Etiket arşivi: adalet

Tesev Başkanı:Adalet Duygusunu Risale-i Nur’da Farkettim

tesev-baskaniadalet-duygusunu-risale-i-nurda-farkettimTürkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı (TESEV)Başkanı Can Paker,Sabah Gazetesi’nden Necla Bayraktar’a dikkat çekici açıklamalar yaptı. Dindar olmamasına rağmen Bediüzzaman Said Nursi’nin risalelerini okuduktan sonra adalet duygusunu fark ettiğini belirtti.

Paker şunları söyledi:

Dindarlara yapılanların haksızlık olduğunu düşünüyorum. Kürtlere yapılanın da haksızlık olduğunu düşünüyorum. 11 yaşımdayken Said Nursi’nin risalelerini okudum ve ‘Burada kötülük yok, neden suçluyorlar?’ dedim. Adalet duygusunu ilk fark etmem öyle oldu. Benim Marksist, liberal olmam hep o adalet duygusundan geliyor.

Risale Ajans

İslam Alemi’ndeki Olaylar Cenab-ı Hakk’ın Adaletine Ters Değil Mi?

Mısır’da yaşanan katliam insanlık tarihinin sayfalarında kara bir leke olarak duracaktır. Sadece Mısır’da yaşanan katliam değil, Suriye’de, Filistin’de, Arakan’da, Doğu Türkistan’da, Çeçenistan’da, Afganistan’da ve daha pek çok İslam ülkesinde yaşanan bu dram şüphesiz bütün Müslümanları derinden yaralamaktadır.

Tüm bu yaşananlar akıllara “Müslümanların yaşadığı bu eziyet Cenab-ı Hakkın mutlak adaletine ters değil mi?” sorusunu akıllara getirebilir. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri kainattaki mutlak adalet kavramından yola çıkarak bu durumu şöyle izah eder;

“Evet, görüyoruz ki, alelekser, gaddar, facir zalimler lezzetler, nimetler içinde pek rahat yaşıyorlar. Yine görüyoruz ki, masum, mütedeyyin, fakir mazlumlar zahmetler, zilletler, tahkirler, tahakkümler altında can veriyorlar. Sonra ölüm gelir, ikisini de götürür. Bu vaziyetten bir zulüm kokusu gelir. Halbuki kainatın şehadetiyle, adalet ve hikmet-i İlahiye zulümden pak ve münezzehtirler. Öyleyse, adalet-i İlahiyenin tam manasıyla tecelli etmesi için haşre ve mahkeme-i kübraya lüzum vardır ki, biri cezasını, diğeri mükafatını görsün. (İşaratü’l-İ’caz)”

Bediüzzaman Hazretleri kainattaki işleyişten, bu nizam içindeki mutlak adaletten ahretin varlığına deliller sunar. Böylece zalimler ve mazlumlar arasında mutlak adaletin büyük mahkemede sağlanacağını belirtir.
Bediüzzaman 10. Söz’de ahiretin varlığını ispat ederken zalimlerin cezasız kalmasını Cenab-ı Hakk’ın izzetine uygun olmadığını ifade eder.

Hem, o celal ve izzete uygun bir dar-ı mücazat olacaktır. Çünkü, ekseriya zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp, buradan göçüp gidiyorlar. Demek, bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor, tehir ediliyor; yoksa, bakılmıyor değil. Bazan dünyada dahi ceza verir. Kurun-u salifede cereyan eden asi ve mütemerrid kavimlere gelen azablar gösteriyor ki, insan başıboş değil; bir celal ve gayret sillesine her vakit maruzdur. (Sözler-10.Söz)

Hiç mümkün müdür ki, zerrelerden güneşlere kadar cereyan eden hikmet ve intizam, adalet ve mizanla Rububiyetin saltanatını gösteren Zat-ı Zülcelal, Rububiyetin cenah-ı himayesine iltica eden ve hikmet ve adalete iman ve ubudiyetle tevfik-ı hareket eden mü’minleri taltif etmesin ve o hikmet ve adalete küfür ve tuğyan ile isyan eden edebsizleri te’dib etmesin? Halbuki, bu muvakkat dünyada, o hikmet, o adalete layık binden biri insanda icra edilmiyor, tehir ediliyor. Ehl-i dalaletin çoğu ceza almadan, ehl-i hidayetin de çoğu mükafat görmeden buradan göçüp gidiyorlar. Demek, bir mahkeme-i kübraya, bir saadet-i uzmaya bırakılıyor.(Sözler-10.Söz)

