alinureddin tarafından yazılmış tüm yazılar

Nûr Kahramanları – 2

ABDULLAH YEĞİN

Üstad Hazretlerini, ortaokul talebesi iken tanıyıp ona soru sorma şansına ve yakın talebelerinden olma şerefine sahip olan bir büyük ağabeyimiz Abdullah Yeğin’ dir.

80 yaşını geçmiş ve halen hayatta olan bu değerli insanı, İstanbul’da talebelik yıllarımda (1970’li yıllar) tanımak ve derslerini dinlemek bahtiyarlığına nail oldum.

Fakülte mezunu olmasına rağmen Kastamonu tarzı konuşmasını yansıtırdı. Derslerde Üstadımızdan hatıralar anlatır, açıklamalar yapardı. O zaman sakalsız idi. Bulunduğu ortama ciddiyet ve vakar havası yayılır, bakışlarında bir derinlik sezilirdi ve “ağabey içimizi okuyor” hissine kapılırdık… Daima tefekkür ve nefsiyle murakabe hali onun karakteriydi. Olgunağırbaşlı ve vakur bir ağabey olarak, Hz. Bediüzzaman’ ın hizmet tarzına ömür boyu bağlı kalmış ve ‘ağabeylik’ konusunda hüsn-ü misal olmuştur.

MEHMED NURİ GÜLEÇ (FIRINCI AĞABEY)

22 yaş gibi delikanlılık çağında Üstad Bediüzzaman Hazretlerine bağlanıp hayatını kudsî iman ve Kur’an hizmetine adayan çok değerli İslam mücahidi Fırıncı Ağabey, halen hayatta olan bir Nur kahramanıdır. Bugün 83 yaşına rağmen bir genç gibi yılmadan yorulmadan değil Türkiye, dış ülkelerdeki programlara bile katılarak yüksek bir performans sergilemektedir. Maşallah, bin bârekâllah!

Fırıncı Ağabey, “Üstadın her elini öpüşümde başımdan öperdi” diyor. Bunda bir hikmet aranabilir. Çünkü onun zekâsı, hazırcevaplığı ve nüktedanlığı tahsil seviyesiyle kabil-i telif değildir…

Hz. Bediüzzaman, ihlâs ve kabiliyetini keşfettiği kimselere iltifat etmiş ve hizmette istihdam etmesini bilmiştir. Hem de bu zatlar, dua ve manevi himmetlerine mazhar olduklarından nadir şahsiyetler olmuşlardır.

Mehmet Fırıncı’ nın coşkulu ve muhabbet dolu dersleri, dinleyen cemaate ayrı bir lezzet bahşettiği gibi, hazır cevaplılığı ve nükteli sözleri ise zihinlerden silinmemektedir. Pek çok esprili ve nükteli sözünden iki örnek verelim. Bir tarihte bir kardeşimiz ona soruyor:

-Fırıncı Ağabey Risale-i Nûr nasıl bir tefsirdir?

Cevabına bakınız:

Kardeşim, Risale-i Nûr tefsir değil, iksirdir iksir!..

Elbette tefsirdir ama ondan da öte asrımızın manevi hastalıklarına “ilaç” olduğunu kafiyeli bir şekilde vurgulamış oluyor.

Dinleyenleri fazlasıyla güldüren bir diğer hazırcevabı da şöyle:

Kardeşlerle birlikte kızarmış tavuk ziyafeti yenilmekte. Tabii bu sırada Gavs-ı Azam Geylani’nin “kum bi iznillah!” fıkrası hatıra geliyor ve bir ağabey :

-Fırıncı Ağabey, haydi siz de bir “kum biiznillah” kerametini gösterin bakalım, deyince:

Ah kardeşim nerede o eski tavuklar! demez mi?

Üstadın himmeti olmasa herhalde bu nükteli buluşları dillendirmek zordur…

Fırıncı Ağabey’in sesi de güzeldir. Üniversite yıllarımda zaman zaman bizim ilahi ve marşlarımıza iştirak eder, birlikte söylerdik. Yine bir gün kendisine şu soruyu yöneltmiştim:

-Üstad Hazretleri Kur’an’ ı veya Cevşen dualarını nasıl okurlardı? Yani makam, ses-seda cihetiyle.

Mübarek ağabeyin cevabı şöyle olmuştu:

-Kardeşim bunu ifade etmek çok zor; nasıl anlatsam, kalbinden, ruhunun derinliklerinden kopup gelen bir inleme, bir feryat sesi gibiydi âdetâ.

MEHMED EMİN BİRİNCİ

Said Nursi Hazretleri’ nin pek yakınında olmasa da, İstanbul hizmetlerinde ve neşriyat hizmetinde O’nun bazı talimatlarını yerine getirme ve elini öpüp duasına mazhar olma şerefini kazanmış bir ağabeyimiz de “Birinci Ağabey“imizdir.

Fırıncı-Birinci diye kafiyelenip sözü edilen bu ağabeyleri, hem derslerdeki etkinlikleriyle, vakıf ve vâkıf oluşlarıyla, hazır asker gibi hizmette koşturmalarıyla tanıdım. Özellikle 1968-73 arası Av. Bekir Berk‘in, fırtına gibi mahkemeden mahkemeye yetiştiği yıllarda bu ağabeylerimiz, Bekir Ağabey’in Kiğılı Pasajı’ndaki yazıhanesinde ona yardımcı olup hizmetinde bulunurlardı. Pijama giymeyi unutmuş, rahat döşeği ara sıra bularak,  geceyi gündüze karıştırarak yazıhanenin deriden ve derin koltuğunda elbiseleriyle, bir-iki saat kadar -oturarak- uyuduklarını biliyorum. Böylesine yorgunluk nedir bilmeden, büyük fedakârlıkları üstlenmiş müstesna şahsiyetler az bulunur…

Rizeli olan merhum Birinci Ağabey, Lâzlığın izlerini hal, tavır ve konuşmalarında yansıtır, Hizmet-i Nuriye’ de düstur ve disiplini öne çıkarıp hassasiyetle uygulardı. Son birkaç sene Manisa’ya sık geldiği zamanlarda namazlarımızı zamanında ve tadil-i erkân üzere kılmamızı önemle ve ısrarla öğütlerdi. O da Fırıncı Ağabey gibi tevazu sahibiydi. Allah rahmet eylesin!

