Etiket arşivi: cocukaile.net

Evlilik Okulu: Zıtlığı Bozmayalım

Allah kadın ve erkeği birbirine zıt yaratmış. Güçler karşıtı olan güçlerle eşlenip bütünleşirler: Ateş -su, gök- yer, güneş-ay, nefes almak-nefes vermek, siyah-beyaz, itmek- çekmek, artı-eksi, kadın- erkek. Karşıt güçler bütünlüğü oluşturan parçalardır.

Hz Mevlana:

Zıtlıkların uyumundan hayat doğar. Zıtlıkların savaşı ölümdür.” der.

Kadın ve erkek birbirlerine pek çok yönden zıt yaratılmıştır. İki cinsi birbirine çeken şey de bu zıtlıktır. Bedenen ve ruhen. Kadın ve erkeğin doğuştan getirdiği özellikler vardır.

KADIN: Şefkat ve teslimiyet. (Dişil)

ERKEK: Liderlik, güç ve iddia. (Eril) özelliklerle dünyaya gelirler.

Güce karşı teslimiyet, iddia ya karşı şefkat birbirini tamamlar ve bütünler.

Günümüzde en büyük sorun, bu zıtlığın bozulmaya çalışılmasından dolayı; kadın ve erkeğin birbirine benzemeye başlamasıdır. Bu noktada erkekler; kadınlaşma yolunda yavaş giderken, kadınlar hızlı bir şekilde erkekleşiyorlar.

Sevgili peygamberimiz rahmet peygamberidir, çok az lanet etmiştir. Lanet edilen şeyler konunun öneminden dolayıdır. Allah’ın rasûlu:

“Kadınlara benzemeye çalışan erkeklere ve erkeklere benzemeye çalışan kadınlara lanet olsun.” buyurmuştur.

Çünkü zıtlığın bozulması, kadının ve erkeğin ailede rollerinin bozulması demektir; bu da bütün dengeyi bozar. Zıtlıktır aslında arada çekiciliği sağlayan. Zıtlıktır hayatı keyifli kılan, doğru davranış varsa tabii ki.

Yurt dışında kadınlar üzerinde yapılan araştırmalarda dişil özellikler olan şefkat ve teslimiyet yerine, erkek vasfı olan güç ve iddia ortaya çıkıyor. Bizde de yapılsa aynı sonuçlar çıkacaktır.

Pek çok kadın güçlü olmakla övünüyor. Oysa güçlü falan değiliz. Meslek sahibi, kariyerli, güzel kadınlar daha çok psikologa gidiyor. Bakarsanız güç adına her şey var; fakat mutlu değiller. İnsan bilgisayar değil ki kendini sıfırlasın. Ne yaparsak yapalım, yaratılışın önüne geçemiyoruz.

Feminizm duyguda kadın, davranışta erkek yeni bir tip ortaya çıkardı. Bu yüzden feminist kadın farkında olmadan hem kendiyle hem erkekle mücadele halindedir. Bir türlü sükûna kavuşamaz.

Biz kadınlar zayıf yaratılmışız. Ne kadar güçlü görünmeye çalışırsak çalışalım, zayıfız. Bedenen zayıfız, erkeklerdeki kasların yarısına yakın kas yapısına sahibiz. Onların sahip olduğu beden gücünün çok azına sahibiz.

Duygusalız; fazla duygusallık da bir zayıflıktır. Çabuk ağlarız, her şeyin içine duygularımızı mutlaka katarız. Duygusal olmak elbette kötü değil, duygular hayatın tadıdır; ama bir noktada da zayıflık olduğunu kabul edelim.

Zayıfız; ama aciz değiliz. İkisi arasında çok büyük bir fark var; lütfen karıştırmayalım. Kadınların en çok itiraz ettiği noktadır bu. Eğitimlerde “Güçlü görünmek için boş yere uğraşmayın.” dediğimde “Zayıf görünürsek kocalarımız bizi ezer.” cümlesi hiç değişmeyen cümledir.

Allah(c.c) kadını zayıf yaratırken, erkeği zalim yaratmamış; tam aksi koruma duyguları ile yaratmış. Erkekler zayıf kadınları değil (istisnalar kaideyi bozmaz) güçlü görünmeye çalışan kadınları ezerler genellikle. Onlarla yarıştıkları için. Erkeğin merhametini uyandıran şey kadının zayıflığıdır.

İnsan beyni sağ ve sol beyin olmak üzere işlevleri açısından iki yarımküreye sahiptir. Kadınlar beyinlerinin sağ yarım küresini daha çok kullanırken, erkekler sol yarımküresini daha çok kullanırlar. Bu yüzden hayata, olaylara bakışları da farklıdır. Fakat beyinde ortak kullandıkları alanlar sebebi ile de birbirlerini anlamaları da mümkündür.

Kadın ve erkeğin mutlu olması için benim gördüğüm üç yol var:

Birinci yol: Kadının erkeğe teslimiyeti: Allahın kurduğu doğal sistem işleyişe geçer. Kadın ve erkek dağda da doğup büyüseler “evlilik okulu bilgilerine” ihtiyaçları olmaz. Kadın erkeğin gücüne cesaretine hayrandır, saygı duyar. Erkek de ondan farklı yaratılmış bu çekici varlığı sever, korur. Bu kadar basit.

Fakat günümüzde bu teslimiyet işi kadınlara ağır geldiği için aksaklıklar orda başlıyor. Bir önceki derste Rabbimizin âyetle bize gösterdiği yol da bu ilk yoldur.

İkinci yol: Kadınların sorularına doğru cevapları bulmaları. Sorular, sorular, sorular…Kadınların bitmeyen soruları.Neden itaat? Niçin ben? Beni ezer mi? O ne yapacak?…Sorularına doğru cevap bulduklarında itaat edebilirler. Bu adım da karı koca arasındaki sorunları azaltır.

Üçüncü Yol:Kadın ve erkeğin birbirini tanıması, yaratılış özelliklerini bilmeleri. Birbirlerini tanıdıkça birbirlerine karşı anlayışları artacak, sevgileri beslenecek. Üçüncü adım için iki tarafın birlikte emek göstermesi lâzım. İki tarafın gayreti elbette daha iyi bir sonuç verecektir.

