Etiket arşivi: Bediüzzaman Said Nursi

Üstadın talebelerinden sadeleştirme tepkisi

Risale-i Nur’un sadeleştirilmesi çalışmaları Bediüzzaman Said Nursi’nin talebeleri tarafından tepkiyle karşılandı.

Bediüzzaman’ın hayatta olan 8 talebesinin yaptığı açıklamada eserlerin bu şekilde yayınlanması “tahrifat” olarak nitelendi.

Açıklama, Risale-i Nur Külliyatından “Lem’alar” adlı eserin … Yayınları tarafından “sadeleştirilerek” yayınlanması üzerine kaleme alındı.

Bediüzzaman Said Nursî’nin talebelerinden Mustafa Sungur, Abdullah Yeğin, Ahmet Aytimur, Said Özdemir, Salih Özcan, Hüsnü Bayram, Abdülkadir Badıllı ve Mehmet Fırıncı tarafından imzalanan bildiride, bu durum, eserin “üslûbuna müdahale” olarak nitelendirilirdi.

Bediüzzaman’ın hayatta olan talebeleri tarafından yayınlanan bildiri aynen şöyle:

Risale-i Nur’un sadeleştirilmesi adı altında girişilen tahrifat teşebbüslerinin son olarak “sadeleştirilmiş Lem’alar” şeklinde almış olduğu merhaleler üzerine, Risale-i Nur Müellifi Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin talebeleri olarak aşağıdaki hususları umumî efkâra duyurmayı vazife biliyoruz:

1.Aziz Üstadımız hayatta iken de Risale-i Nur’un dili üzerinde bazı tasarruflar yapılması istikametinde teklif ve teşebbüsler olmuş; fakat Üstadımız Risalelerin lisanıyla oynamaya ve onu değiştirmeye hiçbir surette izin vermemiş, bu tür teklif ve teşebbüsleri kat’î bir surette reddetmiştir. Bu husus bütün Nur talebeleri tarafından gayet iyi bilinen bir hakikattir. Daha evvelki açıklamalarımızda bu hususla alâkalı olarak kâfi miktarda misal zikrettiğimizden, geçmiş beyanlarımızla iktifa ediyoruz. Arzu edenler, bu hususta, 1990 yılında neşrettiğimiz uzun mektuba müracaat edebilirler.

2. Bizzat Üstad Hazretlerinin dersinde ve hizmetinde bulunan, onun tarafından neşriyat hizmetleriyle vazifelendirilen ve kendisinin dâr-ı bekaya irtihalinden sonra da Nur’un her türlü hizmetinin mes’uliyetini bizzat Üstadın vasiyetiyle üstlenmiş bulunan talebeleri olarak bizler de, aramızda hiçbir ihtilâf olmaksızın, tam bir ittifak ve icmâ’ ile, Üstadımızın bu husustaki hassasiyetine her ne pahasına olursa olsun riayet edilmesi gerektiğine inanıyor ve bu husustaki azmimizi ifade ediyoruz.

3.Herhangi bir edip veya sanatkârın sıradan bir eseri üzerinde dahi sahibinin rızası hilâfına tasarrufta bulunmak en büyük bir saygısızlık telâkki edilirken, insanlık âlemine Risale-i Nur Külliyatı gibi, ihtivâ ettiği hakikatler kadar fevkalâde üslûbuyla da mümtaz bir eseri armağan etmiş bulunan Bediüzzaman Hazretleri gibi bir müfessir, müceddid ve mütefekkirin eserleri üzerinde kalem oynatmak ne mânâya gelir, kıyas edilsin!

4.Şimdiye kadar sadeleştirme adı altında yapılan teşebbüslerin nasıl netice verdiği meydandadır. Bunun en son nümunesinde ise, sadece kelimeleri değiştirilmekle kalmamış, bir de Üstadın cümlelerine, ifade ve üslûbuna da müdahale edilmiş ve bunun neticesinde, ortaya, ruhu çekilmiş bir ceset mesabesinde, donuk, cansız, zevksiz bir metin çıkmıştır. Mehmed Akif gibi büyük bir edip ve şaire “Victor Hugo’lar, Shakespeare’ler onun ancak talebesi olabilir” dedirten Bediüzzaman gibi bir zâtın metinleri üzerinde böyle fütursuzca kalem oynatan kimselerin bu densizliklerini hayret ve ibretle seyrediyor ve bu cür’eti nereden ve kimlerden aldıklarını merak ediyoruz.

5.Bu çeşit teşebbüslere bahane teşkil eden “Risale-i Nur’ların anlaşılmadığı” iddiasını kabul etmek de mümkün değildir. Eğer bu iddia doğru olsaydı, Risale-i Nur’lar, telifinden bu yana bir asra yakın bir zaman geçmiş olmasına rağmen, hâlâ bu kadar çok satılmaya ve milyonlarca insan tarafından tekrar tekrar okunmaya devam etmezdi. Halbuki bugün kimi yetkili, kimi de yetkisiz olarak en az bir düzine yayınevi Risale-i Nur’ları neşretmeye devam etmektedir. Dünyada başka hiçbir eserin mazhar olmadığı böyle bir rağbete Risale-i Nur’u eriştiren şey, onun anlaşılmaz oluşu mudur?

6.Risale-i Nur’un diline en uzak zannedilen gençlik arasında ise, bu eserlere karşı iştiyak her geçen gün artmakta, yurdun dört bir tarafında orta öğrenim ve üniversite gençlerinden niceleri kendilerini Nurların kucağına atmaktadırlar. Onlar bir yandan Risale-i Nur’u daha iyi anlamak için onun harikulâde lisanına vâkıf olmaya çalışırken, bir yandan da Risaleleri tercümelerinden tanıyan başka milletlere mensup insanlardan birçoğu, bu eserleri orijinal diliyle okumak için Türkçe öğrenmektedir.

7.Bugün konuşulan dil ile Risale-i Nur’un dili arasında bir mesafe olduğu muhakkaktır. Ancak buna sebep Risale-i Nur’un dilinin ağırlığı olmadığı gibi, bunun çaresi de Risale-i Nur’u bugün konuşulan dilin seviyesine indirmek değildir. Çünkü Risale-i Nur, bir asra yakın zamandan beri vicdan-ı umumînin bozulmasına yol açacak derecede tahribata uğrayan şeâir-i İslâmiyeyi tamir etmek ve yeni yetişen nesillere unutturulan hakaik-ı İlâhiyeyi ve mukaddes kelimeleri tekrar bu milletin hafızasına yerleştirmekle vazifelidir ve bu vazifesini de kendisine has lisanı ile yerine getirmekte, ilim ve irfan hayatımızdan dışlanmış bulunan mefhumları tekrar milletimize kazandırmaya çalışmaktadır. Hangi suretle ve niyetle olursa olsun onun lisanıyla oynamanın, Risale-i Nur’u bu kudsî vazifesinden alıkoymaya teşebbüs mânâsına geleceğini, her vicdan sahibi takdir edecektir.

