Etiket arşivi: cocukaile.net

Teknolojinin Sinir Ettiği Ebeveynler

Teknolojinin zirve yaptığı çağımızda günümüz insanları, birçok iş ve işlemlerini teknolojiden faydalanarak yapmaktadırlar. Buna rağmen iş ve işlerini yetiştiremeyen bu insanlar, günün yoğunluğunu ve işleri bitirememenin stresini akşamları evinde yaşamaktadırlar. Akşamları eve gelen bu insanlar; “Öf, bittim, ölüyorum!..” gibi  sözlerle duygu yoğunluklarını ifade etmektedirler. Zihinsel olarak yorgun olan bu insanlar, ister istemez duygu yoğunluğu da fazla yaşayacaklarından en küçük olumsuzluklarda sinir patlaması yaşayacaklardır.

Günümüz insanları eskisi gibi bağ bahçede kazma kürekle çalışmadıkları için, bedenen yorgun olmasalar da zihnen yorgun oldukları gerçek. İnsanlar zihinsel yorgunluklarında duygu yoğunluklarını fazla yaşadıkları da bir gerçek. Ancak şu da bir gerçek ki;  evlerde aile bireylerinin deşarj olma ya da tepki verme adına birbirlerine bağırabilecekleri haklılığını da ortaya koymamaktadır.

Evlerde aile bireyleri birbirlerine karşı en küçük şeylere tahammülleri yok. Özellikle anne babalar, çocukların en küçük yaramazlıklarına karşı tahammülün te’si kalmıyor. Evler sanki sükûnet yeri değil de birbirlerine bağırma yeri olmuş, herkes yorgunluktan birbirine bağırmaktadır.

Akşamları işten eve gelen babalar; çocukların en küçük seslerine ya da annenin azıcık çocuklarla ilgilen sözüne, kıyameti koparmaktadırlar. Anneler de sinirli bir şekilde babalara, çocuklarla iki dakika ilgilen dedik kıyameti koparıyorsun; akşama kadar ben nasıl tahammül ediyorum diyebilmektedirler. Doğru, anneler çocuklarına tahammül ediyorlar; ancak onlarında çocukların en küçük yaramazlıklarına karşı sinirlenmektedirler.

Anne babalar sanki sinir küpü olmuş patlamaya hazır birer bomba gibidirler. Aile bireyleri birbirlerine karşı en küçük anlayış ve sabır göster(e)memektedirler. Evde herkes birbirine bağırmakta ve en küçük bir olumsuzluklarda herkes birbirine patlamaktadır.

“Üzüm üzüme baka baka kararır.” atasözünde olduğu gibi anne babalar sinir küpü olunca çocuklarda ister istemez sinir küpü olacaktır. Babasına bir şey anlatmaya çalışan kardeşine ablası: “Kulağımın dibinde bağırıp durma ya!” diye tepki veriyor. Kardeşine tepkisini nedenini soran babaya abla:  “Okulda zaten kafam şişiyor. Sınıflar olmuş kırkar kişi, sınıf susmuyor hoca susturmak için bağırıyor…”

Anne babalar gerçektende sinirliler mi?

Anne babalar, duygu yoğunluklarında çocuklarına karşı göstermedikleri anlayış ve sabrı, eş, dost ve arkadaş çevresine fazlasıyla gösterebilmektedirler. Anne babalar, çocukların en küçük olumsuzluklarına karşı bayramlık ağızlarına açarlarken; dost ve arkadaşlarına karşı daha anlayışlı ve daha sabırlıdırlar.

Arkadaş çevresine; “Estağfirullah, önemli değil, ne demek, hay hay!” diye karşılık verilirken; çocuklardan gelen sıkıntılara karşı; “Ben sana kaç defa söyledim, ne anlamaz çocuksun!” gibi ifadelerle karşılık verilmektedir.