Birbirini tanımanın en iyi yolu aradaki farklılıkları bilmekten geçer. Konuyu toparlarsak kadınların en temel üç özelliği:

1-Beynin sağ tarafını çok kullandıkları için duygusal olmaları.

2-Şefkat ve teslimiyet duygularının ağırlıkta olması.

3-Yumuşak yaratılmış olmaları.

Kadın ruhen yumuşak yaratıldığı gibi, bedenen de yumuşak yaratılmış. Ruh ve beden yaratılışında bir bütünlük var. Kadın bu yumuşaklığı, kişiliğinde, ahlakında, sesinde, bakışında kısacası davranışlarında korumak zorundadır.

Kadını kadın yapan şey yumuşaklığıdır. Bir erkeğin kadında aradığı, ona çekici gelen şeyde yumuşaklıktır. Yumuşaklık eziklik değildir. Kadının gücü yumuşaklığındandır. Kadın dişidir, dişi de yumuşaktır.

Dişi demek dekolte giyen demek değildir. Dekolte giymek, kadını dişi yapmaz, sadece seksi gösterir. Dişilik ve seksilik arasında da çok büyük bir fark vardır. Kadınların yanıldığı ve karıştırdığı noktalardan biri bu. Dişilik her zaman erkeği çeker; ama seksi olmak her zaman işe yaramaz. Bu yüzden günümüz seksi kadınların çoğu yalnızdır. Mankenler, şarkıcılar genellikle aldatılır.

Mesela pek çok kadının başına gelmiştir. Kadın çok yorgundur; ya kalabalık misafir ağırlamıştır ya da cam, halı büyük temizlik yapmıştır, kolunu kıpırdatacak hali kalmamıştır. Kadın bir an önce uyusam derdinde iken kocası onunla birlikte olmak ister. Kadın bunu kendine yapılmış bir hakaret olarak görür. Canı çıkıyordur; ama kocası onu zerrece düşünmeyip keyfinin derdindedir. O anda karar verir; bu adam onu kesinlikle sevmiyordur.

Genellikle kavga ile biter bu isteğin sonu, kadın sonuna kadar haklı olduğuna emindir. O yorgunluğun üstüne bir de ağlayarak uyur.

Erkekler böyle keyif ehli midir, acımasız mıdır, düşüncesiz midir? Neden karısı bu kadar yorgunken onunla olmak istemiştir? Cevabı çoğu zaman erkek kendi de bilmez.

Bu sorunun cevabı fıtrattan başka bir şey değildir. Kadının en yorgun hali, en güçsüz halidir. Kadının güçsüzlüğü erkeğe kendi gücünü hatırlatır.

Pek çok kadın farkında olmadan yorgunken kocasına yüzünü asar. Kimseye asılmayan yüz, kocayı görünce asılır. “Güçsüzüm diye sakın yaklaşma.” mesajıdır bu. Asık yüz erkeği kadından uzak tutar; ama iyi bir metot değildir. Ayrıca yorgunluğu en iyi alan şey, iyi bir banyodur.

İkinci dersten biraz cinsel konulara girmiş olduk. Cinselliği ayrıca ders olarak da göreceğiz, evlilikte çok önemli bir konu. Ara ara derslerin içinde de geçecek. Cinsel sorunlar iletişim sorunlarına, iletişim sorunları cinsel sorunlara sebep olduğu için iletişim ve cinselliği ayırmak çok mümkün değil aslında.

Kısacası kadının yumuşaklığıdır, edasıdır erkeği çeken. Kadın sertleştiği kadar, erkekleşmeye başlamış demektir. Erkekleşmeye başladığı anda bakışı, yürüyüşü, elini kolunu kullanışı, giyinişi, ses tonu, tavrı her şeyi değişmeye başlar. Erkek gözünde de hiçbir çekiciliği kalmaz.

Yumuşaklık nezaketi, zarafeti beraberinde getirir. Kadının yumuşaklığı yabancı erkeklere karşı hanımefendilik olarak tezahür eder. Çalışma hayatında kadın ciddi olayım derken erkeksi olmaya başlıyor bu da evde eşine yansıyor.

Kadının edası evde olmalıdır. Eda kadına yakışır erkeğe değil. Kadınlara sorsam, ne dersiniz? Hanginiz edalı, yumuşak bir koca istersiniz? Sapık falan değil ama kadınsı.

Akşam kapıdan salınarak giren, her işinize yardım eden, çabuk kıkırdayan, size saatlerce gün içinde yaşadıklarını anlatan,edalı edalı yürüyen, hülyalı hülyalı bakan, biraz da korkak bir koca isteyen bir hanım var mı?

Yoktur, “öyle koca istemeyiz” diyenler çoğunluktadır. Fakat çoğu zaman tam tersini erkekler yaşamak durumunda kalıyorlar. Akşam eve geldiklerinde edasını kaybetmiş, kadın görüntüsünde; ama dişiliği olmayan, erkeksi bir kadın ile muhatap olma durumunda kalıyorlar.

Biz kadınlar kadınsı bir erkek istemiyorsak, erkeklerinde erkek gibi kadın istememe haklarına saygı duymamız lâzım.

Erkekler kadınlar gibi yumuşak yaratılmamış. Erkek bedeni kaslı ve sert yaratılmış. Hayata bakışı da serttir erkeklerin. Beden ve ruh arasında bir bütünlük yine var. Duygularını karıştırmadan mantık çerçevesinden bakarlar çoğunlukla. Erkekte sertlik makbuldür. Hiç bir normal erkek “Ben şöyle yumuşağım, şöyle kadınsıyım.” diye övünmez. Erkekler güçle övünürler. Beden güçleriyle, zeka güçleriyle, meslekleriyle, arabalarıyla, başarılarıyla…

Fakat pek çok kadın, erkek gibi olmakla övünüyor. “Erkek gibi kadın” bir iltifat bizde. Oysa kadın için erkek gibi olmak en büyük hata. Erkek için de kadın gibi olmak, bitiş, demektir. Erkekler de kadınsı hareketlerden kaçınmak konusunda özenli olmak durumundalar. Hangi davranışlar kadınsıdır, erkekler kaçınmalıdır, onları da yine derslerde işleyeceğiz.

