Etiket arşivi: demokrasi

Doğu Meselesine Reçete II

Gürültülü, karmakarışık ve intizamsız bir fıtrata sahip olan ekradın, sorduğu suallerin evveli Baskı ve istibdat rejimi hakkındaydı.

Evvela, “İstibdat nedir?” diye bir soru sorulması lazımdı ki; meşrutiyetin can düşmanı olan, asırlardır kürtleri vahşet batağında, fakirlik ve sefalet derelerinde durduran “İstibdat ve Baskı rejimi” nasıl bir görüntüyle karşımıza çıkıyor bilsinler ve bu fikriyata sahip Cehalet Ayılarını tanısınlar..

Zira Kürtlerin tabiat-ı meşrutiyetperveranelerine binaen saadetleri meşrutiyettedir.

Ve baskı ve zulümlerden herkesten ziyade biz zarardide olmuştuk.

Bundan dolayı meşrutiyet ve istibdatın ne anlama geldiğini, halkın zihinlerindeki yansımasının ne olduğunu teşhis edip tespit etmek vazifesi de bu asrın manevi doktoru Bediüzzaman hazretlerine aitti.

 Burada bahse konu olan“meşrutiyet” kelimesi, halkın yönetimde söz sahibi olduğu ve kendi seçtiği temsilciler vasıtasıyla yönetildiği “Cumhuriyet” ve bunun halk içinde yaşamsal yansıması olan  “Demokrasi” anlamlarıyla eşdeğer bir ifadedir.

 Bununla birlikte “İstibdat” kelimesi ise haksızlık, adaletsizlik ve keyfi muamelelerin egemen olduğu, “Baskı” ve “Zulüm” rejimleri anlamında kullanılmıştır.

 Evet, meşrutiyeti, demokrasiyi ve bunun muhalifi olan İstibdat ve baskı akımlarını gayet garib bir surette telakki eden bu millete evvela İstibdat rejimini şöylece tarif edip ders veriyordu:

“İstibdat tahakkümdür, muâmele-i keyfiyedir, kuvvete istinad ile cebirdir, rey-i vâhiddir, sû-i istimâlâta gâyet müsâit bir zemindir, zulmün temelidir, insâniyetin mâhisidir. Sefâlet derelerinin esfel-i sâfilînine insanı tekerlendiren ve âlem-i İslâmiyeti zillet ve sefâlete düşürttüren ve ağrâz ve husûmeti uyandıran ve İslâmiyeti zehirlendiren, hatta herşeye sirâyet ile zehrini atan bir hastalıktır.”  

 Bediüzzaman evvela istibdat ve baskı diktasını en geniş çerçevesiyle ve farklı yönleriyle ele alıp ders veriyor.

 Zira “Şeytan, hiç kimseyi; ben şeytanım deyip aldatıp kandıramaz.” kaidesince, hariçten sözlerine ve görünüşüne bakıldığında “Demokrat” görünen, ama damarlarında baskı, zulüm ve isyan ateşleri dolaşan; kan ve şiddetle beslenen; dışı süs, içi pis; bulduğu her fırsatta çirkin ve vahşetli yüzünü gösteren beşer; bu milleti en fazla zarardide kılmış, sefalete atmakla mazinin en derin derelerinde durdurarak gelişmesine ayakbağı olmuştur.

 Evet “Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz.” düsturu bu zaman ve zeminde en fazla tatbika ve yaşanmaya değer, ihtiyaç duyulan bir külli kaide ve hüküm olmuştur.

Şimdi bizler de, Asrın doktorundan aldığımız derse binaen, şöylece etrafımızı bir süzgeçten geçirip, ince eleyip sık dokuyarak; “Demokrat” geçinen zevatı, sözleriyle değil, yaptıklarıyla bir parça tecrübe edip teşhis edeceğiz; ta gerçekte ne fikriyatta oldukları anlaşılsın;  maskelerinin ardındaki gerçek yüzleri ortaya çıksın ve şeytanın arkadaşları olan bu pürşer beşer, gariban ve safi milleti kandırıp yoldan çıkarmasın, maddi ve manevi felaketlere sürüklemesin.

Sureten medeni, fikren mazinin en derin derelerinde olup, insanlığı ateşe atan bu bedbaht ruhlu beşeri, gözlemlerimize dayanarak şöylece teşhis edip tanımaya çalışıyoruz;

Örf adet bilmez; kanun ve nizam tanımaz; her türlü ahlaksızlığı ve fuhşiyatı irtikap edip işlemekten geri durmayarak keyfi muamelelerde bulunur..

Önderliğini yaptığı ve temsil ettiğini iddia ettiği milletinin mallarını ceplerine indirdikleri gibi, akıllarını da ceplerine hapsederek düşünmelerine ve konuşmalarına söz hakkı tanımayıp tahammülsüzlük gösterdikleri gibi; mukadderatlarını ve geleceklerini de ağızlarından çıkan, gerçekte de nefis ve şeytanlarından gelen şahsi kararlarına mahkum ederler..

Asırlardır aynı topraklarda sırt sırta, kardeş kardeşe yaşayan; aynı havayı soluyup, Bir olan Rablerine Secde ederek, ibadet edip kulluk eden; Allahın farklı renkleriyle boyanmış milletler arasında huzursuzluk çıkarıp kin, nefret ve düşmanlık tohumlarını ekip yetiştirmek için her türlü fedakarlıktan çekinmeyerek, canlarını ve mallarını feda etmekten geri durmazlar..

