Etiket arşivi: Ahmed Şahin

Bilgi yükü taşımayan, varmasın kötülerin yanına!

739. vefat yılı münasebetiyle Hz. Mevlânâ’dan seçerek sunduğum özel ve güzel tefekkür ve tebessüm örneklerini bugün vereceğim bir diyalog örneğiyle tamamlamak istiyorum izin verirseniz.

Hz. Mevlânâ’nın bu diyalog değerlendirmesini okuduktan sonra bir daha anlıyoruz ki, yabancılarla diyaloğu ancak onları aydınlatacak bilgiye sahip olanlar yapacaktır, onların yanlış anlayışlarını verdiği doğru bilgilerle düzeltecek bilgili kimselerin görevidir diyalog.. Bilgisiz kimseler diyalogdan uzak duracak, kötülerin yakınında dahi bulunmayacaklardır.

Bundan dolayı Konya’da vaaz ederken halka yaptığı tembihlerinde hep şöyle uyarıda bulunmaktadır Hz. Mevlânâ:

Sizler iyilerin yakınında kötülerin de uzağında durun! Sakın kötülerle yüz yüze, göz göze gelip de kötülerle beraber olmayın

Ne var ki, halkı böyle kötülere karşı hep mesafeli durmaya çağıran Mevlânâ, kendisi söylediklerinin aksini yapar. Civarda ne kadar kötü bilinen kimse varsa hepsiyle de yüz yüze, göz göze diyaloğa geçip sohbet yapar, kötü bilinenlerle diyalogdan hiç geri kalmaz..

Bir gün yine kötü bilinen bir adamın dükkânında yüz yüze sohbet ettiği bir sırada dışarıdan kendisini gören cemaatten biri, öfkeyle beklemeye başlar. Maksadı, camide söyledikleriyle dışarıda yaptıklarının hesabını sormak.

Nitekim Mevlânâ kötü bilinen adamla konuşmasını tamamladıktan sonra çıkıp da yolda giderken arkasından erişen kızgın adam sorusunu şöyle sorar:

Sen değil miydin kürsüde, iyilerin yanında kötülerin de uzağında durun diyen?

Hz. Mevlânâ beklemeden cevap verir:

-Evet, bendim!

Öfkeli adam:

Öyle ise nedir bu çelişkili halin, der? Kötülerle yüz yüze, göz göze diyalogdan geri kalmamakta, onlarla beraber olmaktasın?

Mevlânâ öfkeli adamı şaşırtan cevabını şöyle verir:

Ben yetmiş iki buçuk milletle beraberim!.

Büsbütün hiddetlenen adam:

-Zaten der, sizin gibileri bizim ahlakımızı bozuyor. Kürsüde öyle konuşuyorsunuz, sokakta da böyle davranıyorsunuz. Sözünüzle özünüz bir olmuyor!.

-Ben bu sözünle de beraberim, diyen Mevlânâ şöyle devam eder:

Gül tomurcuğu çiğ düşmüşDoğru olan, sözüyle özü bir olmaktır. Kürsüde ne söylüyorsak sokakta da öyle olmaktır. Yalnız der, benim sözümle özüm birdir. Çelişki yoktur davranışlarımda..

Şöyle açıklar kendi özel durumunu:

Ben, sırtında gül yaprağı taşıyan hamal gibiyim. Vardığım yerlere gül kokusu yayarım. Onların kötü kokularından etkilenmem. Sırtında gülü bulunmayanlar kötü kokulu yerlere varmasınlar. Bastıramadıkları kötü kokuların üzerlerine sinmesine sebep olmasınlar.

Bir benzetme daha yapar:

Bizim gibilerin vardığı karanlık yerlerde bilgi şimşekleri çakar, ilim sohbetleri aydınlatır muhatapların karanlıkta kalan dünyalarını. Vardığı yerdeki insanları aydınlatacak bilgiye sahip olmayanlar, girmesinler kötülerin aydınlatamayacakları karanlık dünyalarına! Konuşmasınlar faydalı olamayacakları kötülerle..