8.Bugün geldikleri yeri ve milletimizin gözünde eriştikleri mevkii Risale-i Nur’a borçlu olanlar, Hazret-i Bediüzzaman’ın hatırasına hürmet göstermek hususunda herkesten fazla hassasiyet sahibi olması icap eden kimselerdir. Muazzez Üstadımızın “Ben bile kalem karıştıramıyorum” dediği metinlere müdahale etmek veya ettirmek, kadirşinas insanların velînimetlerine karşı şükran borcunu ödemek için ihtiyar edecekleri bir yol olmasa gerektir. Böyle teşebbüslere tevessül eden, müsamaha gösteren, destek olan veya meyil duyan kimselerin, iç âlemlerinde derin bir muhasebeye girişerek Üstadımızın şu beyanları karşısında kendi nefislerini yoklamaları, herkesten evvel kendi menfaatlerine olacaktır:

Bir şey daha kaldı, en tehlikesi odur ki: İçinizde ve ahbabınızda, bu fakir kardeşinize karşı bir kıskançlık damarı bulunmak, en tehlikelidir. Sizlerde mühim ehl-i ilim de var. Ehl-i ilmin bir kısmında, bir enaniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mütevazi de olsa, o cihette enaniyetlidir. Çabuk enaniyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da; nefsi, o ilmî enaniyeti cihetinde imtiyaz ister, kendini satmak ister, hattâ yazılan risalelere karşı muaraza ister. Kalbi risaleleri sevdiği ve aklı istihsan ettiği ve yüksek bulduğu halde; nefsi ise, enaniyet-i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir adavet besler gibi, Sözler’in kıymetlerinin tenzilini arzu eder, tâ ki kendi mahsulât-ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar gibi satılsın.

9.Muazzez Üstadımızın hizmetinde bulunan talebeleri olarak şu hususun kat’iyetle bilinmesini istiyoruz ki, Risale-i Nur yağmalanacak sahipsiz bir mal değildir; bu eserleri hedef alan her türlü tahrifat teşebbüslerine karşı, biz, Üstadımız tarafımızdan omuzumuza yüklenmiş bulunan vazifeyi, kimsenin hatırına bakmadan ve zerre kadar tereddüt göstermeden yerine getireceğiz. Hangi niyetle olursa olsun böyle teşebbüslere tevessül edenler, bu hareketlerinin Risale-i Nur’a, Müellifine ve talebelerine karşı alenen ve fütursuzca meydan okumak mânâsına geldiğini idrak etmeli, böyle bir meydan okuyuşun nasıl bir âkıbeti dâvet edeceğini düşünmeli ve eğer insaf ve idrak sahibi iseler, derhal yanlışlarından dönerek tövbe etmelidirler.

Risale-i Nur Müellifi Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin hizmetinde bulunan talebeleri

Mustafa Sungur, Abdullah Yeğin, Ahmet Aytimur, Said Özdemir, Salih Özcan, Hüsnü Bayram, Abdülkadir Badıllı, Mehmet Fırıncı.

Abdurrahman Iraz / Risale Haber

Ebu Zer ve Bediüzzaman Said Nursi, Hakperestliğin İki Büyük Kalesi

Ebu Zer, bir peygamber çıktığını duyar merakının sevkiyle Mekke’ye koşar. Hiçbir aramanın zevki, heyecanı hakkı aramak kadar etkileyici değildir.

ALLAH RESULÜ İLE BULUŞMA

Koşan elbet varır, düşen kalkar
karataştan su damla damla akar
Arayan hakkı en sonunda bulur

Kureyş’in arasında bir garip gibi dolaştı, onun ile ilgili konuşmalara heyecanla kulak kabarttı. O’nu aradığını bilselerdi öldürürlerdi, çünkü Hak çok mahdut bir insan tarafından biliniyordu. Dinlediklerinden O’nu buldu, “Işığın şemse lüzumu derecesinde peygamber Allah için gereklidir” diyen Bediüzzaman’ın ezeli tespiti mucibince Nebiler Nebisini tek başına buldu “Sabahın hayırlı olsun ey Arap kardeş dedi” Yüreği göğüs kafesini top gibi dövüyordu, karşısında çok farklı bir insan, çok farklı bir duruş vardı. Yüreğini bedenini, havfı, haşyeti, azameti sardı. O, “Selam üzerine olsun ey Kardeş “ dedi. Bir peygamber ve bir ümmet değil sıradan iki insan gibi girdiler konuya. Ebu Zer, “Söylediklerinden bir iki şiir oku” dedi. O, “O şiir değil ki sana terennüm edeyim. O Kur’an-ı Kerim’dir” diye buyurdu. Resulullah’ın fem-i mübareğinden çıkan ayetler, susuzluktun çatlamış toprağa düşen yağmur taneleri idi,kasavet kaplamış kalbi silen bir ışıktı. Hakk’ı, hak cümleleri, ayetleri duyan Ebu Zer, hemen fetret asrının karanlıklarından bir yıldırım hızıyla geçip haykırdı” Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yok! Ve yine şehadet ederim ki Muhammed O’nun kulu ve elçisidir” dedi. Hiçbir şey hidayet ile buluşmaktan daha zevkli değildir.

EN ÇOK DİKKAT EDİLECEK NOKTALAR

En tehlikeli iş hidayeti kıymetsiz bir meta gibi taşımak,
ne taşıdığını bilmemek,
ezan sesinden irkilmemek,
ayet sesine kulağı kapalı yaklaşmak,
evrenin güzelliği ile güzeller güzeli arasında irtibat kuramamak,
kendisi için hazırlanan bu evi sahibinden habersiz kullanmak,
sahibini düşünmemek.

Bunlar hidayetin kıymetini bilmemektir.

