Etiket arşivi: Esmaül Hüsna

El- Kuddüs (Esma’ül Hüsna – Allah’ın Güzel İsimleri) (Video)

Allah “Kuddüs”tür. Bütün kusur ve noksanlıklardan uzaktır. Acizlikten, fakirlikten, zaaftan ve bütün eksikliklerden münezzehtir. Bu ismin diğer bir manası ise bütün yarattıklarını maddi ve manevi kirlerden temizleyendir. 

 

Allah kendisinden büyük bir varlık yaratabilir mi?

Bu soruya maddeler halinde cevap vermeyi daha uygun görüyoruz:

1- Soruda kasıt vardır:

Bu sorunun hedefi inançları sarsmak, saf zihinleri bulandırmak, masum ve körpe dimağlara zehir akıtmaktır. Bir akrep kıskacı olan bu demogojik soru ile insanlar zehirlenmek istenmektedir. Şöyle ki:

Eğer bu soruya “Evet” diye cevap verilse o zaman “Demek ki sizin Rabbiniz, yarattığı şeyden güçsüzdür.” denilecek. Eğer, “Hayır” diye cevap verilse, o zaman da “Demek ki sizin Rabbiniz âcizdir.” denilecektir. Her iki halde de -hâşâ- Cenâb-ı Hakk’a acizlik isnadı söz konusudur.

Bu soruyu ortaya atanlar, var olması muhal olan bir şeriki yaratmayı Cenâb-ı Hakk’ın kudretinden talep etmekle Allah’ın Hâlık (yaratıcı), vehmettikleri o şerikin de mahlûk (yaratılan) olduğunu bir ön yargı olarak kabul ettikleri halde, daha sonra o mevhum mahlukun Hak Teâlâ’dan büyük olabileceğine ihtimal vermekle, açıkça demagoji yapmaktadırlar.

Bu kimseler Allah’ın kutsi mahiyetinin mahlûk mahiyetine hiçbir cihetle benzemeyeceğini bilememektedir. Eser ustasına hiçbir cihetle benzemeyeceği gibi, Cenab-ı Hak da mahlûkatına hiçbir cihetle benzemez.

Bu hakikati bilmemek, büyük bir cehalettir. Bu cehalete düşenler Allah’ın mutlak kadir, mahlûkun ise sonsuz âciz olduğu gerçeğinden gafildirler.

2- Soruda “imkân-ı vehmî” ile “imkân-ı aklî” birbirine karıştırılmaktadır.

İmkân-ı aklî: Aklen hem olması, hem de olmaması mümkün olan şeye denir. Meselâ, yeni evlenen bir insanın, çocuğunun olması da, olmaması da mümkündür.

İmkân-ı vehmi: Hariçte vukua gelmesi mümkün olmayan, hakikatsiz ve esassız bir vehimdir. İmkân-ı vehmi hiçbir hükme esas olamaz. Hiçbir delil ve hakikate dayanmadığı için ilim ve mantık imkân-ı vehmi ile meşgul olmaz.

İmkân-ı vehmi sadece “olabilir”, “belki” gibi temenni, zan ve hayallerden kaynaklanır.

“Cenâb-ı Hak kendinden büyük bir mahlûk yaratabilir mi?” sorusunda imkân-ı vehmi ile imkân-ı aklî karıştırılmıştır. Bu soru ancak vehmin mahsulüdür; hiçbir hakikate istinad etmeyen bir hurafe, bir safsatadır; aklen muhaldir. Hiçbir akıl, bir mahlûkun Allahü Azîmüşşân’dan büyük olmasını mümkün göremez.

3- Soru ile demagoji yapılmaktadır.

Mantıkta “Gerçek olmayan mukaddemelerle yapılan kıyaslara demagoji veya safsata” denilmektedir. Meselâ duvar üzerine çizilmiş bir insan resmi gören demagog:
“Bu resim konuşur. Çünkü, bu resim insana aittir.”

“Her insan konuşur. Öyle ise bu insan da konuşur.” diye yanlış bir hükme varır. Cenâb-ı Hakk’ın yaratacağı bir mahlûku -hâşâ- Allah’tan büyük tevehhüm etmek, duvardaki resmi insan kabul etmekten daha büyük bir safsatadır.

Bu soruda esas olarak şu safhalar vardır:

1) Yaratılması vehmedilen varlığın şu anda mevcut olmadığı kabul edilmektedir.

2) Mevhum varlığın yaratılması Allah’tan beklenmekte, böylece Allah’ın Hâlık olduğu, o mevhum varlığın ise mahlûk olacağı kabul edilmektedir.

3) O mevhum varlığın yaratılması Allah’tan istendiği gibi, onun büyüklüğü, gücü, dirayet ve azameti de Allah’tan istenmektedir.

Bu mukaddemelerden Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz büyük, yegâne Hâlık, ezelî ve ebedî ve mutlak Kadir olduğu; o mevhum varlığın ise yaratılmaya muhtaç, âciz, zelil ve miskin olduğu sonucu çıktığı halde, tam tersine o vehmî varlığın Allah’tan büyük olup olmayacağı sorulmaktadır. Bu ise yukarıdaki misâlden çok daha ileri derecede bir safsatadır.

4) Soru pek çok çelişkilerle doludur:

Soru ile yapılmak istenen kıyas, çelişkili hükümlere dayandırılmıştır. Dolayısıyla, bu sorunun “iddia olma” özelliği yoktur. Meselâ, “Sonsuzdan daha büyük bir sayı yazılabilir mi?” sorusu böyle çelişkili bir hükme dayanır. Bu sebeple hiçbir ilmî kıymeti yoktur. Çünkü, sonsuzdan büyük bir sayı olamaz ki, böyle bir soru da sorulabilsin. Eğer sonsuz, erişilmez bir büyüklüğün sembolü ise hiçbir rakam sonsuz ile mukayese edilemez. Sonsuzdan büyük bir rakam düşünülse o zaman da sonsuzluk hakikati ortadan kalkar.

