Etiket arşivi: Ahmet Nebil Soyer

Menderes ve Bediüzzaman

MİLLETİN VE DİNİN MENFAATLARI

Bediüzzaman yaşadığı her dönemin siyasi düşüncesinde vazgeçilmez roller ifa etmiş, yine yaşadığı her dönemde  siyasi liderlerin her zaman duruşuna ve yorumuna saygı duyduğu ve her zaman hiçbir dünyevi beklentisi olmadan, sadece ülkede dini hayatın gerektiği gibi  yaşanması ve din ve vicdan hürriyetine saygı duyulması için ikazlarda, yönlendirmelerde bulunan bir büyük gözlemci ve siyasi pratikleri yönlendiren, hiçbir dünyevi parıltıya bakmayan  öyle bir endişesi olmayan uhrevi dini bir projektördür.

Ta padişahlık döneminde Trakya’ya yapılan bir seyahate şark bölgelerini temsilen padişah tarafından çağrılan vazgeçilmez bir bakış açısıdır. O hiçbir zaman devlet ricalinin himmeti ile onların yanında yer almanın cazibesine kapılmamış, böyle suni ve değersiz bir pozisyona girmemiş, girdiği her işte de milletin ve dinin menfaatleri adına durmuş ve ikaz etmiş, yönlendirmiştir.

ŞARK VE GARBIN ORTASINDAKİ BİR MİLLETE SENTEZ

Türk siyasi tarihini okudum, batının siyaset teorisyenlerinin bizim toplumumuza uymayan fikirleri her zaman uyumsuzluklara neden olmuştur. Namık Kemal Russo, Monteskiyo, Volter, Hugo’nun fikirlerinin hayranı idi. Onlara  göre kendini ayarladı, onlar gibi olmayı arzuladı. “Türk halkı Paris halkı gibi olsaydı ben bir Ruso, Monteskiyo olabilirdim” demiştir. Kafasındaki edebiyat adamları da batının adamları idi, büyük adamdı. Ama o Bediüzzaman gibi şarkla garbın ortasında bir haritada yer alan millete göre bir sentez yapma iktidarından mahrumdu,  batılı edebiyat ve siyaset adamlarının parıltısına koşan bir kelebek gibi onların ateşinde yandı, garip ve kimsesiz bir adada hayata veda etti.

İstanbul işgal altındayken bizim büyük üdebamız aşk şiirleri söylüyordu, Bediüzzaman ise İngiliz işgalinin tesirini yıkmak ve kamuoyunu aldatan İngiliz sahteciliğini devirmek için eser neşrediyor, kefeni boynunda işgal askerlerinin dolaştığı İstanbul’da iki talebesi ile eserini dağıtıyordu.

Ne bizim acemi bahçıvanlara, ne de yaşlı çınarlara hissettiğim şu adamı tanıtamama ızdırabına ortak edemedim. Bu toplumun normlarına göre onu anlatmak için çok teçhizatlı adamlar lazım, bunu kimse anlamıyor veya anlamak istemiyor.

DOĞUDA ÜNİVERSİTE AÇMAK

Sultan Abdülhamit döneminde garip kıyafetli bir şarklı İstanbul’da nefes aldığında padişaha ilim dersi verir, bir sarayı Darülfünun yapmaya çağırır, doğuda üniversite açmak için en büyük kültür siyasetini uygular.

İşgal yıllarında işgal güçlerine, meşrutiyet döneminde meşruti düşüncenin batı kaynaklı değil Cihar-ı Yar-ı Güzin ve Nebiyy-i Zişanın ahvalinde münderiç olduğunu söylüyordu.

Cumhuriyet gelince kendi azametinde kaybolmuş devlet adamlarına ve onların başına nasıl bir cumhuriyet olmalı konusunda nasihatler etti. Anlamadılar, sonra Barla’nın dağlarına sürüldü, orada ta1956’ya kadar geçen yıllarda boş durmadı yine Türkiye’de kültürün ve siyasetin hatta sanatın yönlendirilmesi için eserler yazdı, hapishanelerin zulüm atmosferinde o yine devlet adamlarına mektuplar yazdı, onları ikaz etti. Bu tükenmez enerji adamı inanılmaz zor şartlarda görevini yaptı, velveleli ama mutlu bir ölümde sabikun kervanına katıldı.

Türk siyasi tarihinde bir büyük adam idam sehpasında arkadaşları ile hayata veda etti. O asıldığında ben küçücüktüm, babam rahmetli onların asıldıklarını gösteren bir hayat mecmuası almış eve getirmişti, annem rahmetli ben kardeşlerim hem okuduk, hem ağladık, valide o mecmuayı çeyiz sandığında bir hazine gibi bekletti, her açtığında beni yanına çağırır, biz yine ağlayarak o zulüm sahifelerine bakardık. O ezanı Arapça okutan adamdı, ellerinde bıçaklarla Anadolu’nun her yerinde insanlar ezanın tekrar Arapça okunmasını beklerken ağlaşarak kurbanlarını kestiler, o gün bir büyük bayramdı. Bu mutluluğu bu millete o adam yaşattı, o masumiyeti ve apolitik karakteri yüzünde okunan  M e n d e  r e s  denen adam.

İlkokulda Küçük ve Büyük Menderes nehirleri ile

Aydın isimleri bana tarif edilmez bir burukluk ve inşirah verirdi. Sanki o şehir Erzurum, sanki o nehirler  bizim evin önünden akardı. Bu ülkede öyle sinsi bir ihanet var ki ellerine fırsat geçse şimdi binleri asarlar, bunlar bu ülkenin ekmeğini suyunu yemiş içmişler mi acaba? Nesebi gayr-i sahih adamlar, yaldızlı şamatalı balolarda kazanılmış herifler, bu milletin ve bu dinin sahibine avdetinin önünü alamazsınız.

Sanma bu teker kalır tümsekte

Yarın elbet bizim elbet bizimdir

Gün doğmuş gün batmış ebed bizimdir.”

Zindandan Mehmed’ine yazıyordu Büyük Üstad Necip Fazıl.

Kalmadı o teker tümsekte. Bugün bizim, yarın da bizim. Bu coğrafya bizim, kabir ötesi coğrafya da bizim.

Ben ezelden beridir hür yaşadım hür yaşarım

    Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım.”

Diyor ve milletinin mizacını anlatıyor Büyük Akif.

Necip Fazıl Menderes iktidar olduğunda hastanede yatmaktadır,

Memulün fevkinde Demokrat Parti iktidar olmuştu” der.

Hem tutuklu, hem de hastanede yatmaktadır büyük şair.

Onun Bediüzzaman’ın da dikkatini çeken bu millet Müslüman’dır şeklindeki ilk beyanatı, çölde susuz kalmış o dönemin muhitine ilaç gibi gelir, hem Bediüzzaman, hem de Necip Fazıl bu konuşmadan çok hazlanırlar.

Bediüzzaman Menderes dönemindeki tehlikeli uygulamalara ve düşüncelere dikkat çeker. Birisi Halk Partisi döneminde devlet dairelerine doldurulmuş olan memurların, adeta hükümetten intikam almak gibi, halka memuriyet adı altında zulmedenleri eleştirir.

İslâmiyetin ikinci bir kanun-u esasîsi: Şu hadîs-i şeriftir.

     ‘Seyyidü’l-kavmi hadimühüm’ hakikatiyle, memuriyet bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyet ve benlik için tahakküm âleti değil… Bu zamanda terbiye-i İslâmiyenin noksaniyetiyle ve ubudiyetin zafiyetiyle benlik, enaniyet kuvvet bulmuş. Memuriyeti hizmetkârlıktan çıkarıp bir hâkimiyet ve müstebidâne bir mertebe tarzına getirdiğinden, abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi, adalet, adalet olmaz, esasiyle de bozulur. Ve hukuk-u ibad da zîr ü zeber olur. Hukuk-u ibad, hukukullah hükmüne geçmiyor ki hak olabilsin. Belki nefsanî haksızlıklara vesile olur.

    “Şimdi, Adnan Menderes gibi, “İslâmiyetin ve dînin icaplarını yerine getireceğiz” diye ve mezkûr iki kanun-u esasîye karşı muhalefet edip tam zıddına olarak iki dehşetli cereyan, gayet büyük rüşvetle halkları aldatmak ve ecnebîlerin müdahalesine yol açmak vaziyetinde hücum etmek ihtimali kuvvetlidir.” (Emirdağ, 394)

Memuriyet yanında ırkçılığın bu millete olan zararlarını anlatır.

Bediüzzaman, Menderes’i ipe gönderen Komünist ve Irkçı ittifakını hissetmiştir.

Birisi: Birinci kanun-u esasîye muhalif olarak, bir câni yüzünden kırk mâsumu kesmiş, bir köyü de yakmış. Bu derecede bir istibdad-ı mutlak, her nefsin zevkine geçecek memuriyete bir hâkimiyet suretinde rüşvet vererek, dindar hürriyetperverlere hücum ediliyor.

     “İkinci hücum da:

    İslâmiyet milliyet-i kudsiyesini bırakıp, evvelkisi gibi, bir câni yüzünden yüz mâsumun hakkını çiğneyebilen, zahiren bir milliyetçilik ve hakikatte ırkçılık damarıyla

    hem hürriyetperver dindar Demokratlara,

   hem bütün bu vatandaki yüzde yetmişi sair unsurlardan bulunanlara,

    hem hükûmet aleyhine,

    hem biçare Türkler aleyhine,

    hem Demokratın takip ettiği siyaset aleyhine çalışarak ve serseri ve enaniyetli nefislere gayet zevkli bir rüşvet olarak bir ırkçılık kardeşliği veriyor.

    O zevkli kardeşliğin içinde, o zevkli faydadan bin defa daha ziyade hakikî kardeşleri düşmanlığa çevirmek gibi acip tehlikeyi, o sarhoşluğu ile hissedemiyor.