Hak ve hakikate değil; parasına, güç ve kuvvetine, nüfuzuna güvenip dayanarak; sadece ve sadece kendi menfaatlerini düşünüp, hakikatte de nefsinden başka hiç kimseyi sevmemekle birlikte milletini küçümseyip hor hakir gören; aynı zamanda umumun menfaatine olup bu amaçla yapılan çalışma ve gayretleri boşa çıkarıp mani olmak için türlü desise, hile, iftira ve dolaplarla engellemeye çalışırlar. Ne acıdır ki, şeytanın hesabına yaptıkları bu şer işlerinde; can, mal ve namus demeden her yolu mubah görürler.. Hak hukuk demeden yakıp yıkarlar…

Ve son olarak şunu da açıkça belirtmek gerekiyor; bunların temel felsefesinde, yaratanımız Allah’la, firavuncuklar misali savaşmak vardır. “Kork, Allahtan korkmayandan” diye güzel bir tabirimiz vardır. Zira bunların Allah korkusu olmadığı içindir ki; böyle telafisi mümkün olmayan büyük acılara sebebiyet vererek, nev-i beşerin her iki cihan saadetini mahvetmeye azm-ü kast etmişlerdir bu bedbaht cehennem yolcuları..

Bütün bu müşahedelerimize istinaden, kitlelere muhatap olan zevatı sorgulamak mecburiyetindeyiz. Millet olarak saf, temiz yaratılışımızdan dolayı “Her gördüğümüz sakallıyı; Hacı” olarak algılayıp tabi olup peşine takılarak çabuk aldanıyoruz. Zira bu millet, hadiselere konu olan zevatı; akıldan geçen bir sorgulama neticesinden ziyade, Gözüyle gördüğü ef’aline bakarak hüküm veren bir inanca sahiptir.

Şimdi.. Körü körüne inanıp, safiyane tabi olmanın neticesi olarak, birilerinin cebinde mahpus olarak bıraktığımız akıllarımızı serbest bırakıp özgür kılmanın zamanı..

Şimdi.. Maddiyatta bizleri cahil bırakıp, sefalete atan, zenginlerin ve paranın kölesi olup, zulüm sisteminin kurbanı haline getiren ve fakirliğin kaderimiz olarak önümüze sunan cehalet ayılarından kurtulma zamanı..

Şimdi.. Maneviyatta da bizleri BeNamaz bırakıp; (haşa!)Allahı zalim(güya haklarını vermemiş yahut kendilerine yapılan baskılara müsaade etmiş gibi tasavvur ediyorlar), indirdiği dinini de ayak bağı görerek, kendi fikriyatlarına uygun olarak bu semavi dini arzileştirerek, bizlere dayatmaya çalışarak; ebedi hayatımızı mahvetmeye çalışan yılanların zehirlerini Asrımızın iman nurları olan Risale-i Nurlar ile tedavi etme zamanı…

Şimdi.. Fikren mazinin en derin derelerinde bizleri yuvarlayıp, insani değerlerimizi ayaklar altına almakla vahşetlere gark eden; baskı, zulüm ve keyfilik prangalarını kırma zamanı..

Ve Şimdi.. Asrın imamı Bediüzzaman hazretlerinin çağları aşan mesajlarını yeniden okuma, anlama ve anlatma zamanı… Vesselam

Hasan Tayfur

www.NurNet.org

Doğu Meselesine Reçete

Madem yaşayan bilir, elbette bilen konuşur.” kaidesince, insanlık âlemini herc ü merce verip yenidünya düzenlerinin kurulmasına sebep olan Meşrutiyet, Cumhuriyet, Demokrasi gibi akımların ne anlama geldiğini sormuşlardı; şark seyahatleri esnasında Bediüzzaman’a.

Aynı zamanda hep beraber bu toprakların üzerinde omuz omuza yaşayarak ortak bir tarihe ev sahipliği yapmış arap, türk ve kürt milletlerinin de bizzat aralarında yaşayarak hissiyatlarına tercüman olmuştur.

Zira O kendi şahsını “Ben, Kürtçe düşünürüm; Türkçe ve Arapça yazıyorum.” diyerek tanıtmış;

Kendi eserlerini de “Her bir eser, Arab abasını iktisa ve Türk pantolonu giymiş külahlı bir Kürd’dür.” demekle tarif etmiş;

Hayatının en büyük gayesi olarak gördüğü ve uğruna büyük çabalar sarfettiği Şark Üniversitesinde de bu üç dilin esas teşkil etmesi gerektiğini “Lisan-ı Arabi vacib, Kürdi caiz, Türki lazım kılmak” tesbitinde bulunarak, gaflette olan büyük kafaların birbirleriyle boğuştukları bu meselenin de hal çaresini, yüz sene öncesinden bu zamanın bir hastalığına da tedavi çaresini sunmuştu.

Bu mukaddemeden de anlaşılacağı üzere, geçmiş bir asrı her yönüyle kendi şahsında yaşayarak kıyamete kadar gelecek insanlığa yol gösterip rehberlik edecek eserler meydana getiren bu zatı bedi-i zamanı dinleyip anlamaya çalışmanın ne kadar ehemmiyet kesbettiği herkesçe malum olmuştur.

Değerli, sahipsiz bir kavim” olarak tanımladığı Kürt milleti üzerinde asırlardan beri oynanan oyunların evvelen farkında olan Bediüzzaman, sırf bu niyet ve gaye ile İstanbul’a gitmişti.

Buradaki faaliyetlerinde kökü dışarda kendisi burada olan ifsat komitelerinin çok değerli kürt kavmine parmak karıştırmasına sed olabilmek ve yüz yıllar boyunca sırt sırta, omuz omuza beraberce barış ve huzur ortamı içinde diğer milliyetlerle beraber yaşamış bu milletin birlik ve bütünlüğünü muhafaza etmek gayesi ve emelindeydi.

