Etiket arşivi: ahirzaman

Zamanımız Vardı Bir Zamanlar!..

Bu medeniyet bize hangi konuda bir iyilik yapmışsa, orada bizi eskisinden daha kötü duruma getirmiştir.

Dekoratif-farkli-saat-modeliBugün eskisinden çok daha fazla para kazanıyoruz, çok daha fazla şeylere sahip oluyoruz. Fakat bu zenginleştiğimiz mânâsına gelmiyor. Çünkü sahip olduğumuz şeyler üçer beşer artarken, gözümüzü diktiğimiz şeyler onar, yüzer artıyor. Bir yandan zenginleşiyor, diğer yandan da fakirleşiyoruz. Ama fakirleşme hızımız zenginleşme hızımızı geride bıraktığı ve arayı açmaya da devam ettiğimiz için, “Zenginleştikçe yoksullaşıyoruz” diyebiliriz.

Medeniyetle beraber sağlık hizmetleri de baş döndürücü bir hızla ilerledi. Bir iki nesil önce ölümcül olarak bilinen öyle hastalıklar var ki, artık sıradan bir tedaviyle onlardan kurtulabiliyoruz. Fakat bu arada evvelce bilinmeyen veya yaygın şekilde görülmeyen nice hastalıklar da ilerleyen sağlık hizmetlerinin yanı sıra hayatımıza girdi. Medeniyetin günahlarından en uzak bir şekilde yaşayan dindar kesimlerimizde bile bu hızlı bozulmanın eserini görmek için, camilerimizdeki tabure sayısının artışını dikkate almak yeter. Bu çizgiyi istikbale doğru uzattığımız takdirde, birkaç nesil sonra camilerimizde taburesiz namaz kılanların azınlığa düşeceğini tahmin edebiliriz; hattâ bunlar da ekseriyetle çocuk yaşta kimseler olacağı için, muhtemelen kendilerine taburelerin arkasında yer ayrılacaktır!

***

Medeniyetin bize en çok kazandırdığı alanların başında ise zaman vardır. İlerleyen teknolojiyle birlikte hayatımıza giren âlet, cihaz, vasıta, makine cinsinden ne varsa, hemen hemen hepsi de bize şu veya bu ölçüde zaman kazandırmıştır. Ev hanımlarının çamaşır, bulaşık gibi dertleri artık ninelerinin hatıralarında kaldı. Alışveriş için bile eğer evimizden dışarı çıkıyorsak, keyfimizdendir; yoksa oturduğumuz yerden birkaç tuşla istediğimizi sipariş etmekten kolay ne var? Bütün bunları üst üste koyup toplayacak olsanız, herhalde, günün yirmi dört saatinde medeniyetin bize kazandırdığı vakit bir haftadan aşağı düşmeyecektir. Fakat bu, bir günde bir haftalık hayat yaşadığımız mânâsına mı geliyor?

Hayır. Hattâ hafta bir yana dursun, bir günü bile doğru dürüst yaşayabildiğimizi söyleyecek pek az kimse vardır.

Çünkü medeniyetin bize armağan ettiği âlet ve imkânlar sayesinde bazı şeylere zaman ayırmaktan kurtulmuş olsak bile, daha önce bizimle alışverişi olmayan çok daha fazla şey de bu âletlerle beraber hayatımıza girmiş ve zamanımızı işgal edivermiştir. Dakikada bir maillerimizi kontrol etmeden durabilir miyiz? Ya günün haberlerinden uzak bir saat geçirecek olsak, bu arada dünyanın batıp batmadığını bize bildirecek kim var? Hergün birkaç saatimizi aptalca dizilerin karşısında harcamazsak ertesi gün ahbap arasında neyi konuşacağız? Ne var ki, hayatımıza yeni giren şeyler bu kadar zamanımızı işgal ederken, evvelce hayatımızda olanlar da onlara yer ayırmak için birer ikişer bize veda ediyor.

***

Medeniyetin bize çıkardığı faturalar neden en fazla zaman cephesinde kabarıyor?” diye soracak olursanız:

O, bize verdiği herşeyi, “zaman” karşılığında satar. Bir otomobil bize çok zaman kazandırır; bu doğru. Fakat onu alabilmek için ömrümüzün yıllarını harcarız; aldıktan sonra da yakıtını ve sair masraflarını karşılamak için yine zamanımızı harcarız. Bir cep telefonu, daha onun için harcadığımız ömür sermayesini telâfi etmeden çağdışı olur; onun yerine aldığımız yeni model telefonla birlikte eski bilgilerimiz de sıfırlanır; biz bir yandan yeni âletin borcunu ödemek, bir yandan da sıfırlanan bilgilerimizi yeniden öğrenmek için yine nihaî sermayemiz olan zamandan harcama yaparız.

Bu arada hayatımızdan çıkan şeylerin hasretini hiç çekmez olur muyuz? Daha doğrusu, biz o hasreti henüz hissetmeye fırsat bile bulamamışken medeniyet bunun kokusunu alıp da onu tekrar bize pazarlamaya kalkmaz mı?

İşte yeşillikler arasında ailenizle birlikte huzur içinde yaşanacak mekânlar! Ama o özlediğiniz şeye kavuşmak için daha fazla çalışmalı, daha fazla zaman harcamalı, ailenizden ve özlediğiniz diğer şeylerden daha fazla uzak kalmalısınız. Böyle hikâyeler ekseriya aynı şarkıyla biter:

Ömür tükeniyor, zaman kalmıyor, zaman kalmıyor, zaman kalmıyor…

***

Medeniyetin bu tuzaklarından kendisini kurtarabilenler yok mu?

Var tabii; lâkin çağdaş medeniyet onların yaşayışlarında bize satacak birşey bulamadığı için, ne reklamlarında, ne de haberlerinde bizi onlardan haberdar etmez. Onları ancak sıradan ve sessizce yaşayanlar arasında bulabilirsiniz.

Saçlarını neşriyat hizmetlerinde ağarttıktan sonra geçenlerde emekli olan Ahmet Vural dostumuza yeni hayatının nasıl geçtiğini sorduğumda, artık doya doya kitap okuyabildiğini söyledi. Zaten hayatını verimli bir şekilde değerlendiren bir insandı; yeni hayatında da fazladan bir zamana kavuşmuştu ve bunu kimseye kaptırmadan, kendi belirlediği şekilde kullanıyordu.

Fakat böyle bir huzuru ve mutluluğu yakalamak için, daha doğrusu, Allah’ın bize bağışladığı zamana gerçekten sahip olabilmek için, onun da fiyatını ödemek gerekiyor. Çok şükür ki, bu fiyat, ömrümüzü bozdurarak elde edilecek bir ücret değil. Medeniyetin oyuncak ve tuzaklarına göz ve kulaklarımızı kapatıp ruhumuzun ihtiyaçlarına yönelmek yeter.

Sadece bu kadarını yaptığımız takdirde, hemen kullanıma hazır o kadar çok zamanımız olacak ki!

_____________________________________________

Facebook: http://www.facebook.com/yazarumitsimsek | Twitter: http://twitter.com/umit_simsek | mail: umsimsek@gmail.com

“Deccal” ve “Süfyan” Hakkında Bilgi Verir Misiniz?

Ahirzamanla alakalı rivayetlerde geçen önemli şahıslar: Deccal, Mehdî ve Hz. İsa… Birincisi din, îman, ahlâk, fazilet ve insanlık namına ne varsa tahrip eden, istibdat, zulüm ve terör estiren, diğerleri de ona karşı çetin bir mücadele veren üç insan… İşte Deccalın icraatını ortaya döktüğü böyle korkunç bir dönemde Mehdî ve İsa (a.s.) iştiyakla beklenmeye başlar. Bu mânevî kurtarıcılar inançsızlığa büyük darbeler indirerek inananlar için en büyük dayanak; güç, moral ve ümit kaynağı olurlar.

Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) hem Büyük Deccal, hem de İslâm Deccalı Süfyan’dan bahsetmiştir. Halbuki bunların özellikleri, sıfatları ayrı ayrıdır. Rivayetlerde bir sınırlama olmadığı, mutlak bırakıldığı için birkısım râvî ve âlimler birini diğerine karıştırmış, birini öteki zannetmişlerdir. Bu bakımdan müteşabih hadis hükmüne geçmektedir.