Bu mantıklı açıklamaları büyük bir dikkatle dinleyen itirazcı adam, ayaklarının ucuna bakarak düşünmeye başlar. Neden sonra tasdik makamında başını sallayarak söylendiği duyulur:

-Demek ki der, başında bilgi yükü taşımayanlar varmasınlar kötülerin yanına. Çünkü bilgileri yoktur ki bilgisizlik kokusunu bastırsınlar, ilim, irfan nurları yoktur ki cehalet karanlıklarını aydınlatsınlar…

Değerlendirmesini şöyle sürdürür:

Şimdi anlıyorum ki der, bilgisizlere düşen, kötülerden uzak durmak, bilgi sahiplerine düşen de kötüleri kendi hallerine bırakmayıp doğruyu anlatmak. Zaten der, sorumluluk duygusu taşıyan doktorlar hastalardan uzak kalamazlar, ihtiyaç içinde inleyenleri şifalı ilaçlardan mahrum bırakamazlar..

İtirazcı adam nihayet özürle bitirdiği sözlerini şöyle bağlar:

Kötülerle yaptığınız gül kokulu diyaloğunuza itirazımdan dolayı özür dilerim! Bağışlayın bilgi yükü bulunmayanların doğru bilgi veren diyaloğunuza faydasız itirazlarını.

Ahmed Şahin / Zaman Gazetesi

Hep Birlikte “Kardeşliğimizi Koruma” Görevimiz…

İslam tarihi boyunca maneviyat büyüklerinin üzerinde en çok titredikleri konu, “Kardeşliğimizin korunması” olmuştur.

Birlik beraberliğimizin özünü teşkil eden bu kardeşliğimizin korunması konusu, halen hepimizin bir numaralı meselemiz olma özelliğini devam ettirmektedir.

Nitekim Hocaefendi de sohbetlerinde hep bu kardeşliğimizi koruma konusuna vurgu yapmış, özellikle Uhuvvet Risalesi’nden verdiği bir misalinde de “bir nizaa değmeyen!” dünyevi konuların ayrılık sebebi olmaması gerektiğine işaret ederek şu tespitleri dikkatimize sunmuştur:

Uhuvvet Risalesi’nde Üstad Hazretleri, Hâfız-ı Şirazî’den “Dünya öyle bir metâ değil ki bir nizâa değsin!.” ifadesini naklediyor. Zannediyorum hiçbirimiz “Hafız-ı Şirazi bu sözüyle mübalağa yapıyor.” diye içimizden geçirmemişizdir. Demek Hafız-ı Şirazi doğruyu söylüyor, hakikati ifade ediyor. Gerçekten de dünya öyle bir meta değil ki bir nizaa değsin de birlik beraberliğimizi bozsun!..

Öyle ise biz, bu doğruyu hayatımıza ne kadar yansıtıyor, fiilen ne kadar benimsiyoruz? Burası cayi dikkattir!..

Bunları düşününce “O hâlde ne güne okuyoruz bu kitapları, ne diye Kur’ân ve sünnetle meşgul oluyor, ne diye Nurlarla iştigal ediyoruz ki?” diye sormadan edemiyorum kendi kendime.. Şayet bu uyarılar bize bir şeyler ifade etmeyecekse, kemalat-ı insaniye adına elimizden tutup bizi Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’a ulaştırmayacaksa, niçin zamanımızı israf ediyoruz bu türlü meşguliyetlerle?..

Doğrusu, bîzarım bir nizaa değmeyen konularda bile birbirini affetmeyen kardeşlerden, bağışlamayan dostlardan. Dedi-koduya meyleden çevrelerden..

Demek bir yerde bir rehabilitasyona, davranışlarımızı yeniden gözden geçirmemize ihtiyacımız var. Kanaatimce hepimiz için geçerli bir husus bu..

Zira çok küçük şeyleri büyütüyor, dil ucuyla dahi olsa hemen gıybetlere giriveriyoruz. Böylece zihinler gıybet mülâhazasıyla kirletiliyor; gönüllerin aydınlık çehresine gıybet ziftleri akıtılıyor.

Halbuki gıybet büyük bir günahtır. Gıybet eden kimse, gıybet edilen tarafından affedilmedikçe yaptığı gıybet günahı bağışlanmaz!..

Gıybet eden, önce gıybetini yaptığı kimseye sevaplarını verecek, yetmezse onun günahlarını yüklenecek, helalleşme ancak böyle gıybetçinin iflasıyla mümkün olacaktır!. Demek ki gıybetin, gıybet yapanı iflasa sürükleyen kısımları da söz konusudur…

Mesela, insanların hüsnüzan besleyip arkasından gittiği büyük zatlar hakkında gıybetle konuşmak büyük bir günahtır. Çünkü böyle bir zatın gıybeti, arkasında olan bütün insanların hakkına girme gibi altından kalkılamayacak bir günahı netice verebilir. Demek bazı gıybetlerde sonuç bu kadar büyüktür..