İş yerinde alçak gönüllü ve mütevazı olan bir baba, akşam eve gelince aynı anlayışı ve mütevazılığı eş ve çocuklarına karşı göster(e)mez. Telefonda arkadaşlarına kurduğu o güzel cümleleri eş ve çocuklarına karşı kur(a)maz.  Başka bir ifadeyle babalar, eşi ve çocuklarına gösterdiği sinirlilik ve umursamazlığı arkadaş çevresine göster(e)mez. Çünkü eşine ve çocuklarına davrandığı gibi davrandığı takdirde sonucun ne olacağını çok iyi bilmektedirler.

Annelerde iş güç, ev işi, mutfak derken yoğun bir koşturmanın ardından onlarda yorgun düşmektedirler. Yorgunluğa okuldan dönen çocukların dertleriyle ilgilenmek ve onların arkalarını toplamak da eklenince anneler iyiden iyiye çileden çıkmaktadırlar. Çocukların ilgi ve isteklerine karşı kimseyi çekemeyecek kadar yorgun olan bu anneler, aynı geribildirimleri konu komşu ve arkadaş çevresine ver(e)memektedirler.

Anneler yorgunda olsalar konu komşu ya da arkadaş çevresiyle konuşurken “Bacım, abla, ablam…” diye konuşurlarken, çocuklarına karşı en küçük sevgi ifade eden yumuşak cümle kur(a)mazlar.

Akşama kadar en güzel kelimeleri yumuşak bir şekilde arkadaşlarını kurmakta cömert davranan anne babalar; akşam evde çocuklarına bir o kadar cimrilik yaparlar. Akşama kadar yumuşak söz söylemekten yorulan birçok anne baba, çocukların ilgi ve alaka isteğine karşı verdikleri olumsuz geribildirimlerle çocukların isteklerine pişman ederler.

Yorgunluktan elini kaldıracak hali olmayan bu anneler, kapısını çalan arkadaşını en güzel şekilde karşılamakta ve “Ay ne iyi etinde de geldin, gel biraz laflayalım!” diyebilmektedirler. Ya da arkadaşının bir yere gitme davetini geri çevirmek şöyle dursun seve seve gidebileceği en güzel şekilde ifade etmektedirler. Aynı durumda bir bardak su isteyen çocuklara aynı güzel ifadeler verilir mi onun yorumunu da size bırakıyorum.

Hz. Musa (a.s)’a yumuşak söz söylemesini (“Ey Musa! Firavun’a karşı yumuşak söz söyle, ona yumuşaklık göster!” (Tâhâ,44) isteyen Rabbimiz,  eğitimleri konusunda anne babanın elinde birer emanet olan çocuklarla konuşurken ve onları eğitirken de yumuşak söz söylenmesi gerekmez mi?

Sonuç olarak Müslüman’a; güler yüz göstermek (Müslim, Birr,144) tebessümetmek (Tirmizi; Birr,36) ve yumuşak ve güzel söz söylemek (Buhârî, Edeb,34)sadakadır. Güler yüz, tebessüm ve yumuşak sözden eş dost ve arkadaş kadar, çocuklarında fazlasıyla hak ettiğini düşünüyorum. Bu sadakadan çocukları da mahrum bırakmak gerekir

Mehmet Emin Karabacak / cocukaile.net

Birbirimizin Yarasını Saracak İlaç

İkinci kattaki evinin balkonunda görürdüm onu. Yemyeşil asma yapraklarının arkasında olurdu hep. Kamile teyze…

Gün boyunca balkonda mı otururdu bilmem ama biz ne zaman evinin önünden geçsek oradan seslenirdi. Çoğu kez oturduğu yerden eğilerek, hal hatır sorar, “ buyrun gelin yavrum ” demeyi ihmal etmezdi. Hatta herkese sürekli söylediği bu “ buyrun gelinler ” aramızda gülme konusu bile olmuştu.