Deccal

Rivayetlerde Deccalın çıkışı, kâinatın en korkunç hadiselerinden birisi olarak gösterilmiştir. Bundan dolayıdır ki Peygamberimiz (a.s.m.), ümmetine özellikle onu haber vermiş, fitnesinden sakınmış ve ümmetini de sakındırmıştır. “Hz. Adem’in yaratılışından itibaren Kıyamete kadar geçen süre içerisinde Deccaldan daha büyük bir hadise (diğer bir rivayette daha büyük bir fitne) yoktur.“(1) buyurmakla da, onun tahribatının dehşet ve büyüklüğünü nazara vermiştir. Başka bir hadis-i şeriflerinde ise onun şerrinin şeytandan daha etkili olduğunu bildirirler.(2) Sadece Resûl-i Ekremin (a.s.m.) değil, istisnasız bütün peygamberlerin ümmetlerini ondan sakındırması,(3) Firavunların, Nemrudların fitnesinin onun fitnesi yanında küçük kalacağına dikkatleri çekmek içindir.

Deccalın şerri öylesine büyüktür ki, Peygamberimizin bildirdiğine göre o çıktığında, korkudan, onun şerrinden kurtulmak için insanlar dağlara kaçma zorunda kalacaklardır.(4)

Şer ve fitnesinin büyüklüğü, dehşeti sebebiyledir ki, Allah Resûlü çoğu zaman olduğu gibi, ana hatlarıyla İslâmın bir özetini verdiği Veda Haccında okuduğu Veda Hutbesinde de Deccaldan bahsetmeyi gerekli görmüş, diğer peygamberler gibi, o da ümmetini uyarmıştır.(5)

Deccal, Arapça bir kelimedir, “decl” kökünden gelir. Sözlüklerde verilen mânâya göre Deccal, “yalancı, hîlekâr; zihinleri, gönülleri, iyi ile kötüyü, hak ile bâtılı karıştıran, bir şeyi yaldızlayıp gerçek yüzünü gizleyen, bucak bucak her yeri dolaşan müfsid ve mel’ûn bir kişidir.

Bir hadis-i şerifte, özellikle onun, “yalancı, dalâlete sürükleyici“(6) özelliğine dikkat çekilmiştir.

Deccal, aldatıcı ve inkârcı, dehşetli fitne dolaplarını döndüren bir kimsedir. Fitnesinin en dehşetli tarafı, dinsizliğe dayalı bir sistem kurup insanları îmansız yaparak hem dünya, hem de ebedî hayatlarını mahvetmeye çalışmasıdır. O, ateizme, ahlâksızlığa, yalana dayanan saltanatını tek başına değil, kendisine gönül veren komitesiyle, temsil ettiği kâfirane ve münafıkâne sistemiyle birlikte yürütür.

Deccala, “Mesih” kelimesi eklenerek Mesih-i Deccal da denilir. Onun bu unvanla anılmasının sebebi, gözlerinden birinin silik olmasıdır. Sözlüklerde Mesihe değişik bir çok mânâlar verilmiştir. Deccala sıfat olabilecek tarzdaki bu mânâlardan bir kısmı şöyledir: Yüzünün bir tarafında kaşı ve gözü olmayan, yaratılıştan bozuk, kötü, uğursuz, yalancı, çok öldüren.

Bir hadis-i şerifte ondan, “Mesihü’d-Dalâle,” “Sapıklık Mesihi” diye söz edilir.(7)

Süfyan

Bir hadis-i şerifte, “Âhirzamanda bir adam çıkacak ve ona Süfyan denilecek”(8) buyurulmaktadır. Mahiyeti ise : “Sahih hadislerde bildirildiğine göre âhirzamanda gelecek ve ümmete karanlık günler yaşatacak, şeâir-i İslâmiyeyi tahribe çalışacak dehşetli ve münafık bir şahıstır.“(9)

Çoğu kere onun harikalıklarından bahsedilir. Bu arada komutanlığına da dikkat çekilir.(10)

Büyük Deccal, dinsizliği program edinip daha çok Hıristiyanlığa savaş açarken, İslâm Deccalı Süfyan, Allah katında yegâne hak din olan İslâma hem de açıkça savaş açmaktadır. Onun için de daha dehşetli görülmüştür. Elbette, yürürlükten kalkmış ve tahrif edilmiş bir dini terk etmek hak, ebedî ve hükmü devam eden bir dine ihanet etmek derecesinde gayretullaha dokunmayacaktır.(11)

Deccal hakkında tevatür var

İlim adamlarının çoğu Deccal hakkında tevatür bulunduğunu, inkârının mümkün olmadığını söylerler.(12) Hatta bu konuda Allame Şevkanî, Beklenen Mehdî, Deccal ve Mesih Hakkında Gelen Rivayetlerin Tevatür Derecesine Ulaştığının Açıklanması adında bir kitap bile yazmıştır. Şevkanî, bu eserinde Mehdî ve İsa Aleyhisselâmın inişi hakkındaki hadislerin olduğu gibi Deccal hakkında rivayet edilen hadislerin de tevatüre ulaştığını anlatır.(13)

İbni Mende, Deccalın çıkışına inanmanın vacip olduğunu söyler.(14) Onun geleceğini inkâr etmek ise en azından dalâlettir.

Süfyanla ilgili hadis var mıdır?

Şüphesiz. Hem de pek çok vardır. Yoktur demek ya cehaletten, ya da kasıttan kaynaklanır. Bediüzzaman, mahkemede savcının, “Süfyan’la ilgili hadis yoktur” şeklindeki iddiâsını cevaplandırırken bu gerçeğe dikkat çekmişti:

‘Süfyan’a dâir hiçbir hadis yoktur; varsa mevzûdur’ diyen müddeî, hiç hadis kitaplarını okumadığı, belki Kur’ân’ın sûrelerinin ne kadar olduğunu bilmediği halde, biri bir milyon, diğeri beş yüz bin hadisi hıfzına alan İmam-ı Ahmed İbni Hanbel ve İmam-ı Buharî gibi müçtehidlerin, böyle küllî ve umûmî bir tarzda cesaret edemedikleri halde, o müddeî, küllî bir sûrette ve umûmî bir tarzda ‘Süfyan hakkında hiçbir hadis yoktur, varsa mevzûdur’ demesiyle, haddinden binler defa tecavüz edip, büyük bir hatayı irtikâb etmiş. Farz-ı muhal olarak, hadis de olmasa, ümmet-i İslâmiyede bir hakikat-i içtimâiye ve müteaddit defalar eseri görülmüş, vâkî ve hak bir hâdise-i istikbaliyedir.“(15)

Deccalların sayısı çoktur. Her asrın deccalları vardır. Bir hadis-i şeriften bunların sayısının otuzu bulacağını öğreniyoruz.(16)

Bunlar arasında âhirzaman deccallarının ap ayrı yeri vardır. Çünkü daha dehşetlidirler. Bunlar da iki tanedir. Biri, büyük Deccal’dır, dünya çapında çıkar; diğeri de İslâm Deccalıdır. Buna —ki Hz. Ali(17) ve birkısım ehl-i tahkik Süfyan demişlerdir(18) ve Hz. Ali hep bu Deccalden bahsetmiştir.(19) Süfyan Müslümanlar içinde çıkacak ve aldatmakla iş görecektir.

Deccalla ilgili Buharî ve Müslim dahil birçok hadis kitabında çokça sahih hadis bulunmaktadır. Doğrusu Deccalın vasıfları ve icraatı hariç geleceğiyle ilgili hiçbir tartışma bulunmamaktadır.

Öyleyse Deccalın geleceği ne kadar kesinse Mehdî’nin gelişi de o ölçüde kaçınılmazdır. Çünkü zehir panzehirsiz düşünülemez. Nemrudu Hz. İbrahim’siz, firavunu Hz. Musa’sız düşünemeyeceğimiz gibi Deccalı da Mehdîsiz düşünemeyiz. Deccal varsa Mehdî de vardır.