Bediüzzaman, sadece yaşadığı dönemi değil, belki kıyamete kadar gelecek insanları nuruyla aydınlatacak nurlu eserleri kaleme alarak Kur’an eczanesinden aldığı ilaçları; gaddar, zalim ve kalbi fasid bu asrın manen hasta olan insanlarına hediye edip ellerine veren bir doktordu.

Ahir zaman doktoru ünvanıyla maruf bu zatı Alişan, evvelen içlerinde yaşayıp büyüdüğü Kürt milletinin üç tane hastalığa giriftar olup müptela olduğunu teşhis edip beyan etmişti.

Evet, bu üç tane hastalığı ve bu hastalıkları tedavi edecek reçeteyi şöylece izah edip ders veriyordu: Bizim düşmanımız Cehalet, Zaruret(fakirlik) ve İhtilaftır(ayrılıklar). Bu üç düşmana karşı San’at, Marifet(ilim) ve İttifak silahıyla cihad edeceğiz.”

Beşerin içtima-i toplum hayatında yaşanan bu manevi hastalıkların bertaraf olması, iyileşme göstermesi içinde teşhis edip tarif ettiği reçetenin de bizzat herkesin kendi âleminde nasıl yaşaması gerektiğini de şu şekilde beyan etmiştir: “Bizi bir cihette teyakkuza, uyanıklığa, terakkiye, gelişmeye ve büyümeye sevkeden kardeşlerimiz Türklerle ve komşularımızla dost olup el ele vereceğiz. Zira husumette, kin ve düşmanlıkta fenalık var. Husumete vaktimiz yoktur.”

Ahir zaman imamı, İstanbul dönüşü hiç vakit kaybetmeden, Kürt milletinin umumi bir hastalığı olan cehaletin izalesi için maarif ve ilim silahını eline alarak dağ ve sahrayı bir medrese edip aşiretleri dolaşarak içtimaî, medenî, ilmî derslerle onları irşada çalışmıştır.

Bu meyanda olarak en evvel meşrutiyeti ders vermeye başladı. Zira Kürtler, fıtraten meşrutiyetçi, demokratik ve baskıya gelmez bir karakter ve huya sahip olmalarına rağmen; meşrutiyet ve demokrasinin hayatın her alanında yerleşmesi için yapılan faaliyetlere şüphe ile nazar edip, bu faaliyetleri gayet garip bir surette telakki ediyorlardı.

Bediüzzamanın, şark aşiretleri arasındaki seyahatleri esnasında, sorulan sorulardan da anlaşılacağı üzere kürtlerin, demokratik faaliyetler konusunda şüpheleri ve önyargıları açığa çıkarak kendini gösteriyordu.

Evvela; “Ey Seyda! İstanbul’a gittin. Bu inkılab-ı azimi gördün. Mühim işler içine girdin. Bize ne getirdin?” diye sorulan bir suale “Müjde getirdim.” cevabı üzerine “Müjde ne demek? Bazılar bize “sizin için fenalık var” diyorlar.” karşılığını vermişlerdi.

Bunun üzerine Bediüzzaman getirdiği müjdenin ne anlama geldiğini şöylece izah ederek ders vermişti; “Nurdan zarar gelmez. Gelirse yarasa gibi karanlığı seven, karanlıkta yaşayan insanlara gelir. Yalnız kürdistana değil, belki âleme işittirecek tarzda bağırarak müjde veriyorum ki: Umum islamın, bilhassa Osmanilerin, bahusus kürtlerin saadet güneşinin doğmasının yakın olduğunu görüyorum.”

Yaptığı açıklamaya, “Şu hükûmet ve Türkler nasıl olsalar, biz rahat edemiyoruz, yükselemiyoruz. Başımızı kaldırıp onların üzerinden âleme temâşâ etmek ve ellerimizi onlarla beraber sâfi suya uzatmak, kendimizi de bir kavim olduğumuzu göstermek nâsıldır? İstibdat nedir? Meşrutiyet nedir?” Diğeri: “Ermeniler ağa oldular. Biz sefil kaldık.” Başkası: “Dînimize zarar yok mu?” gibi gürültülü, karma karışık, intizamsız suallerle karşılık verip Biz öyle işitmedik. Öyle ise zihnimize gelen şüpheleri hallet.” ifadesiyle sordukları suallerinin cevaplandırılmasını arzu etmişlerdir.

Helaket ve felaket asrının adamına sorulan bu ve bunun gibi asırları aşan sorular, sadece geçmişte kalan o zamanı değil, belki hâlihazır zamanımıza da nazar edip ışık tutan bu soru ve cevaplar daha sonra “Münazarat” isminde müstakil bir eser olarak yayınlanmıştır.

Değerli Sahipsiz bir Kavim olan Kürtlerin Reçetesi” olarak anılıp neşredilen bu eserinde anlattığı ve Kur’ânın insanlığa ders verdiği Hürriyet ve “Meşveret Sisteminin” yansıması olan Meşrutiyet, Cumhuriyet ve Demokrasinin, şark coğrafyasında neden bir türlü hâkim olup işlerlik kazanamadığını, tedavi çareleriyle açıklamıştır.

Muhteviyatında; milletimizin terakki ve tealisine ışık tutan ve tazeliğini her zaman koruyan küllî kaideler ve hayatdâr düsturlar vardır. Eser baştan sona ulvî fikirler ve hayatdâr düsturlarla, aynı zamanda da ferdî ve içtimaî hastalıklarımızın çareleri ile doludur. Muhtevası çok geniş olan bu eser, gerçekten, bir cemiyeti, bir milleti yahut bir devleti düştüğü buhran ve bunalımlardan kurtaracak harikulade bir metodlar manzumesidir.

