Etiket arşivi: Ahmed Şahin

Safer ayı, uğursuzluk ayı mıdır?

Soru: İçinde bulunduğumuz safer ayının bela ve musibet ayı olduğu yönünde (teşe’üm-uğursuzluk) söylentileri vardır halk arasında. Bu söylentiler doğru mudur? Safer ayı bir bela, musibet ayı mıdır? Söylendiği gibi bu ayda hastalıklar yağmur gibi yağar, bela ve musibetler fırtına gibi savrulur mu?

kötü hava koşullarıCevap: Bilindiği üzere İslam’da bir tefe’ül anlayışı vardır, bir de teşe’üm yorumu söz konusudur.

Tefe’ül, herhangi bir gün ve vakitten, olay ve görüntüden iyi manalar çıkarmak, hayırlı sonuçlar gelebileceği yolunda ümit dolu yorumlarda bulunmaktır…

Teşe’üm ise bunun tam aksinedir. Olaylara ve görüntülere kötülük getireceği yolunda yorumlarla bakmak, hayırsız şeylere işaret olduğunu söyleyerek ümitsizlik ve uğursuzluk duygusu yaymak..

Ağaca güvercin konarsa iyilik manasına alıp o gün ümitle işine devam etmek, baykuş konarsa kötülük geleceğine işaret sayıp o gün yapacağı işten vazgeçmek gibi..

Ancak, güvercini iyiliğe işaret saymakta bir mahzur olmadığı halde baykuşu kötülüğe işaret saymakta mahzur vardır. Çünkü iyilik yorumları yapmak bir tefe’üldür. Tefeül ise caiz görülmüştür.

Kötülük ve uğursuzluk yorumları yapmak ise, bir teşe’ümdür. Teşe’üm ise caiz görülmemiştir.

Bu sebeple safer ayını bela musibet ayı olarak yorumlamak bir teşe’ümdür. Teşe’üm ise caiz değildir.

Öyle ise safer ayından korkarak bela ve musibetlerin musallat olacağı endişesine kapılmaya hiç gerek yoktur. Çünkü Allah hiçbir ayı, bir günü uğursuz şekilde ve kötülük için yaratmamıştır. Uğursuzluk ve kötülük, insanların o vakit içinde işledikleri kendi günah ve isyanlarının karşılığını görmelerinden ibaret bir adalet tecellisi olur. Bu sebeple aya, güne, kurda kuşa, herhangi bir olaya bakarak uğursuzluk ve ümitsizlik manası çıkarmak İslami bir yorum sayılmaz, isabetli bir görüş olarak görülmez.

Bununla beraber, zayıf rivayetlerin kuvvetliliğini düşünerek bu ayda bela ve musibetlerin gelebileceği endişesini taşıyanlar olursa, onlar bildikleri duaları okurlar, ibadetleri yaparlar, hayır hasenatlarından geri kalmazlar. Bunda da bir mahzur söz konusu olmaz. Çünkü bu bir teşe’üm değil aksine bir tefe’ül kabul edilir. Çünkü bu yaptıklarında bir kötülük yok, iyiliğe teşvik ve uygulama vardır, diye düşünülür.

Evet, teşe’üm İslam’dan önceki cahiliye devri insanlarından kalma batıl bir anlayıştır. Mesela o günkü cahiliye devri insanları evlerinin çatısında bir baykuş öterse, evlerinin yakında harap olup, başlarına bir belanın geleceğinden korkmaya başlarlar. Özellikle elleriyle havaya saldıkları bir güvercin sağa uçarsa hayra, sola uçarsa şerre işaret kabul ederler. Safer ayının uğursuzluğuna da bu anlayış içinde inanmışlardı. Halbuki, geçmiş asırların içinde isyan ve itaatsizlikte bulunan kavimlerin başlarına Allah yangın, sel, deprem, rüzgâr gibi belalar musibetler vermişti. Bu bela ve musibetler onlara safer ayından değil, işledikleri günahlardan gelmişti. Ama onlar safer ayında uğursuzluk olduğunu iddia etmekte ısrar etmişler, günümüze kadar bu anlayışın gelmesine sebep olmuşlardır..

