Etiket arşivi: Ziyaeddin Halid İpek

Gençlikteki Acayiplikler (2) Benliğini Sosyal Medyada Bulanlar

Sosyal medya günümüzde kullanıcı sayısı giderek artan ve dünya genelinde yaygınlaşan bir platform. Sadece Facebook’un Türkiye’deki günlük aktif kullanıcı sayısı 27 milyon. Bu sosyal platformlar siyasiler, ünlüler, fikir adamları vb. pek çok kesimden kişiler tarafından da kullanılıyor. Gençler ise sosyal medyanın nüfus pastasında önemli bir paya sahip.

Sosyal medyayı yok sayan zihniyete ve kullanışsız olduğu iddiasına karşı olmakla beraber sosyal medyayı adeta hayatın ayrılmaz bir parçası gören zihniyeti de tasvip etmiyorum. Yalnız bugün pek çok genç için sosyal medya ne yazık ki hayatlarından koparamadıkları bir parça haline gelmiş durumda.  Bundan daha kötüsü ise gençlerin benliklerini ve kişiliklerini sosyal medyada tanımadıkları kişilerin övgüleri ile anlamlandırmaya çalıştıkları gerçeği.

Bu noktada kısa bir sorunun daha sonra tanım ve benzetmenin doğru olacağı kanaatindeyim. Sizce kaliteli insan nedir? Bu terim sosyal medyada nasıl anlam buluyor? Kalitenin literatürdeki en kısa tanımı “müşteri memnuniyetidir.” Eğer ürettiğiniz ürün müşteri memnuniyeti sağlamıyorsa isterse titanyumdan yapılsın kaliteli değildir; fakat eğer müşteri memnuniyeti sağlayabiliyorsa o zaman keçeden yapılsa da kalitelidir.

Ne yazık ki bir ürüne yapılan bu tanım sosyal medyada kişilere de yapılmaktadır. Sosyal medyada bir bireyin kaliteli insan olabilmesi için takipçilerinin ilgisini doğru bir şekilde çekmesi ve onların memnuniyetini sağlayacak paylaşımlarda bulunarak onların sayılarını artırabilmesi gerekmektedir. Kişilerin kendi vasıfları değil, o vasıfların ne kadar kişi çekebildiği önemlidir. Hayatını sosyal medyaya bağlamış kişiler ise bunun derin sendromunu yaşamaktadırlar.

Sosyal medyada gereken ilgi genellikle makamla, parayla, güzellikle/yakışıklılıkla veya yapılan muzipliklerle çekilmektedir. (Aslında gerçek hayatta olan şeyler ama ulaştığın kitle daha fazla) Özellikle ben yakışıklı veya güzel değilim, paramda yok fakat iyi laf çeviririm diyen genç sayısı sosyal medyada oldukça çoğalmış ve bu özenilen bir durum haline gelmiştir. Bunun sonucu sadece konuşan fakat düşünmeyen veya düşündürmeyen söylemlerin sayısı giderek artmıştır. Gençler her durum ve olay ardından çekinmeden, düşünmeden aklında ne varsa kusmaya başlamıştır.

Sosyal medyada başkalarının beğenileri doğrultusunda kendini şekillendirme ihtiyacı duyan gençler, kendi kişiliklerini oluşturmada zorluk çekmektedir. Kendi benlikleri başkalarının beğenileri üzerine oluşturdukları için başkalarının ilgisi olmadığı vakit kendilerini kötü ve yarım hissederler. Yaptıkları işlerin beğenilmesi, daha fazla kişi tarafından görülmesi onların o işi yapmasında ki ana amaç olur. Bundan dolayı hayatlarındaki eylemleri ve hareketleri doğru olduğu için değil başkaları beğendiği için yapmaya başlarlar. Bu da gençleri sığ, tekdüze ve başkalarına koşullu bir düşünmeye ve eyleme iter. Kendilerini öbürlerinden farklı kılacak düşünceler bir tarafa aslında temel değerlerimiz olarak tanımlayabileceğimiz şeylerin üzerine düşünmek ve onları kavramaktan bile gafil kalırlar.

Özellikle ev içinde bilgisayar başında büyümüş, çocukluğunu yaşayamamış, ailesi tarafından takdir edilmemiş ve iletişim kurulmamış gençler evde ailesi ile konuşmak istemezler. Bunun yerine binlerce kişinin onları beğendiği, sözlerini, güzelliğini takdir ettiği bir ortamı tercih ederler. Evde tespitleri dinlenmeyen kişiler sosyal medyada binlerce kişi tarafından tespitlerinin takdir edildiğini görünce onlar için tercih pekte zor olmaz. Hayatlarının geri kalanında da kendilerine dur diyemedikleri sürece sosyal medya döngüleri bu şekil devam eder.