Eğer temelde biz, Allah Teala’nın büyük gördüklerini büyük görüp büyük kabul etmiyorsak, neticede nice küçük mevzular gelip bu büyük meselelerin yerini alacaktır/almaktadır da!..

Hâsılı, dertliyim, üzgünüm, bîzarım mü’minlere yakışmayan tavır ve davranışlardan, ortaya konulan birlik beraberliği bozacak zaaf ve boşluklardan!..

Evet, bîzarım birbirini affetmeyen kardeşlerden, bîzarım hep kusur gören arkadaşlardan, bîzarım kardeşinin hata ve kusurlarını kaydedip, sevaplarını hiç görmezden gelenlerden!..

Şunu da ifade edeyim ki; bütün bunları, kendi heva-ü hevesime göre değil, sizin de saygı duyduğunuz kaynaklara bağlı olarak dile getirmeye çalıştım. Bu sebeple diyebilirim ki; eğer bu söylenenlere gerçekten inanıyorsak, o zaman gelin, kardeşliği zedeleyecek her türlü duygu ve düşüncenin rüyalarımıza dahi girmesine hep birlikte fırsat vermeyelim!.

Gelin bize sırtını dönenleri dahi kucaklama ahlakımıza devam edelim, Mevlânâ gibi hareket ederek, “Dövene elsiz, sövene dilsiz” olma düsturunu hayatımıza hayat kılma azmimizden geri kalmayalım!.”

Çünkü bugün ülke çapında birlik beraberliğe, dünden daha çok muhtacız!

Ahmed Şahin / a.sahin@zaman.com.tr

Köre nedir köre ne? Görenedir görene!

Maneviyat büyükleri derler ki: -Ana baba ile mazlumun duasını almaya özel bir dikkat gösterin, bedduasına uğramaktan da yine özel bir dikkatle kaçının ve hatta korkun. Çünkü bu iki dua, yani ana baba ile mazlumun duası redde uğramaz. Hem de okun yaydan çıktığı gibi çıkar ağızdan, sapmadan, gecikmeden hedefine ulaşır. Hadisler böyle tarif eder bu iki duayı.

Tarih kitapları, mazlumiyet ve mağduriyete maruz bırakılan insanların kırık gönülle yaptığı beddualarının hemen etkisini gösterdiğine ait ibretli örnekler vermekteler. Meşhur Horasan valisi Abdullah bin Tahir’in suçsuz bir adamı zindana attırdıktan sonra aldığı beddua da, bu ibretli örneklerin başında gelir. İsterseniz bu tarihi olayı okuyanlar arasına biz de girelim bugün. Bakalım bizde nasıl bir duygu meydana getirecek, mazlumun namazdan sonra kırık gönülle yaptığı bedduasının anında valiyi yatağında uyuyamaz hale getirme etkisi?

Abbasi Halifesi Me’mun zamanında (H.198-218) Horasan valisi olan Abdullah bin Tahir, aslında muhterem ve mübarek bir idareci olarak hizmetler görmüş olmasına rağmen bazen öfkesine mağlup olur, zulümlü emirler de verirmiş. Nitekim bir gece şehirde şikâyetlere sebep olan bazı başıboş kimseleri toparlayıp valinin huzuruna çıkarmak üzere önlerine katarak götüren görevliler, bir ara önlerindeki bir suçlunun sokaklardan birine dalarak kaçtığını görürler. Peşine düşen bekçiler sokakta yürüyüp giden Heratlı masum bir demirciyi de, kaçan suçlu zannederek yakalayıp suçlular arasında valinin huzuruna çıkarırlar. Geceleri halkı rahatsız eden bu suçlulara olan kızgınlığı sebebiyle ayırım yapmadan, sorma gereği duymadan emir veren vali Abdullah bin Tahir:

– Atın bu edepsizleri zindana! der. Akılları başlarına gelinceye kadar kalsınlar orada!

Böylece çoluk çocuk rızkı için çalışmaktan yorularak akşam evine dönmekte olan Heratlı masum demirci de valinin sorgusuz sualsiz emriyle suçlular arasında zindanı boylamaktan kurtulamaz. Üzerine kapatılan zindan kapısının arkasından büyük bir teessür içinde abdestini alıp namazını kıldıktan sonra kırık gönülle ellerini açarak yaptığı bedduasında der ki:

– Rabb’im, beni evimde uyutmayanları sen de evlerinde uyutma. Sabahlara kadar onlar da uyuyamasınlar yumuşak yataklarında!