     “Meselâ, İslâmiyet milliyetiyle 400 milyon hakikî kardeşin her gün ‘Allahümmağfirlilmüminine vel müminat’ dua-yı umumîsiyle mânevî yardım görmek yerine, ırkçılık 400 milyon mübarek kardeşleri, dört yüz serseriye ve lâubalilere yalnız dünyevî ve pek cüz’î bir menfaati için terk ettiriyor. Bu tehlike hem bu vatana, hem hükûmete, hem de dindar Demokratlara ve Türklere büyük bir tehlikedir.” (Emirdağ, 394)

ADNAN MENDERES VE DÂHİLİYE VEKİLİ

Bediüzzaman Demokrat Parti iktidarını Nur Dershane’si hizmetlerine gösterdiği anlayıştan dolayı alkışlar, onun hayatının gayesi ve hedefi o büyük okulun devamlılığıdır. “Evvelâ: Hadsiz şükür olsun ki, şimdi Ankara içinde küçük bir medrese-i Nuriye mânâsında, küçük Said’ler ve Nurun fedakârları her gece birisi bir mecmuayı okur, ötekiler ders alır gibi dinliyorlar. Bazı vakit konferans zamanında bazı mühim adamlar da iştirak ediyorlar. Bu defa Afyon gazetecisinin iftirası münasebetiyle Başvekile ve Dâhiliye Vekâletine ve Nur talebelerine bazı meb’uslar söylemiş: Adnan Menderes ile Dâhiliye Vekili pek dostâne mukabele edip haber göndermişler ki, ‘Hiç merak etmesin ve meyus olmasın.’ Ve Afyon’daki gazeteci de, ‘Ben Emirdağ’ına geleceğim ve Üstada iki dileğim var; bunları rica edeceğim ve özür dileyeceğim’ demiş. Ve bizim aleyhimizde neşredilen o gazetelerden, talebelerim yüz altmış adedini alarak imha etmişlerdir. Daha fazla yazacaktım. Rahatsızlığım dolayısıyla yazamadım ve vakit de dar olduğundan kısa kesiyorum. Umumunuza selâm.” (Emirdağ, 302)

Onun dershanesi bin yıldır gerek Avrupa’nın gerek bizim gerçekleştiremediğimiz bir büyük uygulamadır. Bütün ilimler ve fenlere dikkat çekmekle birlikte onlardan Allah’a giden kapılar o dershanelerde sağlanmış ve  sağlanmaktadır.

Bizim siyasi tarihimizde her değişen iktidar kendinden öncekine zulmeder, iktidar değişince zulüm yine devam eder. Halk partisi zamanında çok zulme maruz kalmış olan toplum, onlar gidince partinin mensuplarına zulumkar davranırlar, Bediüzzaman bu tutumları yakışık almaz tutumlar olarak yorumlar ve kardeşliği güçlendiren yorumlar yapar.

[Risale-i Nur’un vatana, millete ve

İslâmiyet’e büyük hizmetini kabul ve

takdir eden Başvekil Adnan Menderes’e

Üstadın yazdığı bir mektup.]

Bismihi Subhanehu.

     Ben çok hasta olduğum ve siyasetle alâkasız bulunduğum halde, Adnan Menderes gibi bir İslâm kahramanı ile bir sohbet etmek isterdim. Hal ve vaziyetim görüşmeye müsaade etmediği için, o surî konuşmak yerine, bu mektup benim bedelime konuşsun diye yazdım.

     “Gayet kısa birkaç esası, İslâmiyet’in bir kahramanı olan Adnan Menderes gibi dindarlara beyan ediyorum.

    Birincisi: İslâmiyet’in pek çok kanun-u esasîsinden birisi, ‘Velateziru vaziretün vizre uhra’ âyet-i kerîmesinin hakikatıdır ki, ‘Birisinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları mesul olamaz.’ Halbuki, şimdiki siyaset-i hâzırada particilik taraftarlığıyla, bir câninin yüzünden pek çok mâsumların zararına rıza gösteriliyor. Bir câninin cinayeti yüzünden taraftarları veyahut akrabaları dahi şenî gıybetler ve tezyifler edilip, bir tek cinayet yüz cinayete çevrildiğinden, gayet dehşetli bir kin ve adaveti damarlara dokundurup kin ve garaza ve mukabele-i bilmisile mecbur ediliyor. Bu ise, hayat-ı içtimaiyeyi tamamen zîr ü zeber eden bir zehirdir. Ve hariçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamaktır.

                                 TEHLİKEYE KARŞI TEK ÇARE İSLAM KARDEŞLİĞİ

    İran ve Mısır’daki hissedilen hadise ve buhranlar bu esastan ileri geldiği anlaşılıyor. Fakat onlar burası gibi değil; bize nisbeten pek hafif, yüzde bir nispetindedir. Allah etmesin, bu hal bizde olsa pek dehşetli olur. Bu tehlikeye karşı çare-i yegâne: Uhuvvet-i İslâmiyeyi ve esas İslâmiyet milliyetini o kuvvetin temel taşı yapıp, mâsumları himaye için, cânilerin cinayetlerini kendilerine münhasır bırakmak lâzımdır.

    Hem, emniyetin ve âsâyişin temel taşı yine bu kanun-u esâsîden geliyor. Meselâ, bir hanede veya bir gemide bir mâsum ile on câni bulunsa, hakikî adaletle ve emniyet ve âsâyiş düstur-u esasîsi ile o mâsumu kurtarıp tehlikeye atmamak için, gemiye ve haneye ilişmemek lâzım, tâ ki mâsum çıkıncaya kadar.

    İşte bu kanun-u esasî-i Kur’ânî hükmünce âsâyiş ve emniyet-i dahiliyeye ilişmek, on câni yüzünden doksan mâsumu tehlikeye atmak, gazab-ı İlâhînin celbine vesile olur. Madem Cenab-ı Hak, bu tehlikeli zamanda bir kısım hakikî dindarların başa geçmesine yol açmış, Kur’ân-ı Hakîmin bu kanun-u esasîsini kendilerine bir nokta-i istinad ve onlara garazkârlık edenlere karşı siper yapmak lâzım geldiğini, zaman ihtar ediyor.” (Emirdağ, 393)

ZULMÜ  KİM YAPARSA YAPSIN ZULÜMDÜR

Bediüzzaman Menderes’i İslam kahramanı, vatana ve millete büyük faydası olan bir insan olarak yorumlar. Ama zulümler yapılmaktadır, buna da bir reçete ile cevap vermiş olur. O dönemde Ahmet Kutsi Tecer Paris’te kültür ataşesidir, o görevden alınır, Galatasaray Lisesi ortaokuluna hoca yapılır. Bu ve bunun gibi zulümler de olmuştur. Bediüzzaman her zaman dengeli düşünen, hiçbir zaman tarafgirliğin suyuna akmayan bir büyük insandır. Zulüm her zaman, her yerde kim yapar yapsın  zulümdür.

Bediüzzaman ırkçıların Menderes iktidarını devirmek için yaptıklarını nazara vererek onun dikkatli olmasını ister. Partinin siyasi bağnazlıkla tarafgirliklerden ve millet arasındaki İslami uhuvveti sarsan şeylerden uzak olmasını söyler.

“Meselâ, İslâmiyet milliyetiyle 400 milyon hakikî kardeşin her gün “Allahümmağfirlil müminine velmüminat”  dua-yı umumîsiyle mânevî yardım görmek yerine, ırkçılık 400 milyon mübarek kardeşleri, dört yüz serseriye ve lâubalilere yalnız dünyevî ve pek cüz’î bir menfaati için terk ettiriyor. Bu tehlike hem bu vatana, hem hükûmete, hem de dindar Demokratlara ve Türklere büyük bir tehlikedir. Ve öyle yapanlar da hakikî Türk değillerdir. Necip Türkler böyle hatâdan çekinirler.      VATAN VE MİLLETE TELAFİ EDİLMEYECEK BİR TEHLİKE

Bu iki taife her şeyden istifadeye çalışıp dindar Demokratları devirmeye çalıştıkları ve çalıştırıldıkları, meydandaki âsar ile tahakkuk ediyor.

     Bu acip tahribata ve bu iki kuvvetli muarızlara karşı, kırk Sahabe ile dünyanın kırk devletine karşı meydan-ı muarazaya çıkan ve galebe eden ve bin dört yüz sene zarfında ve her asırda üç yüz dört yüz milyon şakirdi bulunan hakikat-i Kur’âniyenin sarsılmaz kuvvetine dayanmak

    ve onun içindeki dünyevî ve uhrevî saâdet-i ebediyenin zevklerine medar o câzibedar hakikatle beraber nokta-i istinad yapmak,

    o mezkûr muarızlarınıza ve hem dâhil ve hariçteki düşmanlarınıza karşı en lâzım ve elzem ve zarurî bir çâre-i yegânedir.

   Yoksa o insafsız dâhilî ve haricî düşmanlarınız sizin bir cinayetinizi binler yapıp ve eskilerin de cinayetlerini ilâve ederek başkaların başına yükledikleri gibi, size de yükleyecekler. Hem size, hem vatana, hem millete telâfi edilmeyecek bir tehlike olur.

    “Cenab-ı Hak sizleri İslâmiyet lehindeki hizmetlerinizde muvaffak ve mezkûr tehlikelerden muhafaza eylesin diye ben ve Nurcu kardeşlerimiz, yapacağınız hizmete ve mezkûr hakikati kabul etmenize mukabil dua etmeye karar vereceğiz.

             DAHİLDEKİ ADAVETİ UNUTMAK VE TAM TESANÜT ETMEK

Üçüncüsü: İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyeye dair bir kanun-u esasîsi dahi, bu hadis-i şerifin,”Elmüminü lilmümini kelbünyanil mersusi yeşüddü badühü baden.”  hakikatıdır. Yani, hariçteki düşmanların tecavüzlerine karşı, dâhildeki adâveti unutmak ve tam tesanüt etmektir.

Hattâ en bedevî tâifeler dahi bu kanun-u esasînin menfaatini anlamışlar ki, hariçte bir düşman çıktığı vakit, o taife birbirinin babasını, kardeşini öldürdükleri halde, o dâhildeki düşmanlığı unutup, hariçteki düşman def oluncaya kadar tesanüt ettikleri halde; binler teessüflerle deriz ki, benlikten, hodfuruşluktan, gururdan ve gaddar siyasetten gelen dâhildeki tarafgirane fikriyle, kendi tarafına şeytan yardım etse rahmet okutacak.. muhalifine melek yardım etse lânet edecek gibi hadisatlar görünüyor.

Hattâ bir sâlih âlim, fikr-i siyasîsine muhalif bir büyük sâlih âlimi tekfir derecesinde gıybet ettiği ve İslâmiyet aleyhinde bir zındığı, onun fikrine uygun ve taraftar olduğu için hararetle senâ ettiğini gördüm. Ve şeytandan kaçar gibi, otuz beş seneden beri siyaseti terk ettim.

ZULME RIZA ZULÜMDÜR

   “Hem şimdi birisi, hem Ramazan-ı Şerife, hem şeâir-i İslâmiyeye, hem bu dindar millete büyük bir cinayeti yaptığı vakit muhaliflerinin onun o vaziyeti hoşlarına gittiği görüldü. Hâlbuki küfre rıza küfür olduğu gibi; dalâlete, fıska, zulme rıza da fısktır, zulümdür, dalâlettir. Bu acip halin sırrını gördüm ki, kendilerini millet nazarında ettikleri cinayetlerinden mâzur göstermek damarıyla muhaliflerini kendilerinden daha dinsiz, daha câni görmek ve göstermek istiyorlar. İşte bu çeşit dehşetli haksızlıkların neticeleri pek tehlikeli olduğu gibi, içtimaî ahlâkı da zîr ü zeber edip bu vatan ve millete ve hâkimiyet-i İslâmiyeye büyük bir suikast hükmündedir.

   “Daha yazacaktım, fakat bu üç nokta-i esasiyeyi şimdilik dindar hürriyetperverlere beyan etmekle iktifa ediyorum.” Said Nursî (Emirdağ, 395)

Bu yorumlar her zaman değerini koruyan genel hükümler ve din kardeşliği ölçüleridir. Bediüzzaman siyasetin halkı birbirine düşüren uygulamalardan uzak olmasını temenni eder.