Genç yaşındaki bireyler beğenme ve beğenilmeyi önemserler. Beğenilmek, beğenmek kişilerin tabiatlarının bir parçasıdır fakat her şeyin fazlası zararlıdır. Meselenin doğru bilinmek ve iyiler tarafından beğenilmek değil, sadece bilinmek ve beğenilmek olduğu bir sosyal medya algısı her türlü çirkinliği beraberinde getirecektir. İlgi ve önemsenmeye ihtiyacı olan gençler ise beğenilmek için bu çirkinliklere ve yanlışlara ram olmaya devam edecektir.

Peki, bu duruma nasıl dur diyebiliriz? Gençlerin bu gidişatı konusunda neler yapılabilir? Bu yazıyı okuyanların bu konuda çözüm önerisi nedir? Cevaplarınızı bekliyorum.

Ziyaeddin Halid İpek – cocukaile.net

Gençlikteki Acayiplikler (1) Genç Hatipler

Hatemül Esam (rh.a.)’in hocası Şakikül Belhi (rh.a.) vefat etmiş. Vefat edince cemaat Hatemül Esam (rh.a)’a  demiş ki:

“Sen hocanın iyi talebesisin! Hocanın yerine sen bize hizmet et, bize vaz-ü nasihat et!”

“Yapamam! Bir sene müsaade edin de, kendimi bir deneyeyim bakayım” demiş.

Bir sene geçmiş yine çağırmışlar. Kendisi bir sene daha izin istemiş. İki seneden sonra gelmiş vaz-ü nasihat etmiş. Herkes mest-ü hayran, bayılmışlar. Demişler ki:

“İki seneden beri bizi neden böyle mahrum ettin sen?”

“İki senedir ben kendimi yokluyordum. Hayvanların yanına gidiyordum benden kaçıyorlardı. Şimdi hayvanlar benden kaçmıyor, korkmuyor artık… Anladım ki artık kemale ermişiz. Onun için konuştum.” demiş.

Yazının konusuna bağlantılı olduğu için bu kıssa ile başlamak istedim. İlmi konuda derin, yaş konusunda kemale ermiş bir zatın bile şüphe ederek kendini geri çektiği bir vakitten bugün 20 li yaşlardaki gençlerin olgunluk hali ile vaz-ü nasihatler etmekten çekinmediği bir hale evirildik. Bir âlimin kitabını okurken orada gençlerin sohbet verme hevesiyle hareket ederek yaşını almış, kemale ermiş büyüklerin kürsülerini işgal ettiğini ve bunun büyük sıkıntılara sebebiyet verebileceğini söylüyordu.

Benimde çoğunlukla karşılaştığım manzaralar bu şekilde oluyor. Yaşını almış, derin bilgisi olan, hali ve tavrı güzel insanların etrafında 10-15 kişilik bir topluluk bulunmazken, yaşı 20’lerde, daha ilim yolculuğunun başlangıcında olan kişilerin etrafında salonlarca adam toplanıyor. Kuran meali neşretmiş 80 yaşlarında bir hocanın sohbeti 5 bin- 10 bin izlenirken, 20 yaşlarındaki bir gencin sohbetleri milyonlarca kişi tarafından izleniyor.

Bu gençler yanlış şeyler mi söylüyorlar? Ya da yanlış hareketlerde mi bulunuyorlar? Kimi yanlış hareketleri var ama doğruyu söylemeye çalışıyorlar.  Amaçları doğru söylemek fakat insan beşer ve şaşar. Niyetlerinin iyi olduğunu zannediyorum ama mesele İslam olduğunda dikkat etmek gerekiyor. 20’li yaşlarındaki gençlerin dini meselelerde, hayatını İslam’a vakfetmiş kişileri adeta gölgede bırakacak şekilde, önderlik hevesiyle öne atılmalarının sıkıntı oluşturacağına inanıyorum. Bu 30-40 yaşında kilometrelerce araba kullanmış kişiler yerine 13-14 yaşındaki çocukların direksiyona geçmesi gibi bir durum oluşturuyor.