HEKİMOĞLU İSMAİL

Emekli Hava Astsubayı olan bu yazar ve mütefekkir ağabeyimizin asıl adı, Ömer Okçu‘ dur.. Erzincan’lı olup genç yaşında Üstad’ın elini öpüp duasını almış ve Nur Risalelerini Amerika’ya götürüp büyük hizmete vesile olmuştur.

Kendisindeki yazı kabiliyetini keşfeden merhum gazeteci, Mustafa Polat Ağabey‘in teşvikleriyle “Minyeli Abdullah” ve “Maznun” romanlarını kaleme almış ve giderek yazarlık kabiliyeti fevkalade inkişaf etmiş ve ortaya pek çok eser çıkarmıştır.

Yine, hitabet kabiliyeti sayesinde Anadolu’nun birçok il ve ilçelerinde O’nun konferans hizmetleri fütuhat ve inkişaflara vesile olmuştur…

Yeni Asya Gazetesi’nde yazmayı bıraktıktan sonra, Türdav Yayınevi’nin Müdürlüğünü sürdürüyordu. İşte bu sıralarda Cağaloğlu’ndaki yazıhanesine ziyaretine gitmiştim.

-Yazılarınızı özledik, niçin gazetemizde yazmıyorsunuz Ağabey? diye üzüntümü ifade ettiğimde:

Usul ve düsturlara uygun yazmıyormuşuz, diye sitemkâr bir ifade kullandı.. Ben de gayet sâfiyane:

-O zaman siz de düsturlara uygun yazarsınız Ömer Ağabey! deyiverdim. O ise bu sözüme hiç kırılmadan:

-İnşaallah o seviyeye gelince yazarız, şeklinde tevâzukâr bir söz sarf etmişti…

Hiç unutamam; ayrılırken beni kapıya kadar uğurladı ve son sözü şu oldu:

-Mehmet Kardeş, Fuzulî der ki: “Düşman bile ağlar halimize.”

Belli ki, anlatamadığı bazı hususları, yüreği parçalanarak bu sözle özetlemişti…

Ufak-tefek sürtüşmeler ve münakaşalar, mâbeynimizde büyük yaralar açabiliyordu. Öyleyse “Muhabbet fedaileri” olmalıydık…

Aradan çok zaman geçti ki, Zaman Gazetesi yayın hayatına başlayınca, orada köşe yazılarına yeniden başlamıştı. Hâlen yazmaya devam ediyor.

Allah kendisine uzun ve bereketli ömürler versin!

SAİD ÖZDEMİR

Üstadımızın halen hayatta olan ve çok yakın hizmetinde ve varislerinden, Üstadımızın “Tillolu Said” dediği bu muhterem ve aziz ağabeyimizin derslerinde çok az bulunabildim. Çünkü o Ankara’da ikamet ve hizmet ediyordu. Hiç konuşmasa dahi hal dersi alınabilen bir büyük ağabey.. Ondan da hatıralar dinlemek nasip oldu.

Hz. Bediüzzaman’ın elini öpüp duasını alan ve fakat dersinde az bulunan birçok ağabeyin bazıları vefat etmişse de birçoğu halen hayattadır.

Merhum Muzaffer Arslan, Merhum Mustafa TürkmenoğluMehmed Kırkıncı Hoca, Abdülkadir Badıllı, Ahmet Gümüş, Hamdi Sağlamer, Teyp Tahir, Musa Yukarı (Ayrancılarlı) gibi değerli Ağabeylerin feyizli derslerinden de zaman zaman istifade ettik elhamdülillah! Allah hepsinden râzı olsun!

Mehmed Gürler

Helal Gıda Hatıraları – 3

İstanbul Üniversitesi Kimya bölümü öğrenciliğimde, IAESTE teşkilatının organizasyonuyla yurt dışında yaz dönemi teknik stajı için o ders yılının yaz mevsiminde trenle İstanbul’dan Madrid’e hareket etmiştim.

Madrid’de staj yapacağım fabrikayı bulup onun yakınındaki bir öğrenci yurduna yerleştim.Yurtta benden başka, ayni fabrikaya benim gibi staj için gelmiş Seyfettin isimli bir Türk öğrenci ve değişik ülkelerden öğrenciler vardı.

Staj yaptığım o fabrikada, öğle yemeğinde herkese birer şişe bira da veriyorlardı, fakat ben oraya gelmeden önce Türkiye’de edindiğim bilgilerle, yiyeceğimin helal olabilmesi için dikkatle daha ince detaylar üzerinde dururken, her öğle yemeğinde verilen o birayı da tabii ki, hiç  içmiyordum. Öğlen fabrikada, akşam da kaldığım öğrenci yurdunda mutfağa girip aşçılara ekseriya temiz bir kapta zeytinyağında yumurta pişirtmek gibi yiyebileceğim basit ve hazırlanması kolay bir çeşit helal yemek hazırlatmağa çalışırken, benim için özel ve helal yiyecek yapılışına nezaret de ediyordum.