Hadisi şerifte “Kişinin en uğurlu ve en uğursuz organı iki çenesi arasındaki dilidir.” buyrularak, asıl uğursuzluğun, yalan yanlış sözlerle insanları yanlışa yönlendirmekte olduğuna dikkat çekilmiştir.

Nitekim safer ayında yapılan nikâhların uğursuz olduğu, bu ayda doğacak çocukların hayırsız olacağı yolundaki söylentiler de cahiliye devrindeki insanların bu türlü sözleriyle geçmiştir Müslümanlara. Bundan dolayıdır ki, bu ayda yapılan nikâhların uğursuz olduğunu iddia edenlere Hz. Aişe validemiz uyarılarda bulunarak, “Benim nikâhım da, evliliğim de bu devrede olmuştur.” diyerek bu tip batıl iddialara inanılmaması gerektiğini hatırlatmıştır insanlara.

Sözün özü: Rabb’imizin yarattığı ay ve günlerde uğursuzluk yoktur. Her ay ve günde hayır ve uğur vardır. Ay ve gün içinde hayır işleyen hayra ulaşır, şer işleyen de şerre maruz kalır. Demek sorumluluk insanın kendi davranışındadır. Ay ve günde, zaman ve mekânda değil.

Ahmed Şahin / a.sahin@zaman.com.tr

Gerçek Dost Nasıl Olur ve Gerçek Hayat Nasıl Yaşanır?

Şam’ın büyük alim ve velisi Bilal’in babası Saad, sahabedendi.

Efendimiz (sas) Hazretleri, baba Saad’ın Medine’de başını okşayarak dua etmişti. Bu duadan sonra Saad’ın oğlu Bilal’in Şam’daki manevî hayatı kısa zamanda inkişaf etmiş, ‘Şam’ın Hasan Basri’si’ diye söylenir hale gelmişti.. Şam’daki evini öğrenci yurdu haline getiren Hazret-i Bilal’in bir dost tarifi vardır. İşte bu dost tarifine bir bakalım isterseniz. Gerçek dost nasıl olurmuş bir görelim. Çünkü gerçek dosta ihtiyacımız var gerçekten de. Yetiştirdiği öğrencilerine gerçek dostu şöyle tarif ediyordu Şam’ın büyük velisi:

Her karşılaştığında senin avucuna bir altın koyan değildir gerçek dost. Her karşılaştığında senin dindarlığını bir kat daha artıran kimsedir gerçek dost!..

Bu tarifin açıklamasını da şöyle yapıyor:

– Çünkü diyor, dünyada avucuna konan bir altın, ahirette geçer akçe değildir. Ama gerçek dostunun sana kazandırdığı dindarlık, ahirette geçer akçedir. Orada seni altınların değil dindarlığın kurtarır. Öyle ise, dindarlığınızı kuvvetlendiren gerçek dostlar yetiştirin, faydaları ahirete kadar uzanan gerçek dostlar kazanın, sonra da kazandığınız böyle gerçek dostlara ömür boyu sahip çıkın, kaybetmemeye bakın!..

Ne dersiniz, bizim de her görüştüğümüzde dindarlığımızı bir kat daha kuvvetlendiren gerçek dostlara ihtiyacımız var mı? Bu konuyu bir düşünsek mi?

