Prof. Dr. Ali Fuat Başgil ve Bediüzzaman Said Nursi

Bir zaman Profesör Ali Fuat Başgil, ‘Üstadın ilmine hayranım. Bizim tahsil ettiğimiz ilimle, Üstadın ilmi mukayese edilemez. Üstada Cenab-ı Hak öyle bir ilim nasib etmiş ki; umman gibi, aştıkça kabarıyor. Bir deniz ki içine girdikçe giriliyor. Bundaki ilmin ucu bucağı yoktur. Diğer eserleri, ilimleri müstesna, yalnız Türkiye’de Osmanlı lisanını muhafaza ettiği kâfidir. Çünkü onun eserleri aynı zamanda Osmanlı lisanını muhafaza ediyor‘ demişti.

(Bayram Yüksel, Hatıralar)

Bir İmtihan Sırrı

İmtihan sözcüğü mihnet kökünden gelir. Adı üstünde imtihan bir mihnettir. Bu mihnetin biri ceza ve kefaret, diğeri mükâfat ve terakki kapısını aralamaya yönelik iki gayesi vardır.

Musibet ve sıkıntıların günahlara kefaret olduğu yönü malumdur. Biz bu yazımızda bu imtihanın ikinci gayesi üzerinde duracak, bela ve musibetin peygamberlere, velilere ve salih insanların başına da gelmesinin bir hikmetini açıklamaya çalışacağız.

Bilindiği üzere, bir hadis-i şerifte Peygamberimiz; “İnsanlardan en çok bela ve musibete uğrayanlar peygamberler, veliler ve–sırasıyla–onlara yakın olanlar” olduğunu ifade etmiştir.

Hadiste yer alan “Bela” kelimesi, “imtihan etmek, test etmek, denemek, sınamak” anlamına gelir. En büyük insanlara en büyük testlerin uygulanmasının bir sırrı şudur ki; insanların kalbi, aklı, duyguları, latifeleri, hatta hayallerinin pekçok mertebe ve dereceleri vardır. Bir incir çekirdeğinden bir incir ağacına kadar, bir atom sisteminden bir güneş sistemine kadar, bir hücreden bir insana kadar dereceleri vardır. Bu derecelerin kat edilmesi ise, yapılan testlerde ortaya çıkan negatif veya pozitif olguların varlığına bağlıdır. Örneğin, bir kan testinde bir virüsün tespit edilmesi pozitif, olmaması ise negatif olarak değerlendirilir. Fakat bazı testlerde ortaya çıkmayan bir takım mikroplar daha derinlemesine yapılan testlerde ortaya çıkabiliyor. Keza, sözgelimi, röntgenle görüntülenen akciğerdeki bir arızanın tam teşhis edilmesi, arızanın olup olmadığının tam olarak görüntülenmesi için yüzeyden derinliğe doğru ilgili organ sathı santim santim, milim milim röntgenle test edilir. Çünkü, yüzeylerde bulunmadığı halde organın iç yüzeylerinde bir arızanın, bir virüsün olması mümkündür.

Bu kural psikolojik tedavide de geçerlidir. İlk etapta görünmeyen bazı psikolojik arızalar, şuur altı bazı olumsuz düşünceler ancak belli bir terapiyle ortaya çıkarılıp tedavi edilebiliyor. Deyim yerindeyse, yüzeysel şuura yönelik testlerle ortaya çıkmayan hastalıklar, derinlemesine doğru şuuraltına yönelik testler sayesinde ortaya çıkabiliyor.

İşte bunun gibi, yukarıda saydığımız insanların manevî donanımlarında da bazı arızalar, bazı virüsler olabilir. Manevî bünyenin sağlamlığı nispetinde bu virüsler yüzeylerde bulunmadığı halde daha derinliklerde bulunup bulunmadığını tespit etmek için ilgili manevî sathın–yüzeyden derinlemesine doğru–santim santim, milim milim teste tâbi tutulması gerekir.