Benim gibi stajyer olarak oraya gelmiş, Ankara Üniversitesinin Kimya bölümünden isminden bahsettiğim Türk öğrenci ise, maalesef bu mevzuda hiçbir hassasiyet göstermeden oradaki ortama uyuyordu. Halbuki, biz ömür boyu sürecek , aklımız ve irademizle bir dünya imtihanındaydık. Buluğ ve mükellefiyet çağımızın başladığı 15 yaşlarımızdan itibaren, bu dünya hayatımızda önceliklerimizi iyi tesbit etmiş olmamız ve o önceliklerimize hassasiyetle riayet etmemiz gerekirdi. Benim de onun da, o fabrikada yaz tatilinde yapılacak bir kimya stajından daha öncelikli mevzularımız vardı ve o mevzulara gereken önem verilerek de o fabrikada Kimya stajı yapılabilirdi.        

Staj yaptığım İspanya’nın Madrid şehrindeki o fabrikanın laboratuar şefi biraz şakacı genç bir adamdı. Benim hem kendilerinden, hem de diğer Türk stajyer öğrenciden biraz farklı davranışlarımı ve İslâm’a göre helal gıdayı arayışlarımı bir müddet izledikten sonra, bana ne cevap vereceğimi de belki bildiği halde, bir gün laboratuarda istirahat zamanımızda:

“-İçki içiyor musun?”

“-Sigara içiyor musun?”

şeklinde başlayarak, İslâm dininin yasakladığı  başka kötü menhiyâtı da yapıp yapmadığımı sırayla sordu. Ben, onun saydığı o menhiyâtın her biri için ayrı ayrı:

“-Hayır..”

cevaplarını peşpeşe verince de, ayni menhiyâtı bu defa tekrar topluca saydı ve bana o şakacı tavrıyla:

“- Bunları yiyip içmediğine, kullanmadığına ve yapmadığına göre, sen yaşamıyorsun..” dedi.

Ben de, ona  cevap vermek için sözü aldım ve;  

“-Yaşamak, eğer bu saydığınız yiyecek ve içekleri yiyip içmek ve İslâm dininin yasakladığı diğer kötü diğer fiilleri de işlemekse; evet ben yaşamıyorum.” dedim.

Bu sözüm üzerine tebessüm etti; bana hiçbir mukabelede bulunmadı ve o fabrikadaki stajım, olması gereken şekliyle ve çok şükür, bilhassa helal gıda ile ilgili dinî önceliklerimden tâviz vermeden tamamlandı.

İspanya’daki, komşusu Portekiz’deki ve İspanyolların çok olduğu Güney Amerika’nın bazı ülkelerindeki, başka kaynaklarda da bahsedilen boğa güreşlerinin geniş tasvirini ve tahlilini burada yapmağa girişmeyeceğim. Fakat, orada bizim ülkemizde zamanla çok yaygın hale gelen futbol okulları gibi, futbol yanında ve ondan daha da fazla önem verilen boğa güreşçisi okulları da olduğunu, boğa güreşçilerinin (matador) henüz çocukluk çağlarındayken bu okullara alınarak yıllarca yetiştirildiklerini ve futbol yıldızları gibi boğa güreşlerinin de yıldızları olduğunu görmüştüm.

İspanya’da bulunduğum yıllardaki en meşhur boğa güreşçisi El Cordobes’ti;  onunla ilgili gazete ve dergi sayfaları, afişler, kitaplar, broşürler ve kartpostallara her yerde rastlanırdı. Bizdeki fanatiklerin futbol gevezeliği gibi, orada hem futbol ve hem de boğa güreşlerinin gevezeliği yapılırdı. Birkaç ay evvel tramvayda rastladığım İspanyol turistlerden birine El Cordobes’i sordum. Çok seneler önce öldüğünden bahsetti. Çocukluktan itibaren iyi bir boğa güreşçisi olarak yetişmeğe odaklanmış; her arenaya çıkışında birkaç boğa öldürürken kendisi boğa tarafından öldürülmemeğe çalışmış; bu “başarısı” (?) ile İspanya’da büyük şöhret ve servet kazanmış, fakat kendisine mukadder olan ölümü öldürememiş efsanevî bir İspanyol boğa güreşçisi…

Futbol maçları gibi biletle para ödeyerek girilen arenalarda her biri 15 dakika kadar süren 6 boğa güreşi ard arda yapılır. Çok nadir olarak boğanın matadoru öldürebildiği de olur, o zaman boğa kazanmış kabul edilir ve arenada hayatına son verilmez. Fakat bu, boğaya karşı insanların, orantısız güçle yaptığı bir karşılıklı mücadeledir; boğa orantısız güçle kendisinin hayatına kasteden matador, atlı pikadorlar ve diğer yardımcıları ile onların ellerindeki mızrak, ok ve kılıca, o insanların akılları ve kabiliyetleriyle yıllarca bu mevzuda ve kendisini 15 dakikada öldürebilmek programıyla eğitilmiş olmalarına karşı, arenada tek başına mücadeleyle karşı karşıyadır.

Boğayı kırmızı renk nedense çok kızdırır ve matadorun elinde tuttuğu kırmızı örtüye boynuzlamak için hücum eder. Boğa iyice yaklaşıp geliş hızıyla son anda manevra yapamayacak duruma gelince, matador kırmızı örtüsüyle aniden yana çekilir. Defalarca tekrarlanan boğanın hücumunu böyle boşa çıkarmak işlemi ile yorulan ve matador yardımcılarının bir programa uygun olarak ard arda yaralamaları ile hücum gücü kırılan boğayı, iyice yorulup hareketsiz durduğu bir anda, matadorun nişan alıp kılıcını boğanın boynundan kalbine sokmasıyla, boğa olduğu yere devrilir ve böylece 15 dakika içinde “boğa güreşi” (?) biter.