Bilgileri ve deneyimleri az olduğu için yanlış yapmaya meyilli olan gençlerin peşlerine dini konuda bu kadar kişiyi takması, bu gençler yanlış yaptığı zaman peşindekilerin de yanlış yapmalarına, dini yanlış algılamalarına sebep verebilir. Ya da icraatları sırasında yanlışlar çıkmasına neden olabilir.

Şunun altını çizmek istiyorum. Mesele gençlerin birbirine hayrı telkin etmesi değil. Bunu ben de tavsiye ederim. Mesele gençlerin, bir ömrü hayırla geçirmeye çalışmış insanların yerini dolaylı veya doğrudan alması. Az deneyimle kendi başına yaptıkları sohbetlerden İslami anlamda sıkıntıların çıkması çok muhtemel.  Emri bil maruf, nehyi anilmünker her Müslümanın vazifesi. Süslü sohbetler, çok inişli çıkışlı, vurgu dolu hitaplar ise değil.

Bu durum aslında biraz da yanlış zihniyetimizin suçu. Toplumumuzda dini öğrenmek istiyorum ama zahmet çekmek veya okumak istemiyorum kolaycılığının karşısına peki ben sana süslü, zevkli sohbetlerle ve etkili hitaplarla dini öğreteyim hazırcılığı çıkıyor. Bunun en kötü sonucu sohbetlerinde ağlayan, cırlayan, milletin kafasına Kuran atan ve her faaliyetinde Peygamberi gördüğünü iddia eden bir hastanın çıkması. En az kötü sonucu ise acayip montajlı videolarda, farklı hitabet çeşitleri ile önündeki cemaate seslenen gençlerin dini konularda popüler olmaya başlaması.

Bu kadar yazdın, peki, senin önerin ne derseniz şunları söyleyebilirim: Benim önerim bu gençlerin emek ve çabalarını bireyleri yaşı ve ilmi anlamda olgun insanlara yönlendirmeye çalışarak harcamaları. Güzel ve çaba gerektiren faaliyetlerine devam etmeleri fakat sohbet etmek, vaz-ü nasihat etmek gibi işler konusunda acele bir hevesle büyüklerin önlerini tıkamamaları. Toplum nezdinde ise önerim şu ki hangi mesele olursa olsun incelemeleri ve araştırmaları. İyi insanları bulmaya gayret etmeleri. Nasıl hasta olduklarında iyi bir doktor arıyorlarsa, ilmi konularda da hassasiyet gösterip iyi kimseleri araştırmaları.

Charles Burkowski’nin sevdiğim bir sözü var. “Dünyanın problemi akıllı insanların derin bir şüphe içinde iken, cahil insanların tam bir güven içinde olmasıdır”. Bende şunu söyleyebilirim ki:  Eğer bizler göz boyayarak, bağırarak, dikkat çekerek öne çıkan cahilleri takip edip; onların arkasında bulunan ve akıllı olmanın doğası gereği şüphede olup kendini geri çeken insanları bulup çıkarmazsak ne yazık ki sadece reklamı yapılan şeylerin güzel olduğu bir medeniyet tasavvurunu yüceltip ilim, edep, tevazu,ihlas üzere kurulu olan medeniyetimizin birinci elden çöküşüne sebep oluruz.

Ziyaeddin Halid İpek – cocukaile.net

Eğitimde Geçiş Dönemi ve Kadim Eğitim Kültürümüz (2)

Yunus Emre ne güzel demiş:

İlim ilim ilmektir,

İlim kendin bilmektir,

Sen kendini bilmezsen,

Ya nice okumaktır?

Bu şiir bir manevi anlama ihtiva etse de aslında eğitimin de temelini yansıtır. Eğitim bizim kadim kültürümüzde kendini bilmekle başlar: İnsanın kendindeki değişkenleri fark etmesi, kendi bilincinin farkına varması ve nefsini tanıması. Günümüz deyimiyle ise tamamen aynısı olmasa da bu terimler duygu durumunu kontrol etmek, duygularını bilmek ve onları aklın tekelinde kullanmak olarak literatüre geçmiştir.Dünün irade eğitimi bugün Duygusal Zeka dediğimiz bir terimle batı kaynaklarına girmiştir.

Batı eğitimi saf akıl, IQ kutsamasının bir fayda vermediğini görmeye başladı çünkü irade, anlayış olmadığı takdirde zekânın kontrolsüz bir şekilde savrulduğunu ve kullanışsız olduğunu fark ettiler. Aynı zamanda IQ hiçbir şekilde ne eğitim ne de başka bir dış etkenle değişemediği için üzerine durulması temelsiz bir neden olarak görüldü. Değiştiremediğiniz bir şey üzerinde nasıl düzenleme yapabilirsiniz ki?