Risale Ajans

Haddi Aşmayalım; Adaletten Taşmayalım

Ali Bey: “Bir kişi bana sövdüğü zaman benim ona karşı tavrım nasıl olmalıdır? Kavga etmeli miyim? Yoksa âhirete mi bırakmalıyım? Karşılık vermeyince de halk arasında hiç de hoş olmayan tabirler kullanılıyor. Meselâ, korkak… vs. deniyor. Ne yapmam gerekir?”

MAHŞERDE BORÇLU OLMAMAK İÇİN
Birisi sana sövdüğü zaman, cevap vermezsen, mahşerde alacaklı olursun. Şeytan itekler ve bir fazlasıyla sövgüsünü iade edersen, bir iki de patlatırsan, bu defa mahşerde o alacaklı olur, çünkü sen bire bir söylemedin, hem bir fazla söyledin, hem de vurdun. Her iki halde de mahşerliksin. Ancak bire bir söylersen, hakkını mahşere bırakmadan almış olursun. Fakat bu defa da sövmekle ilgili yasak karşımıza çıkar.

ELİMİZDEN VE DİLİMİZDEN SORUMLUYUZ
Müslümanın Müslüman’a sövmesi haramdır. İster ilk saldırı niteliğinde, ister cevap niteliğinde, fark etmez, her ikisi de haramdır. Eğer ilk saldırı niteliğinde olursa günahı “kebâir” derecesine çıkar. Peygamber Efendimiz (asm) Müslümanlığı şöyle tanımlıyor: “Müslüman, Müslümanın elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir.”1

Peygamber Efendimiz’in (asm) verdiği bir haberde, beşerî ilişkileri bozuk olan, fakat mahşer gününe namazıyla, orucuyla ve zekâtıyla gelen bir Müslüman’ın orada kaybına sebep olan ve kendisini hayırlı amel bakımından iflâs durumuna getiren sosyal hataları arasında “Müslüman’a sövmesi” de vardır.2

Nitekim sövmek, tehevvürün eseridir. Tehevvür, kuvve-i gadabiyenin ifrat mertebesidir. Bu mertebede insan Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “ne maddî ve ne manevî hiçbir şeyden korkmaz. Bütün istibdadlar, tahakkümler, zulümler bu mertebenin mahsulüdür.”3

Konuyla ilgili bazı hadisleri buraya alalım:
* “Allah’tan kork! Hiçbir iyiliği küçümseme. Bu, su isteyen birisine kovandan su vermek, Müslüman kardeşini güler yüzle karşılamak bile olsa.”
* “Biri sana dil uzatır ve sende olmayan bir kusurla seni ayıplarsa, sen onu sahip olduğu kusurla dahi ayıplama. Onu, günahı kendine, sevabı sana olduğu halde terk et. Kimseye asla sövme.”4

İNTİKAM ALMAK DEĞİL; SABRETMEK FAZİLETTİR

Peygamber Efendimiz (asm) buyuruyor ki: “Allah’ın mü’min kulu kızdığında zulmetmez. Sevdiği kişi için günaha girmez. Kendisine emanet edilen şeyi zayi etmez. Haset etmez. Başkasının şerefini lekelemez. Etrafına sövüp saymaz. Şahidi bulunmasa da, üzerindeki hakkı itiraf eder. Başkasına kötü lâkap takmaz. Başkalarının kusurlarını biriktirip intikam alma yoluna gitmez. Zulüm ve haksızlık gördüğünde, Rahman olan Allah, bizzat intikamını alıncaya kadar sabreder.”5

* “Bir kişinin Müslüman’ın şerefine dil uzatması büyük günahlardandır. Bir sövmeye iki sövme ile karşılık vermek de büyük günahlardandır.”6
* “Birbiriyle sövüşen iki kimsenin söyledikleri şeylerin günahı, kendisine sövülen haddi aşmadığı sürece ilk sövmeye başlayan kimse üzerinedir.”7