Bunun ardından, seyircilerin “Ole!” (Yaşa!) vahşi çığlıkları  arasında, çok orantısız güç kurbanı boğanın ölüsü, koşumlu bir çift ata bağlanıp yerde sürüklenerek, boğa güreşinin yapıldığı arenanın alt katındaki “leş kasabı”na götürülür ve orada derisi yüzülüp parçalanarak “leş eti” halinde ona müşteri çıkanlara satılır.

Şair Mehmet Âkif Ersoy’un “Medeniyet dediğin, tek kişi kalmış canavar” sözünün bir misali de belki budur.

Madrid’de kaldığım öğrenci yurdunda sığır etinden biftek çıktığında, tabii ki yemiyordum ve bundan sakınırken, İslâm dininin âyetle açıkça yasakladığı “leş eti” olmasıyla ilgili asıl dinî sebebleri yanında, o bifteğin sofraya gelinceye kadarki geçmişiyle bir boğa güreşinin muhtemel ilişkisini de düşünüyordum.

Yaya geçitlerinde kırmızı ışık yanarken geçen araçlara bizim ülkede trafik cezası verilir; yayaların kırmızı ışıkta geçmeleri de araçlar gibi yasak olmasına rağmen, Türkiye’de trafik polisinin gözü önünde bile yayalar kırmızı ışıkta geçer ve trafik polisinin onlara ceza uygulaması fevkalade nadirattandır. Bu şekilde kırmızı trafik ışığında geçmek, günlük hayatımızın vazgeçemediğimiz bir alışkanlığı gibidir. İspanya’daki o staj dönemimde bir defa kırmızı ışık yanarken yaya geçidinden geçmeğe teşebbüs etmiş, trafik polisinin bana ceza kesmesinden çok zor kurtulabilmiştim.

Belki bunda, o dönemde İspanya’da devlet başkanı olan ve ölünceye kadar 40 yıl müddetle iktidarda kalan diktatör General Franko idaresinin otoritesinin de rolü olabilirdi. Gazete haberi olarak okuduğuma göre, General Franko 40 yıllık iktidar döneminin son zamanlarında hastalanıp yatağa düşmüş, onu sağlığına kavuşturmak için dünyanın en iyi doktorları çağırılmış; onlar gece-gündüz başında nöbet tutmuşlar, konsültasyonlar yapmışlar ve bildikleri tedavileri uygulayıp onu iyileştirmeğe çalışmışlar. Kendisi de, bazen büyük bir güç sarfıyla yatağından kalkıp bir koltuğa oturuyor ve koltuğa sımsıkı tutunarak, azmini ve iradesini ölüme karşı koymak için yoğunlaştırmaya çalışıyormuş, ama ne çare..

Kendisiyle alâkalı bir anekdot, ölümünün üzerinden uzun yıllar geçmesine rağmen hâlâ çeşitli ülkelerde ve bilhassa futbol bahsiyle alâkalı olarak, yeri geldikçe hâlâ anlatılır:

General Franko’ya 40 yıl İspanya’yı idare etmeye nasıl muvaffak olduğunu sormuşlar. General Franko:

“- Büyük futbol sahalarında ve büyük arenalarda onları uyutarak..” cevabını vermiş.

Prof. Dr. Mustafa Nutku

Helal Gıda Hatıraları – 2

Üniversitedeki kimya tahsilimde, Milletlerarası Teknik Stajyer Öğrenci Mübadele Birliği (İngilizcesinin kısa adı: IAESTE) vasıtası ile bir yaz tatilinde yurt dışında bir kimya fabrikasında staj yapmak hakkını kazanınca, orada helalinden nasıl gıda alabileceğim konusu, gitmeden önce aylarca beni düşündürmüş ve o zaman imkânlarımın müsaadesi nisbetinde bunun araştırmasını yaptıktan sonra staj yerime giderek, orada helal gıda ile ilgili daha önce öğrendiklerimle yaşamağa çalışmıştım.

Bunu, o üniversite öğrenciliği yıllarımda bana gelen bir ilham sebebiyle yapmıyordum; içinde yaşadığım cemiyette ve hatta kendi akrabalarım arasında bile, benim dikkatimi çeken ve bu mevzuda hassasiyete sevkeden mühim misallerin İslâmî ölçülere göre değerlendirilmesi bana dehşet veriyor; beni bu mevzu üzerinde ibretle ve teyakkuzla düşünmeğe sevk ediyordu.

Tanzimat dönemindeki yanlış “Batılılaşma” cereyanının kurbanlarından saydığım, yurt dışına eğitim için gönderilmiş fakat orada batının sadece bizden daha iyi seviyedeki fennini almakla kalmayıp bizden daha kötü seviyedeki ferdî yaşayış tarzını da almış, helal-haram tefrikini hiç düşünmeden ve bununla ilgili tercihlerini ve seçimlerini yapmadan ömrünü belli bir sona doğru tüketen insanlara bilhassa İstanbul gibi büyük şehirlerde o zaman da çok rastlanıyordu. Şimdi de buna çok rastlanmaktadır ve insanlar arasındaki bu tercih ve yaşayış farklılığı, iman ve küfür gibi, belki kıyamete kadar devam edecektir.

Bahsini ettiğim Tanzimat devrinin “Batılılaşma” felaketinin manevî kurbanlarından bir akrabam, babamın doktor ve dahiliye mütehassısı olmasına rağmen gittikçe kendisinin dinî hayatı yaşamağa daha çok ehemmiyet verir oluşunu daima yadırgar; babamın o halini her görüşmemizde tenkid eder;

“-Sakın siz de babanız gibi olmayın!”

gibi sözlerle, güya yaşça büyüğün yaşça küçüklere gerekli bir nasihatini yaptığını zannederdi.