PAKİSTANLI BİR NUR TALEBESİNİN YORUMU

Risale-i Nur’ların basılmasının serbest olmasını Menderes iktidarının bu serbestîyi vermesini bir Pakistanlı nur talebesi yorumlar. Bugün gerçekleşen bütün âlem-i İslamda nurların okunmasının faydalarını ta o günden bu Sabir isimli talebe hissetmiştir.

“Bir habere göre, Menderes hükümeti, âlem-i İslâm’ın ve dünyanın büyük mütefekkiri olan Hazret-i Üstad Said Nursî’nin çok mühim İslâmî eserleri olan Risale-i Nur’un neşri için emir vermiş. Bu haberden, Pâkistanlı din yolunda çalışan adamlar büyük bir sevinç içinde kalmıştır. Bu neşir münâsebetiyle, Hazret-i Said Nursî’yi, talebelerini ve Türk din kardeşlerimizi rûh u cânımızla tebrik eder, milleti zulüm ve istibdat ve dinsizlikten kurtaran başta Menderes olmak üzere bütün Demokratlara teşekkür ederim.

Bu hareketten dolayı, Türk milleti aleyhinde yapılan hâricî propagandalar kırılacak ve âlem-i İslâm’ın Türkiye’ye olan eski muhabbeti yeniden vücud bulacaktır. Ben bir Pakistanlı Müslüman, Türkiye’ye hiç gitmedim, Said Nursî’yi görmedim; lâkin

   İstanbul Üniversitesi Nur Talebelerinin neşrettikleri kitaplardan bâzı parçaları mütâlâa ederek, hakîki, rûhânî bir lezzet hissettim. Ve şimdi, bu uzak diyarda Nur Şâkirdi oldum.

   “Ana dilim Urduca’da yazılmış bu gibi eserler yok. Ve Nursî gibi bir din kahramanı, Hindistan ve Pakistan’da yok. Bu bir hakîkattir. Eğer bu eserler Urduca’ya tercüme edilirse, büyük İslâmî hizmetler olacağını ümit ediyoruz. Filhakîka, komünizme karşı neşriyat yoluyla mücâdele çok zarûridir. Ve Demokratlar tüzüklerinde buna yer vermiştir. İnşaallah, bu gibi İslâmî faaliyetlerle, Türklere karşı çalışan komünistler, farmasonlar ve başkaları mahvolacak ve istikbâlde Türkiye eski makamına terakkî edecek… Âmin!” (Tarihçe, 620)

DİNİN İCAPLARINI YERİNE GETİRECEĞİZ

Demokrat Parti döneminde de Nur talebeleri büsbütün rahat bırakılmazlar. Bu yüzden Demokrat Parti’li nur talebeleri hükümete tavsiyede bulunurlar:

     “Bediüzzaman gibi mübarek ve muhterem bir zatın Demokrat Partiye yaptığı yardımı kıskanan Halk Partisi ve Millet Partisi elemanları, iktidar partisi yapıyormuşçasına, çeşit çeşit bahane ve eziyet yaparak Üstadımızı Demokrat Partiden soğutmak için var kuvvetleriyle çalıştıklarına kat’î kanaatimiz gelmiş. Sizin gibi, ‘Dinin icaplarını yerine getireceğiz, din bu memleket için hiçbir tehlike teşkil etmez’ diyen bir başvekilden; vatan, millet, İslâmiyet adına partimize maddî ve manevî büyük yardımları dokunan bu mübarek Üstadımızın kitaplarının ve kendisinin tamamen serbest bırakılarak bir daha rahatsız edilmemesinin teminini saygı ve hürmetlerimizle rica ediyoruz. Demokratlar azalarından Nur Talebeleri” (Beyanat ve Tenvirler, 208)

Yusuf Ziya Arun isimli Üniversite talebesi Nur talebesi Bediüzzaman’ın bir eserinin bir iki cümle yüzünden müsadere edilmesini Halk Partisi ve Millet partisinin oyunu olarak kabul eder ve hükümeti ikaz eder. (Beyanat ve Tenvirler, 211)

Daha başka mektuplarda

Nur talebeleri Demokrat parti iktidarından gereken kolaylıkları görmediklerinden parti ile nur talebeleri arasındaki dostluğun ülke için önemli olduğu yolunda yorumlar vardır.

Bediüzzaman ve talebeleri Demokrat Parti’nin ve Menderes’in iktidarını dine ve millete faydalı olduğu için desteklemişler ama gereken yakınlığı göstermeyen yönetimi de zaman zaman ikaz etmişlerdir. Demokrat Parti’nin yıkılması da Millet Partisi ve Halk Partisinin birlikteliğinden doğmuştur.

Sayın Aydın Menderes’in dar-ı bekaya irtihali üzerine, Bediüzzaman’ın  Menderes, Demokrat Parti ilişkilerine bir göz attık. Bediüzzaman’ın dine hizmet eden siyasi liderlere verdiği önemi belirleyen bu yorumlar onun dehasının belirtileridir.

Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer

Tanıttırmak ve Sevdirmek

Bediüzzaman  Allah ile insan arasındaki iletişimin sağlanması konusuna özel bir önem verir. Bu karşılıklı ilişki  t a n ı m a k,  t a n ı t t ı r m a k, s e v m e k  ve  s e v d i r m e k  şeklinde yorumlanır.

      Allah varlığı yaratandır, mahlûkatın sahibidir. Bununla kalmaz, kendini insanlara tanıttırmak için bir dizi eylem sunar onlara. Bediüzzaman bu eylemleri eserlerinde yer yer sıralar:

    “Hem, bütün mahlûkatın yüzüne tebessüm eden bütün zînetli nebatat ve hayvanattaki tezyinat ve gösterişler, Bilbedahe, perde-i gayp arkasında bu süslü ve güzel san’atlar ile kendini tanıttırmak ve sevdirmek ve bildirmek isteyen bir Zât-ı Zülcelâlin vücûb-u vücuduna ve vahdetine delâlet ederler. Demek eşyadaki süslü vaziyetler, gösterişli keyfiyetler, tanıttırmak ve sevdirmek sıfatlarına katiyen delâlet eder.” (Sözler 621)

                        KAİNAT ÜNİVERSİTESİ  VE KUR’AN FAKÜLTESİ

   Şu ifadeyi bir sahnelemeye  kalkalım. Bediüzzaman dünyanın en büyük sanat fakültesinde

 görmek ve

bakmak ve

yorumlamak,

 seyretmek ve

 anlam çıkarmak için okumuş.

  Nerede bu fakülte, Kur’an fakültesi ve kâinat üniversitesi. Ziynetli nebatat ve hayvanattaki tezyinat ve gösterişler. Bir üzüm bağı ve dallardan asılan üzümler, bütün meyveler ve ağaçlardaki vaziyetleri  insanlara tebessüm ediyorlar. Ziynet, tezyinat ve gösteriş, canlılara tebessüm manasına geliyor.

   Bütün güzelliklerin arkasında bize gülen bir yüz, bütün gösterişlerin arkasında bize kendini gösteren bir yüz. Cemal-i İlahi, Kemal-i Rabbani.

   Yunus Emre Hazretleri bunu nasıl yürekten hissetmiş.

    Her nereye baksam dopdolusun. Seni nere koyam benden içeri.

   O kadar manen ezici bir anlam ağırlığı var ki Yunus ve Üstad’ın, omuzlarımın üstüne çöküyor, şaşkın ve hayret içinde yüreğim mana ordularının işgaline uğruyor.

Deli Çocuk Orhan Veli!

“Deli eder insanı bu dünya

Tepeden tırnağa çiçek açmış şu ağaç”

 diyor, ağaçtan öteye gidememiş ama, güzelliklere de duyarsız kalmamış.

    Bu güzellikleri olağanüstü hisseden bir yürek Allah’ı bulamazsa “rakı şişesinde balık olmak” ister ve belediye çukurunda ölür, Orhan Veli gibi.

                              İNSAN  VE  GÜZELLİKLER  PANAYIRI

Bediüzzaman’ın keşfettiği anlama göre insan tabiat içinde bir güzellikler panayırında gezer, ona bakan bütün güzellikler ona tebessüm ederler, gülerler, o da onlara gülerek cevap verir, evet  anlam içinde insanı deli eden bir incelik var. Bediüzzaman bu gülüşlerin manasını anlatır:

   “Demek eşyadaki süslü vaziyetler, gösterişli keyfiyetler, tanıttırmak ve sevdirmek sıfatlarına katiyen delalet eder.” Amentü tiyatrosudur, Bediüzzaman’ın gözünde âlem, her şeye bak, Allah’ım de, çünkü kâinat kitabı sana gülüyor, O’nun adına.

Görüntü ile görüntünün arkasındaki, güzellik ile O’nun arkasındaki ilişkiler mutasavvıfları çok meşgul etmiş, ikisin arasındaki dengeyi sağlayamadıklarından dolayı canlarından olmuş bazıları.

  Nesimi: “Sırr-ı ezel oldu aşikâra

   Âşık neylesin müdara”

    Yani güzeli görmüş ama kendini idare edemiyor, bu yüzden derisi yüzülerek idam edilmiş. Sadece güzel ile meşgul olup öteyi düşünmeyen güzelin girdabında boğulmuş, arkaya geçmeye çalışan boğulmuş, geçemeyen de boğulmuş.

Bediüzzaman güzellik ile arkasındaki Güzel arasındaki bağı iyi ayarlamış, her halükarda uyanık ve mantıklı olabilmiş. Güzellikler ve gösterişli durumlar kendini göstermek  suretiyle tanıttırmak isteyen ve sevdirmek isteyen birine delil olur. Başka bir cümlesinde şöyle der:

                                       UMUMİ  ERZAK  SOFRASI

   “Evet, kasd ve şuur ve irâdeyi gösteren bir perde-i hikmet, umum kâinatı kaplamış. Ve o perde-i hikmet üstünde lütuf ve tezyin ve tahsin ve ihsanı gösteren bir perde-i inâyet serilmiştir. Ve o müzeyyen perde-i inâyet üstünde kendini sevdirmek ve tanıttırmak, in’âm ve ikram etmek lem’alarını gösteren bir hulle-i rahmet, kâinatı içine almıştır. Ve o münevver perde-i rahmet-i âmme üstüne serilen ve terahhumu ve ihsan ve ikramı ve kemâl-i şefkat ve hüsn-ü terbiyeyi ve lütf-u Rubûbiyeti gösteren bir sofra-i erzak-ı umumiye dizilmiştir.”(Sözler 272)

   Allah’ın lütfu, süslemesi, güzelleştirmesi  ve ihsan etmesi bir inayet perdesidir. Bütün bunlara varlığın ve insanların ihtiyacı vardır. Bu inayet perdesinin üstünde bütün yukarıda sayılanlarla lütufla, süsleme ile güzelleştirme ve ihsan ile kendini tanıttırmak ve sevdirmek isteyen biri görülür.