ALLAH’IN RAHMET VE HİDAYETİNİ ARAMA

Resulullah sordu (ASM) “Ey Arap kardeş kimlerdensin?” Muhatab “Gıfar’danım” diye cevap verdi. Güzeller güzelini yüzünde acı bir tebessüm oluştu, dehşet ve hayret içindeydi. Çünkü Gıfar kabilesi Mekke’nin haramileriydi, herkes onların korkusu ile yaşardı. Adları korku ile eşdeğerdi. Âleme güzellikleri tarif etmek, yaşamak, görmek ve göstermek, âlem kitabını açıklamak için gelen Hazreti Nebi( ASM) “hidayet Allah’ın elindedir, kim ona koşarsa onun olur” dedi. Güneşin pervanesi olan beşinci şahıs oldu Ebu Zer. Âlemin esrarını, insanların simyasını bilen Peygamber-i ali şan, muhatabının mizacına göre konuştu. “Şimdilik kavmine dön, bilahare emrim sana ulaşır” buyurdular.

Ebu Zer, “Nefsim kudret elinde olana yemin ederim ki Mescid-i Haram ‘da Müslüman olduğumu açıklamadıkça kavmime dönmem” Mescid-i Haram’a var gücüyle dalıyor. “Allah bir, Muhammed O’nun Resulüdür” diye haykırıyor. Bu ses Mekke’de sahibi olmayan bir garibin sesi idi, kulaklarına yıldırım çarpmıştı Kureyş’in, dövdüler bayıltıncaya kadar. Resulullah, koştu ama ellerinden alamadı. Bir çere düşündü ve buyurdu

“Ey Kureyş bu adam Gıfar’dandır, siz tüccarsınız kervanlarınız yolu o bölgeden geçer, duyarlarsa malınızı mülkünüzü talan ederler.” Bunun üzerine vazgeçtiler, zulmün sahipleri.

Ebu Zer vazgeçmez, putlara tapan iki kadının putları ile alay eder, kadınlar bağırır, tekrar Ebu Zer feci şekilde dövülür. Olaylar artınca Peygamberimiz ona “Dini açıkça yayma vakti gelinceye kadar kavmine dön.”

Ebu Zer, kavmine döndü, kavmini ve başka bir kavmi İslama çağırdı ve başardı.

HAKKI TUTUP KALDIRMAK

Bediüzzaman da bir hakperestti. Ebu Zer de her ikisi de Hak’dan sapmaların karşısına çıktılar, güçleri yettiğince engellemeye çalıştılar. Bediüzzaman kendini idrak ettiğinde Hak ve Hakikat ayaklar altında idi, o da Akif gibi;

Çiğnerim çiğnenirim Hakk’ı tutar kaldırırım dedi.

Hakikati Hakk’ı ayaklar altına alanların fasid felsefelerini ayaklar altına aldı, Hakk’ı yukarı kaldırdı. Hakikate karşı olan küfürdü, inkârdı, gafletti, dalaletti, ihanetti, din-sizlikdi, o yaptığı işle;

Küfrün bel kemiğini kırdım

diyordu. Bir davranışın karşısında değil, bütün olumsuz davranışlardaki sapmanın kaynağını düzeltmeye yerden kaldırmaya çalıştı. Bütün davranışların kaynağı olan altı imani rüknü güçlendirdi. Allah ile insanlar arasındaki irtibatı temin eden altı erkânı güçlendirerek hak ile halk arasındaki küfür ve inkâr dağlarını eritti, hidayet güneşini doğurdu. Bu tarihte rastlanmamış bir hakperestlik savaşı idi.

BİLİM VE GÖZLEM İLE HAKKI BULMA

Ebu Zer, Peygamberinin, o nurlu arkadaşının davranışından kopan tutumlarla mücadele etti. Çünkü samimi insanlar sapmalardan ötürü kötü durumlara, ezilmeye itilmeye doğru gidiyordu, onları ve Resul’ün davranış miyarını korumaya çalıştı. Onun yüzünde doğru dosdoğru yine orta yerde duruyordu.

Bediüzzaman, Hakkı asrın anlayışına uygun şekilde izah etme lüzumunu hissetti ve hak ve hakikat mücadelesini onun üzerine kurdu. Çünkü İslam batıdaki laboratuara dayalı ilimlerin gelişmesiyle, kitaplı dinlerin itikadı köhnemiş telakki edildi, hak yere düşmekle yüz yüze kaldı. Namık Kemal’in deyişi ile “lemsi ve müşahedesi nakabil” şeyler yok sayılmaya başladı. Bediüzzaman hak ve hakikati, bilimlerin ve gözlemlerin desteği ile herkes tarafından anlaşılır duruma getirdi.

Onun Hakk’ı ve hakikati savunma mücadelesinde hakperestlik davasında iki büyük silahı vardı, gözlem ve ilim. Onun eleştirisi hakkı ve hakikati yeniden yorumlamaktı.

ÖZÜ, SÖZÜ, KALBİ, DİLİ DOĞRU

Resulullah, Medine’ye göçünce, Ebu Zer bir gün Gıfar ve Eslem kabileleri ile birlikte şehre girdi, sevgilinin mescidine gittiler. Fem-i mübareğinden şu dua nebean etti “Gıfar, Allah sizi mağfiret etsin bağışlasın, Eslem Allah sizi kurtulmuş, salim yapsın.” Aynı hakikattan başka bir şeyi telaffuz etmemiş olan ağızdan Ebu Zer’e “Yeryüzü Ebu Zer’den daha doğru bir kimseyi barındırmamış, gölgelendirmemiştir.” Cesaret ve doğruluk, Ebu Zer’in mayasıydı, özüydü, cevheriydi. Özü doğru, sözü doğru, kalbi doğru, dili doğru. Ne başkasını aldatmış, ne de aldatmaya izin verecekti.

Bir gün Resulullah ona şu soruyu sordu;

“Ebu Zer, kendilerine ganimetten pay ayıran bir takım valilerle karşılaşırsan ne yaparsın ?”

Ebu Zer “Seni Hak olarak gönderene yemin olsun ki o zaman kılıcımla onları öldürürüm” dedi.

Resulullah(ASM) “Sana bundan daha hayırlısını söyleyeyim ki? Benimle buluşuncaya (ölünceye) kadar sabret”

ZENGİNLİK VE SERVETİN CAZİBESİ

Hz Ebubekir ve Ömer devirlerinde eleştirecek haksızlık görmedi. Fakat fetihler son haddini bulmuş, mala mülke rağbet artmıştı. İslam dünyası zenginleşmişti. Baş döndürücü cazibe ve saptırıcı hoşluğu, dünyanın ahiretin tarlası olması anlayışı insanlara cihadı unutturabilirdi. O servet biriktirenleri görüyor onlara sorumluluklarını hatırlatıyordu. Ama Resulullah’a verdiği söz gereği kılıcına sarılmıyordu. Ona “Gökte ve yerde Ebu Zer’den daha doğru sözlü kimse yoktur” demişti Allah Resulü.