Mesela kalpte var olan Allah sevgisinin alabildiğine boy göstermesine mani olan virüslerin olup olmadığını tespit etmek için bazı testlerin uygulanması gerekir. “Her şey zıddıyla bilinir” kuralı gereğince, nefsin hoşuna gitmeyen bazı testlerin uygulanması icap eder. Bazı kimseler var ki, bir gramlık bir hoşnutsuzluktan ötürü ilahî sevgiyi rafa kaldırdığı halde, bazı kimseler de batmanlar ağırlığındaki hoşnutsuzluklara karşı dahi bu sevginin zerresinden kaybetmezler. İşte bu kimselerin herhangi bir tarafında bu sevgiye mani bir virüsün bulunup bulunmadığını, kalplerinin en ücra bir köşesinde bu sıkıntılara karşı hafif nazlanabilecek bir tavrın olup olmadığını görmek için, onlar en ağır testlere tâbi tutulurlar.

Şu ayet, imtihanın bu sırrına işaret etmektedir: “Müminler sadece ‘iman ettik’ demekle kendi hallerine bırakılıvereceklerini, imtihana tâbi tutulmayacaklarını mı zannettiler? Hiç kuşkusuz, biz kendilerinden önce yaşamış olanları test edip denedik. Allah elbette şimdiki müminleri de imtihan edip iman iddiasında sadık olanlarla, bu iddiasında samimiyetsiz olanları elbette bilecektir.” (Ankebut, 13)

Başta Hz. Eyyub aleyhisselam olmak üzere bütün peygamberler bu ağır testlerden geçmiş ve manevî bünyelerinde Allah’a olan sevgilerini azaltacak hiçbir olgu bulunamamıştır. Ve hepsinin ruh cevheri itibariyle saf altın oldukları ortaya çıkmıştır. İşte “büyüklerin imtihanlarının da büyük olması” gerçeğinin temel dayanağı bu sonucun alınmasına yönelik testlerdir.

Ateşe atılırken bile şikayet etmeyen ve  “Madem Rabbim halimi görüyor, derdimi O’na açmaya ihtiyaç bırakmıyor..” diyen Hz. İbrahim; en sevdiği oğlunun kurt tarafından parçalandığını işittiğinde “Bana düşen güzelce sabır göstermektir… Ben üzüntümü sadece Allah’a arzediyorum..” diyen Hz. Yakub; Mekke’de gördüğü gayr-ı insanî muamelelerden sıkılıp, bir ümit kapısı olarak gördüğü Taif’te de kendini bilmez zavallılar tarafından yara-bere içerisinde bırakıldığı halde “Allah’ım! Eğer bütün bu başıma gelenler, senin bana gücendiğinden dolayı değilse, varsın olsun.. Ben her şeye rağmen seni hoşnut etmek için hayatım boyunca çırpınıp duracağım” diyen Hz. Muhammed’in bu ifadeleri peygamberlerin birer saf altın ayarında olduklarının göstergesidir.

İbn Farıd’ın “Allah’ım! Eğer senden başkası–benim irademle–kalbimde yer alsa kendimi mürtet sayarım” şeklindeki ifadeleri; İbrahim Hakkı’nın “Mevlâ görelim neyler/Neylerse güzel eyler” şeklindeki sözleri; Yunus Emre’nin “Hoştur bana senden gelen.. Kahrın da hoş lütfun da hoş” şeklindeki terennümleri, üst düzey bir imtihanın, bir testin sonucunu seslendirmektedir.

Her insan büyük bir veli olmayabilir, ama kendi kabiliyeti nispetinde kendisi için hazırlanan zirveye çıkabilir. Bu sebeple, görünürde ilmi, irfanı olmayan âmî bir erkek veya kadının bu âmiyâne haline bakarak, bunların imtihanlarını terakki rotasının dışında tasavvur edip manasız görmemek gerekir. Zira onların–delilsiz bir şekilde–sağlam bir imanla iman ettikleri Allah’a karşı öyle teslimiyetleri var ki, bazen bir tek imtihanda bile o zirve noktaya ulaşabilirler.