HADDİ AŞMAYALIM; ADALETTEN TAŞMAYALIM

Demek haddi aşmak yok. Yani;
1- Sövmeyi başlatan taraf olmamalıyız.
2- Karşı taraf sövmeyi başlatan taraf olursa, sabretmeli ve onun bu davranışının seviyesine inmemeli. Allah’a havâle etmeli. Allah’ın adâletini yeterli bulmalı.
3- Karşılık vermediğimizde, karşı tarafın pişman olacağı ve özür dileyeceği hesaba katılmalı. Bu durumda onun işi bizim elimizde olacaktır. Eğer onu affedersek, mahşerde karşımıza çıkmaktan onu kurtarmış oluruz.
4- Eğer kendimize hâkim olamamış isek, bu defa bir fazlasıyla değil, çünkü bu zulme girer, aynıyla iâde etmekten öteye geçmemeli.
5- Tam bu esnada şeytanın çok şiddetli telkinleri kulaklarımızda yankılanır. Şeytan gözümüzü döndürür. Zulmetmekten Allah’a sığınmalıyız.
6- Halkın tahrikleri ile şeytanın telkinleri ne acıdır ki, bu noktada birleşmektedir. Asla, kulak vermemeliyiz.
Eğer kötü sözü veya dil belâsını başlatan taraf karşı tarafsa, aynıyla iâde hakkımız var. Fakat bu durumda da bu meseleden mahşere bir hak kalmadığını, çünkü kötü sözünü kendisine aynıyla iade etmek suretiyle hakkımızı aldığımızı unutmamalıyız.

Süleyman Kösmene / Nur Postası

Dipnotlar:
1- Riyâzu’s-Sâlihîn, 211. 2- Riyâzu’s-Sâlihîn, 218. 3- İşârâtü’l-İ’câz, s. 29. 4- Câmiü’s-Sağîr, 1/66. 5- Câmiü’s-Sağîr, 2/1375. 6- Câmiü’s-Sağîr, 3/3491. 7- Müslim, Birr, 68.

‘Adalet mülkün temelidir’ sözü Hz. Ömer’e aittir!

Tarihçi Mustafa Armağan, Atatürk’e ait olduğu ileri sürülen bazı sözlerin asıl sahiplerini yazdı

‘Adalet mülkün temelidir’ sözü Hz. Ömer’e aittir

Bir dizide mahkeme salonlarının duvarlarında yazan “Adalet mülkün temelidir” sözünün altında Atatürk’ün imzası görünmeyince kıyametler kopmuş. Kınayanlar mı istersiniz, twitter’da cikleyenler mi, “Eyvah! Ulu Önder’in bir sözü daha silindi” feryadını basanlar mı! Bir gazetemiz de üşenmeyip bunu manşetine taşımış.

Ne diyelim: Bu kadar cahillik ancak 2013 Türkiye’sinde olur.

Cahillik, çünkü bu sözün Atatürk’le hiçbir alakası yok. Kaldı ki Atatürk’ün de sahiplendiği yok. Nitekim kendisinden yaklaşık 1.300 (bin üç yüz) yıl önce söylenmiştir ve birazdan ispatlayacağımız gibi kesin olarak Hz. Ömer’e aittir. Üstelik de yanlış bir çeviri…

Sözün Arapça aslı “El-‘adlü esâsü’l-mülk”tür Türkçede ‘mülk’ kelimesi “Mahkeme kadıya mülk değil” deyiminde olduğu gibi genellikle taşınmaz (gayrimenkul) anlamında kullanılır. Oysa Arapçada devlet, düzen, ülke, egemenlik, iktidar, saltanat anlamlarına da gelir.

Dolayısıyla “Adalet mülkün temelidir” sözüyle kastedilen şey şudur: “Devletin veya düzenin esası adalettir.”