Daha geniş bir tanıttırmak ve sevdirmek keyfiyeti de izah edilir:

   “Madem bu sanatlı ve hikmetli masnuatıyla Kendi hünerlerini ve sanatkarlığının kemalatını teşhir etmek ve şu süslü, zinetli nihayetsiz mahlukatıyla Kendini tanıttırmak ve sevdirmek ve bu lezzetli ve kıymetli hesapsız nimetleriyle Kendine teşekkür ve hamd ettirmek ve bu şefkatli ve himayetli umumi terbiye ve iaşe ile hatta ağızların en ince zevklerini ve iştihaların her nevini tatmin edecek bir surette izhar edilen Rabbani it’amlar ve ziyafetlerle Kendi rububiyetine karşı minnettarane ve müteşekkirane ve perestişkarane ibadet ettirmek ve mevsimlerin tebdili ve gece gündüzün tahvili ve ihtilafı gibi, azametli ve haşmetli tasarrufat ve icraat ve dehşetli ve hikmetli faaliyet ve hallakıyet ile Kendi uluhiyetini izhar ederek, o uluhiyetine karşı iman ve teslim ve inkıyad ve itaat ettirmek ve her vakit iyiliği ve iyileri himaye, fenalığı ve fenaları izale ve semavi tokatlarla zalimleri ve yalancıları imha etmek cihetiyle, hakkaniyet ve adaletini göstermek isteyen perde arkasında birisi var” (Mektubat 275)

    Tanıttırmak fiilinin içi gösterilir, doldurulur.

    Sanatlı ve hikmetli sanat eserleriyle kendi hünerlerini ve sanatkârlığının kemalatını teşhis ediyor, gösteriyor.

   Süslü ziynetli mahlûkatı ile kendini tanıttırıyor ve sevdiriyor.

   Lezzetli nimetleri ile kendine teşekkür ve hamd ettiriyor.

   Terbiye ve iaşe, ağızların zevklerine göre nimetleri hazırlama, minnettarane, teşekkür edercesine ve taparcasına ibadet ettirmek istiyor.

   Mevsimlerin, gece ve gündüzün değişimi gibi azametli hareketlerle ilah olduğunu ulûhiyetini  gösteriyor.

    İyilere mükâfat kötülere ceza vermesiyle hakkaniyet ve adaletini gösteriyor.

   Bütün bunlar tanıttırmak fiilinin içindeki ayrıntıdır.

   Bediüzzaman bütün bunları tevhid okumaları suretinde izah ediyor.  Yanıtla Yönlendir.

 Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer

Bedensel Lezzetlerden, Zihinsel Hazlara

İnsan bedeni hazların ve lezzetlerin deposudur

EY İNSAN RUHUNU YÜKSELT

Dinler insanın bu iki yönlülüğüne göre düzenlenmiş, adeta Allah kulunu bedensel hazların kıskacından, onların ruhu burkan ve katılaştıran yapısından kurtarmak yeni iklimlere ve ruhsal bulutlara çekmek için dinin emirlerini önüne koymuş. Varlığın taciz eden yapısından, ruhun ve mananın, dinin ve uhrevi ve rabbani ve nebevi süreklilik mevsimlerine çekerek ona; “Bak sen insansın, çık o varlığın dar hendesesinden, o hazlara boğulmuş ve esir olmuş ruhunu yükselt, yüksel ve ta ki Allah’a muhatab ol.” der.

Bediüzzaman Dokuzuncu Söz’de bu yükseltme ve yükselme denilen ruhun en büyük amalini görülmemiş bir perspektiften çizer. Neden namaz en büyük ibadettir, çünkü insanın ki varlığın en mümtaz canlısı, Allah ki âlemin mülk ve melekûtun sahibi, bizim de zihinlerimizin maliki, şu koca sema ve arzın ve bütün âlemlerin hâkimi bu ikilinin buluşması namaz merdiveni ve miracı ile gerçekleşiyor. Bir evin odalarında, çeşitli mekânlarında dünya ile farklı şekillerde münasebetlerde bulunan yiyen, içen; konuşan, niza çıkaran insan, evinden çıkar, şehrin sokaklarının hay huyu içinde kafasındaki bir hedefin peşinden gider, adeta dünyanın yarı tatlı yarı acı yapısı içinde gider gelir, birden bir semavi sada ona küçük işlerin mahiyetini anlatır.

Allahuekber, bu sada dolaşır beyninin arkasında, nefsinin, adesesinden baktığı dünyaya bu büyük çağrının yansıması ile bakar, çık bu küçük işlerin içinden senin sahibin seni çağırıyor!

O koşar bedenini Rabbi ile buluşmaya uygun şekilde hazırlar,

ağzını yıkar O’nunla konuşmak için,

kollarını yıkar O’na teslimiyetle el bağlamak için,

gözlerini yıkar O’nunla mülakat için

ayağını yıkar, O’na varmak için

üzerindeki kirleri yıkar, O’na ulaşmak için

kulaklarını yıkar, O’nun iklimini lahuti sesini duymak için

ayetlerde gizli olan sesini, Sana geldim deyip Allah’ın evine adımını atar, “Bismillahirrahmanirrahim” der, birden insandan arza, oradan arşa çıkan çok süratli bir ruh asansörüne biner, birden Rabbi ile karşı karşıya kalır. Eleri bağlı yüzü yerde, bir tekbir getirir bütün dünyayı kovar ve onlardan kaçar gibi, şimdi büyük buluşma gerçekleşmiştir.

Buluşma âlemin özüdür, toprak içine, ana rahmine yerleşen cenin gibi onun ile buluşan tohum birden âlem ile ülfet kesbeder, her şey ona koşar, onu büyütmek için, buluşma büyümek içindir, kul Rabbinin ağuş-ı nazdaranesine koşar, O’na kalbinin dertlerini, kötülerin, ilkellerin baskısından ruhuna bir dayanak arar. O’nu överek başlar, bütün nimetleri için O’na hamdeder, bütün âlemleri O’nun yönettiğini, O’na ikrar eder, her Canlının doğduğundan öldüğü güne kadar bütün isteklerini tanzim edip farklı yerlerde ve zamanlarda ona sunan Rabbinin âlemleri yönettiğini O’na anlatır, kul olduğunun sağlamasını yapar, isbat-ı vücut eder.

SEN BİZİM RABBİMİZSİN

Seni bu büyük niteliklerinle övdüm Allah’ım din günü, bütün amellerin Sana arzedildiği anda bana sahip ol, o herkesin kendi elemine gark olduğu günde bana sahip ol, mutlak hâkim sensin, ben neyim ki… Sen bizim ibadet ettiğimiz Rabbimizsin, Mabudumuzsun yalnız Sana ibadet ederiz, bunu böyle kabul et, buna bizi muvaffak kıl. Günde beş defa huzuruna gelip bütün mahlûkatın bizim adımıza çektikleri gayret ve çileleri sana tesbih olarak sunuyoruz, onların sana olan itaatini biz onlar adına senin huzuruna çıkarıyoruz. Senden başka kimden yardım isteyebiliriz. Bizi Sana gelinceye kadar bütün kötü yollardan koru, müstakim yola isal et, bizi sapık ve sana varmayan, sana ulaşmayan yollardan koru, Allah’ım.

Bütün boynunu Sana eğmiş, Senin emrine inkıyat etmiş mahlûkat gibi Sana boynumuzu eğdik, halden hale girdik, ama yere kapanıp Senin arşına en yakın kapıda Senin büyüklük ve azametini dile getirdik, Sana en yakın yerde, Senden yine istiane istedik.
Senin Habibin Senin ile buluştuğunda Sana ilettiği durumları bize lütfedip siz de Habibim gibi Bana geldiğinizde onun kullandığı kelimeleri kullanın ve bu iltifatımı fark edin, siz ve o ve Ben üçümüz ve âlem hepsi tahiyyat içinde gizli, bütün kâinat ve insanlar, bütün varlıklar, büyük kâmil insanlar, böcekler, kuşlar, tırtıllar, elmalar, meyveler, o güzelim çiçeklerin ansiklopedisi bu kelime, tahiyyat, Sana bu büyük hediyeleri sununca Sen de bize Habibinden yansıyan bir selam verdin Allah’ım yüreğim çatlamalı ama yok çıt yok.

Bu büyük buluşmanın ruhtaki tesirleri yüreği çatlatacak kadar yüce.

Akif, Necit Çöllerinden Medine’ye isimli şiirinde yıllarca Peygamber aşkı ile onun ile buluşma isteği ile tutuşan bir bedevinin ruh halini ve buluşma anını anlatır.

Büyük şair bedevinin halini anlatır, büyük buluşmanın onu nasıl yere serdiğini ifade eder.

Henüz dua ediyordum ki, “Ya Resullallah”
Nidası kükreyerek, bir kanatlı tayf-ı siyah
Basıp eşikleri tutmuş yığınla gölgelere
Süzüldü uçtaki Babü’s-Selam önünde yere
Mehib sayhası hala fezada çınlardı,
Ki yükselip yeniden yardı geçti ebadı
Düşünce Ravza-i Peygamberin ayaklarına
Sarıldı göğsüne çarpan demir kuşaklarına
Dikildi Cephe-i Didar önünde, müstağrak
Diyordu inleyerek:
Ya Nebi şu halime bak!
Nasıl ki bağrı yanar, gün kızınca sahranın
Benim de ruhumu yaktıkça yaktı hicranın
Harim-i pakine can atmak istedim durdum
Gerildi karşıma yıllarca ailem yurdum.
Tahammül et dediler… Hangi bir zamana kadar?
Ne bitmez olsa tahammül, onun da bir sonu var.
Gözümde tüttü bu, andıkça yandığım toprak;
Önümde durmadı artık, ne hanüman ne ocak…
Yıkıldı hepsi… Ben aştım diyar-ı Sudan’ı,
Üç ay Tihame deyip çiğnedim beyabanı
Kemiklerim bile yanmıştı belki Sahra’da;
Yetişmeseydin eğer, ya MUHAMMED imdada;
Eserdi kumda yüzerken serin serin nefesin
Akar sular gibi çağlardı her tarafta sesin!
İradem olduğu gündür senin iradene ram,
Bir an için bana yollarda durmak oldu haram
Bütün heyakil-i hilkatle hasbihal ettim
Leyale derdimi döktüm cibali söylettim!
Yanıp tutuşmadan aylarca yummadım gözümü…
Nücuma sor ki bu kirpikler uyku görmüş mü?
Azab-ı hecrine katlandım elli üç senedir…
Sonunda alnıma çarpan bu zalim ö r t ü nedir?
Beş altı sineyi hicran içinde inleterek,
Çıkan yüreklere hüsran mı merhamet mi gerek?
Demir nikabını kaldır m e z a r –ı p a k i n d e n
Bu hasta ruhumu artık ayırma hakinden
Nedir o meşale? Nurun mu Ya RESULLALLAH
…..
Sükun içinde bir an gcçti, sonra bir kısa ah…
Ne gördüm, oh Serilmiş zemine Sudanlı
Başında ağlayarak bir zavallı Seylalı
Öpüp üpüp kapıyor elleriyle gözlerini …

Bitince harice nakliyle gazli, tekfini
Bakia gitti şehidin vücud-ı fanisi
Harem de kaldı fakat ruh-ı cavidanisi (Safahat . 359)

Sudanlının Peygamber özlemi, Akif’in anlatım dehası ve ben fakir bir buluşmayı anlatmak istedim, bedensel lezzetlerden ruhsal ve dini hazlara çağıran büyük buluşmayı anlatarak. O Sudanlı gibi hepimize bir yürek temennisi ile…

Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer

Lezzet’in Arkeolojisi

Arkeoloji toprağın katmanlarında yatan medeniyetleri araştırır.