Bu soru da, çelişkili kıyaslardan olduğu için mantıken ve ilmen hiçbir kıymeti yoktur.

Bilindiği gibi bir eserdeki kemâl, onu yapan zatın kemâlinin bir tecellisi, bir göstergesidir. Ve bu eserdeki kemâlin, ustasının kemâlini aşması, ondan fazla olması muhaldir. Bir âlimin, telif ettiği bir kitabına kendi ilminden fazla ilim yerleştirmesi, yahut, bir mimarın kendi maharetini aşan bir eser yapması, güneşin kendi ışığından fazlasını bir damla suya vermesi muhaldir, safsataların en acibidir.

“Cenâb-ı Hak, kendinden büyük bir varlık yaratabilir mi?” sorusu: “Allahü Teâlâ kendi kemâlatından daha fazlasını bir mahlûkuna verebilir mi?” gibi bir saçmalık ifade eder.

Soru, Cenâb-ı Hakk’ın sıfatları, fiilleri adedince muhaller taşır. Bunlardan birkaçını kaydedelim:
Hak Teâlâ’nın sıfatlarından biri “Kudrettir. Soru, bu sıfat yönünden tahlil edildiğinde şöyle olur:
“Kudreti sonsuz olan Cenâb-ı Hak, kendinden daha kudretli birisini yaratabilir mi?”

Bu sorunun sahibi, sonsuzluk kavramının cahilidir. Sonsuz kudretten daha büyük bir kudret olamaz ki, böyle bir soru sorulabilsin. Şu sonsuz feza, şu uçsuz bucaksız sistemler, hep O Kadir-i Zülcelâl’in kudretinin tecelligâhıdır. Haşmetli bir dağın âyinedeki tecellisi bir çakıl taşı ağırlığında da olamaz. Hadsiz yıldızlar, uçsuz bucaksız galaksiler hep Cenab-ı Hakk’ın Hâlık isminin tecellileridir. Bu tecellilerin O Kadir-i Mutlak’ı yorması, âciz bırakması düşünülemez. Her an böyle milyarlarca kâinatı yaratsa, bunların tümü o kudret nazarında yine bir zerre kadar da olamaz.

Söz konusu soru, Cenâb-ı Hakk’ın irâde sıfatı yönünden tahlil edilirse şu şekle girer:
“Mutlak irâde sahibi olan Allahü Teâlâ, kendi hükmünü geri bıraktıracak, kendi irâdesini kayıtlayacak bir ilâh yaratabilir mi?”

Halbuki, Cenâb-ı Hakk’ın irâdesi mutlaktır, sonsuzdur. Hiçbir kayıt altına girmez. O’nun irâdesini kayıt altına alacak bir varlığın bulunması muhaldir. Öte yandan, Cenâb-ı Hakk’ın yaratacağı şey, mahlûk olur. Mahlûk ise Hâlık’ın irâdesi altındadır. Bu soru ile Hâlık’ın irâdesi sınırlı, mahlûkun irâdesi ise sınırsız tevehhüm edilmekte, böylece “sınırlı olanın sınırsız olanı sınırlandırması” gibi büyük zıtlığa ve çelişkiye düşülmektedir.

Soruyu, Allahü Teâlâ’nın ezeliyeti ve ebediyeti noktasından düşündüğümüzde şu safsata ile karşılaşırız:
“Cenâb-ı Hak, kendinden evvel var olup, kendisinden sonra da varlığı devam edecek olan bir mahlûk yaratabilir mi?”

Ezel ve Ebed Sultanı olan Allahü Azîmüşşan’ın, bir ismi Evvel, bir ismi de Âhir’dir. Varlığının evveli olmadığı gibi, sonu da yoktur. Ezelden evvel ve ebedden öte bir zaman kavramı olamaz ki, böyle bir hurafeye, bir vehme yer olabilsin. Bu safsataya göre, Cenâb-ı Hak ezelî ve ebedî olduğu halde, hâşâ, fâni ve sonradan yaratılan bir mahluk olacak, yaratacağı o mevhum varlık ise, mahlûk olduğu halde ezelî ve ebedî olacaktır.

Cenâb-ı Hakk’ın Hayat, Semi’, Basar gibi diğer sıfatları da aynı mantık ve ölçü içerisinde düşünülebilir.

Ne gariptir ki, böyle bir safsata ve bir hezeyan bu asrın cehalet çarşısında müşteri bulmakta, az da olsa bir kısım insanları saptırabilmektedir.

5) Soruda hakikatlerin zıtlarına dönüşmesi istenmektedir.

Bilindiği gibi, bir hakikatin, zıddına dönüşmesi muhaldir. Yine, bir hakikatin kendi mahiyetini korumakla birlikte kendi zıddı olan bir mahiyete girmesi de muhaldir. Meselâ, güneşin, kendi mahiyetini aynen muhafaza ederek suya dönüşmesi, yahut bir insanın “insanlık” mahiyetini hiç kaybetmeden “arslan” olması muhaldir. Misâller çoğaltılabilir. Mahlûkat için, gerçeklerin zıtlarına dönüşmesi böyle binlerce muhaller taşıdığı halde, Hâlık Teâlâ hakkında böyle bir şey vehmetmek muhallerin en acibidir.