‘Esas’ kelimesi için seçilmiş olan ‘temel’ de yanlış bir karşılıktır. Bir devletin adalet temelinde kurulmuş olması önemli ama adalet sadece devlet binasının temel kısmında bulunmaz ki! Sözün sahibi olan Hz. Ömer’in anlayışına göre adalet bir devletin temelinde olduğu gibi çatısında da, yani her zerresinde vücut bulmalıdır. Temelinde adalet olup da çatısında zulüm yaşanırsa o binada adaletin varlığından söz edilebilir mi?

Şimdi bakalım “Adalet mülkün temelidir” sözü Hz. Ömer tarafından nasıl ve hangi bağlamda söylenmiş?

İbni Kesir’in naklettiği Hazreti Ömer’in konuşması.

HZ. ÖMER’İN ADALETİ

Sadece İslam tarihinde değil, dünya tarihinde de Hz. Ömer çapında âdaletiyle temayüz etmiş bir devlet başkanı bulmak kolay değildir. O, insanlık tarihinin adalet tahtının tacidarlarından biridir. Hayatından pek çok örnek verilebilir ama şu çarpıcı sözü yeterlidir adalet anlayışının hangi noktalara ulaştığını göstermek için:

“Devlet malını yetim malı konumuna koydum. İhtiyacı olmayan yetim malına tenezzül etmesin. Muhtaç olansa meşru surette, ihtiyaç ve emeğine uygun olarak yararlansın.”

Hicretin 20. yılında devletin geliri artmış, Hz. Ömer de Mekke’nin ileri gelenlerini maaşa bağlamıştı. Ölçüsü, Peygamber Efendimiz’e (sas) yakınlıktı. Kim O’na yakınsa daha yüksek maaşa bağlanacaktı. Oğlu itiraz etti. “Peygamber’in kölesi Zeyd’in oğlu Üsame 4 bin, bense senin oğlunum, 3 bin dirhem alıyorum. Adalet mi bu?” Hz. Ömer mutlak ölçüsünün Efendimiz olduğunu beyan eden şu şoke edici cevabı verdi:

“Ona daha fazla verdim, Çünkü Allah Resulü onu senden, onun babasını da senin babandan daha çok seviyordu.”

Gördüğünüz gibi insanın duygu ve düşünce sınırlarını zorlayan bu erişilmez adalet anlayışını bütün hayatına yaymış olan Hz. Ömer’in ağzına yakışırdı “Adalet mülkün temelidir” sözü.

“EL-ADLÜ ESASÜ’L-MÜLK”

637 yılındayız. Hz. Ömer’in İran hükümdarı Yezdicerd’in üzerine gönderdiği Sa’d b. Ebi Vakkas komutasındaki kuvvetler Medayin’e, sonra da Nehrevan’a girmişler, Sasanilerin paha biçilmez hazinelerini ganimet olarak Hz. Ömer’e göndermişlerdi. “Kisra’nın baharı” denilen muhteşem bir halı, mücevherli kılıçlar, kemerler, süslü elbiseler üst üste yığılmıştı. Bir de Kisra’nın altın bilezikleri vardı dizi dizi.

Halife Ömer, Süraka b. Malik’in kollarına taktırdı bilezikleri. Kisra’nın elbiselerini giydirdi. Sonra “çıkart” dedi ona. Şöyle dedi: “Allah’ım, benden daha fazla sevdiğin Resulüne ve Ebubekir’e vermediğin süslü eşyaları bana verdin. Bunları vermenden sana sığınırım.” Zengin olmanın bir düşüklük gibi görüldüğü bu aydınlık tablonun ardından Hz. Ömer’e bu defa Kisra’nın kılıcını getirdiler. Şöyle dediği duyuldu:

“Şüphesiz Kisra kendisine verilen dünyalıkla ahiretinden oldu. Dünya ile meşgul oldu. Kendisi veya damadı için mal topladı ama şahsı için ahirette yararlı olacak bir şey yapmadı.”

İşte “Adalet mülkün temelidir” sözünü bu bağlamda söylemişti Halife Ömer. Bunu İbn Kesir “El-Bidâye ve’n-Nihâye” adlı eserinde (cilt 7, s. 68) şu şekilde dile getirir:

“Adalet mülkün temelidir (esasıdır) ve baki kalmasının ve devam etmesinin sırrıdır… Beyhâkî ve İmam Şafi şunu dediler: Ömer b. Hattab, Kisra’nın bileziklerini Süraka b. Malik’e verdikten sonra şöyle dedi: “Kisra b. Hürmüz’ün bileziklerini kollarından çıkarıp Beni Müdlic kabilesinden Arab olan Süraka b. Malik’in kollarına takan Allah’a hamd olsun.”