Bir dakika zarfında canını Allah yoluna adayan ve Allah’a teslim olan bir şehit, yıllarca çalışarak ancak ulaşılan bir velayet mertebesine ulaşır. Bazen bir tek musibet çok kısa bir zamanda kişiyi bir velayet dercesine çıkarır. Bazen bir sabır, bir tevekkül, bir teslimiyet insanı salih kimseler zümresine ilhak eder.

Ayette imtihanın mutlu sonlarına işaret edilmektedir: “Biz mutlaka sizi biraz korku ile, biraz açlık ile, yahut mala, cana veya ürünlere gelecek noksanlıkla deneriz. Sabredenleri müjdele! Bunlar öyle kimselerdir ki başlarına musibet geldiğinde ‘Biz Allah’a âidiz ve vakti geldiğinde elbette O’na döneceğiz’ derler.” (Bakara, 155-156)

Doç. Dr. Niyazi Beki/ Zafer Dergisi

Said Nursi-Mustafa Kemal Görüşmesi Mi? Günaydın!

Günaydın beyler!

Cumhuriyet tarihinin en önemli aktörlerinden birisi hiç şüphesiz Bediüzzaman Said Nursi’dir.  Onsuz anlatılan Türkiye Cumhuriyeti tarihinin hep eksik kaldığını ve kalacağını her vicdan sahibi bilmekteydi/bilmektedir. Ancak yıllardır Bediüzzaman gerçeğini anlatmak isteyen vicdanlara pranga, dillere ise kilit vuruldu. Bediüzzaman’ın vefatından sonra onun sesi ve soluğuna tahammül edemeyenler, “yeni nesillere anlatılmasın veya yanlış anlatılsın, çarpıtılsın” diye her vesileyi acımasızca kullandılar, onun üzerine kalınca bir çizgi çekerek yok saydılar.

Ancak “güneşi  balçıkla” sıvamanın imkansız olduğunu bilenler, “ya güneş tekrar doğarsa” endişesi ile her geçen gün kâbuslarla uyandılar. Ve nihayet hakikat çehresini bir kere daha gösterdi. Atılan balçıklar güneşin kavurucu sıcaklığı ile kurudu ve sonra param parça olup her tarafa dağıldı. Güneşe hasret gözler kamaşıp, nurlanırken, yarasalar sağa sola kaçıştılar. Kaçarken bile belki tekrar güneşi kapatırız ümidiyle ellerindeki son balçık parçalarını savurmayı ihmal etmediler/etmiyorlar.

“Hür Adam” filmiyle birlikte bir kez daha savrulan bu balçık kırıntılarıyla mide bulandırmanın gayretine girenlere söylenecek tek şey vardır:

“Boşuna uğraşmayın. Yalancının mumu yatsıya kadar yanar. Sizin yatsı vaktiniz gelmiştir, biraz uyuyup dinlenseniz bu millete en büyük iyiliği yapmış olursunuz. Yetmiş seneden beri “bir karşı bayıra gömdüğünüz bu yiğit”, istemeseniz de tekrar kalktı. Ama bu kez sadece Türkiye’nin huzuru için değil, bütün dünyanın saadet ve huzuru için kalkıyor. Mahkeme salonlarını inleterek; ‘Benim ölümüm başınıza bir bomba gibi patlayacak, bir ölsem bin dirilirim’ mesajı artık bütün haşmeti ile tecelli etmektedir.”

Savrulan balçık kırıntılarından bazıları da; “Yok Bediüzzaman T.B.M.M.’ye gelmemiş, Mustafa Kemal ile görüşmemiş, konuşma yapmamış vesaire…” diyor.