Bu yüzden kadın-erkek arasındaki farklılığı öğreneceğiz ki biz kadınlar, erkekleri kendimize benzetmeye, erkekler de bizi kendilerine benzetmeye çalışmasınlar. Önce yaratılışa saygı duyalım ve onu korumaya özen gösterelim. Birbirimize özenmeyelim, taklit etmeyelim.

Bunlar en temel farklılıklar. Diğer farklılıkları dersler devam ettikçe göreceğiz.

Şimdi yine sorularım olacak. Konuyu biraz irdeleyelim düşünelim.

Erkeklere soruyorum: Kadınlarda sizi en rahatsız eden, erkeksi gelen davranışlar nelerdir? Bir kadın ne yaptığında (sadece eşiniz diye sormuyorum, kız kardeşiniz, anneniz, kızınız ya da aynı iş yerinde çalışan bir hanım olabilir) size çok itici geliyor?

Hanımlara soruyorum: Erkeklerde hangi davranışlar size kadınsı geliyor, sizi rahatsız ediyor. Erkek böyle olmamalı diyorsunuz?

Bir sorum daha var hanımlara: Hangi davranışlarınız erkeksi, farkında mısınız?

Sema Maraşlı / cocukaile.net

Evlilik Okulu: Akıl Noksanlığı

Kişinin mutluluğunda en büyük engel çoğu zaman kendisidir. Mutluluğumuza düşman huylarımız var. Bunların en başında kibir gelir. Kibir çok tehlikeli bir huydur ki hakkı inkar etmeye kadar götürür insanı. Yaratılışımızın başlangıcında yaşananlar: Hz. Adem ve Hz. Havva’nın yaratılışı, iblis’in secde etmemesi, sonra şeytanın insanı kandırması, kandırılış sebebi, cennetten ayrılış…Bunlar bizler için çok büyük dersler ihtiva eder.

İblis, Hz.Adem’in karşısında kibre kapıldı ve Allah (c.c) ın rahmetin kovuldu. Kibir bizi Rabbimizden uzaklaştıracak, sevdiklerimizin gönlünden düşmemize sebep olacak en kötü huyumuzdur. Ve şeytan en çok kendi kaybettiği yoldan kaybettirmeye çalışır bize. Bu yüzden bize hep fısıldar. “Sana bunu nasıl yapar? Sen ondan daha üstünsün.”

Sadece içimizde ki şeytan yapmıyor bunu. Tüketimi artırmak ve birilerinin cebini doldurmak için onların yayın organı kapitalist medya tarafından da yapılıyor. Reklamlar “Sen her şeyin iyisine layıksın, biz senin için en iyisini ürettik. Özgürlüğünü yaşa, hayatını yaşa…” Tabii bunları yaşarken onların ürünlerinden kullanmak gerekiyor.

Kibir için benliği yani nefsi beslemek gerekiyor. Nefis her şeyi istiyor ve aldıkça bencilleşiyor. Başkalarını düşündükçe, verdikçe de terbiye oluyor. Bu yüzden dinimiz iyiliğe yardımlaşmaya, kendinden başkalarını düşünmeye çok kıymet veriyor.

Kibir konusunda yazmak için epey araştırma yaptım başta kendi nefsim sonra da sizlere faydalı olsun diye. Kibrin kötü olduğunu hepimiz kabul ederiz, etrafımızdaki kibirli insanları fark ederiz de kendimiz kibirli isek hiç farkında olmayız; söyleyen olursa da kabul etmeyiz. Kendi kibrimizi ben gururluyumdur, onurluyumdur… gibi kibar cümlelerle süsleriz. En kötüsü ise kendimizi de kandırırız.

O zaman kibirli insanın özelliklerini bilelim, nefsimizin savunmasına kulağımızı tıkayıp, bu özelikler bizde varsa kendimize çeki düzen verelim.

Kibirli insanda kibrinin derecesine göre şu özelliklerin hepsi ya da bir kaçı mutlaka bulunuyor.

Kibirli kişi:

Kendini beğenmiştir: En zeki, en akıllı, en karizmatik, en güzel, en alımlı, en becerikli, en doğru davranan…kendidir. Onun işi, onun arabası, onun evi…en güzelidir. İçinden beğenmese bile dışarıya iyi olarak yansıtır. Evde durumu daha da kötüdür. Eşi onun için ne yaparsa yapsın o hep daha fazlasını ister. Hatta eşinin yapmaya imkanı ya da gücü olmayacak şeyler ister, eşine kendini yetersiz hissettirmeye çalışır. Eşini yaptıkları için takdir etmez, teşekkür etmez. “Sen beni hak etmiyorsun, kıymetimi bilmiyorsun…Ben daha iyisine daha güzeline daha zenginine daha tahsili yüksek olanına layığım. ” cümleleri dilinden dökülür ya da bunu hissettirir.

Kendi kusurlarını görmez: Çünkü o mükemmeldir. Her şeyin iyisini yapar. Mutsuzluğu için hep başkalarını suçlar. “Mutsuzum çünkü eşim şunları şunları yapıyor. Evliliğim kötü gidiyor çünkü hep eşim yanlış yapıyor?”

Bencildir: Önce kendi rahatını ve keyfini düşünür. Önce benim mutluluğum, benim isteklerim, benim keyfim, benim annem… Önce kendisi, sonra kendisinin parçaları olan çocukları sonra kendi akrabaları daha sonra eşi gelir.

Alıngandır: Buluttan nem kapar. “Bana şunu demek istedi bunu demek istedi.” Her sözden her davranıştan anlam çıkarmaya çalışır, her şey nefsine dokunur. “Neden telefonumu hemen açmıyorsun, mesaj attım neden hemen cevap vermedin? Parayı verirken niye yüzün asıldı?…”

Merhameti azdır: Önce kendini düşündüğü için en yakınlarına bile pek acımaz. Herkesin ona hizmet etmesini bekler. Eşi hastayken ilgilenmez, hastalığına inanmaz “Sen iyisin, hiçbir şeyin yok, nazlanıyorsun, gözyaşları ile beni etkilemeye çalışma, her şeye de üzülme… ” Kendi grip olsa ortalığı yıkar. ” Hastayım benimle ilgilen.” Eşinin başkalarının yanında zor durumda kalmasını önemsemez.