O baskı ve servet kalelerine karşı çıktı. Onları eleştirdi. Ne zaman bir stoklanmış mal, baskıcı bir idare veya dünya sevgisine yönelme görse, bu sözlerini bayrak gibi açıyor, onlarla mücadele ediyordu.

HAKKI EZMEDEN BÜKMEDEN UYGULAYANLAR

İslam tarihinde yozlaşma yorumda başladı, birileri tavizden yana diğerleri tavizsizdi. Muaviye hazretleri ve çevresindekiler tavizden yanaydılar, çünkü mizaçlar hakkı tamamıyla kabul edecek safiyetini kaybetmişti.

Hz Ali ve taraftarları ise tavize yanaşmadılar, bu yüzden taviz ve duruma göre esnek davrananlar kazandılar. Hakkı ezmeden bükmeden düşünenler ve uygulayanlar gerilediler. Gıfar bunların yanındaydı, ama hakkın sürekli kulaklarında sedasının duyulmasından rahatsız oldu insanlar o da yalnızlık içinde yaşadı. Ama meşrebinden taviz vermedi.

HAKİKATİ YENİDEN İZAH ETMEK

Bediüzzaman’ın mücadelesi de buna benzer. Mesele yorumda değil hakikati izah etmekteydi. Hakikat yeni bir izaha muhtaçtı yoksa ezilmiş ve pörsümüştü. Skolâstik vadisinde kalan hakikatin yerini daha canlı ve seküler olan ilim ve şüphe almıştı. Bediüzzaman hakikatin önüne yığılan bu sedleri onu yeniden gözlem ve ilim ile izah ederek açtı ve hakikat güneşini gösterdi.

Bütün İslam dünyası uleması bir yana Bediüzzaman bir yana, İslam ve batı dünyasının maruz kaldığı yıkımı tek başına yeniden inşa etti.

Sadece İslam dünyasını değil kitaplı dinlerin dünyasını da yeniden imar etti. Bu tarihte görülmemiş bir tecdit ve imar hareketiydi. Bu yüzden Bediüzzaman’ın hakperestliği mevzi ve vakalar üzerine kurulmamış evrensel ve globaldi. Bugün eserlerinin din ve mezhep, ırk fark etmeksizin bütün dünyada yayılması, ilgi görmesi bu yüzdendi.

GELİR DENGESİZLİĞİ FİTNEYİ KIŞKIRTIYOR

En ciddi mücadelesi Muaviye Hazretlerine karşı oldu. O birçok İslam beldesine hükmediyor, insanlara hesapsız derecede mal dağıtıyordu. Şam’da birçok konut ve debdebeli saray vardı. Bu gelir dengesizliği fitneyi kışkırtıyordu. Fakir ve muhtaç insanlara dayanak noktası idi. Resulün en yakın arkadaşı ona izin verse fakirler o sarayları dağıtırdı. O zor anlarda hep sözü kılıca tercih etti, eleştirmenin ötesine gitmedi.

Şam’da Hz Muaviye ile karşılaştı, ona cesurca, eğilip bükülmeden, vali olmadan önceki serveti ile şimdiki servetini sordu, Mekke’deki evi ile Şam’daki sarayının arasındaki farkı soruyordu.

Ona ve çevresindeki debdebelilere “Allah Resulü’ne inen Kur’an’ın muhatapları sizler değil misiniz?” ve onlar adına cevap verdi. “Evet, Kur’an size hitaben indi. Ve siz onu Allah Resulü ile beraber müşahede ettiniz. Altın ve gümüşlerini hak yoluna sarf etmeyip biriktirenler için ayeti tekrarladı” Kıyamet günü o biriktirilen altın ve gümüşlerin üzerleri cehennem ateşinde kızdırılacak da bu mal toplayanların alınları yanları ve sırtları bunlarla dağlanacak ve onlara şöyle denecektir. “İşte bu nefisleriniz için kasalara tıkıp sakladıklarınız. Artık topladıklarınızın acısını tadın bakalım.” (Tevbe 35)

DÜNYA MALI BİR EMANETTİR

Hz Muaviye ve yanındakilere ellerinde bulunan malları, saray ve konakları, ihtiyaçları miktarı hariç bir an evvel ellerinden çıkarmaları yolunda nasihatte bulundu. Hz Muaviye Hz Osman’a mektup yazıp, durumu anlattı. Hz Osman onu Medine’ye çağırdı. Hz Osman da onun uzakta tutulmasını istedi, Rebeze denilen mevkiye çekildi.

Halifeye karşı isyan bayrağı çekmek isteyenlere “Allah’a yeminler olsun ki şayet Osman beni en yüksek bir ağaca veya dağa asmak istese gene onun sözünü dinler, ona itaat eder, sabreder ve hüsnüniyet besler ve bütün bunların benim için hayırlı olduğunu düşünürüm.”

O hadisleri hatırlattı insanlara “ Dünya malı bir emanettir. Kıyamet günü bir utançtır, pişmanlıktır. Ancak ondan hakkı olanı alan ve verilmesi gerekeni veren kurtulur.”

Ebu Hureyre’yi bile servetinden dolayı eleştiriyordu.

Hayatı boyunca Allah Resulü ve ilk iki halifesinin sancağını taşıdı.

Kendisine Irak valiliği teklif edilince “Dünyayı üzerime asla salmayın” diyordu. Arkadaşı onun üzerinde eski bir elbise gördü ve “Bundan başka elbisen yok mu? Birkaç gün önce yanında iki yeni elbise görmüştüm “deyince, Ebu Zer “Ey kardeşimin oğlu O iki elbiseyi benden daha muhtaç birine verdim” diye cevap verdi. Arkadaşı Vallahi sen o iki elbiseye daha muhtaçsın” dedi. Ebu Zer bunun üzerine “Allah’ım bağışla! Arkadaşım sen dünyayı gözünde çok büyütüyorsun. Görmüyor musun üzerimde bir gömlek var. Ayrıca Cuma namazı için başka bir tane daha var. Sütünü sağdığım bir keçim, binebildiğim bir eşeğim var. Şu içinde bulunduğumuz halden daha üstünü var mı” diye cevap verdi.

Bediüzzaman Gıfari gibi yaşadı.

Bir avuç yemekle, bir çeyrek ekmekle günlerce idare etti. Sırtındaki cübbesinin asli parçası belli değildi, hayatında sıradan dahi sayılamayacak bir sadelik vardı. “Ben kalbime başka şeyler koymamışım” dedi ve öyle yaşadı. Onun kalbinde ibadeti ve davasından başka şey yoktu. Kimseden bir şey talep etmeden yaşadı.