“Günaydın!..” demezler mi adama? Yeni mi uyandınız? Bu haberleri yeni mi duydunuz? Altmış-yetmiş sene önce yazılan ve kitaplarda, dergilerde çarşaf çarşaf yer alan bir iddiaya yeni mi cevap veriyorsunuz? Bediüzzaman bunları kitabına alırken, o dönem milletvekillerinin yüzde doksanı hayattadır. Hiç birisi çıkıp bu iddiayı inkar edememiş. Bediüzzaman’ı bir kaşık suda boğan sizin fikir babalarınız, gazeteleriniz, medyanız da bu iddiaya ses çıkarmamış. Sudan bahanelerle Bediüzzaman’ı hapis hapis süründürenler, acaba bu iddiaya niye sessiz kalmışlar? Halbuki bunu çürütmek gayet basitti. Birkaç milletvekilini şahit göstererek bu iddiayı yetmiş sene önce çürütebilirlerdi.

Kitaplarındaki en masum ifadeleri bile, akla hayale gelmez şekilde tevil ve tefsir ederek onu mahkûm etmek isteyen yüzlerce savcıdan, mahkemeden hiçbirisi Bediüzzaman’ın bu meclis iddiasına dokunmamıştır. “Dinden imandan bahsediyorsun, bir de yaşamadığın bir şeyi ne diye yazmışsın” diyememişler. Etrafındaki talebelerini ondan soğutmak ve uzaklaştırmak için onur kırıcı her türlü iftirayı reva görenler, bu iddiaya neden hiç temas etmediler? Ellerindeki bu hazır malzemeyi “mal bulmuş mağribi” gibi kullanabilirlerdi. Yoksa basiretleri mi kapanmıştı?

Beyler, Bediüzzaman artık tarih olmuştur, kaynak olmuştur. Nutuk’ta geçen her ifadeyi delilsiz kabul ettiğiniz gibi, Bediüzzaman’ın yazdıklarını da nutkunuz tutulmadan okuyup kabul etmek durumundasınız. “Saçlarım adedince başlarım olsa ve her gün birini kesseniz, yine doğruluktan vazgeçmem” diyen Bediüzzaman gibi bir zatı,  tezatlarla dolu kendi zemininize çekerek kendinizle karıştırmayın. Bediüzzaman hayatında tek bir yalana tenezzül etmemiştir. İzzetle ölmeyi zilletle yaşamaya tercih eden Bediüzzaman ne diye yaşamadığı bir olayı yaşamış gibi yazsın? Kaldı ki, onlarca milletvekili de bu olayı doğrulamaktadır. Bediüzzaman’ın, “Herkes olaylara kendi gözlüğü ile bakar, gözlüğü beyazsa beyaz, siyahsa siyah görür” mealindeki sözünü, sizlerin sayesinde bir kez daha anlamış bulunmaktayız.

Ama biliyorum; yine onun ifadesi ile; “Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir.” Gözlerinizin sağda solda belge aradığını hisseder gibiyim…

Buyurun size bizzat meclis ceridesinde geçen belge:

Ulemâdan Bediüzzaman Said Efendi Hazretlerine beyan-ı hoşâmedi:

Reis:

“Efendim, Bitlis Mebusu Arif Bey’le rüfekasının takriri var.

“Riyaset-i Celileye,

“Vilâyat-ı Şarkiye ulemâ-yı benamından olup Anadolu gazilerini ve Meclis-i Âli’yi ziyaret etmek üzere İstanbul’dan buraya gelerek samiin locasında bulunan Bediüzzaman Molla Said Efendi Hazretlerine hoşâme­di edilmesini teklif ediyoruz.”

“Bitlis-Arif, Bitlis-Derviş, Muş-Kasım, Muş-(İlyas Sami), Siirt- Salih, Bitlis-Resul, Ergani-Hakkı”

(Alkışlar)

Rasih Efendi (Antalya): “Kürsüye teşriflerini ve dua etmelerini ken­dilerinden rica ederiz.”(1)

Yetmedi mi? Bir belge daha verelim. 23 Kasım 1922 tarihli “Hâkimiyet-i Milliye” gazetesinde de Bediüzzaman’ın Meclise gelişi ilan edilmiş:

“Vilayet-i Şarkiyye ulema-ı beyamından olup Anadolu gazilerini ve meclis-i âliyi ziyaret etmek üzere İstanbul’dan buraya gelen ve samiin locasında bulunan Bediüzzaman Molla Said Efendi Hazretlerine beyan-ı hoşamedi edilmesi hakkındaki Bitlis Mebusu Arif Bey ve rüfekasının takriri alkışlar arasından kıraat edildi.”(2)

Şimdi inandınız mı, Bediüzzamanın meclisi teşfir ettiğine, Meclis kürsüsünde kısa bir konuşma ve dua yaptığına?