Cezalandırıcıdır: Affedici değildir. Ona bu yapılmamalıydı o bunu hak etmemiştir. Kendini rahatlatmak için mutlaka karşısındaki kişiyi cezalandırır. Eşine yaptığı hataların bedelini bir şekilde ödetir. Surat asar, küser, parayı keser, ilgiyi keser, cinsel olarak soğuk davranır, kahvaltı hazırlamaz, ütü yapmaz…Eşini en çok üzecek, sinirlendirecek şeyleri yapar ki içi rahatlasın.

İnatçıdır: Her şeyin iyisini, doğrusunu kendi bildiğine inandığı için başkalarının kendinden daha iyisini bileceğini kabul etmez. Yanılması mümkün değildir. Yanıldığını fark etse de inadından dönmeyi nefsine yediremez, kibrini kıramaz. Mutsuz olacağını, eşi ile arasının açılacağını bile bile hatalı davranır ve hatasından dönmez . “İnat da muradı da bir olarak görür; fakat inat kendine mutsuzluk olarak geri döner.

Küstahtır: Kendisi eleştiriyi sevmez fakat herkesi eleştirir, pata küte başkalarının hatalarını söyler. Eşiyle dalga geçer, alay eder, iğneler… Bakışları ile eşini ezmeye çalışır, küçümser.

Ya da Aşırı Tevazu Sahibidir: Tevazu bazen kibirimizi saklamak için iyi bir kalkan olur. İltifat duymak, övülmek için kişinin iyi yapabildiği şeyleri bile “iyi yapamam” demesi ya da “layık değilim” diyerek tevazu gösteriyormuş gibi davranması.  Sahte tevazu dışarıda gösterilir fakat evde patlak verir, acısı eşinden çıkarılır.

Konu ile ilgili bir kaç misal:

Bir adam karısı ile gittiği beş yıldızlı otelde açık büfeden kendine yemek almıyormuş. Kendi oturuyormuş karısının alıp getirmesini bekliyormuş ya da karısıyla birlikte yemeklere bakıyormuş ne istiyorsa karısına işaret ediyormuş, karısı alıyormuş. Aman Allah’ım.

Bir okurum yazmıştı. “Karım tesettürlü fakat beni sinir etmek için balkona başı açık çıkıyor. ‘Sana inat yapıyorum’ diyormuş.

Başka bir mesaj: “Benim ailemin maddi imkanı iyi değil diye kocam ailemi hor görüyor ve onlarla görüşmek istemiyor. Onlar geldiği zaman yüzünü asıyor.”

Bir hoca hanım kocasından bahsederken “O avam” dedi. Kocasının kendi gibi dini eğitimi yokmuş. Olabilir de kocaya “avam” denir mi? Kendi zihninde kocanı cahil, bir şey bilmez diye kodladıysan o adama nasıl saygı duyarsın. Ayrıca belki sen “ilmim var” diye kibirlendiğin için Allah’ın sevmediği bir kulsun da kocan yaptığı işlerle Allah(c.c) yanında sevilen makbul bir kul. Bilemezsin ki. İbilis’ in de ilmi vardı ama kibirlendiği için onun yoldan çıkmasına sebep oldu.

Bir hanım “Benim geri vitesim yok.” diye övünüyordu. Neymiş, geri adım atmaz, özür dilemezmiş. Aman ne kadar da övünülecek bir huy. Tamamen kibir kokan bir cümle. Ondan sonra da “Eşimle anlaşamıyoruz, muhabbet edemiyoruz” diye şikayet ediyorsun. El insaf. O geri vites arabalarda ne çok işe yarar. Geri vites olmasa en başta arabayı park ettiğin yerden bir daha çıkamazsın. Evliliğinde de özür dilemeyi geri adım atmayı bilmiyorsan, park ettiğin yerde kalır çürürsün.

Adam “Ben burnumdan kıl aldırmam.” diyor. Kendini o kadar beğeniyor ki…Eh o zaman “yalnızım mutsuzum” diye şikayet etme. Topla o kılları kışın yorgan yapar, üstüne örtersin. Sarılacak, kucaklayacak bir eş olmayınca onunla idare edersin artık.

Kısacası kibir bize hep kaybettiriyor. Kişi hatasını görüyor, özür dilemiyor. Sevdiği göz göre göre gidiyor, gitme diyemiyor. Evliliği bitiyor, kurtarmak için çabalamıyor, “ben de hata ettim” diyemiyor.

“Boşanmış hanımlardan mesajlar geliyor. “Sizin yazılarınızı okuyana kadar hep eşimi suçladım, kendi hatalarımı görmemişim. Şimdi çok pişmanım. Çocuklarımızda var. Eşim de henüz evlenmedi. Fakat ona dönmek istediğimi söyleyemiyorum.”

Engel nedir? Nefsi. Kırılmaktan korkan kendini aziz zanneden nefis… Ola ki kocası “Hayır” derse. Başkaları duyar “Aa yazık pişman olmuş, geri dönmek istemiş…” Desinler ne olur? Kişi ailesini yeniden bir araya getirme imkanını kibrini kıramadığı için yapamıyor. Nefsini korumak için yalnızlığa razı.

Bir “Evlilik Okulu” eğitimimde hanımların evlilikte yaptığı hataları konuşmuştuk. Dersin sonunda “Herkes hatalarını fark etti mi?” diye sormuştum. “Evet” dediler. “İyi o zaman bu gün eve gidince kocalarınızdan bugüne kadar yaptığınız yanlış davranışlardan dolayı özür dileyin. ‘Bundan sonra sana daha iyi bir eş olmak istiyorum, bana yardım eder misin?’ deyin dedim. Hepsinin yüzü bembeyaz oldu. Mırın kırın ettiler. Belli ki söylediklerim çok zor geldi. Hanımın biri “Yemin ederim boynumu kesseniz gidip de kocamdan özür dilemem.” dedi.

Biz kadınlara kocaya saygılı davranmak niye zor geliyor? Nefsimize dokunuyor, ağır geliyor, oysa Allah(c.c)ın  emri. Yüz tane takla atıyor, bahane bulmaya çalışıyoruz. Fakat hem kendimiz mutsuz oluyoruz hem eşimizi mutsuz ediyoruz.

Erkeklerde de para, mevki makam kibri ve karısını küçümsemek, değer vermemek, yaptığı işleri önemsememek, sevgisini kesmek şeklinde  görülüyor daha çok.