****

Şimdi bir de Hicri 200’de yine Şam’da vefat ettikten sonra da tasarrufu devam eden yedi büyük veliden biri olan Maruf-u Kerhi’ye bakalım. Hayatımızı değerlendirme konusunda neler anlatıyor bir de onu dinleyelim. Ariflerin kutbu Maruf-u Kerhi diyor ki:

1- Hayatımızı İslam’a hizmet ederek yaşamaya öylesine adamalıyız ki, bu sırada dünyamızı kaybetsek de üzülmemeli, kazansak da sevinmemeliyiz. Çünkü diyor, bu hayatın hedefi, dünyayı değil ahireti kazanmaktır! Ahiretini kazanan hiçbir şeyini kaybetmemiş demektir. Kaybeden ise hiçbir şeyini kazanmamış sayılmaktadır!..

2- İslam’a sadece sözle değil, halle yaşayarak da hizmet edileceğine dikkat çeken Maruf Hazretleri, bu konudaki ikazını da şöyle yapar:

-Bir kul niyetini düzeltir de ihlaslı yaşamaya yönelirse, Allah ona halle örnek olma kapısını açar, dilinden önce hali konuşur! Zaten insanı kurtaran da ‘sadece diliyle iddia ettiği değil; haliyle de ifade ettiğidir!’ Bu sebeple yaşayarak örnek olma hizmetinin önceliği hiç unutulmamalıdır!.

3- Maruf-u Kerhi, hizmet hayatı boyunca maruz kaldığı sıkıntıları tevekkül ve teslimiyetiyle yendiğini anlatırken de şu tavsiyede bulunur:

Hayatınızda Allah’a öylesine tevekkül edin ki, bütün sıkıntılarınızda dayanak ve desteğiniz yalnız Allah olsun. Kullar bundan sonra sizin desteğinize koşar.

4- Çok mütevazı yaşayan Maruf Hazretleri bir gün yol kenarına oturmuş elindeki ekmeğini yerken karşısına dikilen bir aç köpeğin gözlerini kendisine diktiğini görünce ekmeği tek başına yemekten utanır da, bir ucundan kendisi ısırır, öteki ucunu da gözünü dikmiş bekleyen aç köpeğe uzatır, birlikte yemeye başlarlar. Bu sırada uzaktan yaklaşan bir adam:

-Utanmıyor musun elindeki ekmeği köpekle birlikte yemeye, der.

-Utanmaz olur muyum der, utandığımdan dolayı tek başıma yiyemedim de onunla birlikte yemeye başladım. Şöyle sorar:

-Sen olsan utanmaz mıydın aç bir köpek karşısında iştiha ile karnını doyururken onun açlığına ilgisiz kalmaktan?

5- Hayatını İslam’a hizmete adadığından dolayı dünya malı adına hiçbir şeye sahip olmayan büyük veli, meşhur talebesi Seriyyü’s-Sakati’ye son anda vasiyetini şöyle yapar:

Vefatım kesinleşince hemen gömleğimi çıkarıp bir yoksula verin, dünyaya nasıl geldi isem ahirete de öyle gitmek istiyorum, hesabını vermek zorunda kalacağım bir gömleğim dahi olmasın üzerimde!.

– Ne dersiniz, düşünmeye değer mi bu örnekler?

Ahmed Şahin / Zaman Gazetesi

a.sahin@zaman.com.tr

İbrahim Ethem’den Gençlere “Günaha Girebilme Şartları!”

Halk arasında İbrahim Etem diye söylenen İbrahim’in babası Ethem, Belh sultanıydı. Sultan babasının yerine geçerek Belh hükümdarı olmuştu İbrahim.

Bir gün bir meçhul adamın teklifsizce sarayına girip kapının yanına oturduğunu görüp “Burası han değil, ne işin var burada?” diye çıkışınca meçhul adamın düşündüren cevaplarıyla karşılaştı.

– Senden evvel burada baban Etem vardı, ondan önce de öteki hükümdar oturuyordu. Ondan önce de bir başkası vardı. Bunların hepsi de burada bir müddet kalıp gittiler, şimdi de bir müddet kalma sırası sana geldi. Söyler misin burası yolcuların bir müddet dinlenip de gittiği han değil de nedir? Meçhul adam, “İşte benim istirahat müddetim de bitti, ben de gidiyorum.” diyerek çıkıp gözlerden kayboldu.