Daha sonra Hz. Ömer, Müslümanlara bir hutbe verdi. Onlara Kisra’nın mülkünün (devletinin) zulüm ve eziyetlerle yok olduğunu, halbuki mülkün (devletin) temelinin ve ayakta kalıp devam etmesinin sırrının adalet olduğunu beyan edip açıkladı. Daha sonra bütün ganimetleri paylaştırdı. Ve bu ahlakla Müslümanlar İran şehirlerini (ülkesini) fethettiler. Kisra’nın mallarına mirasçı oldular. Güneş İslam illerinde batmaz oldu.”

Bundan 640 yıl önce, Atatürk’ün ölümünden de 565 yıl önce vefat eden bir tarihçinin kitabında aynen böyle yazıyor. Yani “Adalet mülkün esasıdır” sözü, Hz. Ömer’indir ve bir devletin zulümle ayakta kalamayacağı, ‘ilelebet payidar olması’nın sırrının adalet esası üzerine kurulması olduğu fikrinin patenti ona aittir.

Başkalarınca söylenmiş sözleri Atatürk’e mal etme gayretkeşliğinin başka örneklerini de biliyoruz.

Mesela Romalı şair Juvenalis’in neredeyse 2 bin yıllık “Orandium est ut sit mons sana in corpore sano” (Sağlam bir bedende sağlıklı bir kafa vermesi için Tanrı’ya dua etmelisin) sözü Atatürk’e mal edilerek “Sağlam kafa sağlıklı vücutta bulunur” şekline sokulmuştur.

Keza “Köylü milletin efendisidir” sözü de Kanuni’ye aittir ve aslı “Reaya milletin efendisidir” şeklindedir. Reaya, sadece köylü demek değildir. Üreten ve vergi veren anlamındadır ve Kanuni bir devletin devletten geçinenler sayesinde değil, üretici kitle sayesinde ayakta durduğunu anlatmak istemiştir.

Sözün özü: Mahkemeleri bırakın, diğer yerlerdeki sözler de asıl sahiplerine iade edilmelidir diyoruz. Zaten adalet bir şeyi ait olduğu yere koymak demek değil midir? O zaman tarihte de adalet istiyoruz. Hem de Hz. Ömer adaleti…

Zaman

Devlet Milletine Güven Verirse, Millet İtaatkâr Olur

İnsan sosyal bir varlık olduğu için toplum içinde hayatını devam ettirme mecburiyetindedir. Bir arada yaşam mücadelesini sürdüren toplumun sosyal ve içtimai hayat düzeni ise ancak bir devletin oluşumu ve o devletin nezdinde belirli kural ve kanunlarla tanzim edilebilir. Toplum içerisinde kural ve kanunlar olmasa, insanlar arasında kargaşa ve düzensizlik başlar, güçlü zayıfı yutmakla meşgul olur, dolayısıyla hayat adeta bir zindana döner.

İşte devlet topluma sağlık, eğitim, yol, su gibi hizmetleri karşılamak; adalet, hak,  hürriyet ve manevi değerlere saygılı, fikir ve inanç yaşamasına imkân vermekle yükümlü ve görevlidir; Millet ise devletiyle barışık,  sadık, sadakatli, emre amade, devletin bekası ve idamesi için malından ve kazancından vergisini ödeyen, hatta gerektiği takdirde kard-ı hasen borç para bile vermekle vatandaşlık mükellefiyetini canıyla-maliyle yerine getirmesidir.

Devlet; vatandaşından topladığı vergileri, yurt içinden yurt dışından elde edilen gelir kaynaklarını çarçur ve israf etmeden hizmet olarak milletine dönüştüren bir organizasyondur.  Hazırladığı bütçelerle memleketin her köşesine adil bir şekilde hizmet götürme mükellefiyetindedir. Bu mükellefiyeti temsil ve icra eden de millettin hizmetkârları, yani memurlardır.