Bir fırsat olsa da ziyaretine gitsek diye geçerdi hep aklımızdan. Çay sefasına özendirecek kadar güzeldi balkonu… Ama nedense hiç uygun bir zaman denk getiremezdik.

Uzun zamanlarımızın içinden kırpabildiğimiz dar bir vakitte ziyarete gittik Kamile teyzeyi. Gördüğündeki memnuniyetine diyecek yoktu. Halimizi hatrımızı sorar sormaz içini dökmeye başladı, diken üstünde oturuşumuza aldırmadan. Hastalıklarından bahsetti, merdiven inip çıkması yasak olduğu için dışarıya çıkamadığından… Uzaktaki çocuklarından, rahmetli eşinden ve eski günlerden…

Bir ara mutfağa geçmişti ki,  kapısı açık olan balkona çıktım, manzarayı merak ederek.

İşte, yaşlı teyzenin her gün dışarıyı seyrettiği asmalı balkondaydım…

Sandalyesi çarptı gözüme. Özenle yerleştirdiği yerden hiç oynatmadan oturdum. Usulca yaslandım.  Etrafıma baktım, baktım…  Sağımda arabaların yoğunca işlediği ana yol, biraz ötesinde yukarı mahalleye çıkan uzun sokak,  solumda bizim ev ve karşımda asmalar…

Kapattım gözlerimi. Kamile teyzenin yaşlı ve hasta haline büründüm bir an…

Hiç çay keyfi yapasım gelmedi. Aşağıdan göründüğü kadar rahat değildi bulunduğum yer. Asmalar sinirimi bozdu. Yeşilliği sevdiğimden mi buradaydılar, görüş alanımı kapatıyorlardı oysa.

Gülüşler gördüm, kahkahalar duydum yoldan geçen…  Kalabalıklar vardı. Gelen giden de ama inemedim yanlarına. Nişanlar, düğünler oldu, davetler yapıldı hemen önümdeki sokakta. Ben buradayım diye bağırmak istedim, ama kimse duymazdı ki. Bir “hayırlı olsun” demek için kafalarını kaldırıp bakmalarını bekledim. Herkes çok meşguldü.  Uzaktaydım, sevinçlerini görebilecek kadar yakın, ama bir o kadar uzak.

Sesler duydum, çocuk sesleri… Muhabbetler… Karşı komşunun çocukları gelmiş, neşeli sesleri vardı, tam yemek vakti… Benimkilerin yanımda olmayışına üzüldüm. Ne anlamı vardı, şu koca evde yalnız başıma bekleyişimin. Biri geçse de buyur etsem, diye geçirdim içimden. Canım çay istedi, bir demliği deviresim geldi. Çok içince uyku tutmuyordu oysa, biraz da çarpıntı yapıyordu ya asıl istediğim çaya katık olacak yarendi, bir tatlı muhabbet… Gelene geçene “buyur gel” dedim. Hepsi de gülümseyerek, “inşallah inşallah…” dedi. Ama gelmedi kimse. Herkes kendi telaşında, dedim, teselli bulmak istedim. Canım yandı…

Açtım gözlerimi, kaç saniye kapalı kaldılar, bilmiyorum. Çok uzaklara gidip gelmiştim, hiç bilmediğim diyarlara.

Utandım kendimden, gençliğimden, sağlığımdan… Aman lafa tutmasın, diye balkonunun altından geçerken hızlanışımdan… Öylesine bir yarım saate sıkıştırdığım ziyaretimden… Belki de vicdanımı rahatlatmak için orada bulunuşumdan… Bir elini öpüp duasını alırım, bencilliğimden… Utandım.

Hayatımın başrolünü oynuyor olmanın havasıyla, kimlerin çekim alanına girdiğimi göremediğimden kızdım kendime.

Herkes kendi filminde başrol oynuyordu evet, ama birbirimizle kesişiyordu yollarımız pek çok kez. Kimi zaman samimi bir güler yüz, bir selam… Bir halden anlayan bakış, bir içten ziyaretti birbirimizin yarasını saracak ilaç.