Belh hükümdarı İbrahim Etem, Hızır diye kabul ettiği bu meçhul zatın uyarısından sonra artık sarayını da, tahtını da terk ederek kendini tümüyle İslami hizmete verir. İmam-ı Azam gibi büyüklerden ders alarak kendini iyice yetiştirir, gençleri de yetiştirmeye başlar. İşte bu sırada gelen gencin biri İbrahim Etem’e sorularını şöyle sorar:

Nefsim beni günaha girmeye zorluyor, nefsime nasıl karşılık vereceğimi bilemiyorum, ne tavsiye edersiniz bana? der.

İbrahim Etem de kendine mahsus üslubuyla cevap verip açıklama yaparak der ki:

Önce günaha girmenin şartlarını hatırlat nefsine. Günaha girme şartlarını yerine getirebilirse günaha girebileceğini söyle, der. Genç heyecanlanır.

Günaha girmenin şartları da mı var? Öyle ise o şartları söyle de hemen yerine getireyim, der.

İbrahim Etem de anlatır günaha girmek için yerine getirilmesi gereken üç şartı.

Birincisi der, içinde günaha girme duygusu başlayınca kendisine karşı günah işleyeceğin Zat’ın mülkünden dışarıya çık, günahı orada işle! Sonra geri dönüp gel!..

– Bu mümkün mü, der genç. Her yer O’nun mülküdür. Mülkü olmayan yer yoktur ki, oraya gideyim de günahı orada işleyip döneyim!..

– Öyle ise der İbrahim, hem mülkünde oturacaksın hem de mülkün sahibine karşı gelmekten utanmayacaksın; senin gibi civanmert bir gence yakışır mı böyle saygısızlık?..

– Genç, sen ikinci şartı söyle, der. Onun mülkünün dışına çıkmam mümkün değildir.

İbrahim Etem de ikinci şartı anlatır:

– Öyle ise der, kendisine karşı günah işleyeceğin zatın verdiği rızkı da yememeye karar ver, ondan sonra ona isyana niyetlen!.. Genç, düşünmeye başlar:

– Bu da mümkün değil der. Ben Allah’ın verdiği rızkı yemeden yaşayamam ki?

– Öyleyse der İbrahim Etem, hem mülkünde oturacaksın, hem verdiği rızkı yiyeceksin hem de O’na karşı günah işlemekten utanmayacaksın, buna akıllı, insaflı civanmert bir gencin vicdanı razı olur mu?

– Olmaz, der genç. Sen üçüncü şartı söyle de bir de ona bakalım. İbrahim Etem de günah işlemenin üçüncü şartını söyler:

– İçinde günah arzusu kıpırdayınca hemen O’nun görmediği gizli bir yere git, günahı görmediği gizli bir yerde işle. Sonra geriye dönüp gel!..

– Genç, bu şartta der, öteki şartlar gibi imkânsız. O’nun görmediği bir yer var mı ki gidip günahı orada gizlice işleyeyim de sonra dönüp geleyim?.. İbrahim Etem de sözlerini şöyle bağlar:

– Öyle ise der, benim civanmert evladım, hem mülkünde oturacaksın, hem verdiği rızkı yiyeceksin hem de görmediği gizli bir yer bulamayacaksın, yine de ona karşı günah işlemeyi göze alacaksın, imanlı, insaflı, civanmert bir gence yakışır mı böylesine isyan ve itaatsizlik?

Genç, daha fazla dayanamaz, iki elini birden kaldırarak bağırmaya başlar:

– Teslim oldum ey İbrahim teslim! der. Bundan sonra nefsim beni günaha zorlayınca haykırarak diyeceğim ki:

Ey nankör nefis, utanmıyor musun, mülkünde oturduğun, verdiği rızkı yediğin, görmediği gizli bir yeri bulamadığın Zat’a karşı açıkça, alenen isyan bayrağı çekip de nankörce günah işlemeye?