Hiç akıl kabul eder mi ki, Deccal meydanı boş bulup alabildiğine at oynatsın, maddî ve mânevî istediği her türlü tahribatı yapsın, bâtılları yerleştirmeye çalışsın da onun karşısında duracak, onunla mücadele edecek, tahribatını engelleyip hakkın yerleşmesini sağlayacak kimseler bulunmasın. Bunu akılla, mantıkla, ilimle, dinle bağdaştırmak mümkün değil, âdetullaha da ters düşer. Bediüzzaman’ın dediği gibi, “Cenab-ı Hak kemâl-i rahmetinden, şeriat-ı İslâmiyenin ebediyetine bir eser-i himayet olarak, herbir fesad-ı ümmet zamanında bir muslih veya bir müceddit veya bir halife-i zîşan veya bir kutb-u âzam veya bir mürşid-i ekmel veyahut bir nevî Mehdî hükmünde mübarek zâtları göndermiş; fesadı izâle edip, milleti ıslah etmiş, din-i Ahmedîyi (a.s.m.) muhafaza etmiş. Mâdem âdeti öyle cereyan ediyor; âhirzamanın en büyük fesadı zamanında, elbette en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddit, hem hâkim, hem Mehdî, hem mürşid, hem kutb-u âzam olarak bir zât–ı nurânîyi gönderecek ve o zât da Ehl-i Beyt-i Nebevîden olacaktır.”(20)

Şaban Döğen / Sorularla İslamiyet
—————————-
(1) Müslim, Fiten: 126.
(2) Ramûzü’l-Ehadis, s. 518.
(3) Buharî, Fiten: 26; Müslim, Fiten: 101.
(4) Müslim, Fiten: 125; Tirmizî, Kitabü’l-Menakıb: 70.
(5) Buharî, Kitabü’l-Meğazî: 64.
(6) Ahmed İbni Hanbel, Müsned, I-VI (Kahire: 1313), 5:372.
(7) el-Heytemî, Mecmaü’z-Zevâid-I-VIII (Beyrut: 1403/1982), 7:348.
(8) Hakim en-Nisaburî, Ebû Abdullah Muhammed, Müstedrek, I-IV (Beyrut: Dâru’l-Marife, ts.), 4:520; Kenzü’l-Ummal, 14:272.
(9) Alâeddin el-Müttekì bin Hüsameddin bin İsmail el-Hindî, Kenzü’l-Ummal (Beyrut: 1989), 11:125; Bursalı İsmail Hakkı, Ruhu’l-Beyan fî Tefsîri’l-Kur’ân, I-X (İstanbul: 1330), 8:197.
(10) Müslim, Fiten: 125.
(11) Nursî, Sözler, s. 158.
(12) el-Münavî, Feyzü’l-Kadîr (Beyrut: 972), 3:537; Said Havva. el-Essas fi’s-Sünne-İslâm Akàidi. çev. M. Ahmed Varol, Orhan Aktepe v.d. (İstanbul: Aksa Yayın-Pazarlama, 1992), 9:335.
(13) Sıddık Hasan Han, el-İzaa, s. 114; Said Havva, el-Essas fi’s-Sünne, 9:335-336.
(14) Sarıtoprak, A.g.e., s. 67.
(15) Şuâlar, s. 360.
(16) Buharî, Fiten: 25; Menakıb: 25; Müslim, Fiten, 84; Ebû Davud, Fiten: 1.
(17) Gazalî, İhyâü Ulûmiddin, 1:59
(18) Berzencî, el-İşâa fî Eşrâti’s-Sâa, s. 95-99; Muhtasar u Tezkireti’l-Kurtubî, s. 133-134; Şuâlar, s. 501, 504.
(19) Şuâlar, s. 501.
(20) Mektûbât, s. 425

Risale-i Nur’da Mehdiyet

1. Risalelerde Mehdilik hakikati ve mehdinin geleceğine dair genel anlamda bir bilgi var mıdır ve nasıl ifade edilmiştir?

Evet vardır ve özet olarak şöyle ifade edilmiştir:

“Cenâb-ı Hak, kemâl-i rahmetinden, şeriat-ı İslâmiyenin ebediyetine bir eser-i himayet olarak, herbir fesad-ı ümmet zamanında bir muslih veya bir müceddid veya bir halife-i zîşan veya bir kutb-u âzam veya bir mürşid-i ekmel veyahut bir nevi mehdî hükmünde mübarek zatları göndermiş, fesadı izale edip milleti ıslah etmiş, din-i Ahmedîyi (a.s.m.) muhafaza etmiş.”(1)

“her zaman, her asır, kuvve-i mâneviyenin takviyesine medar olacak ve yeisten kurtaracak Mehdî mânâsına muhtaçtır. Bu mânâda her asrın bir hissesi bulunmak lâzımdır.”(2)

“Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, vahye istinaden, herbir asırda kuvve-i mâneviye-i ehl-i imanı muhafaza etmek için, hem dehşetli hâdiselerde ye’se düşmemek için, hem âlem-i İslâmiyetin bir silsile-i nuraniyesi olan Âl-i Beytine ehl-i imanı mânevî raptetmek için Mehdîyi haber vermiş.”(3)

2. Peki Risalelerde ahir zaman Mehdisinin varlığı ve geleceği hakkında bir bilgi var mıdır ve bu nasıl ifade edilmiştir?

Evet vardır ve şöyle ifade edilmiştir:

“Âhirzamanın en büyük fesadı zamanında, elbette en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddid, hem hâkim, hem mehdî, hem mürşid, hem kutb-u âzam olarak bir zât-ı nuranîyi gönderecek ve o zat da ehl-i beyt-i Nebevîden olacaktır…”(4)

“Âhirzamanda Hazret-i Mehdî geleceğine ve fesada girmiş âlemi ıslah edeceğine dair müteaddit rivâyât-ı sahiha var.( 5)

“Süfyan namında müthiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek, şeriat-ı İslâmiyenin tahribine çalışacaktır. Ona karşı, Âl-i Beyt-i Nebevînin silsile-i nuranîsine bağlanan ehl-i velâyet ve ehl-i kemâlin başına geçecek, Âl-i Beytten Muhammed Mehdî isminde bir zât-ı nuranî, o Süfyanın şahs-ı mânevîsi olan cereyan-ı münafıkaneyi öldürüp dağıtacaktır.(6)

3. Ahir zaman Mehdisinin diğer Mehdilerden bir farkı olup olmadığı Risalelerde ifade edilmiş midir?

Ahir zaman Mehdisinin diğer Mehdilerden farkı risalelerde şöyle ifade edilmektedir:

“Büyük Mehdînin çok vazifeleri var. Ve siyaset âleminde, diyanet âleminde, saltanat âleminde, cihad âlemindeki çok dâirelerde icraatları olduğu gibi…”(7)

“Mehdî-i Resulün temsil ettiği kudsî cemaatin şahs-ı mânevîsinin üç vazifesi olduğu…”(8)

“Gerçi her asırda hidayet edici, bir nevi Mehdî ve müceddid geliyor ve gelmiş. Fakat herbiri, üç vazifelerden birisini bir cihette yapması itibarıyla, âhir zamanın Büyük Mehdî unvanını almamışlar.”(9)

Yukarıdaki ifadelerden anlaşılan odur ki, ümmetin beklediği ahir zaman Mehdisinin daha evvel gelen mehdilerden farkı, her açıdan önderlik etmesidir. İman, ilim, siyaset, diyanet gibi temel konuların hepsinde rehber olacaktır.

Mesela, Ömer bin Abdulaziz gibi bir zat daha çok siyasi alanda ümmete liderlik ederken, Abdulkadir Geylani ve İmam Gazali Hazretleri gibi zatlar ilmi alanda rehberlik etmişlerdir. Ancak ahir zaman Mehdisinde bunların hepsi bir arada bulunacaktır. Temsilde hata olmasın, nasıl ki, Ahir Zaman Peygamberi Hz. Muhammed (asv) diğer peygamberlere göre her alanda rehber bir peygamberdir. Hem alim, hem komutan, hem devlet reisi olmuş, içtimai ve iktisadi alanlarda rehberlik etmiştir. Aynen öyle de Ahir Zaman Peygamberi (asv)’in talebesi olan Ahir Zaman Mehdisi de ona bir derece benzeyecektir ve onun misyonunu ahir zamanda temsil edecektir denilebilir. Yani kendisinden önce gelen mehdilerin tüm vazifelerini, temellerini atacağı Mehdiyet kurumu ile gerçekleştirecektir.