Ölenlerin bir kabri, bir mülkiyeti onlara ait bir taş ile bir dikdörtgen toprak parçası mülkiyeti varken onun böyle kendinden sonra ona ait bir mülkiyeti de olmadı. Ona kabri de çok gördüler.

Ama o kalblerdeki yerini korudu ve kalbler üzerindeki hâkimiyeti her gün artmakta, dünyada mülkiyet sevdalısı olanlar, kalplerde mülkiyet edinemezler. Menfaati için başkalarına tahakküm edenler, Malik ül Mülkten bir şey elde edemezler.

Nasıl büyük peygamber ölünce zırhı rehinli ise Bediüzzaman öldüğünde de mülkiyet namına kayda değer bir şeyi yoktu. Ama “her kim kendini Allah’a mal ederse bütün eşya onun lehinde olur” sözünce bütün eşya onun lehinde idi. Bütün makul düşünen insanlar da.

PEYGAMBERİMİZİN EBU ZERE TAVSİYELERİ

O Peygamberimizden yedi şeyi almış ve uyguluyordu.
Miskinleri ve onlardan düşkün olanları sevmemi
Kendimden daha düşüklere bakıp, daha iyi durumda olanlara imrenmememi.
Kimseden bir şey istemememi.
Akraba ile ilişkimi sürdürmemi.
Acı da olsa hakikati söylememi.
Allah yolunda kınayıcının kınamasından çekinmememi.
Lahavle vela kuvvete illa billâh, sözünü çok söylememi.

Otoritenin sömürü aracı olarak kullanılmasına ve stoklamaya karşı çıkarak yaşadı. Çölde yanında bir uşak ve eşi bulunduğu halde öldü. Ona kefen olacak kadar bir bez bile yoktu.

İbn-i Mesut oradan geçiyordu, gördü Ebu Zer’i tanıdı. Ölünün yanına oturup ağladı ve Resulullah’ın onun hakkındaki cümleyi tekrar etti.” Ebu Zer’e Allah rahmet etsin

Tek başına yürür..
Tek başına ölür…
Tek başına diriltilir…

O ulaşılamayacak bir yükseklikte öteye gitti. Bizler ibret alalım diye böyle bir karakter Peygamberimizin övgüleriyle yaşadı ve gitti. Acaba onun gibiler kaldı mı ?

BÜYÜK ADAMLAR VE BÜYÜK ÜMİTLER

Bediüzzaman bütün ömrünce her olayda, hakikati söyledi. Nasıl iman esaslarını, Esma yı Hüsna’yı, eşya ve nesneleri, olayları, tarihi, Allah’ın kudretindeki tabiatı hakka ve hakikate göre izah ederek en mükemmel metin örnekleri ortaya çıkardıysa, yaşadığı dönemlerdeki bütün devlet adamlarına, ricale karşı hakikati söylemekten geri durmadı, hiç arkasına bakmadı. Birine dayanmadı, Allah’a dayandı, gariptir hiçbir zaman yenilgiyi tatmadı. En mağlub göründüğü anlarda bile büyük bir galibiyetin temelini attı ve onun üzerine dünyasını ve davasını inşa etti. Çünkü büyük adamlar büyük ümitsizlik anlarında büyük ümitleri inşa ederler, o da böyle bir insandı.

İstanbul, Ankara, Van, Isparta hayatındaki bütün kırılmalardan yeni bir felsefe ile çıktı ve kendini ve davasını yeni bir yapı ve boyutta ortaya koydu.

Her üç insan Peygamberimiz, Ebu Zer ve Bediüzzaman bir hakikatin peşinde onu korumak için hakperestane yaşadılar.

Prof. Dr. Himmet Uç

Akrebin Kıskacında geçen yıllar ve Said Nursi

Av. Yazar Ahmet Özkılınç, Bediüzzaman Said Nursi’nin türlü türlü işkence ve hukuksuzluklara maruz kalıp öfke ve teslimiyet çıkmazı karşısında sıddıkların, şehitlerin ve salihlerin yolu olarak izah edilen sırat-ı müstakimi (dosdoğru yol) seçtiğini söyledi. Av. Özkılınç, “Bediüzzaman sıkıntı döneminde öfkeye kapılmadan sırat-ı müstakim olan üçüncü yolu seçtiğini görüyoruz. Her türlü hukuksuzluğa karşı müspet hareketi tüm Müslümanlığa ve insanlığa sunuyor.” dedi.

Av. Yazar Ahmet Özkılınç, Nur İlim ve Eğitim Vakfı ile Nesil Yayınlarının ortaklaşa düzenlediği konferansta Bediüzzaman Said Nursi’nin Eskişehir Mahkemeleri müdafaa konularını işlediği Akrebin Kıskacında isimli kitabını anlattı. Moral FM Avukat Bekir Berk Toplantı Salonu’nda moderatörlüğü Risale-i Nur ve Bediüzzaman Said Nursi üzerine birçok eser veren yazar Metin Karabaşoğlu yaptı.

Eskişehir Mahkemeleri müdafaasında ders verdi

Özkılınç, Bediüzzaman’ın Eskişehir Mahkemeleri müdafaalarının çok önemli olduğunun altını çizerek “Burada yargıya nasıl bağımsız ve tarafsız olacağını, 163. Maddeyi ne şekilde yorumlaması gerektiğini gösteriyor. Ve sonuna kadar hukuki haksını yasal zeminde savunuyor.” diye konuştu. Özkılınç, sözlerine şöyle devam etti: “Bediüzzaman o dönmede türlü türlü komplo ve oyunların olduğunu bildiği için talebelerini korumak ve davasına zarar vermemek için müspet hareketi seçiyor. Bize verdiği mesaj meşruiyet ve tahammül oluyor. Başkalarının baskı ve kışkırtmalarına yönelik saldırgan tavırlarına karşı tahammülü gösteriyor. Oynanan oyunları görüyor.

Said Nursi bağımsız hizmet metodunu uyguladı

O dönemde yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin çok karışık bir yapıya sahip olduğunu belirten Özkılınç, Said Nursi’nin talebelerini bu oyun ve hileden uzak tutmak ve yazdığı eserlere zarar verilmemesi için “Siyesetle uğraşmayıp bağımsız bir hizmet metodunu uygulamıştır. Böylelikle oyun ve hilelere düşmemiştir.” ifadesini kullandı. Özkılınç, Akrebin Kıskacında kitabını yazarken yaptığı araştırmalarda yakın tarih konusunda birçok tarihçinin araştırmasından faydalandığını ama Bediüzzaman ve talebelerinin çektiği çile ve hukuk dışı davranışlara yer verilmediğini kaydederek şunları söyledi: “Yakın tarihi anlatan hukuk dışı uygulamalarla ilgili bir kitap yazmak isteyen her kişi Bedizzaman ve talebelerinin uğradığı hukuk dışılığı görmeden bir kitap yazamaz.