O sıralarda yatağına uzanarak uyumaya başlayan vali ise, müthiş bir sarsıntı ile uyanır, bakar ki deprem filan yok. Şükürler olsun rüyaymış diyerek tekrar uzanır yatağına. Ne var ki gözünü kapar kapamaz aynı sarsıntı yine başlar. Yine fırlayıp sağa sola bakar. Derken sabahlara kadar mazlum demirci zindanda nasıl uyumazsa, onu zindana atan vali Abdullah bin Tahir de evindeki yumuşak yatağında öyle uyuyamaz…

Sabah olunca, “Birine bir zulüm mü yaptım acaba?” diyerek hapishane müdürünü çağırtıp hapishanede bir mazlum mu var yoksa, diye sorar?

Müdür, bir mahpusun sabaha kadar yaptığı bedduasını anlatır.

-Rabbim beni evimde uyutmayanları sen de evlerinde uyutma! diye beddua eden bir mazlum sesi geliyordu hapishanede, der.

– Hemen onu getirin buraya, diyen Vali, huzuruna getirttiği adamın akşam evine giden bir suçsuz demirci olduğunu öğrenince özür diler, hakkını helal etmesi için gerekli yardımlarda da bulunarak serbest bırakırken tembihini şöyle yapar:

– Bir daha böyle bir zulme maruz kalacak olursan hemen beni ara!

Ama bu hatırlatmaya demircinin cevabı düşündürücü olur:

– Neden seni arayacakmışım? Bana zulmedip sorgusuz sualsiz zindana atan sen değil misin? Ben seni değil, beni senin zulmünden kurtaranı arar, müracaatımı yine O’na yaparım. Zira O, senin evini sabahlara kadar başına sallamasaydı sen yine beni aramayacak, zulmünü sürdürmekten geri kalmayacaktın! Sözünü şöyle bağlar:

-Ama sakın bir daha böyle sorgusuz sualsiz zulüm emri verme. Çünkü bu defa evin başına sallanmakla kalmaz, güldür güldür yıkılır da enkaz altında kalmaktan kurtulamazsın!

İnsaflı valinin gözyaşlarını tutamayarak ağladığı görülür. İnsanlara ibret olması için de irşat kitaplarına bu olay böyle yazılır. Ancak buna rağmen hemen herkes bu olaydan ibret alır da zulmü bırakır mı? Hayır. Neden hayır? Çünkü olayların içindeki ikazı herkes açıkça göremez. Onun için manidar sözle derler ki: “Köre nedir köre ne? Görenedir görene!”

 Ahmed Şahin / Zaman

Hz. Mevlânâ’dan özel ve güzel örnekler!..

Bana öyle geliyor ki, içinde bulunduğumuz 739. vefat yılı münasebetiyle bir daha hatırladığımız bu özel ve güzel örnekleri, tebessümle okurken tefekkürle değerlendirecek, halka mal olması için de sohbetlerimizde zevkle anlatacağız.

Sözü uzatmadan birlikte bir daha okuyoruz bu mesaj yüklü özel ve güzel hatıraları.

*****

1) Güzel sesli bir hafız Kur’an okuyordu. Kulağına gelen bu güzel sesten etkilenen Hz. Mevlânâ da gözyaşıyla dinliyordu hafızı. Bu sırada elini ağzına kapayarak esneyen uykulu adam, Mevlânâ’nın bu gözyaşlarını görünce bir mana veremeyerek sordu:

-Efendi Hazretleri niçin ağlıyorsunuz, ağlanacak bir şey mi var ortada?

Mevlânâ uyuklayan adama anlayacağı dilden cevap verdi:

-Güzel sesli hafızlardan gelen Kur’an sesi bana, cennet kapısının açılış sesi gibi geliyor da onun için ağlıyorum..

Esnemeye devam eden adam da başını sallayarak:

-Bana da öyle cennet kapısının açılış sesi gibi geliyor bu ses, dedi. Mevlânâ küçük bir düzeltme ihtiyacı duydu:

-Aramızda ince bir fark var, dedi. Senin duyduğun ses, cennet kapısının açılış değil kapanış sesi olmalıdır. Çünkü dedi, açılış sesi gözyaşı döktürür, kapanış sesi ise uyku getirir!..

-Ne dersiniz bu da Hz. Mevlânâ’ya mahsus hem tebessüm, hem de tefekkür ettiren özel ve güzel örneklerden biri midir? Bir gaflet ve ihmal ancak bu kadar nezih ve nazik üslupla mı düzeltilir?