O akrabam, babamın tıp mesleğinde başarılı birkaç lisanı değişik seviyelerde bilen, kendi kendine öğrendiği Almancasıyla o devrin dahiliye hastalıkları mevzuunda en mühim temel kitabı kabul edilen Almanca bin sayfalık bir kitabı gündüz resmî görevi ve özel muayenehanesinde çalışması yanında gece mesaisiyle iki yılda tercüme edip bizzat yayınlamış  dahiliye mütehassısı bir doktor olarak nasıl dinî hayata öncelik vermek hayat seyri içine girdiğini hiç anlayamazdı.

O akrabam babamı dünyada ayakları yere basmayan veya başka bir gezegenden gelmiş bir canlı gibi görürdü. Hayat sanki sadece dünya hayatından ibaretmiş gibi, o akrabam  babamın ahirete ciddî hazırlanmak gayretlerini kendi kendine izaha çalışırken kırk yaşından sonra bazı insanlarda mühim değişiklikler olabileceğinden de bahsederdi.

Aslında, belki de bu mevzuda bir hadis duymuş da onu kendine göre tevile çalışıyor da olabilirdi:

“Kırk yaşına geldiği halde, sevabı günahından fazla olmayan kendini ateşe hazırlasın.”

Kırk yaş, elbette mühim bir yaştı, fakat o akrabamın kendine göre tevile çalıştığı gibi değildi. Peygamberimize de (Sallallahu aleyhi ve sellem) âhirzaman peygamberliği vazifesi de kırk yaşında verilmişti.

Hastalıkların mikroplar vasıtası ile yayıldığını ilk defa keşfeden kişi olarak batılı kaynaklarca laik eğitim sistemimizde de kabul ettirilmeğe çalışılan, fakat İslâmî kaynaklarımızın bu propagandanın asılsızlığını gösterdiği  Pasteur adlı Fransız  doktor ile babam arasında, o akrabamız bir kıyas-ı maal fârık (geçersiz, yanlış bir kıyas) da yapar ve:

“- Babanız, başarılı bir doktordu; Pasteur gibi olabilirdi; fakat böyle oldu..”

şeklinde çok haksız, tehlikeli ve zararlı küçümseme ifadeleri bile kullanırdı.

Onun bu sözleri çok haksız, tehlikeli ve zararlıydı; çünkü, kâinatta en yüksek hakikat ve en büyük mertebe Allah’a (c.c.) ve onun inanmamızı Peygamberi (s.a.s.) ve kitabıyla bildirdiklerine inanmaktı. Pasteur’un şahsı ve mahiyetini iyi bilmediğimiz imanı bir yana,  “Hastalıkların mikroplar vasıtası ile yayıldığını ilk defa keşfeden olmak” sıfatının hakikî sahibi olduğu farzedilse bile bu sıfat, babamın o zamanki İslâm imanını taşımak ve yaşamağa çalışmak sıfatına asla üstün tutulamazdı.

Babamın çocukları olarak bizim de babamız gibi olmamamız için, o akrabam erken yaşlarda Batı ülkelerine gitmemizi ve Batılıların yaşayışını görmemizi çok defa bize tavsiye ederdi.

Sevabı ile günahıyla âhirete gitmiş olan o akrabamın kendisi hakkında elbette nihaî hüküm ifade eden sözler söyleyemeyiz; bu mevzuda hüküm Allah’a (c.c.) aittir. Fakat buna benzer sözler sarfeden başkaları da bu devirde çok olabildiği için, kendisinin bazı yanlış sözlerinin tahlilini burada yapmakta ve doğrusuna dikkat çekmekte mahzur yoktur. Hem de, helal gıda ile alâkası da bulunan bu mevzuda yapılacak böyle kısa bir tahlilde lüzum ve fayda vardır:

Tıp bilimi, değişik kilolardaki insanlara göre sayısı farklı olmakla birlikte, insan vücudunda ortalama yüz trilyon hücre bulunduğunu ve bunların çeşitli doku ve organlardaki ömürleri ve yenilenme süreleri farklı olsa da, ortalama bir insan ömründe hücrelerinin yaklaşık olarak ikiyüz defa yenilenebileceğini bildirmektedir.

İnsan vücudunu meydana getiren hücrelerin yenilenmesi, alınan gıdalardan gelen moleküllerin yapı taşı olarak kullanılması suretiyle olur. Helal gıda  almağa dikkat etmeden yenilir ve içilirse, haram gıdalardan gelen moleküllerle insan vücudunun hücreleri yenilenir ve insan bedeni helal maddelerden mamül halde  değil; haram maddelerden inşa edilmiş haram bir beden olur. Haram maddelerden inşa edilmiş haram bir beden ise, başka haramlarla da kolayca ünsiyet eder ve bu hal insanın tüm yaşayışına akisleriyle kendini gösterir.

Mezaristana göçmüş, daha niceleri gibi Tanzimatın yanlış “Batılılaşma” cereyanının kurbanı saydığım o akrabamın, güya bizim iyiliğimiz için nasihat etmek makamında söylediği o yanlış sözleri sebebiyle Allah (c.c.) taksiratını affetsin; fakat o hali, yaşayış tarzı ve sözleri ile bana helal gıda almanın ehemmiyeti mevzuuna, onunkinin zıddına dikkat çekici ve yönlendirici  çok mühim ve müşahhas bir hal dersi verdiğini söyleyebilirim.