4. Ahir zamanda gelecek olan Mehdi bir şahıs mıdır, şahsı manevi midir? Risalelerdeki ifadeleri gösterebilir misiniz?

Öncelikle Risalelerde geçen ilgili birkaç ifadeyi buraya alalım ve sonra kısa bir değerlendirme yapalım:

“Âhirzamanda Hazret-i Mehdî geleceğine ve fesada girmiş âlemi ıslah edeceğine dair1müteaddit rivâyât-ı sahiha var. Halbuki şu zaman cemaat zamanıdır, şahıs zamanı değil. Şahıs ne kadar dâhi ve hattâ yüz dahi derecesinde olsa, bir cemaatin mümessili olmazsa, bir cemaatin şahs-ı mânevîsini temsil etmezse, muhalif bir cemaatin şahs-ı mânevîsine karşı mağlûptur”( 10)

“Mehdî-i Âl-i Resulün temsil ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı mânevîsinin üç vazifesi var…” (11)

“Hazret-i Mehdînin cemiyet-i nuraniyesi, Süfyan komitesinin tahribatçı rejim-i bid’akârânesini tamir edecek, Sünnet-i Seniyyeyi ihyâ edecek…”(12)

“Hem bu üç vezâifi birden bir şahısta, yahut cemaatte bu zamanda bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerh etmemesi pek uzak, âdetâ kabil görülmüyor. Âhirzamanda, Âl-i Beyt-i Nebevînin (a.s.m.) cemaat-i nuraniyesini temsil eden Hazret-i Mehdîde ve cemaatindeki şahs-ı mânevide ancak içtima edebilir.”(13)

ehl-i velâyet ve ehl-i kemâlin başına geçecek, Âl-i Beytten Muhammed Mehdî isminde bir zât-ı nuranî, o Süfyanın şahs-ı mânevîsi olan cereyan-ı münafıkaneyi öldürüp dağıtacaktır.(14)

Yukarıdaki ifadelerden de anlaşıldığı gibi, Mehdi, bir cemaati, cemiyeti temsilen ortaya çıkacak ve fikri alt yapısını oluşturacağı ve tesis edeceği bir cemaatle, bir cemiyetle hizmet edecektir. Şahsından kaynaklanan harikalar veya olağanüstü meziyetlerden ziyade, cemaatin şahsı manevisi ile başarı elde edecektir. Zira Deccal ve süfyan da birer şahıs değil, şahsı manevi olan birer cemiyet olarak tahribat yapacaklardır.

Yukarıdak geçen:“ o Süfyanın şahs-ı mânevîsi olan cereyan-ı münafıkane” cümlesinde Deccalizm şahsı manevi olarak ifade edilirken, ona karşı mücadele edecek olan Mehdi de bir cemaatin başına geçerek mücadele edeceği: “ehl-i velâyet ve ehl-i kemâlin başına geçecek, Âl-i Beytten Muhammed Mehdî” cümlesi ile ifade edilmiştir. Başka türlü de beklenemez, Bir cemaate karşı bir şahsın tek başına mücadele etmesini beklemek ne kadar doğru olabilir? Küfür cephesini; “Süfyanın şahs-ı mânevîsi” temsil ediyorsa, bununla mücadele edecek iman cephesini de “Mehdilik şahsı manevisi” temsil etmeli değil mi? Kastamonu Lahikasında geçen şu tespite sizlerde hak vereceksinizdir:

“Ehl-i imana hücum eden ehl-i dalâlet, bu asır cemaat zamanı olduğu cihetiyle, cemiyet ve komitecilik mayasıyla bir şahs-ı mânevî ve bir ruh u habîs olmuş, Müslüman âlemindeki vicdan-ı umumî ve kalb-i küllîyi bozuyor.”(15)

Ehli imana saldıranlar komitecilik ve cemiyet ruhuyla bir şahsı manevi oluşturup saldırırsa, buna karşı nasıl bir cephe oluşturmak gerekiyor acaba? Düşmanın silahı ile silahlanınız emri Nebevisini en muhtaç olduğumuz bir zamanda kulak ardı etmek, mağlubiyeti peşinen kabul etmek demektir.

Nitekim Müslümanların şimdiki mağlubiyetinin nedenini, Bediüzzaman da bu zaviyeden bakarak:

“Senin şimdilik mağlûbiyetinin bir sebebi, bir cemaate ve bir şahs-ı mâneviyeye karşı bir neferi göndermenizdir.” (16) Tespiti ile cevaplamaktadır. Ayrıca diyor ki:

“Bu zaman, şahs-ı mânevî zamanı olduğu için, böyle büyük ve bâkî hakikatler, fâni ve âciz şahsiyetlere bina edilmez.”(17)

Şahsı maneviden maksat, tüzel kişiliktir, cemaatir. Nitekim Nur risalelerinde sık sık şahsı manevi olan cemaat nazara verilmektedir, şöyle ki:

“Zaman cemaat zamanıdır, şahıs zamanı değil. Şahıs ne kadar dâhi ve hattâ yüz dahi derecesinde olsa, bir cemaatin mümessili olmazsa, bir cemaatin şahs-ı mânevîsini temsil etmezse, muhalif bir cemaatin şahs-ı mânevîsine karşı mağlûptur…”(18)

“Bu zaman, cemaat zamanıdır. Ferdî şahısların dehası, ne kadar harika da olsalar, cemaatin şahs-ı mânevîsinden gelen dehasına karşı mağlûp düşebilir.”(19)

“Bu zaman cemaat zamanıdır. Ehemmiyet ve kıymet, şahs-ı manevîye göre olur. Maddî ve ferdî ve fâni şahsın mahiyeti nazara alınmamalı.”(20)

İşte bütün bu ifadeler bize mehdinin tek başına değil, bir cemaatin başına geçerek, cemaatle hizmet edeceği, cemaati yönlendireceği ve dolayısı ile mehdiliğin cemaate yansıyacağı gerçeği, mehdiyetin bir şahsı manevi olduğu sonucuna götürmektedir.

Cephede savaşan bir ordunun başında bir komutan vardır, ama başarı bütün ordunundur ve ancak ordu ile sağlanabilir. Cephede savaşan yalnızca komutan değildir, şahsı manevi olan ordudur. Nitekim eski zamanlarda şahıs ön plana çıkmasına bedel, asrımızda şahsı manevi ön plana çıkmıştır.

Bir kral veya padişaha bedel, meclislerin ve parlamentoların devletleri idare etmesi, iş sahiplerinin değil, şirket isimlerinin ön plana çıkması ve “izm” le biten akımların ortaya çıkması gösteriyor ki, asrımız şahsı manevi asrı, kurum ve tüzel kişiliğin öncülük ettiği bir asırdır. Ateizm, komünizm, sosyaliz gibi şahsı manevi olan düşmanlara karşı bir şahıs ne kadar harika ve dahi de olursa olsun, karşı koyamayacağı ortadadır. Şahsı maneviye karşı ancak şahsı manevi ile mukabele edileceği gerçeği, mehdiyetin de bir şahıs mı, yoksa şahsı manevi mi sorusun net cevap vermektedir.

5. Ahir zaman Mehdisinin üç vazifesinden bahsettiniz; bu vazifeler Risalelerde açıklanmış mıdır, nasıl?

Ahir zaman Mehdisini üç vazifesi risalelerde şöyle açıklanmaktadır:

“Birincisi: Fen ve felsefenin tasallutuyla ve maddiyun ve tabiiyyun tâunu, beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyun fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır…”

“İkinci vazifesi: Hilâfet-i Muhammediye (a.s.m.) unvanıyla şeâir-i İslâmiyeyi ihya etmektir. Âlem-i İslâmın vahdetini nokta-i istinad edip beşeriyeti maddî ve mânevî tehlikelerden ve gazab-ı İlâhiden kurtarmaktır…”

“Üçüncü vazifesi: İnkılâbât-ı zamaniye ile çok ahkâm-ı Kur’âniyenin zedelenmesiyle ve şeriat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) kanunları bir derece tâtile uğramasıyla, o zât, bütün ehl-i imanın mânevî yardımlarıyla ve ittihad-ı İslâmın muavenetiyle ve bütün ulema ve evliyanın ve bilhassa Âl-i Beytin neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakâr seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmâyı yapmaya çalışır…”(21)

6. Ahir zaman Mehdisinin bu üç vazifesini birer cümle ile açıklar mısınız?

Birinci vazife, imanın esaslarını inkar eden zararlı akımlara, deccalizme karşı asrın idrakine uygun bir tarzda mücadele etmek ve iman hakikatlerini ispat etmektir.