Oysa devletin temsil memurları, devletin gücüne dayanarak kendilerini devletin asıl sahibi, vatandaşı ise teba görmekte,  yani raiye, aşağılayıcı, eğitimsiz, görgüsüz, zevali ve kafası çalışmayan bir kesim görüyor.

Bediüzzaman Hutbe-i şamiye eserinde şöyle diyor: “Sigar-ı nefs tekebbürün menbaıdır.” Sigar zelil ve hakir manasında kullanılmaktadır, kıymete değmeyenler noksanlıklarını gururları ile kapatarak, büyük olmadığı halde büyük görünmek isterler. İşte devletin kudretini ve büyüklüğünü şahsında gören bir kısım memurlar da nefsin hayaliyle kendini büyük görür, vatandaş üzerinde tekebbür etmeye başlar.

Memurun nezdinde kendini teba gören vatandaş ise devletin malını mubah görüp vergisini ödemez, elektrik ve suyu kaçak kullanır, eli nereye yetişebildiyse o kadarını gasp etmeye çalışır, Osmanlı döneminde devletin bütçesine yardım için bağışlanan vakıf arazilerinden, han, hamam, dükkân vs. yerlerden elde edilen gelirlerin tamamı vakfın malı, beyt’ül mal sayılırdı, vatandaş vakıf malını korur, vergisini ödemede inanç ve itikatları sağlamdı, bir milletin devlete bağlı olmanın başında inanç ve itimat gelir. Vakıf ağacından bir dal kesilmezdi, büyüklerimizin “aman, aman! Ziyaret çarpar” tembihi ise üzerimizde eksik olmazdı,

Devlet Milletine ne kadar İtimat ve Güven Verirse, Millette O nispette itaatkâr olur.

Vatandaşı rahatsız eden bir diğer husus ise devletin kurumları arasında ki koordinasyon kopukluğu, bazen bir yazının cevabı haftalar sürmekte, git-yarın gel, evrakın ikmalinden, işin takibinden usanan vatandaş bu sefer torpil, tavassut ve rüşvet gibi usulsüz yollarla işini takibe alır, Siyasetin de bürokrasiye en alt seviyelere kadar ve sürekli müdahalesi, memur ile vatandaşı rahatsız etmektedir.

İmamı Gazali Hazretlerine göre “muamelattaki ve siyasetteki adalet nefsin ahlakına bağlıdır.” İnsanlar evvela kendi nefislerinde adaleti kurmadıkça topluma da adaleti kurmak mümkün değildir. Bediüzzaman Hazretleri de şöyle diyor: “Müsavatsız adalet, adalet değildir.” Yani eşitlik olmadan adalet olmaz.

Netice itibariyle vatandaş mecbur kalmadıkça resmi dairelere gitmek istemiyor. Örneğin: Bir üretici yani çiftçi ürettiği bir mahsulünü, hayvanını, sütünü ve benzeri mamulünü devletin herhangi bir kuruluşuna götürüp mubayaa etmek istemiyor. Çünkü: Bürokratik işlemlerden git gelmelerden ve meşru olmayan muamelelerden sıkılan vatandaş devlet müessesesini ikinci tercih olarak kullanmaktadır.

Devlet; vatandaşın emrinde bir hizmetkâr olarak çalıştırmak üzere memuru kendi kurumlarında iskân eder. Memur da devletin kanun ve emirlerini samimi bir şekilde uygulama mükellefiyetinde olmalıdır. Kanun uygulayıcı olan memurlar, kanun ve kuvvetteki kuralları birbiri ile uyumlu ve birbirini desteklemelidir. Yoksa kanunu kuvvette dayandırılarak memur keyfi muameleye girmemelidir.

Allame-i zaman Bediüzzaman, “kuvvet kanunda olmalıdır.”diyor.

Memur, üstünlükten vazgeçerek, vatandaşın hizmetkârı olduğunu kabullenebilirse, devlet ve vatandaş arasında o zaman güçlü bir ittihat sağlanmış olur. “İnsanı yücelt ki devlet yücelsin” düsturu ile hareket edilmeli… Vesselam.

Rüstem Garzanlı /Diyarbakır