Kendi dünyamızda rahat bir koltukta, o sandalyedekileri anlamak zor, çok zor.

Yerimizden kalkmakla başlayacak asıl hayat. Ancak o gün yerini bulacak delice istediğimiz ama birbirimizden esirgediğimiz anlayış.

Gonca Anıl / cocukaile.net

Fıtri Kültür

Öncelikle bir hakikat söyleyeyim: “Hüküm hatimeye göre verilir” Evet işin neticesine bakmak lazım. Kültür sahibi olmanın ölçüsü, İslami kriterlere göre tanzim edilmediyse bazen zararlı düşüyor. Zira medeni ölçüler, nefsâni arzuları tatmin üzere bina edilmiş. İslamiyet kültürde, ahlakta, ailede daima en parlak ve nurlu meyveler verdiği halde bu kültürü geliştirmek yerine kendi cüz’î aklımızla, daha doğrusu nefsimizle benimsediğimiz başka yollar çizmek istenen neticeyi vermiyor, fıtrata muhalif düşüyor.

Mesela bir erkek pek çok kayıtlarla bağlıdır. Babası ve annesi başta olmak üzere pek çok akrabası ona yol gösterir. Bunlar evladının her halükarda iyiliğini istedikleri için onu hatalardan men eder. Ve erkek nazarında hatırları da kıymetlidir. Bu fıtridir. Yani erkek asabi olsa bile fıtraten kulağı bunları dinler. Bir de mesela Hocası, Mürşidi, Cemaati olabilir. Bunlar da erkeğe yön verir. Cazibedar hocalarına, abilerine itiraz edemez. Ve erkek fıtraten öğrendiği güzel hakikatlara kayıtsız kalamaz. Her şeyin en güzeline sahip olmak, ailesini en iyi görmek onun fıtri ihtiyacıdır. Hem sünnet bizi cemaate sevkediyor. Çünkü düzgün bir çevre çok hatalardan, ifrat ve tefritlerden insanı alıkoyar. Nitekim ‘cemaatten ayrılanı kurt kapar’ denilmiş.

kalp agacPeki eğer birilerinin başı boş olacak olsaydı bu erkek mi olmalıydı, yoksa kız mı? Erkeği fıtri olarak bağlayan bu kadar kayıtlar varken, kadın hangi kayıtla bağlı olabilir? İşte İslami ölçüleri nazara alırsak kadının başı da kocasıyla bağlanmış. Onun sahipliği ile muhafaza olur. Onun rızası ile mutlu olur. Kocası onun ya cennetidir, ya cehennemi. Erkek hanımının kötü olmasını isteyecek de değil. -Tabi anlık lezzetlerin şevkiyle evlilik yapan, şuursuz insanlar bahsimizden hariç-

Bir evde koca ve baba sıfatını taşıyan erkek, aile ferdlerinin çilesini çekme vazifesini üstlenmiştir. Nitekim evladı bir hata yapsa baba hem sahip çıkar, hem bedelini rıza ile öder. Hanım bir hata yapsa, hissi tavırlar koysa erkek onu hem hazmeder, hem de sevgisini esirgemez. İşte erkeğin mahiyetinde bu manalar da var.

Demek ailedeki hataların, sıkıntıların kefaretini manen erkek ödüyor. Tabiri caizse günahına bedel o yanıyor. İlginç ki dışarıya da birşey sezilmiyor. Hakikaten erkek tam anlamıyla hadiste zikredilen; “Eğer bir kimsenin bir başkasına secde etmesini emretseydim, kadına, kocasına secde etmesini emrederdim..” manasına mâsadak oluyor. Yani kocalar aslında büyük fedakarlıklara sahip oluyor. Bilsin bilmesin fıtri vazifesi bunu netice veriyor. Hariçte belli olmaması, hergün dilinden tatlı iltifatlar dökülmemesi bunu cerh etmez. Zira onu zaten fiilen yapıyor.