Hz. Peygamber “Bir kimse kibirlene kibirlene sonunda zâlimler gürûhuna kaydedilir. Böylece zalimlere verilen ceza ona da verilir.” (Tirmizî, Birr, 61)buyuruyor. Rabbim korusun.

“Eşim Aşkım Olsun” kitabımda “Burnuyla Bulut Çizmek” diye kibir üzerine bir hikaye yazdım. Bir de Muhammed ibni Hüseyin’in güzel bir sözünü aldım:

Az ya da çok insanın kalbine kibir girdiğinde o miktar aklından noksanlaşır.”demiş. Çok beğendim bu sözü. Gerçekten de kibir  göz göre göre kendini mutsuz etmekten başka bir şey olmadığın göre bunu en iyi aklın noksanlaşması ile açıklayabiliriz. İnsanın zekası akıllı olmasına yetmiyor. Kişi çok zeki olmasına rağmen hayatını mahvedecek pek çok hata yapıyor. O zaman kibir akıl noksanlığından başka ne ki ?

Kibir bu devrin hastalığı. Cilalı teknoloji devrindeyiz. İnternette, sosyal ortamlarda bazı insanlar hem kendi kibrini kabartıyor hem de başkalarını cilalıyor. Bu kez kişiler nefsini pohpohlayan tanımadığı insanlarla zaman geçirmekten en yakınındakini, onu gerçekten seven, zor zamanda yanında olacak kişilere; eşine, dostuna sırtını dönüyor, zaman ayırmıyor, ilgilenmiyor.

Çocuklarımızı da cilalayarak büyütüyoruz. Onlar ders çalışsınlar sınavlarda başarılı olsunlar diye bütün işlerini biz yapıyoruz. Etraflarında pervane oluyoruz. Bir de sürekli pohpohluyoruz. Sonunda ne oluyor. Bencil, ailesini bile beğenmeyen kibirli, psikoloji diliyle narsist kişiler ortaya çıkıyor.

Çocuklarımızı bencil yetiştirmemeye gayret edelim. Onlara iyiliği, yardımseverliği, fedakarlığı, mütevazılığı öğretmeye çalışalım. Paranın, malın, mülkün, mevkinin, güzelliğin, yakışıklılığın…hepsi boş.Sadece bir parıltı. Parıltı döküldüğünde kişi tüyü dökülmüş civciv gibi kalıverir ortada. Sevdiklerimizin, yakınlarımızın kıymetini bilelim. Kısacası dünya ve ahirette mutluluğun; evde muhabbetin en büyük düşmanı kibirdir.

Ödev: Yukarıda madde madde yazdığım kibirli insan davranışlarından kaç tanesi kendimizde var, onlara bakıp onlardan kurtulmak için gayret sarf edelim. Hatta en iyisi nişanlınıza ya da eşinize okutun “Bu huyların kaç tanesini ben de görüyorsun?” diye sorun. Ve onlara söylediklerini dikkate alacağınızı ve nefsinizi temize çıkarmak için kendinizi savunmayacağınızın da garantisini verin ki rahat söylesinler. Bunu “yapamam, hatalarımı duymaya dayanamam” mı diyorsunuz. O zaman durumunuz oldukça ciddi. Kibir gözünüzü kör etmiş demektir.

cocukaile.net

 

Evlilik Okulu: Kaç Şikayet Kaç Teşekkür?

“Hani Rabbiniz, (size) şöyle bildirmişti: “Andolsun ki eğer şükrü yerine getirirseniz, elbette size (nimetimi) artırırım. Eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok çetindir.” (İbrahim suresi 7)

Bu âyet-i kerime ne büyük bir müjde ve ne büyük bir uyarıdır. Hiç aklımızdan çıkarmamamız gereken bir âyet. Günümüzün en temel problemi şükürsüzlük. Kapitalist sistem içerisinde hep eksikliklere odaklanıyoruz, sahip olduklarımızı görmüyoruz. Oysa eksiğe odaklanmak şeytandandır. Cennette Allah (c.c) Hz. Adem ve Hz.Havva ‘ ya pek çok nimet vermiş fakat az bir de eksik bırakmıştı. Şeytan gitti ve onları eksik olanı almaya ikna etti. Her şey tam olsun derken sahip oldukları nimetleri de kaybettiler.

O günden bu güne şeytan aynı oyuna devam ediyor. Para, mal, mülk kalite, marka, yüksek beklentiler…Şunum da olsun bunum da olsun..Herkeste olan bende de olsun, mümkünse ben de olan da herkeste olmasın…

sukurDinin aslı şükürdür. Kur’ an-ı Kerimin ilk âyeti Fatiha hamd ile şükür ile başlar. İbadetler de bir şükürdür. Namaz ve oruç bedenin şükrü, zekat ve sadaka malın şükrüdür. Ne kadar severek ve istekle yaparsak o kadar makbuldür.

Nimete şükür ise elimizde olanın kıymetini bilmek, israf etmemek yani dilimizle ve halimizle Allah’ a şükretmek ve nimete sebep olana teşekkür etmek. Göndereni ve getireni unutmamak.

Sevgili Peygamberimiz: “İnsanlara teşekkür etmeyen Allah’a şükretmemiş olur.” buyuruyor.

Evlilik problemlerimizin temelinde de şükürsüzlük var. Eşler birbirleri pek çok şeye mecbur olarak görüyor. Evet karı kocanın mecbur olarak yaptıkları vazifeleri var fakat bu teşekkür etmemeyi ve nankörlük yapmayı gerektirmiyor.

Kadın erkeği para kazanmaya, evin bütün ihtiyaçlarını karşılamaya; kendinin ve çocuklarının isteklerine yapmaya mecbur görüyor. Bunun için erkek çoğu zaman bir takdir ve teşekkür göremiyor tam aksi varsa bir eksiği onlar görülüp söyleniyor. Bu da erkeğin ailesi için harcama yapma hevesini kırıyor.

Mesela kadın; erkekten elli lira ister, erkek otuz lira verir, kadın söylenerek alır, teşekkür etmez; erkek otuz lirayı verdiğine de pişman olur. Oysa kadın eşinin verdiğini teşekkür edip alsa erkeğin ailesi için harcama yapma isteği artar.