Ne dersiniz? Gencin bu şartları bizim için de geçerli mi? Biz de Allah’ın mülkünde oturuyor, verdiği rızkı yiyor, günah için görmediği gizli bir yer bulamıyor muyuz? Öyle ise biz de bu genç gibi içimizden gelen bir feryatla bizi günaha zorlayan nefsimize, “utanmıyor musun” diye itiraz ederek üzerimizdeki baskısını yok etmeye çalışmalı mıyız?

 Ahmed Şahin / Zaman

1434 Hicri Yılınız Mübarek Olsun!

Yarınki Muharrem ayı ile başlayan 1434. hicri yılımızın İslam âlemine ve tüm insanlık dünyasına hayırlar getirmesini diliyor, tarihin bu en büyük ve en aziz hadisesi hicretin başlangıç ve bitişine ait bazı kısımları hatırlatan bir özet yapmakta faydalar mülahaza ediyorum.

Mekke’de miladi tarih: 622

Efendimiz (sas) Hazretleri 53 yaşında, peygamberliğinin de 13. senesindedir.

Bu müddet içinde Müslümanlara yapılan zulüm ve baskı, dayanılmaz boyutlara ulaştığından dolayı dualarla beklenen hicret izni nihayet çıkmıştır.

Bu sebeple, Muharrem ayının başında Mekke’de başlayan gizli hicretler, peşinden gelen Safer ayında da devam eder, iki ay boyunca Mekke’yi gizli ve açık terk eden mazlum müminlerin sayısı 150 aileyi geçer. Hatta Mekke’de nerede ise Efendimiz’i (sas) koruyacak kimse de kalmamış durumdadır.

Böylece kendisine inananları önceden göndererek hayatlarını emniyet altına aldıktan sonra hicret sırasının kendisine geldiğini düşünen Efendimiz (sas) Hazretleri hazırlığa başlar.

İlk hicretin başladığı Muharrem ayını takip eden Safer ayının 27’sinde evinde Hz. Ali’yi (radıyallahu anh) bırakarak gece karanlığında çevreyi sarmış bulunan silahlı müşriklerin arasından çıkıp yol arkadaşı Ebu Bekir’le buluşarak birlikte bir saatlik uzaktaki Sevr Mağarası’na ulaşıp saklanmaya muvaffak olurlar.

Üç gün boyunca kaldıkları bu mağarada yol hazırlıklarını tamamlayan Efendimiz, giren Rebiulevvel’in başında Medine’ye doğru dört kişilik bir kafile halinde yola çıkarlar. Kafilede kendilerine kılavuzluk yapacak olan Abdullah bin Ureykıt bir müşriktir! Ancak Resulüllah (sas) onu, kılavuzluğundaki bilgisine ve sözündeki sadakatine bakarak tercih etmiştir. İşinin tam ehli olan bu müşrik, verdiği söze de sadık bir insandır. Nitekim 15 günde ancak kat edilecek 450 km’lik yolu, en kısa yerlerden giderek sekiz günde Medine’nin kenarındaki Guba Mahallesi’nde tamamlar.

Bu ehliyet ve sadakatinden dolayı Efendimiz (sas) Hazretleri de müşrik Ureykıt’a ücretini ,konuştuklarından fazlasıyla ödeyerek memnuniyetini ifade eder.

15 gün kaldığı Guba’da ilk iş olarak Müslümanların bir arada toplanmalarını temin edecek bir mescid inşa ederek cemaatle namaz kılmalarını sağlar.

Guba’dan cuma günü Medine’ye doğru yol alırken gelen ayetlerle farz olan cuma namazını yolda kıldırdıktan sonra, büyük bir kafile ile nihayet hicret yolunun sonu olan Medine’ye ulaşır, bugünkü mescidin bulunduğu yerde çöken devesinin misafir olacağı evi de işaret ettiğini ifade ile en yakınındaki Halid bin Zeyd’in evine misafir olur.