Anadolu’da üst üste sekiz belki dokuz medeniyet katmanı olduğu söyleniyor. Ne kadar derine inilirse o kadar farklı medeniyetlerle karşılaşılır. Manaların da böyle katmanları vardır, Bediüzzaman kelimeleri katmanlarına göre kullanıyor, herkes kazı yapma, düşünme ve zekâsı oranında manalara iniyor ve ulviyat ile meşgul oluyor.

HELAL DAİRESİ GENİŞ

    Bediüzzaman başımızın belası olan lezzet-insan ilişkilerini eserlerinde yer yer anlatır. Onun etrafında bir kâmil insan portresi oluşturur. Gayr-ı meşru lezzetler, insana çizilen meşru lezzet sınırlarını aştığı için, her zaman sınır bekçileri, sınırı aşan şahsı rahatsız eder. Allah sınırlara riayeti telkin ediyor, “sizin için hayır vardır” diyor. İnsanın manevi yapısı sınırlara göre huzurunu korur, bütün huzursuzlukların kaynağında sınırların aşılması vardır. Bediüzzaman, “helal dairesi geniştir keyfe kâfi gelir” diyor. Yani insanların keyfi de nazar-ı itibara alınmış, ama helalin geniş dairesinde. Bazen helal diye aşırı gitmek, haram olarak tavsif edilmemişse de insan eğer helaldeki aşırılığından dolayı rahatsız olmuşsa, o da haramdır. Birçok insan masumane helaldeki sınırı aştığı için, başına bir sürü musibet gelmiştir.

     Bediüzzaman gayr-ı meşru lezzetlere uzatılan ellere zehirli dikenlerin batacağını söyler. Böyle bir diken yok, ama yasak zevkler dikenlidir. “Arz sefinesi süratle yürürken, dünyanın gayr-ı meşru lezzetlerine uzatılan ellere zehirli dikenlerin batacağı düşünülsün. Binaenaleyh o zehirli dünya oklarına bakıp el uzatma, firakın elemi, telaki lezzetinden ağırdır.” (Mesnevi, 107)

   Uzatılan eller ve dünya oklarına bakma ironik olarak kullanılmış. İnsanın maneviyatı onun tesettürüdür, göz kapakları da onun örtüsü. Lezzetlere iki şekilde ulaşılır; bakarak ve elle dokunarak. Ne kadar derin bir yorum düzeni.

    Bediüzzaman lezzet ile saadet arasındaki ilişkiyi sorgular.

    Freud şairlerin kendinden önce insan ruhunun derinliklerini yakaladıklarını, bu yüzden onları kıskandığını söyler.

    Ya Bediüzzaman’ı  görseydi ne derdi? Shakespeare’e hayran olan on altı yaşında onun külliyatını bitiren bu adam Bediüzzaman’ın görse ne derdi? Bütün psikologlara, psikopatologlara, psikanalistlere gerçekten Bediüzzaman okumayı tavsiye ediyorum, bakın nasıl insan ruhunu, faaliyet alanları ile tahlil ediyor, önce şapka çıkarın sonra sırasıyla…

“Biri de dünyanın lezzetleridir. Bu ise kısmete bağlıdır. Talebinde kalâka düşer. Sürat-i zevali itibariyle aklı başında olan onları kalbine alıp kıymet vermez.” Lezzet severliği hedonizm olarak tavsif etmişler, lezzet iptilası ruhsal bozukluk ve obeziteyi getirir.

DÜNYANIN EN ZOR İŞİ  LEZZETLERİ TERK

     Dünyanın en önemli derdi, zenginler yiye yiye ölüyor, fakirler açlıktan. Aklı başında olan lezzetleri takip etmez diyor, ne akıl ölçüsü değil mi?

   Demek lezzet iptilası delilik gibi bir şey. Kalbine almak lezzetleri nasıl etkileyici bir imaj. Kalbine almak. Kelime o kadar büyük ki altında kalır insanın hazlar dünyası.
Her hâl ü kârda lezzetleri terk etmeyi örgütler.

   Herkese geçerli bir reçete.

     “Dünyanın akıbeti ne olursa olsun, lezaizi terk etmek evladır.

   Çünkü akıbetin ya saadettir, saadet ise şu fani lezaizin terkiyle olur.”

   Lezzetlerin arkasından koşar insan. Bir saadet perisi gibi arkasından çeker götürür insanı. Yalancı bir ışıkla aydınlanmış sanır insan kendini bir lezzetin arkasından giderken, ama lezzeti gasp edince yalancı ışığın arkasını yanmış bir kömür birikintisi olarak görür.

   Dünyanın en zor işidir lezzetleri terk etmek. Onun yüzünden kaybettiklerimizi görseydik, onun yüzünden kazandıklarımızı görseydik. İşte büyük insanlar lezzetler ile nasıl kavgalı, adeta en büyük düşmanları görmüşler. “Vahşi şu lokmamı teberrüken ye, Üstadım o zaten bir lokma idi, üçte birini bile yememişsin.” Bize bütün manevi hazları veren bu adamın lezzetler karşısındaki tutumudur. Lezzetler karşısında eriyen kişiliğimiz, lezzetler karşısında dağlar gibi Bediüzzaman.

    “Veya şekavettir. Ölüm ve idam intizarında bulunan bir adam sehpanın tezyin ve süslendirilmesinden zevk ve lezzet alabilir mi?

   Dünyasının akıbetini küfür saikasıyla adem-i mutlak olduğunu tevehhüm eden adam için de terk-i lezaiz evladır. Çünkü o lezaizin zevaliyle vukua gelen hususi ve mukayyet ademlerden adem-i mutlakın elim elemleri her dakika hissediliyor. Bu gibi lezzetler o elemlere galebe edemez.” (Mesnevi, 117)

HAKİKAT BİR KÖŞEDE AĞLIYOR

    İdam edilecek adamın sehpası süslenirken, adam mutlu olur mu? Ne örnek ama, ülfet balını almış götürmüş, bu dünya bizim idam sehpamız, süslediğimiz evler ve odalar, vücudumuz sehpanın süsü değil mi? Hakikatlerle aramızdaki mesafe doğruculuk ile yalancılık sınırları. Herkes kendini ne kadar yalancı olduğunu bilir. Zaman zaman kendine “yalancısın yalancı” derse ne zarar eder?

    Hakikatlerle aramıza makam lezzetleri, mide lezzetleri girdi, zavallı hakikat bir köşede ağlıyor. Kim duyar, kim işitir? Yerler sağır, gökler sağır, işin yoksa durma bağır. Allah’a görünmenin hazzını dünya ihtişamının görüntüsü aldı. Çarpılmış çarpıtılmış mutluluk.

   “Dört şey için dünyayı kesben değil, kalben terk etmek evladır.

1 -Dünyanın ömrü kısa olup süratle zeval ve guruba gider. Zevalin elemi ile visalin lezzeti, zeval buluyor.” İki zevalden zevkli olan hangisi? “Dünyanın lezaizi zehirli bala benzer. Lezzeti nispetinde elemi de vardır.”

     Lezzetleri zehirli bal gibi görmek ne kadar zor iş!

       Emma yasak lezzetlere koştu, sonra da eczanedeki zehire. Onu zehire koşturan yasak lezzetleri idi.   Anna da öyle değil mi?

   Ya Halit Ziya’nın kahramanı, ya Jülyen hep bu lezzet ile aralarındaki mesafeyi ayarlayamamaktan değil mi?

   Ya Hz. Yusuf bir an meyil ile yedi yıl hapis. Her yasak meyle yedi yıl hapis.        Lukas “roman günahtan doğdu” derken doğru söyler.

    Flober, Stendhal, Tolstoy, Halit Ziya, asıl hayatın romanı Kur’an da gizli. Flober de kim? Stendhal nerede? Ama biz o büyük kitabı hapsettik, cicili bicili muhafazalarda, raflarda, cami dolaplarında o da bizi hapsetti çirkef dünyamıza.

SERÇE KUŞU VE İNSAN

    “Seni intizar etmekte ve senin de süratle ona doğru gitmekte olduğun  k  a  b i r   dünyanın zinetli lezzetli şeylerini hediye olarak kabul etmez. Çünkü dünya ehlince güzel addedilen şey orada çirkindir.

     Düşmanlar ve haşarat-ı muzırra arasında  bir saat durmakla dost ve büyükler meclisinde senelerce durmak arasındaki muvazene, kabir ile dünya arasındaki aynı muvazenedir. Maahaza  Cenab-ı Hak da bir saatlik lezzeti terk etmeye davet ediyor ki senelerce dostlarınla beraber rahat edesin. Öyle ise kayıtlı ve kelepçeli olarak sevk edilmezden evvel Allah’ın davetine icabet et.

    Fesuphanallah  Cenab-ı Hakkın insanlara fazl ü keremi o kadar büyüktür ki insana vedia olarak verdiği malı, büyük bir semeni ile insandan satın alır, ibka ve himaye eder. Eğer insan o malı temellük edip Allah’a satmazsa büyük bir belaya düşer. Çünkü o malı uhdesine almış oluyor. Hâlbuki kudreti taahhüde kâfi gelmiyor. Çünkü arkasına alırsa beli kırılır, eliyle tutarsa kaçar tutulmaz. En nihayet meccanen fena olur gider, yalnız günahları miras kalır.” (Mesnevi, 122)

     Muzır haşereler ve düşmanlar arasında alınan lezzet, işte hayat! Kabir sonrası dostlar meclisi, tam ters dönmüş hakikat elimizde. Ya nefsine satacak insan varlığını ya da Allah’a. Birinin karşılığı esef, diğerinin karşılığı lütuf.

Dikkat büyük bir mana geliyor: “Ve keza insanın hayat-ı hayvaniyeden aldığı lezzet bir serçe kuşunun lezzeti kadar değildir. Çünkü insanda hüzün, keder korku var onda yoktur.” (Mesnevi, 214)

    Yorumsuz bir cümle. Her serçeyi gördüğünde hatırlasana!