Koca açısından bakınca aynı şekilde erkek de çoğu zaman karısının yaptıkları için ona teşekkür etmez. Erkek; yemeğini yer teşekkür etmez, çayını içer teşekkür etmez, ütülü gömleğini giyer teşekkür etmez…Fakat eksikleri hemen görür.

Mesela; erkek mavi gömleğini giymek ister; mavi gömlek ütülü değilse söylenir, sanki karısı gömleklerini hiç ütülemiyormuş gibi.

Bu kez hanım eşinin söylenmeleri karşısında incinir. Kadın yaptığı işler konusunda takdir görmeyip bir de eleştirilince ev işi yapma hevesini kaybeder.

“Olur mu öyle şey ben eşime muhakkak teşekkür ederim.” diyenler de vardır muhakkak yazıyı okurken. İşte o zaman da teşekkürün ne kadar candan yapıldığına bakılmalı. Usulen kuru kuru yapılan bir teşekkür kimseyi mutlu etmez.

Ya da iki şeye teşekkür edip beş şeyden şikayet ediliyorsa o yapılan teşekkürün bir anlamı olmaz. İyi bir teşekkür önce Yaradan’a şükredip sonra sebep olana candan, samimiyetle teşekkür etmekle olur.

Sadece dilden çıkan teşekkür kalbe ulaşmaz. Teşekkür; içinde duygu olan bir ses tonu ile güzel sözcükler ve hoş bir tebessüm  ile daha anlamlıdır.

Eksiğe, kusura odaklananlar samimi olarak takdir ve teşekkür edemez. Sanki kendilerde her şey tammış gibi karşıdaki tam olsun isterler. Sanki insanda mükemmellik mümkünmüş gibi mükemmeli ararlar. Mükemmeli göremeyince şükür ve teşekkür yapılmaz.

Eksiğe ve kusura odaklanmanın ana sebebi kişinin kendi kusurlarını görmemesidir. Kendi kusurunu gören kişi eşinin kusurlarına karşı daha anlayışlı olur. Kendi kusurunu görmeyen kişi eşinin hatalarına kafayı takar ve onu değiştirmeye çalışır; eşiyle arası bozulur. Oysa kişi kendi kusurunu görüp onu düzeltmeye çalışsa evliliği için çok daha doğru bir şey yapmış olur.

Eşin eksiğine odaklanıldığında iyi özellikleri görülmez olur, bir de ona karşı kızgınlık duymaya başlanır. Şeytan zaten kızgınlığı sever; verir ateşi verir ateşi. Yanar ve yakarsın. Sonra gelsin pişmanlıklar…

Yaradan’ın vaadi var; nimetin kıymetini bildik bildik, bilmezsek gider elden. Karşıdaki istemese de Allah onu kişinin elinden alır; ölür gider, aldatır gider, boşanır gider. Hatta bazen kıymet bilmeyen kişi kendi ister ayrılmayı. Kendini eşinden mahrum edip onu cezalandırdığını zannedenken kendi kaybettiğini fark etmez o anda. Aklı başına geldiğinde de çoğu zaman geç olur.

Eşin eksiğine kusuruna rağmen sizin için yaptıklarından dolayı samimiyetle teşekkür ederseniz, onda kusur aramazsanız evlilikte muhabbeti yakalamanız kolay olur. Şükür nasıl Rabbimizin nimetlerini artırıyorsa teşekkür ve takdir de eşin iyiliklerini artırır.

Teşekkür etmek için büyük iyilikler bekliyoruz oysa küçücük iyiliklere teşekkür etmeye kendimizi alıştırsak büyük iyilikler de peşinden gelecektir. Bereket şükürde, muhabbet teşekkürdedir.

Kadın-erkek her insanın değerli olma isteği vardır. Teşekkür de değer vermenin ve değer bilmenin göstergesidir. Siz teşekkür ederken bir bakmışsınız eşiniz o sevmediğiniz huyundan kurtulmuş.

Nefsimiz şikayete, gönlümüz şükre meyillidir.

Eşini nefsi için bencilce seven; az kusuru çok görür. Eşinin yaptığı her hatayı kendi nefsine saldırı olarak görür. Şikayeti çoktur.

Eşini gönülden, samimi seven; hataları büyütmez. Eşinin gönlünü incitmekten korkar. Teşekkürü çoktur.

Rabbim sevgilerimizi rızasına uygun gönülden sevgiler eylesin.

Ödev: Herkes nefsini bir muhasebeye çeksin. Bu güne kadar eşinize karşı suçlamanız ve şikayetiniz mi çok oldu yoksa takdir ve teşekkürünüz mü?

Sema Maraşlı

www.cocukaile.net

Çocuğunuzun Şiddete, İstismara Maruz Kaldığını Nasıl Anlarsınız?

Hangi yaşta olursa olsun bir çocuk evde üvey ya da gerçek ebeveynleri, bir akrabası, okulda öğretmeni, akranları ya da sokakta hiç tanımadığı kişilerce duygusal, fiziksel ya da cinsel tacize, istismara maruz kalabilir. Belki de en önemlisi; özellikle de okul öncesi dönemdeki çocukların zihinsel ve dil gelişimleri henüz yeterince olgunlaşmadığı için duygularını, kaygılarını, korkularını söze dökememeleridir ki bilinçaltına bastırılan korkular örneğin rüyalarla kendisini gösterir.

Daha da kötüsü; çocukların yaşadıkları bazı davranışları bir taciz olarak görmemeleri; görseler bile örneğin tacizci bir aile üyesiyse eğer çeşitli korkular nedeniyle ifade etmekten kaçınmalarıdır. Bazı çocuklar özellikle cinsel içerikli bazı eylemleri bir oyun olarak da görebilmekte, dolayısıyla da normalleştirmektedirler.

Bazı kız çocukları babaları tarafından cinsel olarak istismar edilmelerini bir sevgi gösterisi olarak algılayabilmekte; örneğin her babanın çocuğunu böyle sevdiğini düşünmektedirler. Babalarının annelerine cinsel içerikli çeşitli davranışlarda bulunduğuna tanıklık eden bazı erkek çocukları da benzer davranışları okulda kız arkadaşlarına uygulamaktadırlar çünkü ne yazıkki bunların zararsız bir sevgi ifadesi olduğunu öğrenmişlerdir. Kısacası, yaşanılan travmalar derecesine, süresine ya da biçimine göre çeşitli olumsuz sonuçlar doğurabilir.