Ben hep merak ederdim, erkek çoğu zaman nefsini düşündüğü halde nasıl oluyor da hadislerce zikredilen babalık ve kocalık makamlarını hak ediyor diye. Demek zımni, arka planda, iç dünyada cereyan eden fedakarlıklar, feragatler, gayretler, himmetler var. Yani arzu duyduğu çok şeylerin peşine düşmeyip eline geçene razı olması, ailesinin her sıkıntısını omuzlaması, onları sahiplenmesi, ihtiyaçlarını ve isteklerini yerine getirmek için elinden geleni yapması, bütün hayal ve arzuları zamanla ailesine ve evladına hasrolup bunu varlığının neticesi bilmesi tam bir feragat örneğini teşkil ediyor.

İşte bu mahiyetteki kocaya itaat ve hürmeti Allah ve Resülü farz kılıyor. Hem de eğer olabilse idi secde derecesinde.

Hem Efendimiz (asm) üç kişi yolculuğa çıkacak olsa birinin başkan olmasını istemiş. Aile gibi en önemli ve temel müessese elbet mizansız bırakılacak değildi. İşte doğrudan Kur’an, erkeği aileye reis tayin etmiş. Demek bu noktadan kocanın kararları inayet altında ve daha isabetli düşüyor. Aynı evde ikilikler bulunursa, kendine mahsus bir dünya olan o aile terakki edemez, saadette geri kalır.

Hem hanım, manevi letafeti, şefkati gibi yumuşatıcı hisleriyle o aileye saadet vesilesi olacakken ve aile saadetine mahsus bir varlık iken, dünyanın ince hesaplarıyla kocasına itiraz etse ilk önce kendi huzuru kaçar. Yükünü gemiye bırakmak, yani kocasına tabi olmak, mutlu olmak ve mutluluğu ile kocasını da mutlu etmek daha isabetli olacaktır. Böyle olunca erkek muhakkak hanımının hatırını sayar, ona da danışır.

Şimdiki avrupai medeniyet ise kültür adı altında -belki bu da var ama- iç yüzünde nefsâni, şehevî hisleri daima tahrik ederek aslında bi türlü doymaz, azla yetinmez, her an büyük heyecanlar isteyen nefisler yetiştiriyor. Mesela daima sokaklarda, karşı cinsin günde yüz çeşidini gören bir göz yarın eşini beğenmiyor veya onunla doymuyor, doyamıyor. Mesela evlilik dışı büyük heyecanlar ve hisler yaşayan bir nefis, yarın sakin bir ortamda yapılan ciddi bir evlilik görüşmesinde istediği elektriği alamıyor. Öyle hisler, böyle ortamlarda uyanmaz. Gerek de yok zaten, çünkü nefis daima insanı aldatır. Orada akıl ve kalb çalışır. Buna göre karar vermek daha isabetli olur.

Ayrıca kızlar pek çok hayaller kurarken ve güzel beklentileri olduğu halde -ama çoğuna gerek yok- erkekler zaruri ihtiyaçlarının karşılanması ile yetinir. Kurduğu düzenin iyi kötü devamını ister. Hemen boşanmaya meyletmez.

Bu münasebetle söyleyelim. Cinsel ihtiyaç erkeğin zaruri ihtiyacıdır. Kadında ise bu arzu ancak harici bir tahrikle uyanır. Dolayısıyla kadın ailede bu ihtiyaca cevap vermeye mecburdur. Kadındaki arzu ise kısmîdir. Bir uyaran olmazsa her zaman aramaz. Şer’i hükümler de buna göredir.

Hem kızlar manevi olarak da zayıftır. Hislerine mağlubdur. Akıldan ziyade hisleriyle hareket eder. Yani hissî olarak telkin edilen şeylere aldanıp ikna olabilir. Harici teveccühlere mağlub oluyor. Şimdi nerde kaldı bildikleri, okuduğu kitaplar, kazandığı kültürler..