İkincisi vazife, imanını sağlamlaştıran müminler, imanlarının gereğini hayatlarında ve yaşamlarında temsil etmek isteyeceklerdir. Bu imkan temin edilerek şeairi İslamiye bir bir ihya edilecektir.

Üçüncü vazife olarak da, ahkamı Kur’aniye, Şeriatı Muhammediye tesis edilecektir ve hükümferma olacaktır.

Özetle; “iman, hayat, şeriat” olarak isimlendirilen üç ayrı dönemin ihyası ve icrası söz konusudur.

7. Öyle anlaşılıyor ki, bu üç vazife bir anda olmayacak ve muhtemelen uzun bir zaman alacaktır. Mehdiyet şahsı manevisinin mümessili ve öncüsü olan Zatın ömrü bu üç vazifeyi yapmaya yeter mi?

Mehdiyeti sadece bir şahsa indirgeyip ve sadece bir kişiye tahsis ettiğimizde, bu soru haklı olarak kafamızı kurcalayacaktır. Ama yukarıdaki ifadelerden ve Risalelerdeki alıntılardan da anlaşıldı ki, Mehdi şahsı manevi olan bir kurumu, yani Mehdiyeti temsil etmektedir.

Mümessil olan Mehdinin ömrü yetmeyebilir, ancak Mehdinin oluşturduğu ve temelini attığı bir tüzel kişilik olan şahsı manevinin ömrü, yani mehdiyetin ömrü devletlerin ömrü gibi uzun olacağından dolayı bir çelişki söz konusu olamaz. Mehdi ile Mehdiyeti iç içe düşünmek durumundayız.

Orduyu temsil eden bir komutan, ordunun dışında değildir. Ordu denildiğinde, içinde en küçük er ile başındaki komutan birlikte akla gelir. Komutanın icraatı ordunun icraatı sayıldığı için ordu hesabına geçer. Aynı şekilde ordunun başarıları ve icraatları da komutanın başarısı ve icraatı sayılır. Hele o komutan ordunun alt yapısını, temelini kendisi oluşturmuşsa, sıradan bir komutandan öte, orduya bir isim bir alem olmuşsa, vefat etse bile ordunun başarıları onun hesabına geçeceği için kendisi yapmış gibi kabul edilir.

Risalelerde geçen şu ifadeleri okuyalım, konumuz daha netleşmiş olur:

“Çok defa mektuplarımda işaret ettiğim gibi, Mehdî-i Âl-i Resulün temsil ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı mânevîsinin üç vazifesi var. Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa, o vazifeleri onun cemiyeti ve seyyidler cemaati yapacağını rahmet-i İlâhiyeden bekliyoruz…”(22)

“Hem bu üç vezâif… Âhirzamanda, Âl-i Beyt-i Nebevînin (a.s.m.) cemaat-i nuraniyesini temsil eden Hazret-i Mehdîde ve cemaatindeki şahs-ı mânevide ancak içtima edebilir…”(23)

8. Ahir zaman Mehdisinin bu üç vazifesinden en önemlisinin hangisi olduğu Risalelerde ifade edilmiş midir?

Aşağıda yer alan alıntılardan da anlaşılacağı gibi, en önemli ve öncelikli vazife, imanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek olan birinci vazifedir. Hem kaldı ki, asıl ve esas olan da bu birinci vazifedir. Zira diğer iki vazife bu plan ve proje üzerinde tesis edilecektir. Mehdinin tesis ettiği cemaat olan şahsı manevinin rehberi olacak fikirler birinci vazife ile ortaya çıkacaktır.

“Şimdi hakikat-i hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en yüksek mesleği olan imanı kurtarmak ve imanı, tahkikî bir surette umuma ders vermek, hattâ avamın da imanını tahkikî yapmak vazifesi ise, mânen ve hakikaten hidayet edici, irşad edici mânâsının tam sarahatini ifade ettiği için… ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecedir.”(24)

“Ümmetin beklediği, âhirzamanda gelecek zâtın üç vazifesinden en mühimi ve en büyüğü ve en kıymettarı olan iman-ı tahkikîyi neşir ve ehl-i imanı dalâletten kurtarmak…”(25)

“Birinci vazife, o iki vazifeden üç-dört derece daha ziyade kıymettardır. Fakat o ikinci, üçüncü vazifeler pek parlak ve çok geniş bir dairede ve şaşaalı bir tarzda olduğundan, umumun ve avâmın nazarında daha ehemmiyetli görünüyorlar…”(26)

9. Mehdinin şahsı manevi olacağı veya olması gerektiği zarureti anlaşıldı. Ancak her şahsı manevinin bir mümessili ve rehberi vardır; bu noktada Mehdiliğin yeri nedir?

Şahsı manevinin temsilcisi olan bir şahıs elbette vardır ve bu şahıs Mehdi unvanını taşıyacaktır. Ancak o her şeyi bizzat kendisi yapmayacaktır; yapması da imkansızdır. Rivayetlerde Mehdi hakkında gelen olağanüstü tarifler onun şahsına değil, cemaatinedir. Bu konuda Risalelerde geçen şu ifadelere kulak verdiğimizde mesele daha iyi anlaşılacaktır:

“Hem de o eşhasın (Mehdi ve Deccal) şahs-ı mânevîsine veya temsil ettikleri cemaate ait âsâr-ı azîmeyi o eşhasın zatlarında tasavvur ederek öyle tefsir etmişler ki, o eşhas-ı harika çıktıkları vakit bütün halk onları tanıyacak gibi bir şekil vermişler. Halbuki, demiştik: Bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat ihtiyarı elinden alınmaz. Öyle ise, o eşhas, hattâ o müthiş Deccal dahi çıktığı zaman, çokları, hattâ kendisi de bidâyeten Deccal olduğunu bilmez. Belki nur-u imanın dikkatiyle o eşhas-ı âhirzaman tanınabilir.”(27)

Bu ifadeler de gösteriyor ki, Mehdi hakkında gelen olağanüstü rivayetler bir şahsa dönük değildir. Eğer öyle olmuş olsaydı, herkes (iman eden, etmeyen) onu fark edecek ve tanıyacaktı. Halbuki, herkesin Mehdiyi tanıyamayacağı, ona çok yakın olanların ancak tanıyabileceği rivayet edilmektedir. Aynı durum Deccal için de geçerlidir.

Ancak bu rivayetler bir cemaat için kullanılsa, gayet makul ve yerinde olduğu anlaşılacaktır. Bütün dünyayı etkisi altına alan komünizmin başarısı tek bir kişiye verilse elbette ki olağanüstü olur. Ancak komünizm bir fikir akımı olarak, bir şahsı manevi olan bir cemaatle gerçekleşince, olağan bir gelişme olarak karşılanmıştır. Bu demektir ki, bir cemaatin başarısı bir şahsa verilse, olağanüstü görünebilir, ama cemaate verilse olağan karşılanır. İşte Mehdi hakkında gelen rivayetlerin bizim açımızdan olağanüstü gelmesinin nedeni de, onu sadece bir şahsa vermemizdir. Bir cemaat ve şahsı maneviye verildiği zaman olağan olur ve âdettullah kanunlarına ters düşmez. Olağan olunca da aşırı dikkat çekmez, dikkat çekmeyince de fark edilmez ve kolay kolay tanınamaz.

10. Şahsı maneviyi temsil eden Mehdinin en büyü rolü ne olacaktır ve niçin rivayetler onun şahsında gelmiştir?

Mümessil olan zat, şahsı manevi olan cemaatin fikri alt yapısını oluşturacak ve hizmet tarzını belirleyecektir. Risalelerden anladığımız kadarı ile bunu, yazacağı eserler ve bizzat hayat tarzı ile ortaya koyacaktır. En büyük başarısı, asrı iyi okuması ve asrın gereği olarak sistemini bir cemaat üzerine kurması ve hizmeti omuzlayacak bir şahsı maneviyi ortaya çıkarmasıdır.