Peki bu sırada meclis başkanı kimdi? Meclise davet edilen ve kürsüde de konuşma yapan bir misafirin meclis başkanı ile görüşmemesi mümkün mü? Kaldı ki, Bediüzzaman’ı davet edenlerin başında Mustafa Kemal gelmektedir. Hem neden bu iki şahsın görüşmesinden bu kadar rahatsız oluyorsunuz? Görüşseler ne olur, görüşmeseler ne olur; nihayetinde ikisi de bu dünyadan göçüp gitmişler. Yoksa Bediüzzaman’ın Meclise gelmesi “ona artı değer kazandırır” diye rahatsız mı oluyoruz?

Beyler, Bediüzzaman kainat meclisinde her gün bütün varlığa hitap eden bir dava ve maneviyat adamıdır. Her dakika  milyonlarca insan onun hitaplarını okuyarak “sadakte” selamı ile onu hoşamedi ediyorlar.  Kaldı ki, şöhret O’nun için “aynı riyâdır ve kalbi öldüren zehirli bir baldır. Ve insanı insanlara abd ve köle yapar.” O’nun şöhrete ihtiyacı yoktur, hayattayken şöhretten fersah fersah uzak durmuştur.

Binlerce yerli ve yabancı devlet adamının çıktığı bir kürsüye, doksan tane talebesini Birinci Cihan Harbi’nde şehit vererek Ruslara esir düşen ve hayatı baştan sona bu ülkeye hizmetle geçen bir vatan evladının çıkması, sizi çok rahatsız ediyorsa, olmamış kabul edin ve rahatlamaya çalışın. Ne de olsa Türkiye’nin gerçeklerini yıllardır görmezden gelmeye alışıksınız. Bir kereciğine de bunu Bediüzzaman için yapın. Eminim ki bir süreliğine de olsa çok rahatlayacaksınızdır.

İçinde bulunduğunuz psikolojiyi çok iyi anlıyorum. İsterseniz size de bir örnekle anlatayım. Belki örnek hoşunuza gider. Ama örneğin Bediüzzaman’a ait olduğunu söylemeyeceğim!

Bir tavus kuşu düşünün. Yumurtasından çıkmış ve muhteşem kanatlarıyla gök yüzünde süzülen bir tavus kuşu. Onu gören kargalar çileden çıkarlar.  Karalama kampanyası başlatırlar. Yukarıya bakmak istemedikleri için, aşağı eğerler başlarını. O sırada tavus kuşunun içinden çıktığı yumurta kabukları nazarlarına ilişir. Aradıkları malzemeyi bulmuş gibi didik didik ederler bu kabukları. Kimisi “vay inceymiş kabuğu”, bir diğeri “vay süresini doldurmadan yumurtasından çıkmış”, bir başkası “vay kabuk çok az kırılmış” diyerek, saldırmaya başlarlar. Böylece, “işini bitirdik” diye yıllarca kendilerini avuturlar. Fakat tavus kuşunun her geçen gün kalplerde taht kurduğundan bihaberdirler.  Fark edince de ne yapacaklarını şaşırırlar ve eskisinden bin beter olurlar.

Nasıl;  yanılıyor muyum? “İçimizi okudunuz.” diyorsunuz değil mi? Karga ilavesi bana ait olsa da, örneğin aslının Bediüzzaman’a ait olduğunu söylemem de artık bir sakınca yoktur. Zira yazıyı okudunuz artık. Emin olun, bir batılı yazarın ismi ile Bediüzzaman’ın eserleri piyasaya sürülseydi,  yumurta kabuğu ile uğraşmaz, satır satır okurdunuz bu kitapları. Ama ne eylersin… Ah şu ön yargılar. Aynştayn (Einstein) kendi ön yargıları için “Atomu parçalamaktan daha zordur.” der. Bizim ön yargıları görseydi başka bir imkansızı örnek verirdi.  Çünkü nihayetinde atomun da parçalanması mümkün.