Günümüzde yaşadığımız hadiselere ışık tutup, bu olayların arka planında oynanan oyunları deşifre edip aydınlatan, soruları ve bunların cevaplarını içinde barındıran “Münazarat” eserini okuma zamanı…

Hasan TAYFUR

www.nurnet.org

Bediüzzaman’ın Demokratik Mizacı ve Savunma ile Geçen Ömrü-1

Bediüzzaman’ın Demokratik Mizacı ve Savunma ile Geçen Ömrü-1

Padişahlıkla yönetilen bir imparatorluk 1918’de Mondros Mütarekesi ile tarihe karışır. Bediüzzaman tarihe karışan bu imparatorluk sırasında kırk iki yaşındadır. O güne kadar bir Osmanlı vatandaşı olan Bediüzzaman ondan sonra yeni kurulacak olan Türkiye Cumhuriyetinin vatandaşlarından olacaktır. Padişahlık döneminde ülkenin sorunları ile çok yakın temas halinde olan Bediüzzaman çeşitli vakalarda bir bakış açısı, bir mizaç ve tavır ortaya koymuştur. Osmanlı döneminde ilim adamlarının mizacı daha önceden tavır ve tutumları belirlenmiş bir davranış kanonu içinde cereyan etmekteydi. Ulema-padişah-halk ilişkilerinin kalıplarını kırmak kimsenin aklından geçmeyen bir tutumdu.

DAİMA İZZETİNİ KORUMASI

Bediüzzaman ta çocukluğunda ilim talep etmeye başladığı dönemden itibaren ulemanın, ilim talebelerinin takındığı kulca saygı tutumunu hiçbir zaman benimsememiştir. O yüzyıllardan beri oluşmuş olan bilim üzerinde, davranışlar üzerinde oluşan kabuğa hiç iltifat etmemiş ve her zaman demokratik eleştirel tavrını sonuç ne olursa olsun ortaya koymuştur. Fıtri halleri icabı daima izzetini koruması ve hatta amirane söylenen küçük bir söze dahi tahammül edememesi medrese eğitimi içinde kendine bir yer edinmemesine sebeb olur, mizacı muayyen bir kalıbı kabul etmeyen bir yapıdadır.

Tağ Köyü’nde, Pirmis Nahiyesinde tahakküme tahammülsüzlüğü onun mizaç ve karakter özelliği idi. Ağabeyi ile dövüşmesi, araya giren Şeyh Abdurrahman’ın aracılığını kabul etmemesi, ona o büyük makamdaki şahsa kendi üzerinde bir hocalık üstünlüğünün değil, kendine eşdeğer bir öğrenci olduğunu söylemesi onun kim olursa olsun mizaç ve karakterinden, dehasından fedakârlık etmediğini gösterir. O günün şartlarında böyle bir kişilik kaybolup giderdi, kimseyi de ilgilendirmezdi. Onda bu tarz muamele bütün hayatı boyunca devam edecektir.

Küçük yaşlarında ne ise devletin en zirvesindeki insanlarla muamelesinde de aynı mizac ve karakter, deha tavrını terk etmeyecektir.

Bu aslında demokratik bir mizaçtır. O daima haklı ve tepkisel mizacını korumuştur, Batı demokrasilerini gerçekleştiren Volter, Monteskiyo, Ruso, Hugo gibi kişilerde de bu tepkisel mizac özelliği görülmektedir, onlar da hayatlarının her döneminde daima ne olursa olsun demokratik tepkilerini göstermişlerdir, Bediüzzaman’ın mizacı genel etkinlik enerji düzeyi, duygusal ve zekaya bağlı donanımları, tepkilerinin hızı ve şiddeti, buna bağlı davranışları hiçbir zaman değişmemiştir, böyle eleştirel bir karakter bizim tarihimizde başka kimsede yoktur. Başlangıçta beşeri ilişkilerde devam eden tutum, daha sonra büyük, ferdi ve toplumsal kaderi tutumlarda bile değişmeyecektir. Onun kişiliği artarak ama çekirdek özelliklerini taşıyan, gittikçe büyüyen bir yapıya sahiptir. Bizim fikir tarihimizde böyle bir mizacın bütün hayatı işgal eden dengeli yapısı başka kimsede yoktur, onun medrese hayatını terk etmesi medresede oluşan biçimsel ve muhteva yapısını kabullenmemesini gösterir.

BEDİÜZZAMAN KENDİSİ KURAL KOYUCUDUR

Dehalar kendi kurallarını koyarlar, onlar kurallara tabi olmazlar. Bediüzzaman bütün hayatı boyunca hep kendisi kural koyucudur. Oluşturulmuş ve kişiyi ezen ve kimliğini eriten bütün kurallara başkaldırır, ancak acayip bir inayeti ilahidir ki hiçbir zaman bu kanonların dişli çarkları arasında kaybolup gitmez, onu tutan çok büyük bir kayyumiyet vardır, ona ve onun arkasındaki bu kayyumiyete hayret etmemek elde değildir.

Descartes kilise ve düşünce kanununun skolâstik yapısını kırarken büyük bir sabır ve ihtiyat göstermiştir. Çünkü Galile’nin başına gelenler onun da başına gelebilirdi, ihtiyatı ile giyotine gitmekten kurtulmuş skolâstiği yıkmıştır.

Ama Bediüzzaman ne gariptir ki hakkı söylemekten hiçbir zaman ihtiyaten dahi geri durmamıştır, O silahı, topu, tüfeği olmayan inanılmaz cesur adam ezip geçtiği kalıpların arkasından bakakalmış ve “zalimler için yaşasın cehennem” diyecek kadar da yiğitlik göstermiştir. İlk hayatındaki sayısız vakada o hiçbir zaman bu tepkisel mizacını terk etmemiş ve hiçbir zaman da kaybetmemiştir, daima takdir toplamıştır, ama tavrını kabiliyeti desteklediği için kimse ona karşı haklı bir tavır koyamamıştır,

Üç ay içinde dehalara özgü bir seyirsel okuma ile yılların okuması ile mümkün olan okumaları gerçekleştirir. Bütün bu mevhibeler ona gelecekteki büyük görevinin hatırı için verilmiştir. Eğer hayatı o noktalardan birine takılıp kalsaydı, Bediüzzaman’ın hiçbir kalıba girmeyen kişiliği orada kalacaktı. Onun bitmeyen duraklardan oluşan ilmi ve tecrübî hayatı sürekli ileriye doğru değişerek gidecektir.