Tüm bu sonuçları da aslında çocuğun yaşadıklarını kendince, kendi dilince ifade etmesi olarak düşünmek mümkündür. Tabi bu olumsuz sonuçlardan bazıları çocuğun yaşadığı gelişim döneminin getirdiği geçici birtakım sıkıntılar da olabilir.

Burada önemli bir ipucu; diyelim ki o güne kadar altını hiç ıslatmayan çocuğun bir anda sürekli olarak altını ıslatmaya başlaması ya da aslında son derece sakin mizaçlı olan çocuğun 1-2 haftadır öfke patlamaları yaşaması, hayvanlara ya da oyuncaklarına zarar vermesi gibi dikkat çekici davranışlardır. Bu noktada da ailenin bir profesyonel yardım alması sorunun daha da büyümemesi için önemli olacaktır.

Peki, bir şiddet eylemine, tacize, istismara maruz kalan bir çocukta ne tür davranışlar göze çarpar? Yaşanılan travma kendisini ne tür olumsuz sonuçlarla gösterir?

Çocukta kaygı, korku, suçluluk duygusu ve utanç göze çarpabilir…
Değersiz hissettirilen, aşağılanan, utandırılan, küfredilen, sürekli tehdit edilen, terk edilen, reddedilen ya da hırsızlık gibi antisosyal davranışlarda bulunmaya teşvik edilen bir çocuk kötü rüyalar görebilir…
Nedeni belirsiz fiziksel sağlık sorunları yaşayabilir; örneğin tahlillerin tamamı temiz çıkmış olsa da son birkaç gündür hep karnı ağrımaktadır…

Benzer yaş dönemindeki çocuklardan farklı olarak ani duygusal iniş çıkışlar, örneğin nedensiz öfke patlamaları gösterebilir…
İlgi, sevgi, şefkat görebilmek umuduyla sanki bir bebekmiş gibi davranabilir, örneğin böyle konuşmaya başlayabilir…

Yaşadığı travmayı oyunlarında aktarabilir; onu yeniden yaşayabilir. Örneğin oyunda kendisini çaresiz bir kurban olarak sunabilir ya da kahraman, kurtarıcı rolünü üstenebilir. Ya da örneğin evcilik oynarken kendisini annesiymiş gibi sunabilir. Bunu yapmadan önce de annesinin makyaj malzemelerini kullanabilir, mutlaka onu elbiselerini giymek isteyebilir…

Yaşadığı travmayı hatırlatan kişi, yer ya da şeylere karşı tepki gösterebilir. Herzaman gitmekten çok zevk aldığı parka tekrar gitmek bir yana; parkın adını duyduğunda bile stres tepkileri gösterebilir, öfkelenebilir, ağlayabilir…

Özellikle de belirli arkadaşlarından uzaklaşabilir, onlarla sürekli kavga edebilir ya da artık hiçkimseyle oyun oynamak istemeyebilir…
Dikkat ve konsantrasyon sorunları ya da öğrenme güçlüğü yaşayabilir…
Ya tamamen bağımsızlık, kendi başınalık ya da örneğin son 2 haftadır annesine aşırı bağımlılık gösterebilir…

Yaralanmalarla sonuçlanacak ciddi riskler alabilir, sanki artık bedenini hiç önemsemiyor gibidir. Örneğin kendini kesebilir çünkü bilinçaltısal olarak yaşadığı tacizi hak ettiğine inanmaktadır…
Cinselliğe, cinsel konulara, karşı cinse, cinsel organlarını keşfe aşırı önem verebilir, sürekli onlarla meşgul olabilir…

Okuldaki arkadaşlarını taciz edebilir; onlara, eşyalara ya da hayvanlara saldırabilir…
Kimseye güvenmeyebilir, arkadaşlarının ya da öğretmeninin davranışları hakkında aşırı şüpheci davranabilir…

Kendini hep yeniden kurbanlaştırabilir; örneğin okulda herkesin çekindiği çocuğa özellikle sataşıp onun kendisini dövmesini sağlayabilir, onu tahrik edebilir. Böylelikle de yaşadığı travmayla (annenin reddi ya da ihmali, babanın cinsel istismarı gibi) belirmiş olan değersizlik duygusu onaylanmış olur…

Bir işi başlayıp bitirmekte; örneğin ödevlerini yapmakta zorlanabilir, hep bir performans kaygısı ve başarısızlık korkusu yaşayabilir…

Yaşadığı travma yaşamı üzerindeki kontrol duygusunu kaybettireceği yani hayatının kendi kontrolünün dışında sürdüğünü hissettireceği için kontrol duygusunu yeniden kazanmasını sağlayacak arayışlara girebilir. Örneğin oyuncaklarının nasıl organize edileceği, hangisiyle nezaman ne kadar oynanacağı gibi konularda aşırı takıntılı davranmaya başlayabilir…

Yaşadığı travmayla baş etmek için kendince çözümler üretebilir; örneğin ensest mağduru bir kız çocuğu yatağa artık hep babası eve gelmeden önce girebilir…
Yaşadığı şiddetin kendisinden kaynaklandığına inanıyorsa eğer evde daha az konuşmaya başlayabilir…
Rüyalarında canavarlar ya da tanımlayamadığı nesneler görebilir…

Bir fırtınaya, gök gürültüsüne, çarpışma sesine, üniformalı bir güvenlik görevlisine, ateşe, yıkık bir bina görmeye, çığlıklara, sigara kokusuna, belirli bir parfüme ya da sallantıya karşı aşırı duyarlı olabilir…
Günün özellikle de belirli bir saatinde, akşamları ya da o dayısının evine gittiklerinde huzursuzluk yaşayabilir.

Tarık Solmuş

cocukaile.net

Tutunamayanlar’ın duası: Fatiha

Boşluktayım. Dengemi arıyorum. Ayaklarımı zemine basmak, nerede olduğumu soru işareti kalmamış şekilde (bizzat kendime) hatırlatmak ve ‘sapasağlam bir kulptan’ tutunmak istiyorum. İnsanım en nihayet. Tüm zayıflığımla ve zaaflarımla insanım. Fazlasını beklememeli ‘ben’den. Bu takılıp kalmalar normal. Duraklamalar, şaşkınlıklar yeni değil. “Kusur, insanın imzasıdır.” Kararsızlık ise, her babanın oğluna mirası. Babamdan aldığım bu yükle, yani yaratılışımla, Tutunamayanlar‘danım. Fıtratım bu hakikati söylüyor bana. ‘Sapasağlam bir kulbu’ bu yüzden arıyorum. Muhtacım. Tam da Oğuz Atay’ın tarif ettiği gibiyim: “Ben Selim Işık, anlatmadan anlaşılmaya âşık.”