Yukarıdaki soru ile Ulûhiyete ait sonsuz hakikatlerin zıtlarına dönüşmesi tevehhüm edilmektedir. Şöyle ki; soru sahibi bu demogoji ile sonradan yaratılacağından noksan, fâni, âciz, kayıtlı olacak olan o mevhum varlığın hakikatini, zıddı olan sonsuz kudret ve kemâle inkılâb ettirme muhaline düşmektedir. Allahü Teâlâ’nın mutlak kemâli, zıddı olan mutlak noksanlığa, mutlak cemâli mutlak çirkinliğe, mutlak kudreti, mutlak acze inkılâb etmez.

O Zât-ı Zülcelâl sonsuz aziz, mahlûkat ise sonsuz zelildir. Allahü Azîmüşşân, sonsuz âlim ve mutlak Hâkim’dir; mahlûkat ise cahil ve mahkûmdur. Allah’ın varlığı vücudu vâcib, Zâtı ezelî ve ebedîdir. Yarattığı ve yaratacağı herşey ise mümkindir, fânidir ve hadistir.

Soru sahibinin vehmine göre, Cenâb-ı Hak ezeli olduğu halde, hâşâ hadis olacak (sonradan meydana gelecek), yaratılması vehmedilen o varlık ise, hadis olduğu halde ezelî olacaktır. Tâ ki, Allahı Teâlâ’dan, hâşâ daha büyük olması tevehhüm edilsin.

Allahü Azîmüşşân, sonsuz kadir olduğu halde, âciz olacak, O’nun yaratmasına muhtaç olan o varlık ise sonsuz kadir olacaktır.

Misaller çoğaltılabilir.

6) Soru sahibi vücut (varlık) mertebelerinden habersizdir.

Bu sorunun cevabı, üç kavramın bilinmesine bağlıdır. Bunlar “vâcib, mümkin ve mümteni” kavramlarıdır. Aklen bu üçünün dışında kalan bir başka şık düşünülemez.

Gayet mükemmel bir heykele baktığımızda bu üç hakikati şöyle tesbit edebiliriz:
“Heykelin bir ustası olması vâciptir.” Zira, san’at san’atkârsız düşünülemez.

“Bu heykel yapılmadan önce, ustası için heykeli yapıp yapmamak ise mümkündür.” Yâni usta için, o eseri yapıp yapmamak olasıdır.

“Heykelin, ustasından daha maharetli, mükemmel, daha güçlü olması ise mümtenidir (imkansızdır), muhaldir.”

Aynı hakikati güneş için düşünecek olursak: Güneşin ışık sahibi olması vâcibdir. Yâni, ışıksız güneş düşünülemez. Güneşi irâde sahibi farzetsek, ışığını dilediğine verip, dilemediğine vermemesi de mümkündür. Güneşin âyinedeki tecellisinin, güneşin büyüklüğüne ve ısısına sahip olup, etrafında oniki gezegeni dolaştırması ise mümtenidir yani imkansızdır.

Yukarıdaki misâller gibi, vücud mertebelerinde de üç hakikat vardır: Vâcib, mümkin, mümteni.

Cenâb-ı Hakk’ın vücudu “vâcib”, yaratılmış ve yaratılacak olan herşeyin vücudu “mümkin”, Allahü Teâlâ’nın şeriki, misli, benzeri ve nazirinin bulunması ve herhangi bir mahlûkunun kendisinden büyük ve güçlü olması ise “mümteni”dir.

Cenâb-ı Hakk’ın vücudu vâcibdir. O’nun vücudu Zât’ ındandır. Var olmak için hiçbir sebebe muhtaç değildir. O’nun varlığı mahlûkatın varlığına hiçbir cihetle benzemez. Hiçbir cihetle dengi, eşi ve benzeri yoktur.

Mümkine gelince, mümkin varlığı ile yokluğu eşittir, var da olabilir, yok da olabilir. Mümkinin varlığı da, yokluğu da muhal değildir. Yaratılan ve yaratılma ihtimali olan herşey mümkindir.

Meselâ, kâtibe göre bir harfin yazılıp yazılmaması denktir. Yâni, kâtib, o harfi yazabilir de, yazmayabilir de. Demek ki, “harf için iki taraf sözkonusudur. Olmak ve olmamak. Kâtib bu iki şıktan hangisini tercih ederse o gerçekleşir. Yazmayı tercih ederse harf yokluktan varlık âlemine çıkar, yazmamayı tercih ederse yoklukta kalır.

Bütün mümkinat, Cenâb-ı Hakk’ın yanında bu harf gibidir. Kâinat, O’nun yaratmasıyla meydana geldiği gibi, yine O’nun irâdesi, kudreti, terbiye ve takdiri ile varlığını sürdürmektedir. Gerek var olmasında, gerekse devam ve bekasında Allah’a muhtaçtır.

Mümkinat âleminde, O Vâcib-ül Vücudu âciz kılacak bir mahlûkun olması düşünülemez. O’nun ezelî irâdesi ve mutlak kudreti karşısında herşey eşittir. Küçük – büyük farkı yoktur. O kudrete nisbeten bütün galaksilerle bir zerre birbirine denktir. Bir çiçek ile baharın, parça ile bütünün farkı yoktur.

Mümteniye gelince; mümteni, varlığını tasavvur etmek asla mümkün olmayan demektir. Mümkinin “olmak”, “olmamak” gibi iki ciheti varken, mümteninin tek ciheti vardır; o da olmamaktadır. Yokluk mümteninin daimî vasfıdır. Onun varlığını tasavvur etmek, çelişki ve tezatları doğurur.

Meselâ, bir rakam ya çifttir, ya da tektir. Bir rakamın hem çift, hem de tek olması mümtenidir.

Bir insanın aynı anda hem ayakta, hem de oturur olması da mümtenidir.