Özet bir ifade ile Mehdi, Mehdiyet şahsı manevisini, Mehdiyet kurumunu kuracaktır. Böylece tesis edilecek donanımlı ve fedakar bir cemaat onun gösterdiği istikamette yürüyerek her açıdan başarı sağlayacaktır. Sağlanan bütün başarılarda elbetteki, mümessil olan şahsın en büyük katkısı olduğu için, rivayetler onun şahsında gelmiştir; Mehdi olarak da bir kişi nazara verilmiştir.

Bir çok risalede dikkatlerin çekildiği bu konu hakkındaki bir pasajı buraya alalım:

“Evet, bugün tarih-i âlemde hiçbir nesil, şecere ile ve senetlerle ve an’ane ile birbirine muttasıl ve en yüksek şeref ve âli hasep ve asil neseple mümtaz hiçbir nesil yoktur ki, Âl-i Beytten gelen seyyidler nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli bulunsun. Eski zamandan beri bütün ehl-i hakikatin fırkaları başında onlar ve ehl-i kemâlin namdar reisleri yine onlardır. Şimdi de, kemiyeten milyonları geçen bir nesl-i mübarektir. Mütenebbih ve kalbleri imanlı ve muhabbet-i Nebevî ile dolu ve cihandeğer şeref-i intisabıyla serfirazdırlar. Böyle bir cemaat-i azîme içindeki mukaddes kuvveti tehyiç edecek ve uyandıracak hâdisât-ı azîme vücuda geliyor.

Elbette o kuvvet-i azîmedeki bir hamiyet-i âliye feveran edecek ve Hazret-i Mehdî başına geçip tarik-i hak ve hakikate sevk edecek. Böyle olmak ve böyle olmasını, bu kıştan sonra baharın gelmesi gibi, âdetullahtan ve rahmet i İlâhiyeden bekleriz ve beklemekte haklıyız.” ”( 28)

11. Ahir Zaman Mehdisinin üç ayrı vazifeden bahsettiniz. Mümessil olan şahıs, bu üç ayrı vazifede hayatta olup bizzat kendisi mi liderlik yapacak, yoksa cemaatinde bazı şahıslar mı öncülük edecektir?

Risalelerde geçen bu konudaki ifadeler birleştirildiğinde, mümessil olan ve cemaatin fikri alt yapısını ve stratejisini, eserleri ve hayat tarzı ile ortaya koyan zatın, her üç dönemin icrasına ve tahakkukuna ömrü yetmeyecektir. Ancak onun cemaati ve cemaatinden ortaya çıkacak lider zatlar, diğer iki dönemin ihyası ve icrasında rol alacaklardır. Fakat cemaatin ve öne çıkan şahısların hizmetleri yine mümessil olan Zatın hesabına geçeceği için, kendisi yapmış gibi rivayetlerde yer almıştır ve doğrusu da öyle olmak iktiza eder.

Mesela bu konuda şu ifadelere bakalım:

“Çok defa mektuplarımda işaret ettiğim gibi, Mehdî-i Âl-i Resulün temsil ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı mânevîsinin üç vazifesi var. Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa, o vazifeleri onun cemiyeti ve seyyidler cemaati yapacağını rahmet-i İlâhiyeden bekliyoruz. Ve onun üç büyük vazifesi olacak…”(29)

Yukarıda: “… o vazifeleri onun cemiyeti ve seyyidler cemaati yapacağını…” ifadesi ile bir cemaat nazara verilirken, hemen ardından, “Ve onun üç büyük vazifesi olacak…” ifadesi ile de bir şahsı nazara vermesi, zahiri bir çelişkiyi çağrıştırabilir. Zira hem bu üç vazifeyi onun cemaati yapacak deniyor hem de ardından, tek bir şahsi ima eden ifadeler yer alıyor. Bu zahiri tezadı ancak şu açıklama ile çözebiliriz:

Mümessil olarak bilinen Mehdi ile cemaati arasında hiçbir fark gözetilmemiştir. İkisi birbirinden ayrı düşünülmediği zaman sorun kalmaz. Kısacası; şahıs olan Mehdiyi tüzel kişilik olan Mehdiyet olarak, yani mümessil olan şahıs ile cemaatinin bütünlüğü içinde düşünmemiz lazımdır. Dolayısı ile “O zat” ifadesi, mümessil olan şahıs olarak değil, temsil ettiği cemaat, yani şahsı manevi ile birlikte bize görünecektir. Zira o bir mümessildir. Komutan unvanı orduyu çağrıştırdığı ve onu temsil ettiği gibi, Mehdi unvanı da Mehdiyeti temsil etmektedir.

12. Öyle ise şunu sormak durumundayım; ikinci ve üçüncü vazifeleri temsil eden lider zatlar olursa, onlara da “Mehdi” denebilir mi?

Yukarıdaki alıntılarda da belirtildiği üzere Mehdiyet üç ayrı dönem ve üç ayrı vazifeden oluşmaktadır. Bu üç ayrı vazifede her birinin başında bulunacak üç ayrı mümessil lider olacaktır.

Mehdiyetin fikri alt yapısını hazırlayan zat, birinci vazifeyi bizzat kendisi, ancak diğer iki vazife ise onun hazırladığı eserleri kendine program ve rehber yapacak diğer iki zatın temsil edeceği anlaşılmaktadır. Dolayısı ile karşımıza üç ayrı isim çıkabilir. Ancak sonra gelecek iki zat, önce gelen ve Mehdiyetin temelini atan birinci zatın yardımcıları sayılırlar.

Şu var ki, Mehdiyet üç ayrı dönemde ele alınsa bile tek bir kurumdur. Başında bulunlar ise kurumun temsilcileridir. Dolayısı ile Mehdiyet kurumunu temsil ettikleri için Mehdi unvanını alabilirler. Tıpkı ordunun başında olan kişi komutan unvanını aldığı gibi.

Ama unutmayalım ki, ordu sadece komutandan ibaret olmadığı gibi, Mehdiyet de, Mehdi unvanı kendisine verilen baştaki zattan ibaret değildir. Mehdiyeti temsilen kendisine verilen bir unvandır.

Yine unutmayalım ki, sonra gelen iki zat birinci zatın talebeleri veya yardımcıları olacaklar ve onun çizdiği daireyi genişleterek hizmet edeceklerdir.

Diğer bir husus ta şudur ki, sondaki iki vazife geniş olduğu idare ve siyasete baktığı için, onları temsil edecek iki zat daha çok dikkat çekecektir. Dolayısı ile o iki vazifeyi temsil edecek zatlar, birinci zatın yardımcıları olduğu halde kendilerine Mehdi unvanını vereceklerdir.

Bu konuya dikkata çeken Bediüzzaman şunları söylemektedir:

Âhirdeki iki vazife, gerçi hakikat noktasında birinci vazife derecesinde değiller; fakat hilâfet-i Muhammediye (a.s.m.) ve ittihad-ı İslâm ordularıyla zemin yüzünde saltanat-ı İslâmiyeyi sürmek cihetinde herkeste, hususan avamda, hususan ehl-i siyasette, hususan bu asrın efkârında, o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor. Ve bu isim bir adama verildiği vakit, bu iki vazife hatıra geliyor; siyaset mânâsını ihsas eder, belki de bir hodfuruşluk mânâsını hatıra getirir; belki bir şan, şeref ve makamperestlik ve şöhretperestlik arzularını gösterir. Ve eskiden beri ve şimdi de çok safdil ve makamperest zatlar, Mehdî olacağım diye dâvâ ederler.(30)

Bu sorunun cevabını bir az daha açmak için risalelerden aldığımız aşağıdaki pasajlara bakalım. Yukarıda ifade edilen üç vazifeden birinci vazifenin nasıl ve kim tarafından yapılacağı konusu risalelerde izah edilirken şu cümleler kullanılmaktadır:

“Birincisi: Fen ve felsefenin tasallutuyla ve maddiyun ve tabiiyyun tâunu, beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyun fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır.”