Sözlerin telif sırasında bile strateji vardır

Özkılınç, Bediüzzaman’ın yaptığı her şeyin devlet yöneticileri tarafından gün ve gün Mustafa Kemal’e rapor halinde bildirildiğinin belgeleri olduğunun altını çizerek risalelerin çok zor şartlarda yazıldığını söyledi. Barla’da Said Nursi’nin yaptıklarını devlet görevlilerinin sürekli takip edip rapor halinde sunduğu için sözlerin telif sırasında bile bir strateji uygulandığını vurgulayarak şunları anlattı: “Mesela haşir ve ahireti anlatan 10. Söz Meclise kadar gitmiştir. Yine aynı şekilde iman ve küfür muvazenelerini anlatan 25. Sözde böyle bir şey yaşanmıştır. Bunları gören devletin üst makamındaki kişiler burada 10. Söz ve 25. Söz var. Siz sadece bunları mı gördünüz? 10. ve 25. Söz olduğuna göre diğerleri vardır, diye yöneticileri değiştirmişlerdir. Bir nevi psikolojik baskı olmuştur.

Dursun Kabaktepe / Moral Haber

Temizlik Ordusunun Askerleri

İnsan, uçsuz bucaksız kâinat denizinin içinde bir kabarcık kadar bile yer tutmayan dünya küresini kendisinin bile yaşayamayacağı hale getirecek kadar kirleten acayip bir varlıktır.

Bu haliyle öyle bir hal arz eder ki, değil ikinci bir dünyayı, güneş kadar büyük sayısız dünyaları dahi kirletebilecek bir yapıya sahiptir. İnsan çevreyi kirletmekle kendi varlığını kirlettiğinin farkında mı acaba?

Bediüzzaman, Otuzuncu Lem’a’da dünyayı sürekli işleyen büyük bir fabrikaya, sürekli dolup boşalan bir hana ve bir misafirhaneye benzetir. Elbette benzetilen unsurlar insanîdir, insanların bildiği, aşina olduğu ve hatta kendi eseri olan yapılardır. Belki bütün bunları sınırlı da olsa bir fikir ve mesaj verme maksadıyla zikreder Bediüzzaman.

Zaten benzetmenin hemen akabinde benzetme yönü ve maksadını da dile getirir ve der ki: “Böyle işlek fabrikalar, hanlar ve misafirhaneler muzahrafatla (atıklarla), enkazlarla, süprüntülerle çok kirleniyorlar, bulaşık oluyorlar ve ufûnetli (kokuşan) maddeler her tarafında teraküm ediyorlar (birikiyorlar). Eğer pek çok dikkatle bakılmazsa ve tanzif edilmezse ve süpürülüp temizlenmezse, içinde durulmaz; insan onda boğulur.

Bediüzzaman bu eserinde temizlik kanununa dair ilginç bir noktaya daha dikkat çeker. Burada yine bizim kolayca anlayabileceğimiz bir mantık kurgusuyla izahta bulunur.

Bizim anlayışımıza göre bir fabrika ne kadar büyükse o kadar çok makine işliyor demektir. Ne kadar çok makine mevcutsa o kadar çok çalışma, ne kadar çok çalışma varsa o kadar çok üretim vardır. Ancak insanî yapı olduğu için çalışma süresiyle atık miktarı doğrudan orantılıdır. Hammaddenin büyük kısmı atılacak, hurdaya çıkacak veya posa olarak bir kenarda biriktirilecektir. Çalışma miktarı ve süresi aynı zamanda çevre kirliliğine de sebep olabilecektir. Hava, su ve toprak kirlenecek, hatta zehirlenecektir. Tedbir alınmadığı takdirde de önce o fabrikanın içi, sonra etrafı ve devam etmesi halinde daha geniş bir çevre sürekli kirlenecek, kokuşacak, yaşanmaz ve o fabrika işlemez hale gelecektir.

Ancak gördüğümüz şu dünya küresi hiç de öyle değildir. Alabildiğine büyük, alabildiğine karışık bir çalışma sistemine sahip olmasına rağmen kesinlikle kirlilik söz konusu değildir. Sanki büyüklük arttıkça temizlik de artmakta, yaygınlaşmakta, daha belirgin hâle gelmektedir. Gözümüz önündeki tablonun büyümesi temizliğe asla halel getirmemektedir. Dünyadan milyarlarca kat büyüklükteki yıldızlarda, güneşlerde, aklımızın alamayacağı kadar genişlik ve sayıdaki galaksilerde ve hatta tüm kâinatta temizlikten zerre kadar taviz verilmemektedir.

Temizlik ordusunun neferleri

Bediüzzaman’a göre bütün kâinat bir temizlik ordusudur ve her varlık o ordunun birer neferi gibidir. Her şey bu temizliğe katkı için görevlendirilmiştir. Denizlerdeki balıklar, karada yaşayan ve etle beslenen aslanlar, kartallar, kurtlar ve karıncalar temizlik komutuna itirazsız amade olan birer hizmetkârdır; cenazeleri toplayan sıhhiye memurlarıdır.

İnsan vücudundaki organlardan hücrelere kadar her bir unsur temizlik için adeta yırtınmaktadır. Kandaki alyuvarlar ve akyuvarlar temizlik görevindedir. Aldığımız her nefes, akciğerlerde temizlenerek kana geçer, kandaki kirli havayı dışarı atar. O temizlik emrini gözkapakları gözleri temizlemek ve sinekler kanatlarını süpürmek suretiyle yerine getirirler. Hava, zemin yüzüne konan toz toprak süprüntülere üfler, tanzif eder. Bulut süngeri, zemin bahçesine su serper, toz toprağı yatıştırır. Sonra, gökyüzünü çok zaman kirletmemek için, çabuk süprüntülerini toplayıp kemal-i intizamla (mükemmel bir disiplinle) çekilir, gizlenir. Göğün güzel yüzünü ve gözünü, silinmiş ve süpürülmüş, parıl parıl parlar gösterir.

Bediüzzaman’ın gözümüz önüne koyduğu temizlik tablosunda sayısız temizlik mucizeleri resm-i geçit yapar. Bu tabloda zerre ile güneşin temizlik emrine riayette farkı yoktur. Birisinin gösterdiği teslimiyet ve temizlik aşkı diğerinden ne geri ne de fazladır.