Elhasıl; İslam, her iki tarafa fıtrata muvafık vazifeler tayin ediyor. Kadının manevi mahiyetine bakınca aile hayatına mahsus olduğu anlaşılıyor. Öncelikli olarak bu maksadı muhafaza etmeyen, bunu kâmil noktalara taşımayan kültür ve emsali şeyler çoğu zaman mâlâyâni, bazen de zararlı düşüyor. Evveliyetle bu temel sağlam atılıp muhafaza edilmeli, bunun prensipleri öğretilmeli ki diğer kazançlar birşey ifade edebilsin. Demek kızların her şeyi okuması, her yere gitmesi ona kültür ve neşe değil, belki kendini muhafaza etmezse tehlike getirir. Bu meyanda dış hayatta nefsani gülücükler dağıtmak da kalbten gelen hakiki ve ruhi bir sevinci ifade etmez.

Ayrıca insan ne kadar okusa, kendini geliştirse, âlim de olsa en büyük makam şehitlerindir. Demek fıtri bazı vazifeler ve ihtiyaçlar var ki diğer pek çok kemâlâttan ağır basıyor. İlim her kemâlâtın başıdır tabi, fakat bu, esas vazifelerimiz noktasında ruhi bir kemâle, salih amellere inkılâb etmediyse ve bizim nefsimize bir sükunet ve itminan vermemişse matlub netice alınamamış demektir. Hem Cenab-ı Hakkın yaratılıştan bir adım üstün kıldığını, diğer kemâlâtlarla kimse geçemez. Vesselam.

Uğur Tuğrul / cocukaile.net

Eşimizi Değiştirelim mi?

Bir hanım olarak yazıyorum ama, erkekler de kendileri için bir şeyler bulabilir bu yazıda.

 Konuya hanımlar açısından bakarak yaklaşacağım elbette. Evleneli belki yıllar oldu, belki bir kaç ay. Ne kadar olursa olsun eşlerimizde ufak tefek değişiklikler olmadı mı? Olumlu manada soruyorum bu soruyu.
Eşini değiştirmek çoğu evli kadının hayali. Ama bunun için çabaladıklarını düşünmüyorum. Erkekler evlenene kadar annelerinin elinde hamur gibidir, evlendikten sonra ise eşlerinin.
Kadınlar genelde eşlerinin yaklaşımından şikayetçiler. Konuşmadıklarından, dinlemediklerinden, yaşadıklarını paylaşmadıklarından, kısacası muhatap alınmadıklarından.
Muhataplıkta en önemli şey hitaptır. Eşimize sürekli güzel hitaplarda bulunursak eninde sonunda sözlerimiz karşılığını bulacaktır. Ona her zaman güzel sözlerle seslenelim.
‘Onun size nasıl seslenmesini istiyorsanız öyle seslenin eşinize.’
 “Ben ona âşık değilim ki nasıl aşkım diye sesleneyim, yapmacık olur,” diyenler tam da aşkım demesi gerekenler. Eşine ‘aşkım’ dersen aşkın olur, ‘canım’ dersen canın olur zamanla.
Her zaman tatlı dil ve güleryüzden vazgeçmesin kadınlar. Eşlerini gülen bir yüzle karşılamak çok zor gelmez herhalde kadınlara.
 ‘Evde veya işte yoruldum’ bahanesiyle esirgemesinler güleryüzlerinden eşlerini. Gülümsemek her iki tarafa da iyi gelecek ve güzel bir akşama iyi bir geçiş yapmış olacaklardır.
Sonrasında sohbet eşliğinde yemek ve yemek sırasında sadece güzel şeylerden bahsetmek günün yorgunluğunu unutturacaktır.
Yemek sırasında can sıkıcı şeylerden bahsederseniz veya kimi isteklerinizi sıralamaya başlarsanız muhtemelen eşiniz soluğu dışarıda alacaktır. Tam tersi sizin elinizde.
Yemek sonrası bir müddet eşinizle muhatap olmayın, gün içinde olanları düşünüyordur muhtemelen, bırakın kendi haline, dinlensin. Konuşsanız da duymayacaktır.
En az yarım saat geçtikten sonra kendine gelip sizinle veya evlatlarınızla muhabbete başlayacaktır. İşte o sırada istemek istediklerinizi, varsa problemlerinizi, derdinizi anlatabilirsiniz.
Kadınlar bir istekleri olduğunda çok fazla ısrarcı oluyorlar. Aynı şeyi tekrar tekrar söylüyorlar, ama sonuç değişmiyor. Tanıdığım bir abla çok güzel hallediyordu isteklerini.
Eşine istemediği bir durumu ifade edermiş ama üzerinde durmazmış. Sonra dua edermiş. Ve eşi kendi kendine  vazgeçermiş. Derdi ki “Israr etseydim inadına yapacaktı.”
Bence çok güzel bir yol bulmuştu. Herkesin eşi farklıdır elbette. Eşlerimizin kalbine giden yolu bulmak bizim ellerimizde. Onları tatlı dilimizle “mükemmel” erkek haline getirebiliriz.
Kavga ederken de tatlı dil işe yarar mı derseniz, yarayabilir ama en güzeli susmak. Bir konuda tartışırken tartışma büyümeye başladıysa hemen susun.
Çünkü o sinirle yanlış şeyler söyleyebilirsiniz. Siz susunca eşiniz de biraz daha söylenip susacaktır. Ve büyük bir kavganın önüne geçmiş olacaksınız.
Erkekler de bu tarz durumlarda evden çıkar. Kadınlar da arkasından delirir. Hiç üzülmeyin, sizi kırmamak için yapıyor bunu. O sizi seviyor. Sevmese  yanınızda ne işi var?
Annemin tavsiyesiyle bitireyim yazımı; “Erkekler sadece güler yüz ister”.