“Ehl-i imanı dalâletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem her şeyi bırakmakla, çok zaman tedkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, Hazret-i Mehdînin, o vazifesini bizzat kendisi görmeye vakit ve hal müsaade edemez. Çünkü hilâfet-i Muhammediye (a.s.m.) cihetindeki saltanatı, onunla iştigale vakit bırakmıyor. Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir taife bir cihette görecek. O zât, o taifenin uzun tetkikatıyla yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak, onunla o birinci vazifeyi tam yapmış olacak.”(31)

“Hilafeti Muhammediye cihetindeki saltanatı…” ifadesinden anlaşılıyor ki, üçüncü vazifeden, yani en geniş daireden bahsediliyor. Ondan önce bir ekip gelip fikri alt yapıyı oluşturacak ve Mehdi ise yazılacak bu eserleri kendine hazır bir program yapacak deniyor. Halbuki, asıl mesele fikri alt yapıdır, bir ekip ve cemaat oluşturmaktır. İlla birine Mehdi denecekse, programı hazırlayanın Mehdi olması gerekmez mi?

Peki neden üçüncü vazifede olan kişi Mehdi olarak nazara veriliyor? Çünkü orada da zaten ilk zatın rehberliğinde iş görüleceği için, iş yapanlar Mehdiyet namı hesabına iş gördükleri ve rivayet tek zatın şahsında geldiği için Mehdi denmiştir. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi ikinci veya üçüncü vazifeyi temsil eden bir lider olabilir ve ona mehdi de denebilir. Ama bu nam, Mehdiyetin tüzel kişiliğini temsil etmesinden kaynaklandığı içindir, yoksa fikri alt yapıyı temsil eden kişi olduğu için değildir.

Altta yer alan pasaj konumuzu daha da netleştirecektir.

“…Tâ âhir zamanda, hayatın geniş dairesinde, asıl sahipleri, yani Mehdî ve şakirtleri Cenâb-ı Hakkın izniyle gelir, o daireyi genişlettirir ve o tohumlar sümbüllenir…”(32)

Bu pasajı daha iyi anlamak için üç noktayı dikkatlere sunmak gerekiyor.

1. “Geniş daire” ifadesi kullanılıyor.

Geniş daire ifadesi, var olan veya temelleri atılan ve oluşan bir dairenin genişletilmesi anlamını ifade etmektedir. Bu mana ise ikinci veya üçüncü vazifeye işaret etmektir. Zira yukarıdaki tespitlerde de geçtiği üzere üç aşamadan oluşan üç tane vazife vardı. En son ve en geniş vazife olarak üçüncü vazife, yani siyaset manası nazara verilmişti.

2. Sadece “Mehdi” denmiyor, “Mehdi ve şakirtleri” deniyor.

Sadece “Mehdi” denmemesi, şakirtlerini nazara vermesi, üçüncü vazifeyi yapacak olanın, şahsı manevi olan cemaat, yani işin başında gelen ve fikri alt yapıyı oluşturan mümessilin talebeleri veya cemaati olduğu ifade edilmiş oluyor. Cemaatin yapacağı üçüncü vazife, ilk başta gelen ve mümessil olan zatın hesabına geçtiği için, burada “Mehdi” ifadesi kullanılmıştır. Ancak yine de bu üçüncü vazifeyi yapan cemaatin başında bir lider olacaktır. Siyasi dairede bu lider halk tarafından “Mehdi” olarak da kabullenilebilir. “Mehdiyet” kurumunun başına kim geçerse geçsin, o kurumu temsil edecektir. Bu kişi, asıl programı hazırlayan ve fikri zemini temin eden asıl mümessil olan zatın programını gerçekleştirdiği için, kendisine “Mehdi” denmesinde bir sakınca yoktur. Ancak geniş daireyi temsil eden bu zat için, “Mehdinin talebesi” veya “komutanı” unvanı daha uygundur, diye düşünüyoruz.

3. Var olan, yani başkası tarafından daha önce temelleri atılan bir daire genişletiliyor ve keza daha önce başkası tarafından ekilen tohumlar sümbülleniyor.

Yukarıda yer alan: “Ancak geniş daireyi temsil eden bu zat için, Mehdinin talebesi unvanı daha uygundur diye düşünüyoruz.” ifadesinin en güzel delili; “…o daireyi genişlettirir ve o tohumlar sümbüllenir.” cümlesidir. Zira daha önce temeli atılan ve var olan bir daire genişletiliyor. Dolayısı ile bu dairenin illa bir mümessili olacaksa, daireyi genişleten değil, temelini atan ve esaslarını oluşturandır. Temsilde hata olmasın, nitekim Hz. Ömer (ra) döneminde İslam dairesi alabildiğine geniş bir alana yayılmış, yani genişletilmiştir, ama bu dairenin mümessili yine de Hz. Muhammed (asv)’dir. Zira bu dairenin her açıdan temelini Efendimiz (asv) atmıştı.

Bir diğer ifade olan, “tohumların sümbüllenmesi” de bu iddiamıza bir başka delildir. Zira başta gelen mümessil zatın ektiği tohumlar, yani attığı temeller doğrultusunda Mehdiyet hizmeti büyüyor ve sümbülleniyor. Kim temsil ederse etsin, asıl temsiliyet, o tohumları ekene aittir. Sonra geniş daireler olan hayat ve siyaset dairesinde gelen temsilciler, baştaki mümessilin yardımcıları olabilir. Ancak, orduyu kim temsil ederse etsin, ona “komutan” denildiği gibi, “Mehdiyet” kurumunu da kim temsil ederse, ona “Mehdi” denmesinde bir sakınca olmamalıdır.

13. Ahir zaman Mehdisinin üç tane vazifesi varsa ve onları gerçekleştirmeye de ömrü yetmeyecekse, bu onun üç vazifeyi gerçekleştiremeyeceği, belki ancak ilk vazifeyi gerçekleştireceği anlamına gelmiyor mu?

“Ahir zaman Mehdisi bir şahıs değildir, bir şahsı manevidir, bir cemaatir…” vurgusunu sık sık yapmamızın nedeni bu yüzdendir. Mehdiyi tek bir şahıs olarak kabul edersek sorunuzda haklısınız, ama Mehdiyi, Mehdiyet olarak, yani bir kişinin rehberliğinde, fikri önderliğinde kurulan bir cemaat, bir misyon olarak kabul ederseniz, sorunuzdaki endişeye mahal kalmaz. Çünkü Mehdiyetin, yani cemaatin fikri alt yapısını oluşturan zat birinci vazifeyi bizzat idare etse, diğer ikinci ve üçüncü vazifeye ömrü yetmeyip vefat etse de, onun cemaati onun fikri ve ilmi önderliğinde başlayan misyonu tamamlayacak ve kalan iki vazifeyi de gerçekleştirecektir. Bizzat önderlik edemese de fikri ve ilmi önderliğinde gerçekleşeceği için kendisi gerçekleştirmiş nazarı ile bakılabilir. Bakıldığı içindir ki, “o zatın ikinci ve üçüncü vazifesi” denilmiştir. Yani “cemaat” değil de “zat” ismi nazara verilmiştir; çünkü rivayetler bir şahıs üzerinden gelmiştir.

14. Yukarıda verdiğiniz alıntılarda, açıkça, şahsı manevi ifadesi geçmektedir. Fakat bu şahsı manevi kavramına itiraz edenler oluyor; soyut bir şeye mehdi denemez, diyorlar. Buna ne diyeceksiniz?

Sizin de belirttiğiniz gibi bu ifadeleri birileri uydurmuş ve biz de tekrar ediyor değiliz. Bu ifadeler, hiçbir itiraza yer vermeyecek netlikte Risalelerde geçiyor. Yukarıda bunun örneklerini vermiştik.

Şahsı manevi ifadesine neden itiraz edildiğini anlamak çok zor. Eski asırlarda olsaydı bu itiraza bir anlam verilebilirdi. Asrımızdaki parlamentoları, tüzel kişilikleri olan kurumları, şirketleri, sonu “izm”le biten fikir akımlarını görenlerin itirazını anlamak gerçekten çok zor.

Öyle anlaşılıyor ki, bu itirazı yapanlar şahsı manevi kavramının ne anlama geldiğini tam bilmiyorlar. Bilmedikleri, “Soyut bir şey Mehdi mi olurmuş?” demelerinden anlaşılıyor. Bir kere, şahsı manevi kavramı her isim ve kavram gibi kendisi soyut olsa da, soyut bir şeyi ifade etmiyor. Mesela “ordu” bir şahsı manevidir. Ordu kelimesi soyuttur, ama temsil ettiği mana olan askerler ve silahlar soyut değildir. Meclis bir şahsı manevidir, komünizm bir şahsı manevidir, ateizm bir şahsı manevidir.