Çünkü, “Her şey bir cihette zıddıyla bilinir ve daha iyi anlaşılabilir” ; karanlık olmasa, biz ışığın ne olduğunu bilmezdik; küfür, fısk ve dalâlet ehlinin hali de, imanın ve İslâm’a uygun yaşayışın lüzumunu ve ehemmiyetini bize ders verir.

O akrabamın aramızdaki konuşmalarda sarfettiği başka yanlış cümleleri, “Bâtıl şeyleri iyice tasvir edip safî zihinleri idlâl” etmemek için nakletmeğe lüzum görmüyorum; fakat onun yanlış sözlerinin tepkisinin de, benim bu mevzuda doğruyu aramak ve yaşamak meylime kuvvet  vermek tesirinin olduğunu zannediyorum.

İşte, o akrabamın kendi maksadıyla uyumlu olmayan şekilde de olsa, ondan aldığım helal gıdanın ehemmiyeti hakkındaki, zıddıyla hal dersi sebebiyle (başlangıçta kullandığım cümleyi tekrar ile bağlantısını kurmak icabederse) “bir yaz tatilinde yurt dışında bir kimya fabrikasında staj yapmak hakkını kazanınca, orada helalinden nasıl gıda alabileceğim konusu, gitmeden önce aylarca beni düşündürmüş ve o zaman imkânlarımın müsaadesi nisbetinde bunun araştırmasını yaptıktan sonra staj yerime giderek, orada helal gıda ile ilgili daha önce öğrendiklerimle yaşamağa çalışmıştım.”

Prof. Dr. Mustafa Nutku

Helal Gıda Hatıraları – 1

“Hatıra” denildiğinde, hatıra gelen; hatırda kalan şey anlaşılır. Günlük hayatımızda ve medyada en çok bahsedildiğine ve yazıldığına rastlanan hatıraların; çocukluk, gençlik, askerlik, öğrencilik,  iş hayatı, gurbet hayatı gibi konularla ilgili oldukları dikkati çeker.

Geçmişte yaşanan şeylerin zihinde kalan izleri, belki de beynimizin ilk teşekkül ettiği andan itibaren beynimizde kaydediliyor ve “hatırlamak” denilen işlemle çağırılıyor. Hafıza ve hatırlamak, üzerinde derinlemesine düşünülmesi ibret alınması gereken çok mühim bir mevzudur. Tıp bilimi şimdiye kadarki gelişmelerine rağmen, görme, işitme, koklama gibi duyu organlarıyla ve hareketlerle ilgili beyindeki çeşitli merkezlerin yerinden bahsederken, hafıza merkezinin beyindeki yerini söyleyebilmiş değildir. Bu bilgi noksanlığını kapatabilmek için de, beyinde “hafıza merkezi” olarak bir yerin belirtilemeyeceği ve beynin tümünün hafıza görevi yaptığı iddiasında bulunabilmektedir.

İnsanın öğrenme ile ilgili tüm faaliyetleri, ancak hafızasına kayıtlarla olabilmekte; hafızaya kayıtların olabilmesi ve o kayıtların çağırılmasıyla ilgili keşfedilmiş bazı hafıza kanunlarının, öğrenme faaliyetinin verimi ve başarıya ulaşabilmesi  için göz önüne alınması gerekmektedir.

Hafızamızın dünya hayatında yaşayabilmemizdeki ehemmiyeti, çeşitli sebeblerle hafızasını kaybetmiş olanların durumu göz önüne alındığında belki çok daha iyi anlaşılabilir. Hafızanın insanın dünya hayatında yaşayabilmesindeki büyük öneminden başka, dünya hayatından sonra âhirette, Haşir’de, Mahkeme-i Kübrâ’da bütün insanların hesabının bir anda görülmesinde de büyük önemi olabileceği düşünülmelidir.

Bugünkü bilgisayarcıların dilindeki “Ana Bellek”e de benzetilebilecek olan “Levh-i Mahfuz”da yer alan, insanın en geç onbeş yaşından itibarenki buluğ çağından itibaren, dünya hayatını terk edinceye kadar akıl ve irade sahibi olarak yaşadığı tüm hayatına ait görüntülü ve sesli kayıtların insanın hafızasındakilerle karşılaştırılmasıyla, Mahkeme-i Kübrâ’nın bir an kadar sürüp sonuçlanmasının çok kolaylıkla olabileceği, dinî kitaplarımızda yazılı bulunmaktadır. Bu sebeble, insan hafızasının dünyadaki büyük öneminden başka, uhrevî bakımdan da büyük önemi olduğunu; onda Allah’ın Adl, Hakem, Hafîz gibi en mühim bazı isimlerinin tecellileri olduğunu ibretle düşünebilmek, tefekkür edebilmek de gerekir.

Çeşitli vesilelerle çok kişi tarafından söylendiği gibi, insan yaşlandıkça, nasılsa yakın geçmişinden daha gerideki geçmişini daha kolay hatırlar hale gelmektedir. Bunun bir hikmeti de, Allah’ın (c.c.) rahmetinin bir tecellisi olarak, yaşı ilerlemiş insanı o zamana kadar yaşamış olduğu ömrünün muhasebesini yapmağa teşvik ve buna imkan tanıması olabilir.

Geçmişini daha iyi hatırlayarak yapmak imkânını bulabileceği bu ömür muhasebesinde insan, geçmişindeki hatalı yaşayışlarını tesbit edebilirse, ömrü henüz bitmeden ve dünya imtihanından çıkmadan, onlardan tevbe etmesi hususunda bu şekilde yapılan ilahî gizli ikazın gereğini belki yapabilir. Fakat insanların çok büyük bir çoğunluğu, bu ikazı hiç anlamaz ve gereğini hiç yapmaz; dünyadaki fanî ömrü bittikten sonra, âhirette kendisine hiçbir faydası olmayacak bir “son pişmanlık haline namzet” olarak, vadesi ve mühleti dolunca, dünyadan âhirete göçüp gider!