Benim bir önerim var; her sene bir günlük ön yargı tatili yapalım; ne dersiniz?  Ne olur bu teklifime ön yargı ile bakmayım, gayet samimiyim. Doğum gününde bir senenin muhasebesini yaptığımız gibi, ön yargı tatilinde de ne kadar ön yargılı davrandığımızın muhasebesini yapmış oluruz.

Bu yazının kaleme alındığı 2011 yılının ilk gününde, 2011’in ön yargının en az yaşanacağı bir yıl olmasını temenni ederim.

Bu temennimden de bir anlam çıkarana aşk olsun. “Amacınız,  bu öneri ile 2011 yılında ön yargıların önünü keserek, 2012 yılını da Bediüzzaman yılı yapmaktır” diyen biri çıksa hiç şaşırmam. Bu da benim ön yargım olsun!..

Ön yargısız nice yıllara…

Ferhat Aslan

www.RisaleHaber.com

DİPNOTLAR:

1-TBMM Zabit Ceridesi, 1. Celse, Cilt 24, 135. içtima, Perşembe, 9 Teşrin-i Sani (Kasım), 1338 (1922), 457; iktibas eden: Şahiner, Bilinmeyen Taraftarıyla, 259. Belgenin orjinali için:   http://www.sorularlarisale.com/index.php?s=article&aid=17692

2-Cemalettin Canlı, Yusuf Kenan Beysülen, “Zaman İçinde Bediüzzaman”, s:279, İletişim Yayınları.

Bediüzzaman Said Nursi – Mustafa Kemal Atatürk Görüşmesi

… Said Nursî’nin, Meclis’e sunduğu bu beyanname ve yaptığı şiddetli teşvik ve tavsiyeler oldukça etkili oldu ve 60’tan fazla mebus, düzenli olarak namaz kılmaya başladılar. Bu yoğun alakadan dolayı, mescit ola­rak kullanılan küçük odanın yerine, daha büyük bir oda kullanılmaya baş­landı. Mebuslar üzerinde ciddi tesir bırakan bu beyanname, Meclis Baş­kanı Mustafa Kemal Paşa’nın tepkisini çekti. Bir gün, çok sayıda mebu­sun bulunduğu bir zeminde Said Nursî’ye olan kızgınlığını bağırarak şöy­le gösterdi:

Sizin gibi kahraman bir hoca bize lâzımdır. Sizi, yüksek fikirleri­nizden istifade etmek için buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza da­ir şeyleri yazdınız, aramıza ihtilaf verdiniz.

Said Nursî de, aynı şiddet ve kararlılıkla şu cevabı verdi:

Paşa! Paşa! İslâmiyette, imandan sonra en yüksek hakikat namazdır. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur.

Bu olay, biraz önce de belirttiğimiz gibi, birçok şahit önünde cereyan etti. (Mesela, Siverek mebusu Abdülgani Ensari gibi. bk. Badıllı, Nursî, 1:572.) Bu hadiseyi ve Bediüzzaman’ın Ankara günlerini pek çok şahit nakletmiştir. Ayrıca Bediüzzaman’ın eserlerinde de ana hatlarıyla yer almıştır. Bediüzzaman’ın ifadelerinin kitaplarında yer aldığı dönemde halen hayatta olan başta İsmet İnönü gibi pek çok mebus bu konular hakkında her hangi bir inkârda bulunmaması bu ifadelerin doğruluğu konusunda bir delil olarak sunulabilir.

Hatta o esnada hazır bulunan mebuslar, Said Nursî için endişeye ka­pılmışlardı. Bu sözlerinden dolayı canı yanabilirdi. Fakat Mustafa Kemal kızgınlığını bastırdı ve zımnen özür diledi. Çünkü iki gün sonra, maka­mında Said Nursî’yle iki saatlik bir görüşme yaptı.