Bir rakamın sonsuzdan büyük olması da mümtenidir.

Aynen öyle de, Cenâb-ı Hakk’ın ortağı ve benzeri olması da mümtenidir.

Mümkinin vâcib’ten büyük olması da mümtenidir.

Mahlûkun Hâlık’tan üstün olması da mümtenidir.

Soru sahibi bir demogoji ile mümteniyi mümkin göstermeye çalışmaktadır.

7) Soru sahibi büyüklük kavramının cahilidir.

Cenâb-ı Hakk’ın büyüklüğü mahlûkata nisbeten değildir. Yâni, O, zâtında büyüktür, büyüklüğü mahlûkat ile kıyasa girmez. O’nun Zâtı hiçbir mahlukuna benzemediği gibi, büyüklüğü de mahlûkatın büyüklüğüne benzemez, takdirle bilinmez. Mahlûkatın büyüklüğü nisbîdir, birbirine göredir.

Bu hakikati bir misâl ile açıklamaya çalışalım. Güneşin büyüklüğü kar zerrelerindeki tecellileriyle kıyasa girmez. Zira, bütün o tecelliler, parlaklıklarını o güneşten almaktadırlar. Nasıl onunla kıyasa girebilirler?

Bu misâl gibi, ilmi, kudreti, azamet ve kibriyâsı sonsuz olan Allahü Teâlâ’ nın büyüklüğü de mahlûkatın büyüklüğü ile hiçbir cihetle kıyasa giremez. Zira bütün mahlûkat hep O’nun sıfatlarının ve isimlerinin tecellileridir. Varlıkları O’nun var etmesiyle, hayatları O’nun hayat vermesiyle, nurları O’nun nurlandırmasıyladır. Onların büyüklükleri ancak birbirilerine göredir. O’nun bir mahlûku olan insan aklı ne kadar büyüklük tasavvur ederse etsin ve yine insan hayali büyüklüğü nasıl hayal ederse etsin bunların hepsi mahlûk büyüklüğüdür. Cenâb-ı Hakk’ın büyüklüğü, düşünülen ve hayal edilen bütün bu büyüklüklerden münezzehtir, yücedir.

Bilindiği gibi, matematik ilminde bir “sonsuz” kavramı vardır. Bütün rakamlar ona nisbetle kıyasa giremeyecek kadar küçük kalırlar. Onların büyüklükleri birbirilerine göredir. Sonsuz için bir ile bir milyarın farkı yoktur. Bu noktada sonsuza nisbeten büyük-küçük fark etmez. Bütün rakamlar, şuurlu kabul edilse, bunların hepsi sonsuzu kavramakta aynı derecede güçsüz ve noksan kalacakları gibi, Cenab-ı Hakk’ın sonsuz büyüklüğünü anlamakta da bütün akıllar aynı nisbette âciz kalırlar. O mutlak ve sonsuz büyüklük, bu sınırlı akla sığmaz.

Soruda sözü edilen o vehmi varlığın, mahlûk olacağı peşinen kabul edilmektedir. Bir mahlûk ise ne kadar büyük olursa olsun, büyüklüğü mahlûklara göredir ve o daire içinde düşünülür.

San’atkârın san’atından büyük olduğu tartışma kabul etmez bir gerçektir. Meselâ, Selimiye Camii’ndeki bütün kemâlât ve güzellik hep mimarının kemâlâtından süzülmüş, ilminden dökülmüştür. O taşları bir şaheser hâline getiren, Mimar Sinan’ın ruhundaki incelik, düşüncesindeki derinlik, hissiyatındaki zerafet ve san’atındaki meharettir. Alkış Sinan’adır, takdir O’na gider. Faraza, Sinan’ın ömrü, ebedî olsaydı, daha nice camiler yapar, eserler vücuda getirirdi. O eserlerin hepsi de O’nun büyüklüğüne delil olurdu. Lâkin, onların büyüklükleri Mimar Sinan’ın büyüklüğüyle mukayeseye giremezdi.

Şu kâinat denilen büyük mescid, arşlar, ferşler, sema tabakaları, uçsuz bucaksız galaksiler de hep Allah’ın eseri, icadı ve mahlûkudur. Onlarda tecelli eden bütün güzellikler ve üstünlükler Esmâ-i İlâhiyye’ye aittir. Bütün mevcudat Cenâb-ı Hakk’ın kudretiyle, iradesiyle, hâkimiyetiyle ayakta durmaktadır. Atomlardan galaksilere kadar herşey, her haliyle ve tavriyle, her an O’nun hâkimiyeti ve gözetimi altındadırlar. O’nun hâkimiyeti karşısında herşey mahkûm, O’nun büyüklüğü karşısında her mahlûk zelildir.

İşte yukarıdaki soru, büyüklük mefhumunu bilmemek yanında, Hâlikıyet ve mahlûkıyeti de bilmemekten kaynaklanmaktadır.

Mehmed Kırkıncı / Sorularlaislamiyet.com

Merhaba Kış! Hoşgeldin Dünyamıza!

Yapraklar peş peşe döküldü. Çiçekler soldu. Kuşlar ve kelebekler birer birer öldü. Şimdi yalnız iskeletler var dağ eteklerinde. Ve onların ayaklarını örten bembeyaz bir kefen.

Bir yaprak düştü toprağa.

Sonra bir başkası.

Sonra peş peşe döküldü bütün yapraklar…

Ağaçlar soyundukça toprak giyindi: Önce altın sarısına döndü, sonra altınlarıyla beraber beyaz kefenine büründü.