“Hâtıra”, baştan geçen olayların kaleme alınmasıyla ortaya çıkan eser şeklindeki bir edebî türe de verilen addır ve bu edebî tür, insanların en fazla okumak istediklerinden biridir. İnsanlar, bilhassa meşhur insanlarla ilgili hâtıraları alâka ile okudukları için, bu tür kitaplar çok yazılır. Fakat insanların lüzumsuz ve faydasız beşerî tecessüs duygularını istismar için hatıra kitabı yazılması da, böyle kitapları okumak da en azından zaman israfıdır ve başka zararları da vardır.

İnsanın hatıralarını okumak merakı duyması gerekenleri, öncelikle kendisine örnek alabileceği ve hakikat rehberliği yapabileceklerden seçmesi, onlarınkini önce okuyup anlamağa çalışması, onun bu mevzuda daha faydalı ve akıllıca  bir seçimi olabilir. Bu ölçüye göre, elbette Peygamberimiz’ in (Sallallahü aleyhi ve sellem) hayatı,  sonra da Peygamberler tarihi ve onların yolundaki maneviyat büyüklerinin hayatı, değer sıralarına göre öncelik taşır.

Hatıra konusu ile ilgili  bu genel bazı değerlendirmelerden sonra, “Helal Gıda Hatıraları”nın bu değerlendirmeler içindeki yerinin ne olabileceği merak konusu olabilir. “Helal Gıda Hatıraları” şimdiye kadar duyulmamış bir hatıra türü olarak garip karşılanabilir; fakat özüne inilecek olsa, belki de önemine rağmen hiç duyulmamış veya duyulmuş olsa bile en az bahsi geçen bir hatıra türü olduğu, bu mevzuun önemini bilenler tarafından kabul edilebilir. Çünkü bu, diğer birçok hatıra türü gibi sadece insanların siyasette, ekonomide, sporda vb. alanlarda meşhur insanların  hayatıyla ilgili tecessüslerini tatminden öteye geçmeyen basit hikayeler nevinden değildir; helal gıda ile yaşanması icap eden hayatın nasıl olması gerektiği ile ilgilidir. Bu türden, kendisi için sonradan pişman olunmayacak hatıralar edinebilmek, böyle hatıralardan kendisi için gereken dersleri alabilmek ve o derslere göre yaşayabilmek, aslında insanın bu dünyadaki yaşayış tarzını doğru seçmesi gibi temel meseleleri içine girecek derecede önem arzeder.

Hepimiz, hafızamızı yoklamalı; şimdiye kadarki hayatımızdan hatırlayabileceğimiz helal gıda arayışımızla ilgili hatıralarımız olup olmadığını araştırmalı; eğer yoksa, bundan dolayı üzülüp intibaha gelmeli ve bundan sonraki yaşayışımıza o intibahla da yön vermeğe çalışmalıyız.

Prof. Dr. Mustafa Nutku

Nûr Kahramanları

Gençlik yıllarımdan başlayarak Nur hizmeti içinde şahit olduğum bazı hususları okurlarla paylaşmak istedim. Tarih sırasına göre anlatacağım. Hatıra kahramanları, hayatları ibretlerle dolu şahsiyetlerdir.

Şehit MEHMET OĞUZ

Din düşmanı bir komiserin karakola çağırıp kafasını duvara vura vura ve insafsızca döverek öldürdüğü Nazilli’nin hizmet şehidi, ihlâs sembolü, Nûr ağabeylerden Mehmet Oğuz’u ilkokul yıllarımda tanımıştım. İşte gözümün önünde canlanan örnek bir davranışı:

Nazilli’nin merkez camii olan Koca Cami’ye namaza geldiği zamanlarda, ezana biraz vakit var ise, elinde küçük bir Risale olduğu halde cami avlusunda bir ileri bir geri yürüyerek okumakla vaktini değerlendirir, gören cemaate örnek olurdu. Tepeden tırnağa nur gibi bir şahsiyetti…

Hastane morgundan çıkarıldığı zaman birkaç ağabeyle birlikte ben de oradaydım. Yüzündeki örtüyü açtıklarında, hafif çiseleyen yağmur nur yüzünü okşuyor, şehadetini ağlayarak tebrik ediyor gibiydi… Öyle bir yüz ki; tebessüm eden, canlı ve pırıl pırıl aydınlık. Şehadet şerbetini içtiği belli oluyordu. Allah rahmet eylesin!

AHMET FEYZİ KUL

Ortaokul ve lise yıllarımda Üstad Bediüzzaman’ın değerli ve yakın talebelerinden Ahmet Feyzi Ağabey ara sıra Nazilli’ye uğradığında akşam derslerinde görürdüm. Hattâ bir gece evimizde misafir kalmıştı.

İşte bu büyük insan, akşam sohbetlerine şeref verdiği zamanlarda kendi mahallî konuşma tarzı ile ders yapar, açıklamalarda bulunur ve fakat –ilginçtir- bazen konuşurken uyur kalırdı… Yaşlı haliyle hizmetin çile ve yorgunluklarını sırtlamış ve belki birkaç gündür uykuya hasret bir mübarek halin tezahürüdür diye düşünürdük ve onu rahatsız etmezdik. Zaten kısa süre sonra kendisi uyanırdı.

ZÜBEYİR GÜNDÜZALP

Sanırım 1970 yılıydı. Beşiktaş dershanesinde topluluğa ders yapıyordum. Dersin yarısında, muhterem büyük insan, Zübeyir Ağabey geldiler. yorgun ve bitkin görünüyordu. Hemen kapı girişine diz çöküp oturdular. Ben; “Ağabey böyle buyurun!” dedimse de, “Hayır kardeşim, devam edin” demişti.