Yirmi senede tahsili lazım gelen ilim ve fenni, üç ayda tahsil edecek bir akıl, yorum, hafıza ve muhayyilenin kendisine verildiği, şahsının yükleneceği o derece büyük bir görev vardır, Onun şu cümleleri bu anlattığımızı veya anlatmak istediğimizi ortaya koyar: “İnsan bu dünyaya bir memur ve misafir olarak gönderilmiş, çok ehemmiyetli istidat ona verilmiş. Ve o istidada göre ehemmiyetli vazifeler tevdi edilmiş.”(Sözler 305)

Bediüzzaman da bir memur olarak gönderilmiştir, gerçekten çok ehemmiyetli istidadı vardır, elbette buna göre ehemmiyetli vazifeleri vardır. Herkes kabiliyetine göre iş yapar. Acaba o bunların farkında mı idi? Bütün bu olaylar ve istidadı arasındaki benzerlikleri geleceğe dönük bir yönlendirmenin gizli bir rejisörün etkisi ile olduğunu görüyor mu idi? Enteresan bir konu.

ARAŞTIRILMAMIŞ BİR ESER: MÜNAZARAT

Bediüzzaman’ın Münazarat isimli eseri de yine eleştirel bir eserdir, bir toplumsal yapıyı asırlardan beri oluşturulmuş düşünceye; ağalar, aşiret reisleri ve şeyhler yüzünden kapalı bir toplumu, demokratik düşünceye ve bağımsız harekete hazırlar, o kitap bizim demokrasiden önce demokratik düşüncenin şark dünyasında izahını yapan harika bir kitaptır, bir sosyolog yorumuna kapalı kaldığı için önemi üzerinde en zorunlu günlerde bile az konuşulmuştur.

Metnin tarihi, sosyolojik ve siyaset felsefesi açısından yorumu ancak dışarıdan bakan birisi vasıtası ile gerçekleşebilir, yoksa metnin göndermelerde bulunduğu alanlardan habersiz bir şahıs o eser hakkında bilinenlerin ve mutadın ötesinde bir şey söyleyemez. Bediüzzaman’ın metinlerini dış dünyaya ve ilimlere açılan kanatları ile okumak devri gelmiştir.

Bediüzzaman her zaman yeniden yorumlanmamış yüzlerce hakikatı ve sosyal durumu yeniden yorumlayan, revize eden, özüne dokunmayan bir reformisttir. Münazarat ve bütün eserleri bu yeniden bakmak yeniden yorumlamak üzerine kurulmuştur. İnsan değerlendirmede donmuş olan mazideki karakteroloji ilmine yeni bir bakış getirir.

Sevgiyi itikada değil sıfat ve sanata göre yorumlar.

Bu hala anlaşılmış bir durum değildir. “Bir adam zatı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat ve sanatı içindir. Öyle ise her bir müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lazım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve sanatları kâfir olmak lazım gelmez. Binaenaleyh Müslüman olan bir sıfatı veya bir sanatı istihsan etmekle iktibas etmek neden caiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin” (Münazarat, 41)

Memuriyeti tarif ederken, despotizme dönüşen memur anlayışımızı nasıl demokratik bir biçimde izah eder.

Bu anlaşılmış mı dersiniz?

Onun meşrutiyeti tarifi cumhuriyetin tarifidir, hem de yönetici sınıfa yansıyan bir demokratik insan seçimidir: “Meşrutiyet hâkimiyet-i millettir. Hükümet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa, kaymakam ve vali reis değiller, belki ücretli hizmetkârlardır.” (Münazarat, 50)

Halkın hâkimiyetine ters gelen her şeyi o antidemokratik olarak görür. O her zaman gücün tevzii fikrinden yanadır, teraküm ve tehdit aracı olmasından yana değildir. Bütün hayatı boyunca böyle olmuştur. Kimin elinde güç baskı aracına dönüşmüş veya dönüşme ihtimali varsa Bediüzzaman ona karşı çıkmıştır. Bugünkü demokrasimiz onun bu mizacının sonucudur, ama anlayana ve sonuçları çıkarsayana. Denetimsiz korkulan güçler karşısındaki tutumu, denetlenmiş ama geleceği şaibeli güçler karşısındaki tutumu buna birçok örnek verilebilir.

Şarktan İstanbul’a gelmiş bir âlim padişaha nasihat ediyor:

Münhasıf Yıldız’ı darülfünun et; ta Süreyya kadar âli olsun. Ve oraya seyyahlar, zebaniler yerine ehl-i hakikat melaike-i rahmeti yerleştir; ta cennet gibi olsun! Ve yıldızdaki milletin sana hediye ettiği servetini milletin baş hastalığı olan cehaletini tedavi için büyük dini darülfünunlara sarf ile millete iade et. Ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimad et. Zira senin şahane idarene millet mütekeffildir. Bu ömürden sonra sırf ahireti düşünmek lazımdır. Dünya seni terk etmeden evvel sen dünyayı terk et, zekat ül ömrü ömer-i sani yolunda sarf eyle!” (Tarihçe, 73)

Her zaman gücü genel maksatlara yönelten bir mizac, gücün önünde gereksiz eğilmeyen bir kişilik. Asırlardan beri birikmiş kontrolsüz güçleri denetleyen bir şahsiyet, kim ve ne olursa olsun. İlk dönem hayatında âlimler, şeyhler ve ağalar karşısındaki demokratik tutumu, daha sonra yöneticilere padişahlara, mahkeme reislerine yönelir.