Çiçeklerden eser yok. Kelebekler uçup gitmiş. Güller kurumuş, bülbüller susmuş. Sevilenler, elveda demeden sevenleri terk edip gitmiş. Yemyeşil ormanlar iskeletlerle dolmuş. Daha dün cıvıl cıvıl hayat kaynayan bu yerlerde, şimdi firak hıçkırıkları bile yankılanmıyor. Çünkü geride ağlayacak kimse de kalmamış.

Hani, nerde o güzelim gelincikler?

Nerde elma çiçeklerine doluşan arıcıklar?

Nerde gün âşıkı çiçekler?

Gün nereye koşturuyor sahi?

Koşan günler, kaybolan günler, âşıklarını ardından ağlatan günler… Hepsi, her gelişinde birşeyleri beraberinde getirirler, ama “Tadına doyan var mı?” demeden, getirdiklerini alır götürürler. Günlerden nice ömürler olur; günlerle beraber nice ömürler ölür.

Gönlümde hüzün var, yaklaştı akşam

Ömrümün güneşi zevale döndü.

Akşamları sevmek belki çare olurdu şafakla beraber o da çekip gitmeseydi!

Ama dünyada beni bırakıp gitmeyecek ne var, söyler misiniz dünya âşıkları?

En güzeli bahardı; şimdi kefenine bürünmüş yatıyor.

Niye durmadı buralarda? Durmayacaksa niye geldi? Ardından ağlatacaksa eğer, niye yüzüme gülüp durdu çiçekleriyle? Öyle bir gaddarlık, böyle bir güzelliğin arkasında kendini nasıl sakladı?

Yeşil tomurcuğun içinden fışkıran pembe gül, solacağını niye haber vermedi?

Penceremin önünde cıvıl cıvıl öten serçecik, öleceğini niye söylemedi?

Yoksa söyledi de ben mi işitmedim?

Yapraklar peş peşe döküldü toprağa. Çiçekler birbiri ardınca soldu. Kuşlar ve kelebekler birer birer öldü. Şimdi yalnız iskeletler var dağ eteklerinde. Ve onların ayaklarını örten bembeyaz bir kefen.

Günler, beraberinde getirdiklerini alıp götürdüler. Günlerle gidenler ise…

Durun bir dakika!

Onlar aslında hiçbir şey götürmedi, götüremedi. Çünkü kendilerine ait hiçbir şeyleri yoktu.

Irmağın üzerinde hızla akıp giden damlacıkların parıltıları kendilerinden olsaydı, arkadan gelenler nasıl parlayacaktı? Halbuki o damlacıklar karanlıklardan çıkıp gelmişlerdi.

Gülün fidanında da o pembe tebessüm yoktu. Serçe yumurtasında o sevimlilik yoktu. Gelincik tohumlarında o nazenin güzellik yoktu. Elma çiçeklerinin iskeletinde kuru bir odun yığınından başka hiçbir şey yoktu.

Onlar geldiler ve gittiler. Gitmek istediklerinden gitmediler. Gitmek zorundaydılar.

Çünkü onlarda görünen güzellik, başka başka aynalar istedi.

Çünkü öyle bir güzellik bir güle, bir bülbüle, bir bahara razı olmazdı.

Öyleyse sen de bir güle, bir bülbüle, bir bahara, bir dünyaya razı olma. Eskimiş aynalar, bırak, kırılsın gitsin. Sen yeni aynalarda seyret güzelliği.

Sabret; şu kefenin koynunda uyuyan bahar, yeniden gülleriyle yüzüne gülecek. Serçeler yine cıvıldaşacak. Dağ yamaçları yakında gelinciklerle dolacak, iskeletler canlanıp gelinliklerini giyecekler. Gurup secdesine kapanmış yüz binler çeşit güzeller, yine dirilip karşında belirecekler. Onlarda cilvelenen Esmâyı, bu sefer tazelenmiş ve özlenmiş olarak bulacaksın.

Ve o Esmânın cilvelerinde, sevilenlerin sevenleri asla terk etmediği âlemlere bir çağrı okuyacaksın.

İstersen, şimdiden zevk edebilirsin o âlemleri. Cismin yerinde dursa da hayalin, ruhun ve kalbin geçmiş ve gelecek bütün baharlarla beraber o âlemlerden de dilediğin kadar çiçek toplar ve koklar.

Bak, soldu dediğin güller, öldü dediğin bülbüller, asıl ve nesilleriyle el ele vermiş, tesbihatlarıyla süslenmiş, misâl âleminin levhalarında, gayb âleminin derinliklerinde, âhiret âlemlerinin menzillerinde hâlâ diriler ve diri kalacaklar.

Onun için, sen aynayı bırak, Esmâyı bul.

Leylâ’yı bırak, Mevlâ’yı bul.

Yoksa Leylâ’yı arayan ancak belâyı bulur.

Mevlâ’yı arayan ise, bütün fâni sevgililerin arkasından dökülen gözyaşlarını bir anlık sohbetiyle ebedî sürurlara çevi¬ren bir Habîbu’l-Bekkâîn ile beraber olur.

Gülün açmasında ve solmasında, bülbülün ötmesinde ve susmasında, baharın doğmasında ve ölmesinde hep Onun seninle baş başa bir sohbeti var.

Hâlâ cevap vermeyecek misin?

Yapraklar birbiri ardınca koştu Onun çağrısına.

Lebbeyk” dedi ve toprağın koynuna düştü.

Çiçekler, kuşlar, kelebekler, böcekler, birer birer Ona döndü.

Hepsi de tesbihatlarını ve bütün hayatlarının mahsulâtını Ona sunarak resmi geçitteki yerlerinden ayrıldı.

Toprak onları Rabbinin emriyle bağrına bastı, yorganını üzerine çekti.