Ebedi bir lezzeti almayı anlatır:

    “Aklı başında olan insan ne dünya umurundan kazandığına mesrur ve ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz. Zira dünya durmuyor, gidiyor. İnsan da beraber gidiyor. Sen de yolcusun. Bak ihtiyarlık şafağı kulaklarının üstünde tulu etmiştir. Başının yarısından fazlası beyaz kefene sarılmış. Vücudunda tavattun etmeye niyet eden hastalıklar ölümün keşif kollarıdır. Maahaza ebedi ömrün önündedir. O ömr-i bakide göreceğin rahat ve  l e z  z  e t   ancak bu fani ömürde say ve çalışmalarına bağlıdır. Senin o ömr-i bakiden haberin yok. Ölüm sekeratı uyandırmadan evvel uyan.” (Mesnevi, 127)

RUHLARIMIZI İNŞA EDEN KELİMELER

   Çalışmaya ne kadar özendiriyor, ebedi saadet buradaki uhrevi çalışmaya bağlı. İşte sahabe, işte Asr-ı Saadet ve Bediüzzaman! Köprünün altında suyun içinde yaralı yine ders yapar, at sırtında savaşır yine eser yazar. Ölümcül hasta yine eser yazar, Elhüccetü’z-Zehra. Bediüzzaman’dan tembellik dersi alınmaz.

Bizim lezzetlerimizi “gaflet gölgesinde, şek cephesinde” alınan lezzetlere benzetir. Mahiyeti ve sonucu düşünülmeden alınan lezzetler, Cehennemi bir azaba dönüşecektir. Lezzetin yerine ikame edilecek lezzetler neler? Rükû ve sücud ve âyâta tefekkür. (Mesnevi, 143) Bunlar yoksa yahut bunların ciddi örnekleri yoksa dünyevi lezzetlerin akrebinden kurtulmak imkânsız. Seyret, tanı âlemi, seyret nimetleri, ibadete koş. Nimetin cazibesi, ibadetin cazibesine dönüşüyor.

Bediüzzaman, nefsimizi, bizi lezzetlerin kaynağını sevmeye iten sebepleri irdeler. “Ve keza seni nefsini sevmeye sevk eden esbap:

1-      Bütün lezzetlerin mahzeni nefistir.
Vücudun merkezi ve menfaatin madeni nefistir.
İnsana en karib/yakın nefistir diyorsun. Pekâlâ, Fakat o fani lezzetlere mukabil lezaiz-i bakiyeyi veren Halik’ı daha ziyade ubudiyetle sevmek lazım değil midir?

  Nefis vücuda  merkez olduğundan muhabbete layık ise, o vücudu icad eden ve o vücudun Kayyumu olan Halik daha fazla muhabbete ubudiyete müstahak olmaz mı?

   Nefsin maden-i menfaat ve en yakın olduğu sebeb-i muhabbet olursa bütün hayırlar, rızıklar elinde bulunan ve  o nefsi yaratan Nafi, Baki ve daha karib olan daha ziyade muhabbete layık değil midir? Binaenaleyh bütün mevcudata inkısam eden muhabbetleri cem ve muhabbetin ile beraber  mahbub-ı hakiki olan Fatır-ı Hakim’e ihda etmek lazımdır.” (Mesnevi, 206)

 Bir kelimeyi tahlil ederken hiç tekrara düşmeyen ve her yönünü mülahaza eden bir yazar. Ruhlarımızı inşa eden kelimeler….

Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer

Bediüzzaman’ın Demokratik Mizacı ve Savunma ile Geçen Ömrü-2

Bediüzzaman’ın Demokratik Mizacı ve Savunma ile Geçen Ömrü-2

1935’de Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesine sevk edilir. Kendisine on bir ay, birkaç arkadaşına da beş altı ay hapis cezası verilir. Bir büyük dava adamını iltifatlara boğacakken beş on fakir adamla mahkeme eden, hangi rejimin sandalyeli ekibine karşı Bediüzzaman geriye dönüş tekniği ile İstanbul’dan Ankara’ya çağrıldığı olayları izah eder.

Bundan on iki sene evvel Ankara reisleri, İngilizlere karşı Hutuvat-ı Sitte namındaki mücadehatımı takdir edip, beni oraya istediler. Gittim. Gidişatları benim ihtiyarlık hissiyatıma uygun gelmedi.” Ankara’ya geldiğinde kırk dört yaşındadır, şimdi ise altmış yaş civarındadır. Her mahkemesi ve hayatının her safhası bir büyük sinema klasiği olacak adam. Ölene kadar adama hiç rahat yüzü göstermemişiz, ne kadar dejenere bir muhit oluşmuş, ne yapsın Bediüzzaman.

HER ZAMAN BARIŞÇI BİR YAKLAŞIM

İfade de ne kadar ihtilafları küçültmek ve basit algılamak üzerine kurulmuş, Bediüzzaman her zaman barışçı bir yaklaşımla olayları yorumlar. Rejim anlayışları, kültür ve yeni toplum anlayışları gibi azametli bir konu orta yerdeyken, sadece “ihtiyarlık hissiyatıma uygun gelmedi” der. Pireyi deve etmek gibi bir tutumu yok, olayı orada lokalize etmiş bırakmış. Büyütse ne olacak ki?

“Bizimle çalış dediler. Dedim;

Yeni Said öteki dünyaya çalışmak istiyor, sizinle çalışamaz, fakat size de ilişemez.” O günkü halini ihtiyarlar Risalesinde Yedinci Ricada izah eder, Bediüzzaman artık siyasetin her türünü her dönemini, her devrini denemiş o yoldan hakikata gidemeyeceğini anlamıştır. Bir de anlaşma noktaları yoktur, bu yüzden yolunu ayırır.

“Evet, ilişmedim ve ilişenlere de iştirak etmedim.

Çünkü ananat-ı milliye-i islamiye lehinde istimal edilebilir bir deha-yı askeriyi, anane aleyhine çevirmeye maatteessüf bir vesile oldu. Evet, ben Ankara reislerinde hususan Reis-i Cumhur’da bir deha hissettim ve dedim. Bir dehayı kuşkulandırmakla ananat aleyhine çevirmek caiz değildir. Onun için ne kadar elimden gelmişse dünyalarından çekindim, karışmadım. On üç seneden beri siyasetten çekildim, hatta bu yirmi bayramdır, bir ikisinden başka umumlarında bu gurbette kendi odamda yalnız mahbus gibi geçirdim, ta siyasete bulaşmam tevehhüm edilmesin”(Tarihçe 216)

Bütün ihtilaf noktalarını kamusal alana bir kin ve nefretten zevk alır tarzda yığmak Bediüzzaman’ın meslek ve meşrebine uygun değil. Durduk yerde cepheyi büyütüp yeni düşmanlık alanları ortaya çıkarmak onun meşrebi değil, onun kapalı geçtiği şeyleri yırtık büyütür gibi açmak marifet değil herhalde. Bediüzzaman en zaruri ve gerekli şeyleri savunmuş, durduk yerde yeni kavgalar üretmek olan klasik muhalif zihniyette bir adam değil. Desinler ki; “Kavga ediyor, ne adam yahu” dedirtecek şeylerden kaçan adam.

KEŞFİYAT VE MÜNAZARA-YI İLMİYE

Zulme ve ölüme mahkûm edilmiş bir insan, Eskişehir müdafaatında en mahrem ahvalini bile hikâye eder ta ki bir suç unsuru olmadığına hakem heyetini ikna etsin. Ne kadar korkunç bir baskı altına alındığını bu ifadelerde görür insan. Eskişehir mahkemesinin savunmalarında iddia makamının ileri sürdüklerine verdiği cevaplar, bir takım vehmiyatın, örümcek ağı mesabesindeki takıntıların cevaplanmasıdır. Eğer bu ülkenin ilimden anlayan bir büyük akademisi olsaydı Bediüzzaman’ın asıl fen ve felsefeden gelen dalalet mektebine karşı tutumları yüzünden, savunmalarından dolayı büyük akademik payeler elde etmesi gerekirdi. Ne yaptığını bilen bir insan, onun yanında ne yaptığını bilmeyen, bir yamyam yönetimi gibi kendini muaheze eden adamlara verdiği cevap, düşünce bilim ve fen tarihinde eserlerinin yerini belirlemesi açısından önemlidir. “Ve bir cürüm aleti olmak tevehhümüyle müsadere edilen risalelerimin tazammun ettiği hakaik ehl-i fen ve felsefeye ve akademi muhakkiklerine karşı isbatıma medar olmak üzere elimde bulunması lazım geleceğinden, bu keşfiyat ve münazarat-ı ilmiye üzerinde hazırlığımı tesbit etmek için tarafıma iadesini isterim” (Tarihçe 237)

Bugün bile fen ve felsefe ehline ve akademi muhakkiklerine sunulacak bir Bediüzzaman çalışması olmayan yüz yıllık davanın müntesipleri, bu tarzı çalışma ile hala da olacağı yoktur. O bulunduğu yerin farkındadır, ama onu seyredenler onu oraya koyacak çalışma mantığından haberdar değillerse kime ne söylemeli.

Eskişehir müdafaatında suçlandıklarını cevaplandırır, ama asıl mesele onun bu topraklardan çıkmış ne büyük bir deha ve ilim adamı, Kur’an ve felsefe yorumcusu, akademik dünyayı sığaya çeken biri olduğundan haberdar olmayan o günün de bugünün de ehli ilmi.

Mehmet Tanrısever’in dediği gibi: “Sevenleri cebindeki para kadar onu sevmiyorsa, kim ne yapabilir?” Bu adamın hayatını ve bakış açısını on değişik kitap veya dergi ile savunan bir akademik muhit yok, gazete yok. Bediüzzaman’ı kendinin sayıp ona garip bir tesahup ile sahiplenen sayısız insan.

RİSALE-i NURLAR EMNİYET VE ASAYİŞİ TEMİN EDERLER

Antidemokratik baskılarla eserleri ve kendi mahkûm edilmeye çalışılan bir insan kendini ve eserlerini müdafaa eder. Eserleri tılsım-ı kainatı keşfeden Kur’an-ı Hakim’in muazzam keşfini gözler önüne sermektedirler. Yüzer mesaili-i imaniyeyi keşf ve izah eden bir eser külliyesidir. Risale-i Nurlar emniyet ve asayişi temin ederler. Onu basit şeyleri savunmaya iten garip insanlar yanında o, zulmün ve hapishanenin şartlarında filozoflar ile uğraştığını söyler. “Bu Kur’an bu Müslümanların elinde varken biz onlara hakiki hâkim olamayız. Bunun kaldırılmasına ve çürütülmesine çalışmalıyız. İşte bu kâfir muannidin bu sözü otuz senedir nazarımı Avrupa feylesoflarına çevirmiş olduğundan nefsimden sonra onlar ile uğraşıyorum. Dâhiliyeye pek bakamıyorum. Ve dâhildeki kusuru Avrupa’nın hatası, ifsadıdır derim. Avrupa feylesoflarına hiddet ediyorum, onları vuruyorum. Felillahilhamd Risale-i Nur o muannit kâfirin hülyasını kırdığı gibi, maddiyyun, tabiiyyun feylesoflarını tam susturur bir vaziyete girmiştir. Dünyada hangi şekilde olursa olsun hiçbir hükümet yoktur ki kendi memleketinin böyle mübarek mahsulünü ve sarsılmaz bir maden-i kuvve-i maneviyesini yasak etsin ve naşirini mahkûm etsin. Avrupa’da rahiplerin serbestiyeti gösteriyor ki, hiçbir kanun tarik-ı dünya olanlara ve ahirete ve imana kendi kendine çalışanlara ilişmez.” (Tarihçe, 220)

Bu sözü 1935’de Eskişehir mahkemesinde sarfettiğine göre,

Bediüzzaman otuz yıldır yani 1906 yılından beri feylesofların fikirleri ile meşgul onların fikirlerinin iptaline çalışmaktadır. Elinde Kur’an’dan başka bir kitap bulunmayan insanın başında bir heyeti ilmiye, akademi, fen ve felsefi bilimler kütüphanesi vardır. Bir yandan mahkemeyi yöneten Bediüzzaman bir yandan da yazdığı eserlerinde sübut buldurduğu hakikatleri ortaya koymaktadır. İnsan anlamakta güçlük çeker. Bir kafanın içinde kaç çeşit mücadele cereyan ediyor.