O HER ZAMAN CUMHURİYETÇİ

Meşrutiyet döneminde öne sürdükleri ve topluma tavsiye ettikleri, Cumhuriyet’ten çok önce Cumhuriyetin de ihtiyacı olan durumlardır.

O her zaman cumhuriyetçi ve demokratik tavırlı, gücü kimsenin tekeline yanaştırmayan bir büyük gözlemcidir. O gücü ne dine, ne ırka, ne yöneticilere teslim etmeyen onun taksiminden yana tavırlıdır, kuvvetler ayrılığı ilkesi onun hayatının ilkesidir. Bileşik kaplar gibi düşünür: “Yazık Eyvahlar olsun! Saadetimiz olan meşrutiyet-i meşrua bir menba-ı hayat-i ictimaiyemiz ve İslamiyet’e uygun olan maarif-i cedideye millet nihayet derecede müştak ve susamış olduğu halde, bu hadisede ifratperver olanlar, meşrutiyete garazlar karıştırmakla ve fikren münevver olanlar da dinsizce harekât-ı lâubalîyane ile milletin rağbetine karşı maatteessüf sed çektiler. Bu seddi çekenler, ref etmelidirler. Vatan namına rica olunur.” (Tarihçe 73)

HÜRRİYETÇİ VE DEMOKRATİK ANLAYIŞ

Muhakemat’ta skolâstik düşüncenin girdabından dini edebiyatı, akaidi kurtarmanın teorisini uygulamasını verir.

Münazarat’da doğu ve güneydoğu insanının bağımsız karar verme istemini, demokrat bir kişilik kazanmasının reçetesini çizer. Yüzyıllardır manasız bir boyun eğiş ile taşlaşmış insanın yapısını esnekliğe ve hürriyete açar.

Hutbe-i Şamiye’de birlikten bütünlükten yana bir genel mizac tahlili yapar, demokratik ve bütünlükçü, birbirine bağlı ve birbirini arkadan vurmayan bir İslam dünyası tasarımı öne sürer.

Bugün hala onu küçük dünyevi maksatlar uğruna kullanmak isteyen garip düşünce sahipleri vardır. Onun global bakışını sınırlamayı marifet telakki edenler vardır, onun çocukluktan itibaren hiçbir şeye mahkum olmayan, hakka ve hakikata göre biçimlenen hürriyetçi ve demokratik anlayışını anlamayan insanlar vardır, o aynaların bakışına mahkum edilmiştir, aynacılar aynalarını bırakmak gibi bir fazilet göstermedikçe aynalar sürekli kırılmakta ve bir yüzü göstermeyen cam kırıklarına benzemektedirler. Bu onun layığı değil, elindeki küçük aynada kendini seyrettirmek isteyen yüzünü göremeyince aynaya kin ve iğbirar dolmaktadır. Aynanın ne suçu var? Küçük aynalar, küçük aynacılar, zavallı berber dükkânı dünya. Görüntünün hazzı ile yaşayan garibanlar.

DİN VE FEN İLİMLERİ SENTEZİ

Bediüzzaman çocukluğundan itibaren eğitime, eğitimde reforma, yeniliğe inanmıştır.

Medreselerdeki eğitimi yetersiz gören değişimini kendi yetişme tarzı ile karakterize eden, daha sonra bunu umumi bir yetişme tarzına çevirmek için çareler arayandır. Medrese müktesebatını gözden geçirip gerekeni aldıktan sonra Tahir Paşa’nın konağında batı ilmi ve düşüncesi ile karşılaşır, orada medreseden aldığı gerekli kısımlarla batının ilmi arasında sentezler kurmuştur. Artık bir sentezin kafasında belirdiği adam, Paşa ile yaşadığı bölgenin din ve fen ilimleri ile kafasında bir birikim edinmiş insanlara ihtiyacını müzakere etmiş, İstanbul’da çözüm için birlikte karar vermişler ve asrın başında İstanbul’a gitmiş, bir üniversitenin inşası için çaba sarfetmiştir.

Türkçülük hareketi ile birlikte siyasi anlamda Kürtçülük hareketlerinin, diğer ırkların bağımsız temayüllerinin olduğu bir dönemde o hala eğitimden yana bir tavır alır, ırkların kültürel yapılarını Osmanlı çatısı altında devam ettirmesini bunun dışındaki çılgınca tavırları alkışlamamış, daima birlikteliğini savunmuş, ama kültürel asimilasyonu çok yönlü olarak reddetmiştir.

İstanbul’a gittiğinde bir karakterin kendini, Osmanlıda yıkılışın ayak seslerinin duyulduğu bir dönemde vitrine koymuş, kendine sorulan sorulara verdiği cevaplarda yeni bir neslin varlığını ve dünyayı yorum tarzını ortaya koyuyordu. Bundan sonra o sergilenen tipin umumileşmesi için çalışacaktır. Siyasi şartlar ne kadar olumsuz olursa olsun o bilimler arasındaki demokratik ilişkiyi koruyacak, hapishanelerde, büyük zulümlere maruz kaldığında dahi bir yandan zulmü kırmak için çabalarken kafasında da oluşmuş olan sentez fikrini eserlerine yansıtarak yeni bir neslin yeni insanların ortaya çıkmasını sağlıyordu. “Sizin okuduğunuz fenlerden her bir fen kendi lisanı mahsusu ile Allah’tan bahseder, muallimleri değil onları dinleyiniz” derken, onun kafasındaki tipin ayağı yere değiyor, yüzyılın başından beri sürekli siyasi değişmeyi örgütleyen aktörlere kültürel-dini ve sanatsal perspektifi olan bir insanı öne sürüyordu.