*****

2) Bir ara rahatsızlanan Mevlânâ, ‘Artık gitme zamanı geldi galiba.’ diye söyleniyordu. Hanımı Kerra Hatun: ‘Aman efendi ne gitmesi? Ağzını hayra aç! Dileriz Rabb’imiz daha yüzlerce sene ömür versin size.’ deyince sesini yükselten Mevlânâ şöyle ikazda bulundu:

-Hanım ne diyorsun sen? Biz firavun muyuz, Nemrut muyuz ki yüzlerce sene ömür istiyorsun bizim için? Biz şu dünya hapishanesinden Sultan-ı Enbiya’nın meclis-i münevverine davet edilmeyi her an bekliyoruz. Bu mihnet dünyasından müşteki olmayarak bekleyişimiz, karanlıkta kalan bazı gönülleri aydınlatma hizmeti ümidimizdendir. Yoksa burası yüzlerce yıl beklemeye değecek mekan değildir..

*****

3) Bilindiği üzere Hazreti Mevlânâ’yı derin ve anlaşılması güç sözleriyle etkisi altına alan Şems-i Tebrizi’den talebeleri ve halk şikâyetçi olmuş, hatta Mevlânâ’yı kendilerinden koparan yanlış fikir sahibi biri diyerek Şems-i Tebrizi’ye düşmanlık beslemeye dahi başlamışlardı. İşte böyle bir devrede Hazreti Mevlânâ talebeleriyle birlikte yolda giderken, yol kenarında önündeki koca kemiği yiyerek yavrularını emziren bir köpek görünce durur. Yanındaki talebelerine dönerek şöyle bir açıklama yapar:

-Bu yavrular der, şu koca kemiği yemeye kalksalar inci gibi ince dişleri çıtır çıtır kırılır, helak olurlar. Ancak anne güçlü dişleriyle o kocaman kemiği rahatça kırıp un ufak ederek yiyip süte çeviriyor ve yavrularına faydalı bir gıda olarak sunuyor.. İşte der, Şems’in sözleri de bana o kemik gibidir. O sözleri ancak ben hazmederim, sizleri o sözlerle ben beslerim. O halde siz Şems’in kemik gibi sözlerine değil, benim süt gibi yorumlarıma kulak verin, o sözleri benden dinleyin!..

*****

4) Bir sabah Kerra Hatun’a sorar:

-Sabah kahvaltısı hazırlamak için harekete geçmiyorsun neden acaba?

Hanımı kısık sesle cevap vermeye çalışır:

-Henüz kahvaltılık bir şey yoktur evimizde de ondan.. diyebilir.

Bu habere heyecanlanan Mevlânâ sesini yükselterek sorar:

-Hanım neye üzgün söylüyorsun böylesine hayırlı bir haberi? Demek bugün Celaleddin’in evi Peygamber (sas) evine benzemiş.. Öyle ise dur bir şükür secdesi yapayım, evim Resulullah’ın evine benzediği için..

Hemen şükür secdesine kapanan Mevlânâ başını secdeden kaldırdıktan sonra kararını şöyle açıklar:

-Hanım hiç merak etme, ben de bugün Hazreti Resulullah gibi oruca niyet ediyorum. İftara kadar bir şey hazırlaman gerekmez!

Ne dersiniz? Gerçekten de: “Büyüklerin sözleri-sözlerin büyükleri!” mi?

Ahmed Şahin / Zaman

Şarabı o içmiş, sarhoşluğu siz yapıyorsunuz!

739. Vuslat yılında düzenlenen Mevlânâ Haftası münasebetiyle dünyanın her tarafından akın edip gelen ziyaretçilerle dolup taştı yine Konya’mız. Demek ki asırlar geçer ama Mevlânâ sevgisi geçmez.

O tüm hatıralarıyla hayatımızda ve gönlümüzdedir. İşte onun unutulmaz örneklerinden bir demet sizlere. Zannederim siz de benim gibi tekrar sevgi ile okuyacak, takdirle değerlendireceksiniz bu mesaj yüklü misalleri.