Yeni bir baharda yeni bir şevkle dirilmek için uykuya daldı.

Dün cemâl tecellileriyle kaynayan bu yerlerde şimdi bir izzet ve celâl tecellîsi hüküm sürüyor.

İkisi de aynı yerden geliyor.

Öyleyse giden yok, ölen yok, ayrılan yok, kaybolan yok…

Ezelî Esmânın bir Müsemmâsının değişik tecellîleri var sadece.

Merhaba kış!

Dünyamıza hoş geldin.

Ümit ŞİMŞEK

Estetik kategorilerilerin kaynağı: Mutlak

Mutlak bir estetik kategoridir, ama insanların anlamakta zorluk çektiği bir kategoridir. İnsan kayıtlı değerleri, sınırlı algı mekanizmaları dolayısıyla, bütün varlığın kendinden doğduğu, bütün hareketleri organize eden, bütün yaratılışın onun sayesinde oluşturulduğu, biçimlerin, renklerin, kokuların, onun sanatkâr kudretiyle vücut bulduğu mutlakı anlamak için büyük zihinsel gayret sarf etmelidir.

Sartre mutlakla karşılaşan ilk insanı bir şekilde anlatır.

Bildiğimiz şu ki insanoğlu doğayla ilk buluştuğu o ilk zamanlarda, ne çirkinlik ve güzellik, ne beğeni, ne sanatsever ne de eleştiri vardı. İlk olarak bir kaya parçasından bir şeyler oyma becerisi kazanan insan, sıfırdan başlamak zorundaydı” (Sartre, Estetik Üzerine Denemeler, 82)

İnsanlar varlığı ve nesneleri görmüş ve onlar üzerinde düşünmüştür. Kendine bakmış, etrafında kendine yardım eden nesnelere bakmış, gökyüzüne bakmış, onu ilgilendiren tabiat olaylarına bakmış, bunların her biri hakkında bir tapınma durumu düşünmüş.

Suyun kendini kuşattığını görünce ona tapmış, ineğin kendine büyük faydasını düşününce ona tapmış, gökyüzüne, yıldızlara onlar kendi üstünde onu aştıklarından dolayı onlara tapmış, aşkın ne görmüşse onun önünde küçülmüş ve ona saygı duymuş, ateşi düşünmüş ona tapmış velhasıl mutlakı düşünmek için yeterli bir aşkın zeka yok.

ÖMRÜNÜ ŞAŞKINCA DOLAŞIP BİTİRENLER

Karanlıklar içinde fenersiz yürümüş. Nesnelerin düzenini düşünmemiş, nesne ve olayların gayelerini düşünmemiş, nesnelerin birbirleriyle birlikte var olduğu gibi mutlakın izlerini düşünmemiş veya düşünememiş ama bir aşkın gücün etrafında dolaşıp şaşkın ömrünü bitirmiş.

Nerdesin?

Geceleyin bir ses böler uykumu,

İçim ürpermeyle dolar -Nerdesin?

Arıyorum yıllar var ki ben onu,

Aşıkıyım beni çağıran bu sesin.

Gün olur sürüyüp beni derbeder,

Bu ses rüzgârlara karışır gider.

Gün olur peşimden yürür beraber,

Ansızın haykırır bana: -Nerdesin?

Bütün sevgileri atıp içimden,

Varlığımı yalnız ona verdim ben,

Elverir ki bir gün bana derinden,

Ta derinden bir gün bana “Gel” desin.

Ahmet Kutsi Tecer

Şairimiz Tecer’in bu şiiri mutlak arayan bir insanın şaşkınlığını ifade eder.

Nihat Sami Banarlı, Tecer ölünce “aradığı Tanrı’sına vardı” der.

Bir arayıştır bu şiir. Mutlak Allah mıdır veya onun lazımı mıdır, ayrı bir konu. Ama birbiri ile bağlılığı kesin olarak var.

Bediüzzaman mutlakla ilgili çok şey söyler.

Hakaik-i mutlaka mukayyet enzar ile ihata edilmez “ derken, mutlakın insanı aşan doğasını anlatır.

Varlığı bir başka şeyin varlığına bağlı olmayıp kendi başına var olan, her şeyi çevreleyen bir ilke mutlak.

Kendi varoluş nedenini kendinde taşıyan, kendi kendine var olan demek mutlak.

Şartlardan biri olan kendi şartlarını kendi oluşturan demek mutlak.

Felsefe tarihinde mutlak konusunda düşünülmüş ve münakaşalar olmuştur. Son dönemde Hegel ve Schelling terimi biçimlendirmişlerdir.

Bediüzzaman mutlakın anlaşılmasını bir dizi zihni ameliyeden sonra mümkün görür, yoksa durduk yerde insan idraki mutlakı anlayamaz. Mutlak kapısı açılması gereken bir mahiyet ise onu açacak olan da insanın benidir. Ama anahtar durumundaki enenin yani benin de mahiyeti kapalıdır, onun da açılması gerekir. Şimdi ene açılınca anahtar oluyor, kâinatın muğlâk nitelikli yapısını açıyor daha sonra mutlak yani Allah’ın vucubiyet alanına giriyor, istidadı nispetinde anlıyor, çözmüyor.

Birbiri içinde üç kapalı kapı birbirlerine bağlı.

Mutlakın mahiyetini anlatır Bediüzzaman,

Mutlak ve muhit bir şeyin hududu ve nihayeti olmadığı için ona bir şekil verilmez ve üstüne bir suret ve taayyün vermek için hükmedilmez, mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz.” (30. Söz)

Mutlakı anlamak için iki yol vardır, biri;

Kur’an ve Peygamberin terbiyesi sonucu enenin açıcı bir anahtar olması ile insanın ve kâinatın ve mutlakın anlaşılması sağlanması

diğeri de, mutlakın karşısında onu anlayayım derken terbiyeden yoksun olan enenin mutlaka karşı bir cephe oluşturup olumsuz düşünce ve felsefe silsileleri meydana getirmesidir.