O halde bir atom tanesinin temizlik kanununa kusursuz riayeti o kanunu koyan gücün, iradenin ve hâkimiyetin varlığını da açıkça göstermektedir.

Kirli beşer veya beşerin kiri

Bu muazzam ve muhteşem temizlik tablosunu kirletmenin ne demek olduğunu düşünebilir misiniz?

En büyük cirimlerin dahi zerre kadar ihlal etmediği bir kanuna cirmi küçük ama cürmü âlemler kadar büyük beşerin kirli elinin karıştığını söylesek?

Uçsuz bucaksız kâinat denizinin içinde bir kabarcık kadar bile yer tutmayan dünya küresini kendisinin bile yaşayamayacağı kadar kirleten bir acayip varlıktır insan. Üstelik kendi küçüklüğüyle birlikte, üzerinde yaşayabileceği bir başka gezegen olmadığını bile bile. Ama bu haliyle öyle bir hal arz eder ki, değil ikinci bir dünyayı güneş kadar büyük sayısız dünyaları dahi kirletebilecek bir yapıya sahiptir. İşte insanı böylesine kötü ve bu derece tehlikeli hâle getiren bu yönü ve özelliğidir.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle “fısk çamuruyla mülevves”, yani günah bataklığına saplanmış bir kafa yapısının ortaya çıkardığı ve yaygınlaştırdığı bir hayat felsefesidir insanı insanlıktan çıkaran. Yaratılış gayesini unutan, hedefini kaybeden beşerin elindeki kir, aslında bir isyanın ve cinayetin de açık delilidir.

Günümüzde hepimizi, tüm insanlığı tehdit eden çevre kirliliğinin başına “küresel” nitelemesi konuluyor. Ama Bediüzzaman’ın da dikkat çektiği ve beşerin sebebiyet verdiği cinayetler tablosu küresellikten çoktan çıkmış, “evrensel” boyutlara ulaşmıştır. Kirle ve kirlenmeyle açığa çıkan bir “evrensel isyan”la karşı karşıyayız.

İsraf, hırs, gasp, haksızlık, adaletsizlik, tahrip, cinayet, kibir, gurur…

Bu isyanın cezası da elbette çok büyük olacaktır.

İşte tam burada devreye ancak Sonsuz Rahmet Sahibi’ne dönüşle elde edilebilecek bir arınma ve kurtuluşa erme ümidi devreye girmelidir. Suç ve ceza ne kadar büyük olsa da, kurtuluş ve halas o derece kolay gerçekleşecektir.

Çözüm gayet açık ve alabildiğine kolaydır:

Tüm insanlığı ve üzerinde yaşadığımız dünyayı korkunç bir sona ve uçurumun başına getiren süreci durdurmak ve geri çevirmek. Bu korku filmini geriye sarmak…

Yani problemin kaynağına, insanın o kirli eline ulaşmak, o eli ya temizlemek veya geri çekmek.

Bunun için de topyekûn bir anlayış, bir idrak ve bir bakış temizliğini elde edebilmek.

Nezafetin, nezahetin ve temizliğin imanla doğrudan bağlantılı olduğunu ifade eden Temizlik imandandır hadis-i şerifini rehber edinmek.

İmanlı bir bakış açısına erebilmek.

Temizlik nereden başlar?

Bediüzzaman, temizlikle ilgili “Kötü hasletler, bâtıl itikatlar, günahlar, bid’alar manevî kirlerden olduklarını unutmamalıyız” der. Bu tespitini kuru bir iddia olarak ifade etmeyerek Muhakkak ki Allah çok tövbe edenleri ve temiz olanları sever ayet-i kerimesine dikkat çeker.

Evet, her bir günah insan için birer kirdir. Bu kirin en olmaması gereken yer kalptir. İşlenen her bir “günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir manevî yılan olarak kalbi ısırıyor.” (2. Lem’a)

Bu izahta günahların kalbi kirleten, katılaştıran ve iman nurunu söndüren, karanlıklara gark eden en temel aktör olduğu vurgulanırken, günah kirinin neyle temizlendiğine işaret de vardır. Manevî temizliğin yolu “istiğfar”dan geçer. Tövbe ve istiğfarla en küçük günah kirinin dahi temizlenmemesi halinde geri dönüşü çok zor bir uçuruma doğru yuvarlanma tehlikesi vardır.

Görüldüğü gibi iç ve dış temizlik birbirini tamamlayan unsurlardır. Birisi olmadan diğerinin olması düşünülemez. İnsanın ruh dünyasındaki kirlilik eninde sonunda dışarıya yansır. Günahlar, isyanlar, inkârlar zamanla insanın iç dünyasını alabildiğine karartır. Böyle bir insan beden dairesinden çevresini kuşatan varlıklar dairesine kadar maddî temizliğe de riayet edemez. Zahiren ediyor gibi görünse de o sadece görüntüde kalır.

İç âlemi böylesine kararan, günahlarla siyahlaşıp katılaşan bir kalbe sahip insan içinde yaşadığı âlemi ne bir misafirhane olarak görecektir ne onun temizliğine dikkat edecektir. Hattâ her şeye düşman nazarıyla bakar, iyilikleri kötülük, hayırları şer olarak görecektir.

Manen temiz olmayan, günah ve inkâr kirleriyle dolu bir kalbin sahibi ne kendini, ne çevresindeki varlıkları okuyabilecektir. Her birisi İlahî birer mektup olan eşyayı amaçsızlığa, hikmetsizliğe, hatta ademe mahkum eder. Onlar üzerinde vurulan İlahî mühürleri, damgaları okuyamaz. Hattâ temizlik hakikatini görmezden gelir. Âlemdeki eşsiz temizlik ona hiçbir şey ifade etmez. Bilakis hep olumsuz bakar, kirli görür, kirletmekte beis görmez. Hele bir de bol kazanç için her şeyi mübah gören bir kafa yapısındaysa, kendi menfaati için kıyametin kopmasına, o korkunç akıbete maruz kalınacak olmasına da bir önem vermez.

Manevî temizliğe riayet eden bir insan, kâinatta Kuddûs isminin tecellî ve yansımalarını görecektir. Örneğin hayvanlar, Allah’ın memurlarıdır, O’na ayinedarlık yapar ve O’nu zikrederler. Bazı hayvanlar yeryüzünün ve denizlerin temizlik ve sıhhiye memurlarıdır. Sineklerin bile önemli fonksiyon üstlendiği, lüzumsuz hiçbir varlığın bulunmadığı bir dünya her insan için ideal bir ortamdır. (30. Lem’a)

Dr. Veli SIRIM

Kadınlarda sanat, marifet ve iş hayatı olamaz mı?