Bunların sonucu olarak artık Amerika’da ve bazı ülkelerin kimi okullarında duygusal zekâ üzerine eğitimler başladı. Bu eğitimlerin kapsamı bizim kadim eğitim kültürümüzdeki değerlerle büyük benzerlik gösteriyor. İsterseniz iki örneği bir inceleyelim. İlk olarak bir derviş kıssasını daha sonra Amerika bir kolejdeki duygusal zekâ eğitimini görelim.

Dervişe bir gün sormuşlar:

– Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?

Size farkı gösteriyim deyip, önce sevgiyi dilden kalbine indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi sofrada yerlerini almışlar. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da derviş kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar.

Derviş şöyle bir şart koymuş:

– Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz.

Peki deyip çorbalarını içmeyi denemişler.

Fakat kaşıklar uzun geldiğinden sıcak çorbayı döküp saçmaktan hem kendilerini yakmışlar hem de ağızlarına bir damla bile götürememişler. En sonunda bakmışlar olacak gibi değil sofradan aç kalkmışlar.

Daha sonra derviş, bu defa sevgiyi gerçekten bilenleri yemeğe çağırmış. Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen insanlar gelmiş, sofraya oturmuş. Onlara da aynı şartı dile getirmiş.

Her biri uzun kaşığını çorbaya daldırmış, sonra karşısındaki kardeşine uzatarak çorbalarını içmişler Böylece her biri diğerini doyurmuş ve sofradan afiyetle şükrederek kalkmışlar.

Derviş sevgiyi gerçekten yaşayanların farkını soranlara;

İşte! Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse o aç kalacaktır. Ve kim kardeşini düşünür de doyurursa o da kardeşi tarafından doyurulacaktır. Şüphesiz şunu da unutmayın. Hayat pazarında her zaman alan değil veren kazançlıdır.

Birde duygusal zekânın uygulandığı San Francisco Nueava Öğrenme Merkezindeki örneği inceleyelim:  5.sınıftan oluşan bir grup kare şeklinde bir dizi yapboz parçasını bir araya getirmek üzere 3 takıma ayrılmış. İşbirliği Kareleri oyununu oynamaya hazırlanıyor. Oyunun püf noktası takım çalışması içinde hiçbir işaretlemeye izin verilmeden her şeyin tam bir sessizlik içinde gerçekleşmesi.

Öğrenciler yap-bozların parçalarını masaya dökerek çalışmaya başlıyorlar. Daha bir dakika geçmeden, bir grubun takım çalışmasında şaşırtıcı derecede verimli olduğu ortaya çıkıyor; işi birkaç dakika içinde tamamlıyorlar. Dört kişiden oluşan bir grupta herkes kendi yap-bozu üzerinde ayrı ayrı çalışıyor, bu yüzden bir yere varamıyorlar. Sonra bunlar yavaş yavaş beraber çalışmaya başlayarak ilk karelerini bir araya getiriyor ve tüm yap-bozlar tamamlanana kadar da takım halinde çalışmaya devam ediyor. Üçüncü grup ise uğraşmaya devam ediyor… [1]

Aslında iki örnekte ki eğitim metodunun birbirine ne kadar yakın olduğu görülüyor. Bir Amerika eğitim kurumu bunu eğitim yöntemi olarak belirleyebiliyorsa ve gün geçtikçe Amerika, Avrupa, Singapur gibi ülkelerde de bu yaygınlaşıyorsa, kültürümüzün ve değerlerimizin özünde bulunan bu yöntemleri biz neden okullarda uygulayamayalım? Eğer akademik çerçeve gerekli ise bu tür eğitimleri kapsayan yüzlerce eğitim müfredatı zaten makalelerde ve eğitim sistemlerin de var ve yabancı okullarda kullanılmaya başlandı bile.

Verdiğim örnek gibi kadim eğitim kültürümüzden daha yüzlerce eğitim modeli oluşturulabilir. Bu kadar derin bir eğitim kültürüne sahipken neden üzerine düşünüp ondaki cevherleri bulmak yerine kolay bir taklitçilikle, iş işten geçtikten sonra başkalarının kullanıp attığı eğitim modellerini tekrarlayalım? Değişimi gerçekleştirecek nitelikteki güç özümüzde, bizde mevcut. Onu kullanmak için kendimizi zorlamamız gerekmez mi?