ORTAK HAYATI DEVAM ETTİRMEK

O durağan nitelikli sosyal ve dini olayların değil çalkalanan, yuvarlanan, kararsız ortamlarda fikirlerini oluşturmuştur. Ta Van’a gidinceye kadarki hayatında denetlenmesi zor olaylar ile karşı karşıyadır ve sürekli her taşkın ve aşkın olayın genel bütünleştirici perspektiflere göre yorumunu yapmakta hayretamiz bir başarı gösterir. O olayların içinde ne kadar büyük kişilikler ümitsizliğin bahtsız çukurunda kaybolup gitmişken, bu hiçbir zaman kafasında yapmak istediği şeylerden taviz vermemiş, itilip kakılmaya rağmen özlediği insan tipini ortaya çıkarmıştır. Bilim ile din arasındaki sentezi kafasında oluşturmuş. Siyasi olaylarda da gündelik çıkarlar için değil, ortak hayatı devam ettirecek bir demokratik mizacın hür telakkilerini esas maksat yapmıştır. Demokratik düşünmeyi yıkan, mantığı donduran isyan, tahrik ve aşağılama gibi olaylarda da akl-ı selimini korumuştur.

SELAHADDİN-İ EYYUBİ ÖRNEĞİ

Mutlakıyet döneminde hükümdara bilim ve üniversite konusunda nasihat eden Bediüzzaman, Meşrutiyet’te çizdiği meşrutiyetin sınırlarını cumhuriyetle atbaşı götürür. Mondros ve Milli Mücadele yıllarında kuva-yı milliyenin ülkedeki güçleri toplama ve tevhid etme gayretine büyük bir himmetle katılır. Birliğin temini için İstanbul’da işgal güçlerine karşı bir tek adam ordu gibi çalışır, gayreti o kadar büyüktür ki, Ankara hükümeti bu gayretin kendi yanlarında da devamı için onu çağırır. Ankara’ya geldiğinde yine demokratik nitelikli halka dayanan, öteden beri gelen kültürün ve dinin batı ile tezevvücüne uygun bir sentezden yana olduğunu ülkenin en büyük otoritesine anlatır. O hiçbir zaman demokratik bir toplum, demokratik bir devlet iddiasından vazgeçmez. Karşısındaki güç ne kadar büyük olursa olsun söylenmesi lazım geleni söyler. Gençliğinde Miran aşireti reisi Mustafa Paşa’ya nasıl tarik-i hidayeti söylerse, onlarca yıl sonra bir başka Mustafa Kemal Paşa’ya da tarik-i devletin nasıl olması lazım geldiğini söyler. Din ile ilmin imtizaç ettiği bir insana dayanan devleti örgütler, bu da yetmez, ona iki tip öngörür, biri Selahattin-i Eyyübi, diğeri ise saman alevi gibi gelmiş, bir hışımla Fransız toplumuna faydaları olmakla birlikte büyük acılar yaşatmış olan Napolyon arasında tercih yapmasını söylemiştir. Hakkı söyleyen demokratik mizacı hiçbir zaman değişmemiş her zaman ne yapılması gerekmişse onu yapmıştır.

YAPILAN AKIL ALMAZ ZULÜMLER

Cumhuriyetin oluşum safhalarından itibaren yanında olan Bediüzzaman dönemin otoritesine yeni Cumhuriyetin mayasının oluşumundaki unsurların dağılımını beğenmediğini ifade eder, çünkü bu şekilde başlayan bir rejimin bir yerlerde tökezleyeceğini, insan fıtrat ve mahiyetine özellikle şark insanına uymayan sentezi kabul etmesi imkânsızdır. Bu yüzden onlardan ayrılır, onlara muhalefet etmez, ama sürgün edilmekten de kurtulamaz. 1925-26’lı Barla yıllarında yirmi beş yıl devam edecek bir baskı ve istibdadı ilerlemiş yaşına rağmen çekmiş, ama demokratik mizacından hiçbir zaman taviz vermemiş, kimseden merhamet ve himmet istememiştir. Onun gibi büyük bir İslam âlimine, mütefekkirine yapılan akıl almaz zulümler, gelecek nesle ne kadar büyük tahribatlar yüklendiğine bir mukayesedir. Dine yapılan tahribatın gelecek nesilleri nasıl itikatsız bırakacağını hissetmiş, bütün himmet ve gayretini daha önceden kafasında oluşmuş bir sentezi, bir kişiliği eserlerine yükleyerek yeni bir nesli inşa fikrini uygulamaya koymuştur. Böyle dehşetli bir zamanın mahsulüdür onun eserleri.

Bu eserler, köylüler ve milli mücadelede ailelerinin önde gelen kişilerini kaybetmiş bu insanlar Bediüzzaman’a en saf bir güçle sahip çıkmışlar, onun ile dünyanın en büyük eğitim seferberliğini ve telif organizasyonunu gerçekleştirmişlerdir. Gariptir ki bu zulme maruz kalan insanlarda da hiçbir antidemokratik davranış tarzı tezahür etmemiş, onun eserlerini okuyan bu insanlar, insanları dalalet karşısında onarmaya yardım etmiş, ama bu kadar zulme karşı bir antidemokratik tepki göstermemişlerdir. Risale-i Nur eserleri adeta demokratik düşüncenin hürriyetin komprime hapları gibidir, onları okuyan o günden bugüne hiçbir radikal tavra katılmamış, her zaman yapıcı ve cumhuriyetçi olmuştur.

Barla ve Isparta sürgünlerinde bir münzevi olarak telif hayatına devam etmiş.