– Kadınlar evlerinde kapalı kalmalı, dışarıyla bağlantısı olmamalımı? İslam’da kadınların sanat sahibi olması iş hayatında bulunması yasakmıdır? Kadınlar çalışarak eşlerine destek olamaz mı?

Bazı okuyucularımız, Risale-i Nur’da geçen ”Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı san’at, marifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz.” “Cümlesini kadın açısından açıklar mısınız? Yani kadın san’at ve marifet açısından ne yapmalıdır” diye soruyor.

Öncelikle şu hususu ayıralım: Kadının sanat yapması ve marifet elde etmesi ayrı bir husustur; bu hedefe ulaşırken edebini ve iffetini çiğnemesi veya çiğnetmesi ayrı bir husustur. Hiç şüphesiz kadın, edebiyle ve iffetiyle san’at ve marifete katkı verebilir ve vermelidir.

Esefle belirtelim ki, kadın konusu beşer tarihinde bilerek veya bilmeyerek hep yanlış mecrâlara çekilmiş ve sû-i istimâle uğramış konuların başında yer almıştır. Asrımıza geldiğimizde, eşitlik ve ekonomik bağımsızlık söylemleri içerisinde kadının dikkati tamamen yuvası dışına çekilmek istenmiş; moda, görenek, çağdaşlık, güzellik, san’at, meslek, eğitim… vs. gibi hep büyülü kavramlar öne sürülerek; ar, namus, iffet, hayâ, şefkat, sevgi ve fedâkârlık gibi kadının fıtratından olan asıl mânevî değerleri âdetâ yok sayılmış ve bunda maalesef başarılı da olunmuştur.

– Kadının yaratılışını güzelleştiren namus, iffet, edep, haya, şefkat, merhamet, sevgi ve fedakârlık duyguları ile çatışmadan, hatta bu duyguları pekiştirecek şekilde san’at yapılamaz mı, marifet elde edilemez mi, eğitim alınamaz mı?

Pekâlâ mümkündür! Fakat gelin görün ki, ısrarla İslâmiyet’in kadınları her meselede evde hapsettiği ithamları geliştirilmiş, sahabe döneminin çalışan, üreten, savaşa katılan, sağlık hizmetleri veren ve insanın bulunduğu her yerde bulunan; ama iffetiyle, haysiyetiyle, kişiliğiyle, hayâsıyla bir nâmus âbidesi kesilen başımızın tâcı ashab kadınları görmezden gelinmiştir.

Kadın şefkat kahramanıdır. Evinin, yuvasının, çocuklarının kişilikli bir “toplum çekirdeği” olması tamamen kadının mahâretli ellerinin, müşfik gönlünün, sevgi dolu yüreğinin ve fedâkâr sinesinin, yuvasını kahramanca benimsemesi ve ana şefkatiyle kucaklaması ile mümkündür.

Ana şefkati, ev sakinlerinin vazgeçemediği en yüksek değerlerdendir ve hiçbir şeye fedâ edilemez. İnsan fıtratının yaklaşımı budur. Kur’ân’ın tercihi bu yöndedir ve Peygamber Efendimiz (asm) Cenneti kadının ayakları altına bunun için, yani “örnek ana” sıfatı için koymuştur.

– Kadın çalışmaz mı? Kadın üretmez mi? Kadının ekonomiye katkısı olamaz mı? Kadın toplum hizmeti yapamaz mı? Kadın eğitim alamaz mı? Kadın sanat yapamaz mı? Kadın yuvasının dışına çıkamaz mı?

Kadın elbette çalışır, üretir, toplum hizmeti yapar; bunun için evinin dışına fiilî olarak çıkmasında dinî bir sakınca da olamaz. Ama yukarıda ifade ettiğimiz şeyin altını muhakkak çizmeliyiz: Çalışmak ile iffetsizlik, san’at ile edepsizlik, marifet ile hayasızlık aynı şeyler değildir!

İslâmiyet’in üzerinde titrediği iffet, nâmus, ar, hayâ, edep, nezâket, terbiye, haysiyet, şefkat ve kadınlık onuru hiçbir şey için yok sayılamaz. Olmasa da olur denilemez. Önce iş ya da san’at veya marifet tercihi yapılamaz.

Bir takım kavramları kaos haline getirerek, bâtılı hak görüntüsüyle takdim ederek; yani açık söyleyelim,—sizleri tenzih ediyorum—özgürlüğü savunurken iffetsizliğin reklâmını yaparak, bir malı tanıtırken kadının onurunu çiğneyerek, haysiyetini ayaklar altına alarak ve buna da meslek veya san’at diyerek, çalışmayı ve üretici olmayı överken ar ve hayâ damarlarını çatlatırcasına kadını kem gözlerin esiri yaparak ve kadını dışarıya mahkûm ederek; yani İslâmiyet’in temel değerleriyle savaşarak “kadın” adına bir şeyler kazandıklarını zannedenler yanılmaktadırlar.

Çünkü özgürlük İslâm’ın malıdır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, hürriyet imanın en has özelliğidir. Çalışmak ve üretmek İslâm’ın malıdır. Görgü ve nezâket İslâm’ın malıdır. Saygı ve onur İslâm’ın malıdır. San’at, güzellik ve estetik İslâm’ın malıdır. Topluma hizmet etmek İslâm’ın malıdır. İnsanlığın yararına her türlü marifet, eğitim, meslek ve san’atlar İslâm’ın malıdır ve himâyesindedir.

Kimse İslâmiyet’e bu değerleri ders veremez. Fakat herkes İslâmiyet’in hassas olduğu terbiye, şefkat, ar, hayâ, nâmus ve iffet değerlerine de İslâmiyet’in titizliği ölçüsünde sahip çıkmak zorundadır. Aksi takdirde kaybeden insanlık olacaktır.

Nitekim Bedîüzzaman Hazretleri’nin veciz ifadesinde bu husus, “Kadınlar yuvalarından çıkıp, beşeri yoldan çıkarmış; yuvalarına dönmeli” şeklinde ifadesini bulmuştur.

Bu cümlede Bediüzzaman “yuva” lâfzıyla, mücerret “iffet ve nâmus”un kadın için ve insanlık için “olmazsa olmaz bir mânevî değer” olduğunu hatırlatıyor.

Yoksa kadının san’at ve marifet yapamayacağını değil!

Süleyman KÖSMENE