Ziyaeddin Halid İpek – cocukaile.net

[1] Daniel Goleman (2016), Duygusal Zeka neden IQ’dan daha önemlidir?(41. Baskı), İstanbul: Varlık Yayınları

Eğitimde Geçiş Dönemi ve Kadim Eğitim Kültürümüz (1)

Doğuda bir üniversitede yürüttüğüm çalışmada verileri incelerken şunu fark ettim ki üniversitenin fakültelerinde okuyan bireylerin annelerinin %40.4’ü ilkokul (yani 5. Sınıf) mezunu, öbür yüzde 41.8’i ise hiç okuma yazma bilmiyor.

Babalarının eğitim durumuna baktığımızda ise sadece %11,8’i gibi bir kesim üniversite mezunu. Bu öğrenci topluluğunun %58 kız, %42 si ise erkek. Annelerinin ve babalarının eğitim seviyesinin düşük olmasına rağmen bu kişiler direk üniversite okuma gibi bir şansa ulaşıyor ki bu güzel bir şey. Yalnız burada bir sıkıntı var.

Biz daha önce ailesi tarafından eğitim olgusu tam oluşturulmamış bir kişiye üniversitede hangi değerleri veriyoruz?

İlmin kıymeti, erdemler ve tevazuyu mu yoksa zekânın her şeyden önde olduğu, üniversite mezuniyetinin o kişileri öbürlerinden çok farklı kıldığı ve alın terinin değil masa başında oturulup yapılan memuriyetin kutsallığını mı?

Paylaşmayı mı yoksa zafere giden her yol mubahtır anlayışı ile kopya çekmeyi ve hak yemeyi mi? Ne yazık ki eğitimde verdiğimiz şey ikinci seçenek oluyor çoğunlukla.

Bu süreçte eğitim sisteminden çıkanlar ya önüne sel gibi her şeyi katan ve gözleri başarılarından başka hiçbir şey görmeyen hırslı çalışkanlar ya da en kısa yoldan nasıl makam, para veya güç sahibi olabilirim diyen tembeller oluyor.

Elhamdüllillah istisnalar bir hayli mevcut fakat zihniyetimizi en başta toplum daha sonra verdiğimiz eğitim boyutunda düzeltmezsek ne yazık ki önümüzdeki nesiller bu dikte edilen yanlış kutsalların kurbanı olacak.

Niyetim karamsar bir tablo çizmek değil. Sadece durumu doğru değerlendirmek. Türkiye eğitimde önemli bir geçiş sürecinde. Geçiş süreçleri çoğunlukla sancılı ve sıkıntılı olabiliyor. Örneğin İngiltere’nin sanayi devrimine geçişi sırasında köylülerin şehirlere göç ettirilmesi sonucu şehirlerde varoşların çoğalması. Buğday fiyatlarının aşırı düşmesi sebebiyle bira fiyatlarının düşmesi. Bunun sonucu sokaklarda hiç eksik olmayan ayyaşlar ve artan suç işleme oranları geçiş sürecinde olabilecek sıkıntılara bir örnek.

Bu eğitimdeki geçiş sürecinde ise bizim köklü eğitim kültürümüzün dinamiklerinden faydalanabiliriz. Eğer bu geçiş döneminde onlara sıkı sıkıya sarılırsak bu sancılı dönemi en az hasarla atlatabiliriz. Peki, bu köklü eğitim kültürümüzün bazı dinamikleri nedir ve bunları nasıl eğitime işleyebiliriz? İsterseniz bunları daha sonraki yazı da ele alalım.

Ziyaeddin Halid İpek – cocukaile.net

Aile Nimetinin Kıymetini Kaybedince mi Anlayacağız?

Bir izci lideri olarak doğaya gittiğimde ve akşam vakti uyumam gerektiğinde aklıma şu düşünce gelir: Evin çıplak yeri bile ne rahatmış! İki dakika oturacağım bir koltuk olsa, keşke rahatça uyuyabilsem diye düşünürüm. Buz gibi soğukta akşam vakti kafanızı ve vücudunuzu rahatsız bir pozisyonda sıcak tutmaya çalışırken insan hep evini hayal ediyor. O evin yerine bile razı geliyorsunuz.