Bu sefer kendine zulmeden gizli güçlere mantık ve demokratik tavır tavsiye etmiştir:

“Bir kısım ehl-i hüküm diyorlar ki, madem sen bu memlekette duruyorsun, şu memleketin cumhuri kanunlarına inkıyad etmek lazım gelirken sen neden inziva perdesi altında kendini o kanunlardan kurtarıyorsun?

Ezcümle şimdiki hükümetin kanununda vazife haricinde bir meziyeti, fazileti kendine takıp onunla bir kısım millete tahakküm edip nüfuzunu icra etmek müsavat esasına istinat eden cumhuriyetin bir düsturuna münafidir. Sen neden vazifesiz olduğun halde elini öptürüyorsun? Halk beni dinlesin diye hodfüruşane bir vaziyet takınıyorsun.” (Tarihçe, 184)

EBED YOLCULARINA VESİKA VE NUR VERMEK

Bu ifade bir ironi idi. Kendisine zulmedenler zulmettiklerini değil, zulmettikleri adama gösterilen saygıdan dahi rahatsız oluyorlardı. Ne garip bir durumdur. Bu çok katlı ve katmerli bir zulümdür. Cumhuriyeti uygulamalarında mikroskop ile aramaları lazım gelirken, bir münzeviye cumhuri kanunları onu suçlamak için öne sürüyorlardı. Bu garip suçlamaya harika bir cevap verir, önce cumhuriyetin kanunlarını bu iddiaları öne sürenlere ileri sürer haklı olarak: “Kanunu tatbik edenler, evvela kendilerine tatbik ettikten sonra başkasına tatbik edebilirler. Siz kendinize tatbik etmediğiniz bir düsturu başkasına tatbik etmekle herkesten evvel siz düsturunuzu kanununuzu kırıyorsunuz. Çünkü bu müsavat-ı mutlaka kanununun bana tatbikini istiyorsunuz.” (Tarihçe, 184)

O ahiret yolcularına seyahat vesikası veren adamdı, bunun cumhuriyetle ne alakası vardı? “Evet, yolculara seyahat için vesika vermek bir vazife olduğu gibi ebed tarafına giden yolculara da hem vesika, hem o zulümatlı yolda nur vermek öyle bir vazifedir ki hiçbir vazife o vazife kadar ehemmiyetli değildir. Böyle bir vazifenin inkârı ölümün inkârıyla ve hergün ‘elmevtü hakkun’ davasını cenazelerinin mührüyle imza edip tasdik eden otuz bir şahidin şehadetini tekzip ve inkar etmekle olur.” (Tarihçe, 186)

Bütün hayatı savunmakla geçti, eserleri bir büyük savunmanın belgeleri idi.

Bütün eserlerinde sürekli hakikatı, hakkı, adaleti, haşri, Allah’ı, nübüvveti, Nebi-yi Zişanı (ASM), mucizelerini, varlık ve ilah ilişkilerini, kozmik bilmeceyi, hayatı, adaleti, dengeyi, kudsiyeti, kutsalı, hayatın bir inanç seyahati olduğunu.

Kâinattan halıkını soran bir seyyahı,

Varlık insan ilişkilerini,

Allah ve insan ilişkilerini,

İbadet ve insan yakınlıklarını ve daha nice nice ketmedilmiş, yeniden yorumladığı hakikatları savundu.

Bir de bunları savunduğu için horlanmanın çok yönlü savunmasını yaptı, hakkı savunduğu için haksızlara karşı sosyal hakikatleri, hürriyeti, demokrasiyi, meşrutiyeti, kuva-yı milliyeyi, birliği, birlik ruhunu, sevgiyi, dayanışmayı, kucaklaşmayı savundu.

Despotlara, tağutlara, kendini bilmezlere, hakikatı menfaatlerine payanda yapanlara ve daha daha kimlere savunmalarda bulundu.

Mazlumu,inancını savunamayanı ahirete hazırladı. Onun kadar savunmayı çok yönlü anlayan ve en girift anlarda bile bu ilahi misyonunu ifade eden bir adam dünya tarihinde bile yoktu.

İ’CAZI KUR’ANI BEYAN ET

Bu büyük savunmacı ömrünün başında savunmaya ve müdafaaya söz vermişti:

Eski Harbi umumiden evvel ve evailinde bir vakıa-ı sadıkada görüyorum ki, Ararat dağı denilen meşhur Ağrı Dağı’nın altındayım. Birden o dağa müthiş infilak etti. Dağlar gibi parçaları dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki merhum validem yanımdadır. Dedim: ‘Ana korkma Cenab-ı Hakk’ın emridir. O Rahimdir ve Hakimdir.’ Birden o halette iken baktım ki mühim bir zat bana amirane diyor ki: ‘İ’caz-ı Kur’an’ı beyan et.’ Uyandım anladım ki, Bir büyük infilak olacak. O infilak ve inkılabdan sonra Kur’an etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’an kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur’an’a hücum edilecek; icazı Onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu icazın bir nevini şu zamanda izharına haddimin fevkinde olarak benim gibi bir adam namzet alacak ve namzet olduğumu anladım.” (Tarihçe, 191)

Hayatındaki bütün çok yönlü savunmaların başlangıcı bu namzet olma anından sonradır. Eserlerindeki savunmalar bin yıldır fen ve felsefe ve çeşitli dalalet mektepleri tarafından mahkûm edilmeye çalışılan tevhid ve ona bağlı hakikatların savunmasıdır, mahkemelerdeki müdafaaları da bir nefis müdafaası değil, bir davanın müdafaasıdır. Üçüncü müdafaası da despotizme karşı demokrasi ve cumhuriyetin, hakkın ve hürriyetin müdafaasıdır.


Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer
www.risaleakademi.com