Mutlakı anlamada felsefe silsilesinin mantıklı yol alanları da varsa da Spinoza, Hegel gibi onlar ile Bediüzzaman’ın mutlak konusunu şerhetmesi farklıdır, özellikle farklıdır, onlara girmiyoruz.

Bediüzzaman felsefe ehlinin yolunu da görmüş, onların kabiliyetlerinin yetmediğini, seslerinin kısıldığını söyler, bu ironinin tafsilatına girmemiştir Bediüzzaman biz de girmiyoruz.

Allah, Kadir-i Mutlak, Semi-i Mutlak, Alim-i Mutlak, Hakim-ı Mutlak, Saltanat-ı Mutlak, Rahim-i Mutlak, Kerim-i Mutlak, Mabud-ı Mutlak, Gani-i Mutlak, sıfatları mutlak, Rububiyet-i Mutlak, Uluhiyet-i Mutlak, Cevad-ı Mutlak, Kemal-i Mutlak, istiğna-yı mutlak, Adil-i Mutlak, İrade-i Mutlak, Cud-ı Mutlak, Kamil-i Mutlak, Gına-yı Mutlak, Cemil-i Mutlak, Amir-i Mutlak, Mabud-ı Mutlak, İstiklaliyet-i Mutlak, Sultan-ı Mutlak, Cemal-i Mutlak’dır.

Bütün bunlar varlığa ve kâinata dağılır. Bütün bütün bu mutlak hakikatleri yansıdıkları cüzlerden hareketle bir ilke halinde ortaya koymak mutlakın varlığını anlamaktır yoksa mahiyetini değil.

Sanat ve felsefe bu nesnelere yansıyan ve güzellik addedilen parçaları görmüş ve yorumlamıştır.

Din ise ilkeyi görüp muhayyilede birleştirerek mutlakı hissetmiştir.

Mutlaklar zincirinden yansıyanlar estetik kategorileri oluşturur, mesela hüsün, cemal ve kemal gibi. Beşer o aşağı kısımda kalmıştır, mutlakı anlatan sadece din ve vahyin ışığıdır.

Çok büyük insanlar bile mutlakı anlayamamışlardır. Eğer vahyin ışığı Hira mağarasına yansımasaydı en zeki insanlar bile mutlak konusunda mebhuttu.

Son Güncelleme ( Cumartesi, 03 Kasım 2012 00:15 )

Prof. Dr. Ahmet Nebil Soyer

Esma Okumaları

Bediüzzaman’ın esma okumalarını kategorize etmek zor bir şey. Esma okuması, sanat okumaları demek. Bir resim galerisinde resimlerin boya ve desenlerini yorumlayan bir resim sever gibi, Allah’ın yeryüzündeki sanatlarında onun isimlerini izlemek , görmek, isimlendirmek , fiillerini yorumlamak “esma okumaları” demek. Bediüzzaman celal ve cemal ağırlıklı okumalar gerçekleştirir. Bütün esma okumaları bu iki ismin çatışı altında yer alırlar.

Celal ve Güzellik, kozmik durumlarda celal ağırlıklı güzelliklerin kaynağıdır. “Hem, semâvât yüzünde öyle bir haşmet içinde bir parlamak ve bir zînet içinde bir tebessüm var ki, Sâni-i Zülcelâlin ne kadar muazzam bir saltanatı, ne kadar güzel bir san’atı olduğunu gösterir. Donanma günlerinde kesretli elektrik lâmbaları sultanın haşmetinin derecesini ve terakkiyât-ı medeniyede kemal derecesini gösterdiği gibi; koca semâvât, o haşmetli, zînetli yıldızlarıyla Sâni-i Zülcelâlin saltanatının kemalini ve sanatının cemalini öylece nazar-ı dikkate gösteriyorlar.

Haşmet içinde parlamak ve zinet içinde tebessüm celal ağırlıklı bir güzelliktir, çünkü haşmet Celal isminin tezahürüdür. Görüntüsüdür. Osmanlıda padişahların tahta geçiş günleri her yıl kutlanırmış onların padişahın haşmetini göstermesinden hareketle bu yorumu yapar Bediüzzaman.

Esma okumaları isimlerin iç içe geçtiği durumlarda güçleşir, Bediüzzaman’ın kainatın desenleri diyebileceğimiz bu esma okumaları büyük bir tez olacak azamettedir. Burada adl isminin arkasından küddüs ismini yorumlar. “ve ism-i Adlin cilvesi arkasında tecellî eden ism-i Kuddûsün, o mevcudâtı, Cemîl-i Mutlakın cemâl-i Zâtına ve nihayetsiz güzel olan Esmâ-i Hüsnâsına lâyık ve münâsip olacak gâyet güzel âyineler şekline getirdiğini gösteriyor.” (Lemalar)

Allah’ın bütün isimleri güzeldirler. Onların okumaları da öylece güzeldir. “Cemîl-i Zülcelâlin bütün isimleri, “Esmâü’l-Hüsnâ” tabir-i Samedânîsiyle gösteriyor ki, güzeldirler. Mevcudat içinde en lâtif, en güzel, en câmi âyine-i Samediyet de hayattır. Güzelin aynası güzeldir. Güzelin mehâsinlerini gösteren ayna güzelleşir. O aynanın başına o güzelden ne gelse güzel olduğu gibi, o hayatın başına dahi ne gelse, hakikat noktasında güzeldir. Çünkü, güzel olan o Esmâü’l-Hüsnânın güzel nakışlarını gösterir.(Lemalar)

Esmanın icaddaki tezahürleri başka, insanın kendi iradesine göre şekillenen esma başka, bu metinde insanın kendi iradesiyle kendinde tecelli eden esması da söz konusudur. Biri gayri ihtiyarı yukardan, diğeri ise ihtiyarla ama yine yukardan tecelli eden esmalardır.