İşte aslında izciliği yapmamın sebeplerinden biri de bu. Bana elimdeki nimetlerin kıymetini hatırlatıyor. Evimdeki yatağın değil, evin sert yerinin bile aslında ne büyük lütuf olduğunu fark ediyorum.

İnsan, elindeki nimetin değerini anlamakta çok yetersiz. Çoğunlukla kaybettikten sonra anlıyoruz elimizdekilerin kıymetini. Örneğin kimse nefes alırken bunu olağan dışı görmez çünkü günde ortalama 23 bin kez nefes alıyoruz. Yalnız 23 binin arasından 100 tane bile alamazsak ölüyoruz. 3 günden fazla su içmezsek veya sıvı tüketmesek ölüyoruz fakat hiçbirimiz su içerken suya bakıp “vay be bunu içmezsem ölürüm” demiyor.

Özel anlamda bu ihtiyaçlarımızı tam takdir edemesek de genel anlamda bunları karşılamak için yüzyıllardır sistemler oluşturuyoruz. Suları kullanmak ve tahliye etmek için kanallar ve borular; yiyecekler için seralar, tarım arazilerinin oluşturulması gibi genel düzenlemeler ve oluşturulan sistemler mevcut.

Soyun ve neslin devamı, toplumsal düzen ve sağlıklı karşı cins ilişkileri içinde oluşturduğumuz sistem AİLE sistemidir. Aile, insanlık tarihinin başından beri devam ede gelen bir sistemdir ancak bugün ekonomik, bilimsel ve siyasi başarılar övülürken bunların asıl arkasında yatan aile mefhumu geri planda kalmakta ve nedense umursanmamaktadır.

Bir annenin yaptığı fedakârlıklar bir günlük facebook paylaşımından öteye gidememektedir. Bunun en büyük kanıtı da herkesin ortak bir iş adamı adı, ortak bir bilim insanı adı veya ortak bir siyasetçi adı bilirken çok az kişinin ancak kendi babası veya annesi dışında çok iyi bir babaydı veya anneydi diyebileceği ortak bir isim olmayışıdır.

Evet, özel anlamda anne, baba veya aile mefhumunun önemini bilememiz insan tabiatı ile açıklanabilir çünkü elimizde olanı kaybedene kadar ne yazık ki tam anlamıyla kıymetlendiremiyoruz fakat aileye karşı yapılan saldırılara sessiz kalmamız veya kendimizin de aile kurumunu kötülememiz anlayışla karşılanamaz. Aileye saldırının aslında insanoğlunun tabiatı ve nesline saldırı olarak görülmesi gerekmektedir çünkü insanoğlu fıtratında aile kurma ve onun üzerinden neslini devam ettirme, evlat yetiştirme güdüsüne sahiptir. Bunun doğru bir şekilde yapılabileceği en eski ve tek kurumda ailedir.

Ailenin bir alternatifi bugün en modern toplumlarda bile geliştirilememiştir çünkü alternatifi yoktur. Gene de aile mefhumuna ciddi bir savaş açılmaktadır. “Aileniz sizin, özgürlüğümüz bizim olsun”  gibi açıktan dövüşenler olduğu gibi, evlenip aile kurup ne yapacaksın keyfine bak şeklinde dolaylı olarak yanlışa yönlendirenler de bulunmaktadır. Aslında dolaylı yolu izleyen kişiler kendileri tam anlamıyla bunu kast etmeseler de dedikleri bu sonuca ulaşır. Özellikle evliliği ve ailesini şikâyet eden kişilerin aile dışında bir alternatifin olmadığını bir kez daha düşünmeleri gerekmektedir.

Sonuç olarak aile mefhumuna özellikle bu çağda toplumsal olarak daha fazla önem vermeliyiz. Aile kurumu ile ilgili çalışmalar ele almalı. Ailenin anne, baba, abi, abla, kardeş vb. her öznesine ayrım yapmadan sahip çıkmalıyız. Yanlış telkin, politika ve uygulamalarla üstüne gidilen aile dengesi bozulursa alternatifi olmayan bu kurumun devrilerek hayattaki öbür tüm alanlara olumsuz bir domino etkisi yapacağı çok bariz ortadadır. Bu etkinin sonucu olarak da toplumun en alt kademesinden, en üst kademesine kadar tüm kurumlar ve sistemler etkilenecektir. Bu sebeple aile nimetinin kıymetini onu kaybetmeden önce iyice anlamalı ve korumalıyız.

Ziyaeddin Halid İpek – cocukaile.net