a daha uzak dururlar… Bu yaklaşımın da gerçeklerle ilgisi bulunmamaktadır. Neden derseniz, o dönem, dil ayırımının belirleyici olmadığı bir dönemdir. Zaten Osmanlıca, Arapça-Farsça ve Türkçe karışımı bir dildir.

“Türkçe’yi kurtarmak” ya da Alevi kardeşlerimizi memnun etmek için çaba harcarken, Yavuz’a ve tarihe haksızlık ettiğimizi dikkate almak zorundayız. 

Yavuz’u “katliamcı” gibi göstermenin tarihi sorumluluğunu kimse kaldıramaz!

Tarihe günün şartlarından, hele de “moda” akımlarından yaklaşmak, tarihi “tağyir”, “tahrif”, hatta “tahrip” eder.

Tarihçi kimseyi mutlu yahut tedirgin etmekle görevli değildir. Görevi tarihi gerçeklerle buluşup halkını yüzleştirmektir. Bu kadar! 

Yavuz Bahadıroğlu – Yeni Akit