1) Hz. Mevlana: Gel gel, diyordu. Putperest olsan da gel; tövbeni yüz kere bozmuş olsan da gel, diyordu. Çünkü gelenler onun meclisinde sıcak ilgi ve saygı görüyordu. Geldiklerine pişman olmuyor, mutluluk duyuyorlardı. Hatta bir daha da geriye dönme gereği de duymuyorlardı. Böylece yanlışlarından kolayca kurtuluyor, doğrularla yüz yüze buluşuyorlardı. Nitekim bir gün Hz. Mevlânâ zikir halkasına katılmış, çevresiyle birlikte zikrediyordu. Tam bu sırada bir sarhoş da dışarıdan halkaya katılıp zikretmeye başladı. Ancak sarhoş dengesini tutamıyor, yalpa yaprak yanındakilere çarpıyordu. Tutup dışarıya atmak istediler. Ama sarhoş zikir halkasından çıkmak istemeyince tartışma çıktı. Mevlânâ sordu:

-Neyi tartışıyorsunuz öyle?.

-Sarhoştur, dediler içimizden çıkarmak istiyoruz, o da çıkmak istemiyor!

Cevabı herkesi düşündürecek şekilde oldu Hz. Mevlânâ’nın:

-Demek dedi, şarabı o içmiş, sarhoşluğu siz yapıyorsunuz!.. Bunun üzerine derin bir sessizlik oldu. Sonra hep bir ağızdan zikir cümlesi oldu bu söz:

-Şarabı o içmiş, sarhoşluğu siz yapıyorsunuz!.

Hz, Mevlânâ konuyu yarım bırakmadı, sözünü şöyle tamamladı:

Düşene herkes tekme atar, bir tekme de siz atmayın!..

Ne dersiniz, bu tarihi cümleyi biz de tekrar edelim mi?

-Düşene herkes tekme atar, bir tekme de biz mi atalım?

2) Konya’da iki kişi yol kenarında ağız dalaşı yaparak tartışıyorlardı. Biri dedi ki:

-Bana bak!.. Ben öyle bir adamım ki, bana bir söylesen bin cevap alırsın!..

Oradan geçmekte olan Hz. Mevlânâ bu sözü söyleyen adamın yanına varıp çenesi altına kadar sokularak şöyle dedi:

Ben de öyle bir adamım ki, bana bin söylesen bir tane dahi cevap alamazsın!..

Bir söze bin cevap vereceğini söyleyen adam, bu defa bir tane dahi cevap veremedi…

3) Bir talebesi evlenmiş, hayata karışmıştı. Ziyaretine geldiğinde kılık kıyafetinden ihtiyaç içinde olduğunu anlamıştı. Fakat halkın içinde mahcup etmeden nasıl yardımcı olabileceğini düşünüyordu. Tam o sırada kalkıp gitmek üzere olan talebesine seslendi:

-Osman! Sen eskiden mütevazı biri idin, kalkıp giderken gelip elimi öperek giderdin!..

Osman mahcubiyetle Hz. Mevlânâ’ya doğru yönelerek yaklaşıp elini öpmek istedi. O sırada avucu içine önceden hazırladığı altınları kimsecikler görmeden Osman’ın avucu içine sıkıştırarak elini kapatan Mevlânâ, şu tembihte bulunmayı da ihmal etmedi:

Osman dedi, ben el öptürmeyi çok severim, sık sık gelip elimi öpmeni istiyorum, anlaşıldı mı?.

Osman avucu içindeki altınları sıkı sıkıya tutarak çıkıp evin yolunu tutarken bir yandan alacağı ihtiyaçlarının sevincini yaşıyor, bir yandan da bu zarif anlayış karşısında gözyaşlarını tutamıyordu..

4) Cübbesindeki düğme sallanıyordu. Hanımı Gevher Hatun, hemen oracıkta ayaküstü düğmeyi dikmek istedi. Halk arasındaki söylentiyi hatırlatarak da:

-Efendi, dedi ağzına bir çöp al da bir uğursuzluğa uğramayasın!..

Mevlânâ bu boş söylentiyi zarif bir cevapla düzeltti:

Hanım sen merak etme. Ben ağzıma çöp yerine Kulhüvellahü’yü aldım. İhlas suresi çöpten iyi korur beni.

5) Bir gün Konya çarşısında yürürken bir papaz kendisini görünce hemen ayağa kalkmış, sonra da yarıya kadar aşağıya eğilerek hürmetle selam vermişti. Bunu gören Mevlânâ ise papazdan daha aşağıya eğilerek selamına mukabele etti. Bu duruma itiraz eden bir Müslüman:

-Bir papaza da bu kadar aşağıya eğilmek olur mu? deyince şu cevabı verdi:

-Tevazuda da papazı geçmemiz gerekirdi! Geçtik elhamdülillah!

Ahmed Şahin