Ancak, ordu askerlerden oluşur, hayallerden oluşmuyor. Meclis vekillerden oluşur. Komünizm, bu düşünceyi benimseyen insanlardan oluşur. Nitekim Lenin öldükten sonra komünizm en parlak dönemini yaşamıştır. Bütün bunları gördükten sonra, bir şahsın rehberliğinde temelleri atılan “Mehdiyet misyonuna” neden bir cemaatten oluşan bir tüzel kişi, yani şahsı manevi olmasın ve şahsı manevi denilmesin?

Asrımız bize göstermiştir ki, bir çok şirketin marka olan ismini herkes, hatta çocuklar da bildiği halde, şirketin kurucusunu ve patronunu kimse tanımıyor ve bilmiyor.

Mehdiyet bir markadır, bir müessesedir. Onun da bir kurucusu ve mümessili vardır. Ama asrın fıtratı gereği, kendisini arka plana iterek, tüzel kişilik olan müessesenin ismini öne çıkarmıştır.

Hem yine asrımızın bir gerçeğidir ki, Bir müessese bazen bir kişi veya birkaç kişi tarafından kurulur, tüzüğü, yönetmeliği hazırlanır ve müessese asırlarca işlemeye devam ederek meyvesini verir. Tüzüğünü hazırlayan kişi veya kişiler öldüğü halde, müessese işlemeye ve kazanmaya devam eder.

Mehdiyet de, bir kişi tarafından, ilahi inayetle, hizmet tarzı, kuralları olan bir nevi tüzüğü hazırlanır ve uygulanmaya başlanır. Bu müessese büyür, gelişir ve asırlarca başarılı bir şekilde devam eder ve edecektir. Tüzüğü hazırlayan zat vefat etse bile kurduğu müessese devam edecektir. İşte bu müesseseye “Mehdiyet” onun temellerini atan kişiye de “Mehdi” denebilir.

Dipnotlar:

1. Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektup Yedinci Kısım
2. Sözler, Yirmi Dördüncü Söz
3. Mektubat, On Dokuzuncu Mektup
4. Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektup Yedinci Kısım
5. a.g.e
6. Mektubat, On Beşinci Mektup
7. Mektubat, On Dokuzuncu Mektup
8. Şualar, On Dördüncü Şua
9. Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektup Yedinci Kısım
10. a.g.e
11. a.g.e
12. a.g.e
13. Kastamonu Lahikası
14. Mektubat, On Beşinci Mektup
15. Kastamonu Lahikası
16. a.g.e
17. Sikkei Tasdiki Gaybi
18. Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektup Yedinci Kısım
19. Emirdağ Lahikası I.
20. Kastamonu Lahikası
21. Emirdağ Lahikası I.
22. a.g.e
23. Kastamonu Lahikası
24. Emirdağ Lahikası I.
25. Sikkei Tasdiki Gaybi
26. a.g.e
27. Sözler, Yirmi Dördüncü Söz
28. Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektup Yedinci Kısım
29. Emirdağ Lahikası I.
30. Sikkei Tasdiki Gaybi
31. Emirdağ Lahikası I.
32. Kastamonu Lahikası

Ferhat Aslan / Sorularla İslamiyet

Hz. İsa’nın dünyaya tekrar gelmesi nasıl olacak?

Hz.İsa nübüvvet yönüyle değil, velayet yönüyle tekrar dünyaya gelecek.

Her peygamber ( asm ) gibi Hz. İsa (as) da insanları hakka, hakikate davet ediyor, onları Allah’ın varlık ve birliğine inanmaya, O’na kul olmaya çağırıyordu. Bu vazifesinde hiç tereddüt göstermiyor, korku ve endişeye kapılmıyordu. Davasında sebatkar ve sadıktı. Hz. İsa tebliğ vazifesini taviz vermeden yapmaya devam ettikçe Yahudilerin haset ve kinleri artıyordu.

Sonunda bir hileye girişerek vücudunu ortadan kaldırmaya kadar yeltendiler ve planlarını tatbik sahasına koydular. İçlerinden Tatyanos isimli bir münafığı Hz. İsa’nın yanına gönderdiler. Kendileri de 4 bin kişilik bir kalabalıkla evinini etrafını çevirdiler. Tatyanos içeri girdiğinde Hz. İsa’yı bulamadı. Haberi duyurmak üzere dışarı çıkarken, Cenab-ı Hak onun yüzünü Hz. İsa’nın yüzüne benzetti. Yahudiler kendisini görür görmez, Hz. İsa zannederek yakaladılar. Her ne kadar “Ben İsa değilim” diye feryat etse de kimse dinlemedi. Sonunda çarmıha gererek öldürdüler.

Evet, Hz. İsa hâlâ hayattadır, ölmemiştir Ahirzamanda ise yeryüzüne ineceğini pek çok sahih hadis bildirmiştir. Sahih-i Müslim’de Cabir bin Abdullah’ın rivayet ettiği hadis-i şerifin meali şöyledir: “Ümmetimden bir cemaat kıyamet gününe kadar hakka yardımcı ve hizmetçi olarak devam edecektir. Nihayet Meryemoğlu İsa iner, müslümanların emiri O’na der: “Gel, bize namaz kıldır” Hz isa der: “Hayır, Allah’ın bu ümmete bir ikramı olarak sizin bir kısmınız diğer kısmı üzerine emirlersiniz” (Müslim, İman 247)

Bu ve buna benzer rivayetleri Mektubat’ta tefsir ve izah eden Bediüzzaman şu hususlara dikkat çeker: Dünyayı saran dinsizlik cereyanı çok kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hıristiyanlık, özüne, yani tevhide yaklaşarak hurafelerden ve tahriflerden kurtulacak ve İslamiyet’le birleşecektir. Bir bakıma, Hıristiyanlık bir biçimde İslam’a inkılap edecektir.

Hakiki Hıristiyanlığın İslamiyet’e tabi olması neticesinde hak din büyük bir kuvvet bulacak ve dinsizlik cereyanı karşısında ayrı ayrı iken mağlup olan İslamiyet ve Hıristiyanlık dinleri birleşip büyük bir güç elde ederek onu bozguna uğratacaktır. Bu ittifakı gerçekleştirecek olan ahirzaman Hıristiyanları hakkında sahih rivayetlerde büyük medihler vardır.

Hz İsa’nın cismen yeryüzüne inmesi konusuna gelince, bu hususu Mektubat’tan dinleyelim:
“Alem-i semavatta cism-i beşerisiyle bulunan Şahs-ı İsa Aleyhisselam, o din-i hak cereyanının başına geçeceğini bir Muhbir-i Sadık (Peygamberimiz) bir Kadir-i Küll-i Şey’in (Allah’ın) vaadine istinat ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş, haktır. Madem Kadir-i Küll-i Şey vaad etmiş, elbette yapacaktır.

Evet, her vakit semavattan melaikeleri yere gönderen ve bazı vakitte insan suretinde va’z eden (Hz Cebrail’in Dıhye suretine girmesi gibi) ve ruhanileri alem-i ervahtan gönderip beşer suretinde temessül ettiren, hatta ölmüş evliyaların çoklarının ervahlarını cesed-i misaliyle dünyaya gönderen bir Hakim-i Zülcelal, Hz İsa Aleyhisselamı, İsa dinine ait en mühim bir hüsn-ü hatimesi için, değil semay-ı dünyada cesediyle bulunan ve hayatta olan Hz İsa, belki alem-i ahiretin en uzak köşesine gitseydi ve hakikaten ölseydi, yine şöyle bir netice-i azime için O’na yeniden ceset giydirip dünyaya göndermek, o Hakîm’in hikmetinden uzak değil, belki Onun hikmeti öyle iktiza ettiği için vaad etmiş ve vaad ettiği için elbette gönderecek.

Hz İsa Aleyhisselam geldiği vakit, herkes Onun hakiki İsa olduğunu bilmek lazım değildir Onun mukarreb ve havassı (yakınları ve has dostları) nur-u iman ile onu tanır Yoksa bedahet derecesinde herkes onu tanımayacaktır”

www.sorularlaislamiyet.com