Yaşlanıyorum galiba. Boşlukların artması büyümeme delil. Durmaya yaklaşırken nesne yavaşlar. Zaman da, ömrüm adına durma noktasına giderken yavaşlıyor sanki. Açılıyor. Herşey şeffaflaşıyor. Herşey daha derin artık… Bazı şeyler eskisinden daha boş. Bazı şeyler daha görülebilir. Pişmanlıklar daha sahici ve yoğun. Bazıları daha çok ‘keşke!’ Herşey hakkında söyleyecek daha çok şeyim var. Daha çok düşünüyor, daha yavaş hareket ediyorum. Dalgınlaşıyorum. Uğruna yaşanılacak ‘şey’ sayısı azalıyor. Ve yaşlandıkça, ve durakladıkça, ve tutunamadıkça; Kur’an’ın kendini neden böyle, ‘sapasağlam bir kulp’ diye tarif ettiğini daha iyi anlıyorum. Elim daha çok tutunacak yer arıyor. Hatıralara tutunuyorum.

Peki yazmak? Yazmak, benim için denge aracı. Rehabilitasyon. Bir pusula değil, bir direk. Kur’an’da dağlara atfedilen tüm vazifeleri, bende ‘yazmak’ yapıyor: Dengemi sağlıyor. Sarsıntılarımı alıyor. Devrilmekten koruyor beni. İçimdeki hazineleri (varsa) gösteriyor. Durduğum yeri bana ve başkalarına izah etmek için de yine onu kullanıyorum.

Bana ve başkalarına. Önce kendime, sonra başkalarına. Nefsini ıslah etmek, yani onunla fıtrat düzleminde bir sulh/barış aramak, yahut onu kendisiyle barıştırmak; başkalarını da kendileriyle barıştırmanın tek yolu gibi geliyor. Hepimiz insanız. Kendimizden, yani bizi ‘biz’ kılan şeylerden hareketle başkalarının ruhuna dokunabiliriz. Öteleyerek değil. Başkalarına tesirimiz, içimize uzandığımız kadardır. Yazılarımın derinliği de, tasannu ile asıl ben’den uzaklaşmadıkları kadar işte. Fazlası değil. Fazlasını yapmaya çalıştıkça, yapmacıklık beni safiyetin nazarında soğuk düşürüyor. Üşüyorum.

Allah’tan her namazda doğru yolu istemek! Tekrar tekrar istemek! Günde beş vakit istemek! Yani Fatiha, yani Fatiha’daki ihdinessıratalmustakîm, yani “Bizi doğru yola ilet!” yakarışı; böyle bir haletteyken daha bir anlamlı geliyor.

İnsan nedir? İnsan savrulandır. Savruldukça tutunmaya çalışandır. Unutandır, hatırlayandır. Günah işleyen, ama pişman olandır. Kaybedendir, sonra tekrar bulandır. Gaflete düşen, ama ayılınca huşûda da coşandır. Gönlü bir genişleyip bir daralandır. Rızkı bir genişleyip bir daralandır. Safa ile Merve arasında koşandır. Zıtlar arasında savrulan da savrulandır.

O zıtlardan birisinin ucuna vardığını, orada uzunca kaldığını pek nadir görürsün. Kur’an da onun bu gelgitlerine çok dikkat çeker. Denizde, dalgalar arasında hali başkadır mesela; karaya çıktığında başka. Derde düştüğünde hali bir başkadır, dertten kurtulduktan sonra başka. İhtiyaçta hali başka, ihtiyaçsız sandığında başka. “Şüphesiz insan azgınlaşır, kendisini ihtiyaçtan uzak görünce!”

İnsan (çok klişe bir benzetmedir fakat) bir yolcudur aslında. Bir yere varmakla değil, kendi içinde yürümekle yolcu. Mevlana’nın (k.s.) tabiriyle kendi 900 katı içinde gezmekle yolcu. Fıtratındaki uçlar arasında hadd-i vasatı arayan bir yolcu.

Modern psikoloji, böylesi boşlukların kaç çeşidini ve bu çeşitlerin bilmem kaç ismini bulursa bulsun, Fâtır yarattığından beri insanda bu boşluklar vardı. O, yaratılışından belliydi ki; zaman zaman kaybolacak; koşacak fakat duracak ve kendine yol arayacaktı. Boşluklarını doldurmak istiyordu. Zaten bu arayış için yaratılmıştı. Nebiler ona bu yüzden yollanmıştı. Bu yüzden tutunacak bir yer arıyordu. Belki bu fıtrî duasının kabulüydü, imtihanı. Bu aramak, bulmak, kaybetmek ve tekrar aramak yeteneğindendir ki; arayışlar âlemine, aramak için gönderilmişti. İbn-i Arabî’ye (k.s.) atfedilen o hoş ifadesiyle: “Her arayan bulamazdı, ama bulanlar ancak arayanlardı.”

Bak nereden başladık, nereye geldik. Tıpkı hayatlarımız gibi cümlelerimiz de savruluyor. Başladığımız yer, bitirdiğimiz yer değil. Doğru yerde başlamak, doğru yerde bitirmenin garantisi değil. Tutmuyor her zaman amaç ve sonuç. Olmuyor. Bu iman/hayat yolu her vakit uyanık olmayı ve süreci sınamayı gerektiriyor. Yolun nihayeti değil, yolun kendisi maksat sanki. O yüzden hep tetikteyiz. Hiçbir yerde uzun kalamıyor, tekrar aramaya başlıyoruz. Bunca savrulmalar içinde değil beş vakit; hatta kırk vakit, kırk tekrar ile “Allahım bizi doğru yola ilet!” desek yeri var, öyle değil mi? Bir de böyle bakıver Fatiha’ya be arkadaşım. Yani Tutunamayanlar’ın duası nazarı ile.

Ahmet Ay

cocukaile.net