Böylece 53 yaşında Rebiulevvel’in başında günde 56 km yol alarak başladığı 450 km’lik hicret yolculuğunu, Rebiulevvel’in sonlarında Medine’de tamamlamış olur.

Medine’deki on senelik hayatı boyunca İslam’ın sağlam temelini atıp muhteşem binasını inşa eden Efendimiz’in (sas) vefatından sonra yerine halife seçilen Hz. Ebu Bekir’in iki senelik görevini takiben Hz. Ömer halife seçilir. On senelik yönetiminde hep yeniliklere imza atan Hz. Ömer (ra), Medine’de meşveret meclisini toplar, Müslümanlara ait resmî bir tarih tespitine ihtiyaç olduğunu, hangi olayı tarih başlangıcı olmaya layık gördüklerini sorar.

Efendimiz’in doğumu, vefatı gibi büyük olayları tarih başlangıcı olmaya layık gördüklerini ifade edenler olursa da en ilgi çekici teklif Hazreti Ali’den gelir:

-Müslümanların İslam’ı yaşamak ve yaymak için her şeylerini Mekke’de bırakarak Medine’ye hicretlerini tarih başlangıcı olmaya layık en büyük hareket olarak görmekteyim, der.

Bu teklife meşveret meclisinden tasvip sesleri yükselerek karar kesinleşir.

Meşveret meclisinin, Hicret’in 17. yılında (M. 638) aldığı bu tarihi takvim kararını kapıda bekleyen Abdullah, Medine sokaklarında halka şöyle ilan eder:

-Ey Müslümanlar! Artık sizin de bir tarihiniz vardır. İlk hicret kafilesinin yola çıktığı Muharrem ayı birinci ay, bu ayla başlayan sene de birinci hicri sene olarak tespit edilmiştir. Muharrem ayı ile başlayan 17. hicret yılınız hayırlı, uğurlu olsun!

Abdullah’ın o günkü duasına bugün biz de gönülden ‘amin’ diyor, yarınki Muharrem ayı ile başlayan 1434. hicri yılımızın hepimize hayırlar, uğurlar getirmesini diliyoruz.

Ahmed Şahin / Zaman

Her şeyini kaybedebilirsin ama ümidini asla!..

Hepimiz bu hayat yolunun yolcusuyuz. Yine hepimiz de biliyoruz ki, hayat yolu hep düzlükte devam etmez.

Bazen önümüze yokuşlar çıkar, bazen de inişler.. Mühim olan, düzlükte iken gaflete dalmamak, yokuş ve inişlerde de ümitsizliğe düşmemek.. Bu iniş çıkışların hayat yolculuğunun imtihanları olduğunun farkında olmak.. Nitekim Rabb’imiz Ankebut Sûresi’nin ilk ayetlerinde şöyle hatırlatmaktadır bu hayat yolu imtihanlarını:

-“İnsanlar iman ettik demekle bırakılacaklar da, öncekilerin imtihan oldukları gibi imtihan olmayacaklar mı sanıyorlar?.

Madem bu hayat yolculuğunda bizden öncekiler gibi bizim de imtihana çekileceğimiz kesin.. Öyle ise bu imtihanı kazanmanın şartını bilmeliyiz ki imtihanımızı kaybetmeyelim.

-Nedir hayat yolculuğunun imtihanını kazanma şartı?

– “Zor şartlarda ümidini kaybetmemek!“.. Çünkü ümidini kaybeden kimse teşebbüs gücünü de kaybeder. Teşebbüs gücünü kaybeden kimse ise her şeyini kaybetmiş demektir. Kaybettiklerini kazanma duygusu duyamaz ki kazanma ihtimali söz konusu olsun..