Allah’ın esması güzel olduğu gibi, yarattıkları mevcudatın yok olması da imkansızdır. Çünkü onun yarattıkları onun mührünü ve mülkiyetini, aidiyetini taşır, onlar zevale, yokolmaya gitmez. Bu metinde bir dizi esma okuması gerçekleştirilmiştir. “Allah bize kafidir. O ne güzel vekildir.

O, Mucid ve Mevcud-u Baki olduktan sonra, mevcudatın zevale gitmesinin hiçbir önemi yoktur. Çünkü Vâcibü’l-Vücud olan Mucidlerinin bekasıyla, o sevimli varlıklar devam ediyorlar.

O, Sani ve Fatır ı Bakidir. O halde, masnuun zevaliyle mahzun olmamalı. Çünkü; muhabbete vesile olan husus, Saniinde aynen devam etmektedir.

O, Melik ve Malik-i Bakidir. O halde, ayrılık ve gidiş içerisinde tazelenen mülkün zevalinden teessüf edilmemeli.

O, Şahid ve Alim-i Bakidir. Öyle ise, sevgililerin dünyadan kaybolmasına hasret çekilmemeli. Çünkü, onları müşahede eden Zatın ilim ve nazar dairesinde varlıkları devam ediyor.

O, Sahip ve Fatır-ı Bakidir. O halde, güzellikleri takdir edilen şeylerin zevalinden kederlenmemeli. Çünkü, onların güzelliklerinin kaynağı Fatırlarının esmasında devam etmektedir.

O, Varis ve Bais -i Bakidir. O halde, ahbabın firakından dolayı “Ah!” çekilmemeli. Çünkü, onlara varis ve onları tekrar diriltecek olan Zat bakidir.

O, Cemil ve Celil-i Bakidir. O halde, güzel isimlere ayna olan güzel masnuatın zevalinden hüzne düşülmemeli. Çünkü, o esma, aynalarının zevalinden sonra da güzellikleriyle baki kalmaktadır”

Risale-i Nur bir esma okumaları mektebidir. Bediüzzaman çok yönlü , çok perspektifli bir esma okuyucusudur. Risale-i Nur’da insan hayatını ilgilendiren olaylar, dünyevi uhrevi okunur, tıpkı bir göğüs hastalıkları uzmanının bir filmi okuması gibi.

Okumanın bir diğer yönü de mütalaagah olan bu dünyada Allah’ın yarattığı sanat eserlerinin sanat niteliklerini ve onlarda esmaların görünme şekilleri okunur. Bediüzzaman nesneleri esma adına okur. “Gel şimdi bir ağaca dikkatle bak İşte bahar mevsiminde yaprakların muntazaman çıkması, çiçeklerin mevzun açılması, meyvelerin hikmetle rahmetle büyümesi ve dalların ellerinde masum çocuklar gibi nesimin esmesinde oynaması içindeki latif ağzını gör. Nasıl bir dest-i kerem ile yeşillenen yaprakların dili ile ve bir neşe-i lütuf ile tebessüm eden çiçeklerin lisanıyla, ve bir cilve-i rahmet ile gülen meyvelerin kelimatı ile ifade edilen hizmetli nizam içindeki adilli mizan, ve adli gösteren mizan içinde bulunan dikkatli sanatlar, ve meharetli nakışlar ve zinetler içinde rahmet ve ihsanı gösteren ayrı ayrı tatlı tatmaklar ve ayrı ayrı güzel kokular ve hoş tatmaklar içinde birer mucize-i kudret olan tohumlar ve çekirdekler, gayet zahir bir surette bir Sani-i Hakim, Kerim, Rahim , Muhsin, Münim, Mücemmil, Mufaddılın vücub-ı vücudunu ve vahdetini ve cemal-i rahmetini ve kemal-i rububiyetini gösterir. İşte eğer bütün ruy-ı zemindeki ağaçların lisan-ı hallerini birden dinleyebilsen “yüsebbihülillahima fissemavati vel ard” hazinesinde ne kadar güzel cevherler bulunduğunu göreceksin, anlayacaksın”(19 P)

Meyveleri dalların ellerinde masum çocuklar gibi görmek, rüzgarın esmesiyle oynamaları, latif ağızları, kerem eliyle yeşillenen yapraklar, lütuf neşesiyle tebesüm eden çiçekler, gülen meyveler, tadlar, kokular, tatmaklar sonra bunların hepsini esma ile bağlantılı anlatmak, gözlem, beşerileştirme, sonra esma ile mühürleme. Sanat harikalarıyla dolu okumalar.

İlimlerin kainata yansımaları yine esmalarla ilişkileri anlatılır, bunlar da esma okumalarıdır. Bediüzzaman birçok ilimlerden veriler alır, metaforlar alır ve bir hakikatı ortaya çıkarır. “Kozmoğrafyanın itirafıyla dahi “( 6 P) “ Ey biçare müflis felsefi”(10 P) “Ey kozmoğrafyacı efendi”(19 P)” Ey coğrafyacı efendi “(22 P) hitapları onların yanlış bakış açılarını tashih içindir.

Esma okumalarından bazı örnekler vermekle yetindik.

Prof. Dr. Himmet Uç