Bir yandan imparatorluğun yıkımdan cumhuriyete geçiş olayları,

Kuva-yı milliye,

İstanbul’un işgali,

Anadolu birliği,

sürgün,

Barla,

Eskişehir, bir yandan mahkemelerdeki müdafaaları,

bir yandan filozoflar ve fen ehli ile ilgili zihinsel mücadeleler ve o arada ortaya çıkan büyük eserler, bu nasıl korkunç bir zihin ve zeka ve muhayyile sen gel bak da içinden çık.

Bediüzzaman’ın sürekli yalnız kalması, ferdasına kimseyi almaması onun o sıralarda ne yaptığı konusunda bir bilgimiz yok ama psikanalizlere göre kişi yalnızlığı ile doğru orantılı başarılıdır, eserlerinin dokusu belki o gece hayatlarının ve yalnızlığın verdiği zihinsel mücadelelerden doğuyordur denebilir. Kendi de bunu söylüyor; onlarla otuz yıldız mücadele ettiğini, onlara vurduğunu söylüyor, dışarıdan bakanlara göre yalnız adam, ama içinde büyük savaşların cereyan ettiği bir dünya.

Abdülhak Hamit insan zihnini yorumlarken bir beyit kullanır, mezar taşını örnek vererek.

Bu taş cebinime benzer ki aynı makberdir
Dışı sükûn ile zahir, derunu mahşerdir

Bediüzzaman’ın başı, alnı da dışarıdan sükûn ve sükûnettir ama içi bir mahşer gibi fikirlerin arenasıdır, sürekli tartışan ortaya sonuçlar çıkaran bir inanılmaz büyük zekâdır.

SAADET-İ EBEDİYENİN ANAHTARI İMAN

Eskişehir Hapishanesinde iki büyük eserinin ortaya çıktığını görüyoruz: Esma-i Sitte Risalesi ve İkinci Şua. Bu iki risale gerçekten sürekli zihni sirkülâsyonlarla meşgul olan bir zekânın, hafıza ve hayalin, ilmin sonucudur. Otuz yıldır felsefecilere vurduğunu söyleyen Bediüzzaman’ın o zihni kavgalarının sonucudur bu inanılmaz büyük eserler. Eserlerde özellikle felsefenin bozuk kısmına dönük yorum zincirleri vardır. Hapishanede görülen zulümlere dayanan Bediüzzaman’a bu eserler sabrının mükâfatı olarak sunulmuştur. Bu bahisler Eskişehir hapishanesinde onun aklına uzaktan uzağa görünmüştür. İkinci Şua’da hangi psikoloji üzerineyken yazıldığını eser sahibi eserinin başında izah eder. “On altı sene evvel Eskişehir hapishanesinde arkadaşlarımın tahliyeleriyle yalnız kaldığım bir vakitte şu Şua gayet acele, pek noksan kalemimle, sıkıntılı, rahatsızlık bir zamanda telif edildiğinden bir derece intizamsız olmakla beraber bu günlerde tashih ederken iman ve tevhid noktasında pek çok kıymettar ve kuvvetli ve ehemmiyetli gördüm” (Şualar, 5)

Özellikle bu eseri için şu ihtarda bulunur. “Bu risale benim nazarımda çok mühimdir. Çünkü içinde çok mühim ve ince olan esrar-ı imaniye inkişaf ediyor. Bu risaleyi anlayarak okuyan adam imanını kurtarır inşallah” (Şualar, 5)

Otuzuncu Lem’a için de aynı ihtara benzer bir cümle kullanır.

O eserine dikkati yine kendisi çeker: “Saadet-i ebediyenin anahtarı olan imanın kuvvetleşmesi ehemmiyeti çok azimdir. İmanın bir zerre kadar kuvveti ziyade olması bir hazinedir” (Lemalar, 340)

RİSALE-İ NUR İMAN NURUNDAN BAHSEDER

Bediüzzaman hapislerde büyük zulümlere maruz kaldığı dönemlerde sürekli ideal cumhuriyeti öne sürerek hem eleştirmenlik görevini, hem de cumhuriyet anlayışını ifade eder. “Madem hürriyetin en geniş şekli cumhuriyettir ve madem hükümet ise cumhuriyetin en serbest suretini kabul etmiştir, elbette hakiki ve kati ve reddedilmez kanaat-ı ilmiyeyi ve efkâr-ı saibeyi asayişe dokunmamak şartıyla cumhuriyetin hürriyeti, o hürriyet-i ilmiyeyi istibdat altına alamaz ve onu bir suç tanımaz. Evet, dünyada hiçbir hükümet var mıdır ki bütün bir tek kanaat-ı siyasiyede bulunsun. Haydi, farz-ı muhal olarak ben perde altında kendi kendime kanaat-ı siyasiyemi yazmışım ve bir kısım has dostlarıma göstermişim, bunda suç var diyen kanunları işitmemişim. Hâlbuki Risale-i Nur iman nurundan bahseder siyaset zulmetine sukut etmemiş ve tenezzül etmez.” (Tarihçe, 227)

Bediüzzaman sadece 1922’de neşredip birini cumhurbaşkanlığına diğerini meclise okuduğu metinde ideal cumhuriyet anlayışını anlatmış bütün ömrü boyunca bu cumhuriyet anlayışını zaman zaman gündeme getirmiş, eleştirilerinden vazgeçmemiştir.

“Hükümetin laik cumhuriyeti dini dünyadan ayırmak demek olduğunu biliyoruz. Yoksa hiçbir hatıra gelmeyen dini reddetmek ve bütün bütün dinsiz olmak demek olduğunu gayet ahmak bir dinsiz kabul eder. Evet, dünyada hiçbir millet dinsiz olarak yaşamadığı gibi, Türk milleti misüllü bütün asırlarda mümtaz olarak bütün aktar-ı cihanda nerede Türk varsa Müslüman’dır. Sair anasır-ı İslamiyenin küçük de olsa yine bir kısmı İslamiyet haricindedir. Böyle pek ciddi ve hakiki dindar ve bin sene kadar hak dininin kahraman ordusu olarak zemin yüzünde mefahir-i milliyesini milyonlar menabi-i diniye ile çakan ve kılıçlarının uçlarıyla yazan bu mübarek milleti-‘dini reddeder veya dinsiz olur’-diye itham eden yalancı dinsizler ve milliyetsizler, öyle bir cinayet işliyorlar ki Cehennemin esfel-i safilin tabakasında ceza görmeye müstahak olurlar.” (Tarihçe, 227)

İDEAL CUMHURİYET PRENSİPLERİ

Tarihte büyük zulüm gören insanlar, devlet adamları, zulümden gelen baskılardan dolayı radikal davranmışlar bütün hayatları boyunca onlara zulmeden otoritelere karşı radikal savaşlar açmışlardır. İslam dünyasındaki birçok fikir ve aksiyon adamları hep radikal mücadeleleri seçmişler, devlet cihazı ile kavga etmişlerdir. Bediüzzaman ta gençliğinden itibaren büyük anlayışsızlıklara, tarifsiz zulümlere maruz kaldığı halde ideal cumhuriyet prensiplerinden vazgeçmemiş, onları savunmuş, kendisine yapılan bed muameleleri de yine cumhuriyet prensiplerine göre eleştirmiştir. Türkiye’de yirminci yüzyılın başında kurulan radikal dini hareketler ve siyasi yapılanmaların dışında kalmış, her zaman kendisi ve talebeleri demokratik düşünceler ve partilerin arkasında yer almıştır. Eğer Türkiye’de o radikal hareketlerin içinde olsaydı bugün ülkemiz farklı bir kategorideydi, diğer İslam ülkeleri gibi krallığa benzeyen devletlerden biri gibi idare edilir, devletin bütün imkânları diktatör nitelikli kral yapılı adamların ailelerine dağıtılır, ülkeler sefalet içinde yaşarlardı.

HEP DEMOKRASİDEN YANA

Bediüzzaman’ın Cumhuriyet öncesi ve daha sonra Atatürk dönemi, CHP ve Demokrat Parti dönemlerinde hep demokrasiden yana, millet çoğunluğunun bulunduğu blokların içinde olması Türkiye’yi büyük maceralardan korumuştur. O daima, “Ben sevad-ı azama tabiiyim.” derken bir zihniyetten ziyade ümmetin çoğulluğunun içinde görünmeyi örgütlemesi ve işar etmesi Türkiye’de her dönemde demokrasinin sigortası olmuştur. Ülkenin son dönem siyasi hayatı da onun büyük çoğunluğa tabi olan siyasetine uygun tavır ortaya koymuş, ülkeyi her sınıftan insanın içinde olduğu büyük bir blok ile idare etmeyi benimsemiş olan siyaset teorisine uygun bir tavır almıştır bugünkü siyaset.

HOCA EFENDİ BARIŞÇI İNSANDIR

O demokratik eleştirel mizaçlı adam, her zaman demokrasiyi ve demokrat iktidarları takib etmiştir. Türkiye’nin bugün yaşadığı coğrafyanın bütün ülkelerinde ideal bir ülke olması onun görüşlerinin isabetinden ileri gelmektedir. Ne etnik ne de dini kayıtlı ideallerin adamı olmamış, bunu ülkenin birliğine büyük engel görmüştür.

Demirel’in “Hoca Efendi barışçı insandır, her zaman ülkenin birliğinden yanadır.” demesi de bir siyaset ustasının gördüğü ideal bir tutumdur.

DAR DÜŞÜNCELER DAR GÖRÜŞLER

O büyük bir cazibe sahibi konulara gerektiği kadar önem vermiş, asıl idealinden uzaklaşmamış ve daima o ideali doğrultusunda korkusuzca yaşamıştır. Asıl savunduğu konu felsefenin ve fennin saldırısı, müsbet diye telakki edilen ilimlerin karıştırıcılığı, dinsiz feylesoflar ve onları savunan büyük birliklerdir.