Nitekim hayat yolculuğunun tüm olumsuzluklarını yaşamış yaşlı bir zat, ağlayarak gelen bir genci görünce sorar: “Neden ağlıyorsun evladım, bir felakete mi uğradın yoksa?”

-Sorma baba der, mahvoldum, dükkânım yandı, bu yetmiyormuş gibi kasadaki paralarım da yandı; bütün servetim gitti, geriye sadece ödeyeceğim borç senetleri kaldı!.

Yaşlı zat, ağlayan gencin başını okşayarak der ki:

– Bunlar ağlanacak kayıplar değildir evladım. Ben de ümidini kaybettin de onun için ağlıyorsun sandım!.

Sözlerine şöyle devam eder: Şunu unutma ki, ümidini kaybeden adam her şeyini kaybeder. Ama ümidini kaybetmeyen adam yeniden teşebbüse geçer, kaybettiklerini tümüyle yine kazanabilir. Sen ümidini kaybetme ümidini!

Evet, bütün mesele, zor şartlarda ümidini kaybetmemekte, tekrar teşebbüse geçme azmini yitirmemektedir.

Bundan dolayı: Artık iyi insan kalmadı, herkes ve her şey bozuldu.. diyerek hep ümitsizlik telkin eden bir adamı ikaz eden Peygamberimiz (sas) Hazretleri, şöyle uyarıda bulunmuştur:

-“İyi insan kalmadı, herkes ve her şey bozuldu!..” diyerek ümitsizlik telkin eden kimse iyi bilsin ki, bozulan kendisidir, herkes ve her şey değil!.

Çünkü kıyamete kadar insanların bozulanı da bulunacak bozulmayanı da.. Burada mühim olan, hangilerinin içinde bulunduğumuz, kimlerin yanında yer aldığımızdır. Biz iyilerin içinde bulunuyorsak kötülerin bize zararı olamaz, kötülerin içinde yer almışsak iyilerin bize faydası olmaz..

Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri Bağdat’ta büyük bir azim ve gayretle hizmete yöneldiği sıralarda bir gece rüyasında ümit kıran sözler duyar. Meçhul adam rüyasında der ki:

-Ey Cüneyd! İnsanlara faydalı olayım diye boşuna çırpınıyorsun. İnsanlar artık iyice bozuldu, seni dinleyecek kimse kalmadı Bağdat’ta. Koskoca şehirde Şiraz Mescidi’ndeki üç kişiden başka adam yoktur. İstersen git Şiraz Mescidi’ne bak!.

Sıkıntı ile uyanan Cüneyd-i Bağdadi, kalkıp abdest alarak doğruca Şiraz Mescidi’ne gider. Bakar ki, gerçekten de mescitte üç kişiden başka kimse yok. İçini bir ümitsizlik duygusu kaplar. Demek ki koskoca Bağdat’ta gerçekten de üç kişiden başka adam kalmamış?.. Tam o sırada yandaki namaz kılanlardan biri selam verip kulağına eğilerek şunları söyler:

– Dikkat et, şeytan sana ümitsizlik telkin ederek hizmet azmini kırmak istiyor. Bağdat Allah dostlarıyla doludur! Yeter ki sen ümidini yitirme, teşebbüs gücünü kaybetme, vazifeni yap, vazife-i ilahiye karışma!.

Bundan sonra Cüneyd-i Bağdadi, durmak yok, yola devam diyerek olanca ümit ve azmiyle yine hizmetine devam eder, dinleyenlerde de azalma değil, artmalar söz konusu olur..

Nitekim Rabb’imiz de hep ümit tebliğ etmektedir bizlere: “Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz! Çünkü Allah, tövbe edilen tüm günahları affedebilir!.” (Zümer-53)

Bundan dolayı büyüklerin ittifakla söyledikleri sözleri hep aynı olmuştur: Her şeyinizi kaybedebilirsiniz ama ümidinizi asla!.

Ahmed Şahin / Zaman