Zeynep Kahraman / cocukaile.net

Yüksek Puanla Kendini Bulmak(!)

İki anne parkta ayakta konuşuyordu. Çocuklarının yüksek puan almaları gerektiğinden, bu yüzden onlara daha çok çalışmaları için baskı uygulamak zorunda kaldıklarından… Belli ki gergindiler, kaygılıydılar. Geçip gidemedim yanlarından, kulak misafiri olduğum konu derin bir anlam taşıyordu içimde. Özür dileyerek böldüm ve size kendimden bahsetmek istiyorum müsaade eder misiniz, dedim, gülümseyip dinlediler.

Şimdi size de kendimden bahsetmek istiyorum.

Ben ilkokul ve ortaokulu küçük bir ilçede okudum. Başarılı bir öğrenciydim. Beşlik sistemde tek bir dördüm bile yoktu. O yıllarım resim ve kompozisyon yarışmalarına katılmakla geçti, çok keyif alırdım renkleri ve kelimeleri kâğıda dökmekten. Bütün defterlerimin arkasına kız resimleri çizer, çeşit çeşit kıyafetler tasarlardım. Misafirliklerde bile en sevdiğim oyundu, kuzenimle farklı ve özgün kıyafetler çizmek. Şiirler yazardım ben, kuzenim benim şiirlerimi bestelerdi.  Arkadaşlarım bana konu söylerdi, ben o konuda şiirler yazardım, kimileri o satırlarla sevdiği kıza ilanı aşk ederdi.

Sonra bir başka şehirde fen lisesini kazandım.  Fen lisesinde son derece başarısız ve mutsuz oldum.  Adı üstünde “fen” lisesi ve ben “fen” derslerinden hiçbir şey anlamıyordum. Sabahlara kadar çalıştım. Daha doğrusu çalışmaya çalıştım.  Kaygılıydım, her dersten başarılı olmak zorundaydım çünkü. Çabaladıkça herşey sarpa sarıyor ve içinde ne yazdığını anlayamadığım kitaplarla bir girdapa sürükleniyordum sanki. Kaygılı bir beynin öğrenemediğini işte daha o yaşlarda tecrübe ettim.