Eğer korkunuz mesleğimden ve Kur’an’a ait dellallığımdan ve kuvve-i maneviye-i imaniyemden ise ellibin nefer değil, yanlışsınız! Meslek itibariyle elli milyon kuvvetindeyim, haberiniz olsun. Çünkü Kur’an-ı Hakimin kuvvetiyle sizin dinsizleriniz dahil olduğu halde bütün Avrupa’ya meydan okuyorum. Bütün neşrettiğim envar-ı imaniye ile onların fünun-ı müsbete ve tabiat dedikleri muhkem kal’alarını zir ü zeber etmişim. Onların en büyük dinsiz feylesoflarını hayvandan aşağı düşürmüşüm. Dinsizleriniz dahi içinde bulunan bütün Avrupa toplansa Allah’ın tevfikiyle beni o mesleğimin bir meselesinden geri çeviremezler, inşaallah mağlup edemezler.” (Tarihçe, 269)

Bir ülkenin sınırlı bir insan grubunu ilgilendiren çok zaman menfaate dayanan siyaset nerede, bütün dünyayı ve felsefe, din ve fikir tarihini ilgilendiren bir büyük dava ve onun savunmacısı nerede. Onun “dar düşünceler, dar görüşler” dediği budur işte.

Sekiz yıl Kastamonu’da kalır, orada iki büyük eserini kaleme alır:

Ayetü’l-Kübra ve Münacat risaleleri. Her iki eser de seyir ve gözlem tekniğine göre kaleme alınmışlardır. Her ikisi de eşya, olay ve nesnelerin tevhid noktasında yorumlarından oluşur.

İLİMLER VE DİN ARASINDA KURULAN KÖPRÜ: MÜNACAT

Geleneksel münacat anlayışından çok farklı fenni ve ilmi bir yorum düzeni ile eşya ve olayları ilmin verileri ile tevhide bağlayan bir yorum düzeni vardır.

Ayetü’l-Kübra onun dilinde emsalsiz eserdir, Lailaheillallah hakikatını o yapıda anlatan bir tevhid yorumu yoktur. Kendinin eşsiz demesi tevhid bahsinde eserinin eşsizliğini gösterir. Bazen bir coğrafyacı, bazen bir astronomici, bazen bir tabiat bilimci, zoolog, biyolog, bazen bir fizik felsefecisi gibi konuşur. İlimler ile din arasında kurulmuş köprülerden tevhid bahrine gider. Münacat için mukaddimede tanıtıcı bilgi verir şu cümlesi eserin odağıdır: “Kâinatın bütün eczasına hikmetinin ihatasını ve ilminin şümulünü isbat eder.” (Tarihçe, 367)

Yine “yüksek meziyetleri olan bir eser” olduğunu söyler. Bediüzzaman bütün kâinatın belli başlı nesnelerini tevhid adına gözden geçirmiş ve onları tevhid adına ülfet vadilerinden kurtarıp fethetmiştir. Onun hayatı bu iki yönlü savunmalarla şekillenmiştir.

Tevhid ve ona bağlı evrensel savunmalar ve davasını mahkeme salonlarında devrin müstebitlerine karşı yaptığı savunmalar. Bu savunmalara göre bir film çevirmek onun istediği türde bir entelektüel sinemadır. Çok büyük adamlar, çok büyük paralar ve fedakârlar olması gerekir.

1943’te Denizli Ağır Ceza Mahkemesine sevkedilir. Eserlerinin beceriksiz uzmanlar tarafından tedkik edilmesine canı sıkılır; “Bu vukufsuz ehli vukuf Risale-i Nur’u tedkik edemez. Ankara’da yüksek ilmi bir ehl-i vukuf teşkil ettirilsin. Avrupa’dan feylesoflar getirilsin, eğer onlar bir suç bulurlarsa en ağır cezaya razıyım” der.( Tarihçe, 388)

DİNDAR BİR CUMHURİYETÇİ

Denizli hayatında da yine çok önceden cumhuriyetçi olduğunu savunur: “Dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım isbat eder. Hülasası şudur ki: O zaman şimdiki gibi hali bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu, ben de tanelerini karıncalara verirdim, ekmeğimi onun suyu ile yerdim. İşitenler benden soruyorlar ben de derdim; ‘Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler, o cumhuriyetperverliklerine hürmeten tanelerini karıncalara verirdim.’ Sonra dediler sen Selef-i Salihin’e muhalefet ediyorsun? Cevabımda diyordum:

Hulefa-i Raşidin her biri hem halife, hem reis-i cumhur idi. Sıddık-ı Ekber (r.a.) Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat manasız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.” (Tarihçe, 398)

Kendisine neden Mustafa Kemal ile uzlaşmadığı konusundaki bir yoruma da uzlaşmamasının faydalarını anlatır.

“Büyük memurlardan birkaç zat benden sordular ki; ‘Mustafa Kemal sana üç yüz lira maaş verip Kürdistan’a ve vilayet-i Şarkiyeye şeyh Sunusi yerine vaiz-i umumi yapmak teklifini kabul etseydin, ihtilal yüzünden kesilen yüz bin adamın hayatlarını kurtarmaya sebeb olurdun?’ dediler. Ben de onlara cevaben dedim ki; ‘Yirmişer otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma bedel yüz binler vatandaşa her birisine milyonlar sene uhrevi hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur meydana gelmezdi.” (Tarihçe, 408)

Denizli hapsinin meyvesi Meyve Risalesi’dir. Eserini tanıtır:

Zındıka ve küfr-ü mutlaka karşı Risale-i Nur’un bir müdafaanamesidir. Bu hapsimizde hakiki müdafaanamemiz dahi budur. Çünkü yalnız buna çalışıyoruz. Bu risale Denizli hapishanesinin bir meyvesi ve bir hatırası ve iki Cuma gününün mahsulüdür” (Şualar, 194)

Meyve Risalesi onbir meseleden oluşur, diğer eserlerinde olmayan bir sadelik bu eserin baş özelliğidir. Risale-i Nur’un bir özeti sayılan bu onbir meselede başka bahislerde ilmi bir üslupla anlatılan bahisler çok sade ve mahbusların dimağına kolay gelen bir bakış açısı ile anlatılmışlardır. Bediüzzaman üslubu bir değil, farklı muhataplara farklı uslublar kullanan bir büyük ediptir. Her yaş ve düşünce gurubuna göre kullandığı anlatım teknikleri ve kelimeler farklılık arzeder.

Hastalar Risalesi, ihtiyarlar Risalesi, Hanımlar Risalesi, Gençlik Rehberi, Meyve Risalesi onun en sade ve kolay anlaşılır eserleridir. Kime nasıl konuşması gerektiğini iyi bilir ve uygular.

ÂLEM-İ İSLAMI MEMNUN EDEN TÜRK MİLLETİ

Başta demiştik o her zaman hakkı doğruyu ve demokratik olanı, cumhuriyeti savunmuştur. O zulüm ve ceberut devrinde bile Parti Kâtibi Hilmi Bey’e değişmeyen dindar cumhuriyet kanununu tekrar eder, onları sığaya çeker. “Partinin kâtib-i umumisi -genel sekreteri- itibariyle size bir hakikatı beyan etmeye kendimi mecbur biliyorum. Hakikat de şudur. Senin katib-i umumisi olduğun Halk Fırka’sının millet karşısında gayet ehemmiyetli bir vazifesi var, o da şudur. Bin seneden beri Alem-i İslamiyeti kahramanlığıyla memnun eden ve vahdet-i İslamiyeyi muhafaza eden ve alem-i beşeriyetin küfr-i mutlaktan ve dalaletten şanlı bir surette kurtulmasına büyük bir vesile olan Türk Milleti ve Türkleşmiş olanların din kardeşleri eğer şimdi eski zaman gibi kahramancasına Kur’an’a ve hakaik-i imana sahip çıkmazsanız ve doğrudan doğruya hakaik-i Kur’aniyeye ve imaniyeyi tervice çalışmazsanız size katiyen haber veriyorum ve kati hüccetlerle isbat ederim ki Alem-i İslam’ın muhabbet ve uhuvveti yerine dehşetli bir nefret ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adavet ve şimdi Alem-i İslamı mahva çalışan küfr-i mutlak altındaki anarşiliğe mağlup olup Alem-i İslam’ın kalası ve şanlı ordusu olan bu Türk milletinin parça parça olmasına ve şark-i şimaliden çıkan dehşetli ejderhanın istila etmesine sebebiyet vereceksiniz .. Evet, bu milletin hamiyetperverleri, milliyetperverler her şeyden evvel bu mümtezic müttehid milliyetin can damarı hükmünde olan hakaik-i Kur’aniyeyi terbiye-i medeniye yerine ikame etmek ve düstur-ı hareket yapmakla o cereyanı durdurur inşallah.” (Tarihçe, 493)

ONLARA HAKKIMI HELAL EDİYORUM

Mecliste okunan 1922 tarihli mektuptaki fikirler aynen devam etmektedir.

Hiç boş durmaz hakkını savunur ve diyalogdan vazgeçmez. Bakanlar kuruluna, meclis başkanlığına maruzatta bulunur ve dilekçe gönderir. Üç mahkeme yirmi senelik mektuplarını ve kitaplarını ve hallerini inceden inceye tedkik etmişler yanlış bir tutum ve tavır ve ifade bulamamışlardır. Tahkir ve ihanet kastı ile resmi bir surette kendisini hiddete getirmeye çalışmanın mantıksızlığını ülkenin en yüksek siyasi temsil katlarına anlatır. Ve der: “Bana lüzumsuz evham yüzünden eziyet edenlerin yakında ölümle idam-ı ebediyeye giriftar olacaklarını düşünüp hakikaten acıyorum. Ya Rabbi onların imanını Risale-i Nur’la kurtar. İdam-ı ebedilerini sırr-ı Kur’an’la terhis tezkeresine çevir. Ben de onlara hakkımı helal ediyorum!”(Tarihçe, 518)

DİN HÜRRİYETİNİN TEMİNİ

Onun demokratik ve hakkı söyleyen mizacı Demokrat Parti iktidara geldiğinde de devam eder onlara da tavsiyelerde bulunur.

Biz nur talebeleri katiyen siyasetle iştigal etmeyiz. Bizim yegâne emelimiz memlekette din hürriyetinin hakiki surette temini dine ve din ehline ve Kur’an ehli olan Nurculara karşı çeyrek asırdan beri devam eden zulüm ve tazyikın tamamıyla bertaraf olmasıdır. Demokrat kardeşlere tavsiye ederiz. Devr-i sabıkın şeytankârane oyunlarına, hilelerine aldanmasınlar, onların düştükleri dalalete düşmesinler. Komünizme ve dine karşı tuttukları doğru yolda azimle devam etsinler.” (Tarihçe, 627)

Bütün bu zulümle geçen hayatın bitmez tükenmez savunmaların sonucu alınır.

5 Mart 1952’de Gençlik Rehberi mahkemesi ile Türkiye’de din hürriyetinin tescili yapılır. Bediüzzaman din hürriyetini bu memlekete getiren adamdır. Bugün din adına yapılan her şeyde onun mücadelesinin izleri vardır, herkes ona minnettardır.


Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer
www.risaleakademi.com