Aman yâ Rabbi! Bundan güzel mahviyet, ihlas ve hizmet dersi olur mu?

Fazla durmadılar, Herhalde başka bir dersi de ziyaret etmek üzere ayrıldılar.

Üstadın pervanesi olarak, hizmetin en ağır ve çileli yükünü çeken “Nur’un büyük kumandanı” Zübeyir Gündüzalp’in ortalıkta pek görünmeyişi, hastalıkların ızdırabıyla hemhal olmasındandı. Hizmet şehidi olarak 51 yaşında vefat etti. Ruhu şâd olsun !

TAHİRÎ MUTLU

Tahirî Ağabey, Üstad Bediüzzaman’ın yakın hizmetinde ve ondan tam ders almış “Saff-ı evvel”lerdendir. Üstadın; “kırk evliya kuvvetinde” sözü bu değerli şahsiyet için büyük bir bahtiyarlıktır…

İstanbul’da bulunduğu 70’li yıllarda, Nûr derslerinde diz çökmüş vaziyette, başı daima öne eğik, iki büklüm oturur, lüzum gördüğü an mahalli şivesiyle, kısa açıklamalar yapardı.

Şahsımla ilgili olsa da, şahit olduğum bir kerametini söylemeden geçemeyeceğim:

Şehremini Dershanesinde cemaatle akşam namazı kılacağız. O sırada Tahirî Ağabey de orada bulunuyormuş. Kardeşler, kıraatım düzgün diye hep beni imamete geçirirlerdi. Yine öyle oldu. Ben seccadeye doğru yürürken – herhalde Üstadın talebesi var diye – acaba Üstad Hazretleri nasıl bir tarz ve üslupla Kur’an okurdu veya nasıl bir okuyuşu tasvip ederdi? gibi düşüncelerle namaza durdum. Namazın bitiminde cemaate karşı dönüp oturdum. Tahiri Ağabey hemen arkamda olduğu için yüz yüzeyiz. Tesbihatlar yapıldıktan sonra “Lâ yestevî”yi okuyup Fatiha’yı çektim. Mübarek ağabey sağ elinin şehadet parmağını bana doğru hareket ettirerek; “Hah, hah kardeşim! Üstad hazretleri aynen böyle okuyuştan hoşlanırdı.” demez mi ?

Allah Allah! Çok müstesnâ bir duygu seline kapılmam bir yana, kalbimi okuyan bir kerametini apaçık görmüştüm…

MUSTAFA SUNGUR

Üstadımızın yakın hizmetinde bulunmuş, O’ndan dersler almış bir müstesna şahsiyet de Sungur Ağabeyimizdir.

İlk öğretmenliğinin menfilik yıllarında mandolin çalıp ders verdiğinden midir, duygu ve heyecan yüklü bir fıtrata sahip olduğundan mıdır? Bilemiyorum, marş söylemeyi çok severdi. Nûr marşlarını… Gerek Av. Bekir Berk’in yazıhanesinde ve gerekse otobüsle İstanbul dışına seyahatlerde, kardeşlerle birlikte marşlar söyler ve bundan da büyük haz duyardı.

Derslerdeki konuşmalarını ve okuyuşunu zor anlardık. Meğer sonra öğrendim ki; hapiste gördüğü işkenceler yüzünden imiş!

BAYRAM YÜKSEL

Sebat ve sadakat örneği, ihlas sembolü merhum Bayram Ağabey, hizmetlerin her işinde canla başla koşturur, gurur ve enaniyetin zerresi bile üzerinde görülemezdi… Ankara Hacı Bayram Medresesinde kalırlarken, bir iki arkadaşımla bana Üstad Hazretlerinin cübbesini teberrüken giydirmişlerdi. Bu işin fayda ve maslahatını zaman içerisinde anladım…

Kore gazisi bu büyük insan, Nûr hizmetinin prensiplerine harfiyen ve âzam mertebede uymakla mükemmel ve örnek bir talebeliği yansıtıyordu…

Av. BEKİR BERK

Av. Bekir Berk, Sungur Ağabey gibi heyecanlı ve duygulu fıtratıyla marş söylemesini çok severdi! Belki de yorgunluğu böyle izale oluyor ve moral buluyordu…

Bir gün yazıhanesinde, bize bir çeyrek altını göstererek; “Bakın gençler bu, Üstadımızın gaybî altınıdır.” demişti…

Yılmamayı, yorulmamayı azim ve iradeyi ondan öğrendik. Sanki Türkiye kazan Bekir Ağabey kepçe.. Dur-durak ve yorgunluk bilmeden koşturan muhteşem bir nur avukatı. Akıllı, dirayetli, cesur, çalışkan ve prensipli…

Dr. SADULLAH NUTKU

Tevazunun zirve şahsiyetlerinden birisi de, Bediüzzaman’ın doktoru Sadullah ağabeydir. Yeni Asya gazetesinin “doktorunuz” köşesinde hasta okuyucularına verdiği cevaplarda maddi ilacın yanı sıra “Hastalar Risalesi”nden devalar da yazardı. Belediye otobüslerinde zamanını boş geçirmez, cebinden çıkardığı küçük bir risaleyi okuyarak yolculuk yapar; sarığı belinde kuşak gibi kullanır ve camide başına sararak öyle namaz kılardı… Üstad ile ilgili hatıralarını anlatırken, ya da ders okunurken çok büyük bir haz duyar, adeta kendinden geçerdi.

Merhum Sadullah ağabey de ehl-i keramet, veli bir zat idi.

Mehmet Gürler

www.cevaplar.org