İslâm düşmanları arasında ün kazanmak ümidiyle İslâm’a saldırma­nın ve onun şeâirini ortadan kaldırmaya çalışmanın millete, ülkeye ve İs­lâm dünyasına büyük zarar vereceği konusunda, Mustafa Kemal’i uyar­mak için bir fırsat yakalamıştı. Eğer bir inkılâp yapılacaksa, Kur’ân esas alınarak yapılmalıydı. Hırsını; makam ve şöhret arzusunu tatmin etmek için İslâm’a saldırarak, Türk ve İslâm düşmanlarının beğenisini kazanma­ya çalışmanın büyük bir yanlış olduğunu dile getirdi.

Mustafa Kemal, “bütün hissiyatını ve prensibini rencide ettiği hâl­de” bu sözlerinden dolayı, Said Nursî’ye, görünüşe bakılırsa kırılmamış­tı. Bilakis onu sakinleştirmeye ve nüfuzundan yararlanmak için onu ka­zanmaya çalıştı. Nursî’ye, Şeyh Senûsî’nin makamını, yani Doğu Anado­lu Genel Vaizliği’ni, 300 lira maaş, mebusluk ve Dârül-Hikmeti’1-İslâmiye’de sahip olduğu makamına denk bir makam, ayrıca bir köşk gibi cazip tekliflerde bulundu. Ancak Said Nursî bu tekliflerin hiçbirisini kabul etmedi. Bunun sebeplerini incelemeye geçmeden önce, Med­resetü’z-Zehrâ’nın inşaatıyla ilgili kanun teklifini imzalayan 167 mebus­tan birisinin de Mustafa Kemal olduğunu ifade edelim.

Mary F. Weld, Bediüzzaman Said Nursi Entellektüel Biyografisi isimli eserinde istifade edilerek hazırlanmıştır.

Kaynak: SorularlaRisale.com

Yazarın Notu: Binlerce mahkemelerden geçen Tarihçe-i Hayattaki görüşme meselesi şayet yalan olsaydı o yazı ya kitaptan çıkarılırdı ya da kitap yasaklanırdı. Bu kadar beraat kararları bile bu görüşmenin yalan olmadığını tasdik etmez mi?

Tanımazsan gelir, tanısan gider..

Günün Ayet-i Kerime meali…

Bismillahirrahmanirrahim

Biz hiç kimseye takatinin üstünde yük yüklemeyiz.

Nezdimizde gerçeği bildiren, insanların yaptıklarını tam tamına tesbit eden bir kitap vardır.

Bundan ötürü asla haksızlığa uğratılmazlar.”

[Mu’minun Suresi 23,62]

De ki: “Cinlerden ve insanlardan; insanların kalplerine vesvese veren sinsi vesvesecinin kötülüğünden, insanların Rabbine, insanların Melik’ine, insanların İlâh’ına sığınırım.”

[Nas Suresi 114,1-2-3-4-5-6]

…….

Günün Hadis-i Şerif’i…

Bismillahirrahmanirrahim

Resûlullah Sallallahu Aleyhi Vesellem buyurdular ki:

Bilmesi gerekli bilgileri öğrenmeyen veya öğrenme çabası içinde olmayan bizden değildir.

(Deylemi, Müsned)

…….

Risale-i Nur’dan;

Şu vesvese öyle bir şeydir ki, cehil(cahillik) onu davet eder, ilim onu tardeder(kovar).

Tanımazsan gelir, tanısan gider.

(Sözler’den)

…….

Cevşen’den ;

2-
1-Ey efendilerin efendisi
2-Ey dualara cevap veren
3-Ey iyiliklerin sahibi
4-Ey dereceleri yükselten
5-Ey bereketleri büyük olan
6-Ey hataları bağışlayan
7-Ey belaları def eden
8-Ey sesleri işiten
9-Ey dilekleri veren
10-Ey sır ve gizlilikleri bilen

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version