Son sınıfta genel bir liseye geçtim. Artık yüksek notlar, yüksek puanlar almaya başladım. Ve büyük(!) sınavdan iyi bir puan alarak, yüzde 2’lik dilime girdim. Büyük bir başarıydı sanırım. En iyi üniversitelerde istediğim bölümü okuyabiliyordum. Tıp, mühendislik, mimarlık, öğretmenlik…

Ve o yüksek puanla, mühendisliği kazandım, beş yıl boyunca iyi bir üniversitede eğitim aldım.

22 yaşıma geldiğimde bir mühendistim artık. Ülkenin en önde gelen firmalarından birinde iyi bir maaşla “Mühendis” olarak işe başladım…

Peki mutlu muydum? Hayır!… Kocaman “hayır”… 6 yaşımda anaokuluyla başlayan eğitim sürecim, 16 yıl sonra tamamlanmıştı… Ama ben, mutlu değildim. Mizacıma uygun olmayan bir iş ortamındaydım, bulunduğum konumun gerektirdikleri iç dünyamda çatışmalara yol açıyordu. Yaptıklarım ve yapmak istediklerim arasında uçurum vardı sanki. Kendimi kaybolmuş hissediyordum. Yanlış yerde yanlış bir işle meşguldüm sanki ve bu içten içe huzursuz ediyordu beni. İşe giderken servisim kaza yapsa da gitmesem diye dua eder hale gelmiştim bir süre sonra.

Ne aldığım yüksek puan, ne okuduğum iyi üniversite, ne de iyi bir kariyer imkanı, beni mutlu etmeye yetemedi. Aldığım yüksek maaş da… Benim kendi seçimimdi hepsi, zorlama baskı ile almamıştım kararlarımı. Sonradan anlıyorum ki en büyük ihtiyacım, benim kendimi, ilgi alanlarımı ve potansiyelimi tanımama imkân verecek, doğru bir rehberlikti.

İşte bu yüzden “çocuğum yüksek puan almalı, iyi kariyer yapmalı, çok para kazanmalı” diye kendini ve çocuklarını paralayan anne babalara ve öğretmenlere seslenmek istiyorum şimdi:

Çocuğun aldığı ya da alacağı puanlar sadece bir sonuç. Çoğu zaman da kendini tanıyamamanın ya da  üzerinde hissettiği baskının bir sonucu.  Asıl önemli olan ise çocuğun neler yapmaktan keyif aldığı. Yüce Allah’ın bahşettiği her insana “özel” yetenekler var. Neden herkes Matematiği sevmek zorunda ya da Fen’i başarmak zorunda? Başarılı çocuk deyince fen liseleri akla geliyor da neden dil, spor, sanat gibi alanlara da yatkınlık önemsenmiyor?

Her çocuğun iç dünyasında şekillenen mizacı ile ortaya koyduğu “özel” yanları var. Evet, bu her çocukta var. Okul başarısı düşük olsa da, ilk bakışta görülmese de, keşfedilememiş olsa da… Büyükler olarak yapmamız gereken işte çocuklarımızın o yanlarını keşfetmelerine rehberlik etmek. “Daha çok soru çözsün”e değil de “ne yapmaktan mutlu oluyor”a kafa yormak…

İnanın çok çabuk geçip gidiyor çocukluk yılları.Elde kalan ise uzun bir zaman kaybının getirdiği derin mutsuzluk ve içsel çatışmalar oluyor.Sonra o mutsuzluktan nasibini alıp, yeni başlangıçlarda kendini bulmaya çalışıyor insan.  Bu 10’lu yaşlarda çok daha kolay oluyor da, 30’undan sonra gerçekten çok zor.

Gonca Anıl / www.cocukaile.net