Etiket arşivi: HAMİT DERMAN

Kömür Karası Değil; Yürek Yarası!

Her yıl ,mayıs ayı gelince içimi bir hüzün kaplar.Nedenini sorarsanız. Bundan tam 14 yıl önce bir mayıs akşamı ruh dünyamı yıkan bir haberdir. Soma’da yaşanan elim maden kazası bana o acı anları sanki bu gün yaşar gibi hatırlattı.
1400067685_soma-faciasi

Çünkü; yıllar önce benim ve ailemin çektiği acıların aynısını 301 aile bizden daha ağır bir şekilde çekecekti. Somada vefat eden Maden Şehitleri ,kendileri inşallah manevi şehit oldular. Fakat arkalarında yüreği yaralı yüzlerce insan bıraktılar.

Arkalarında gözü yaşlı dul eşler,babasını ancak resimlerde ve rüyalarda görecek yetim çocuklar ve ayrıca gözü yaşlı derin yara almış anne babalar bıraktılar. Bu aileleri anlamak için bu tür acıları yaşamak gerekiyor. Ben de bu tür bir acıyı yaşadığım için Soma olayı beni derinden etkiledi.

Evet bir 17 mayıs akşamı en sevdiğim can kardeşim İsa’yı elim bir kazada kaybettim.Bundan dolayı her mayıs ayında içime büyük bir hüzün dolar. O yıl Manisa’da Üniversitede okuyordum.Mezuniyetime 1 ay kalmıştı. Kardeşim benim mezuniyetime katılmak için sabırsızlanıyordu.Onunla olaydan iki gün önce telefonla konuşmuştum.Ben onun mezuniyetime gelmesini beklerken onun bu dünyadan irtihal haberi bana ulaştı.

Vakitli ölümlerin acısı, sanki, daha kolay kabul ediliyor. Hatta bazısı için, ‘öldü, kurtuldu’ deriz. Fakat vakitsiz ve ansızın gelen ölüm başka oluyor. Hele de gencin ölümü daha acı oluyor. Ona alışmak zor. Sonuçları daha derin oluyor. Yüreğinizde derin bir yara açıyor.Bu yaranın kabuk bağlaması için yıllar geçmesi gerekiyor.Fakat bu yaranın yerinde yine de bir iz kalıyor.. Her hatırladığınızda yaranız canlanıyor.
Düşünebiliyor musunuz? Doğduğu günü hatırladığınız,yıllarca birlikte oynadığınız,birlikte güldüğünüz can kardeşinizi 21 yaşında kaybediyorsunuz.

Böyle bir acıyı yaşamayan bilemiyor.Daha önce çevrenizde yaşanan genç ölümleri sizi etkiliyor. Fakat bu acıyı siz yaşadığınızda ruhen yıkılıyorsunuz. Hayatın anlamı kalmıyor.Birlikte oturduğunuz,birlikte gezdiğiniz,birlikte ağlayıp, birlikte güldüğünüz anlar gözünüzün önünden film şeridi gibi geçiyor.

Bir an yaşanan bu elim olayın bir rüya olduğunu düşünmek istiyorsunuz.Bu kötü kabustan uyanıp her şey eskisi gibi güzel bir şekilde devam etsin istiyorsunuz. Fakat nafile. Ölümün acı yüzüne zamanla alışmaya çalışıyorsunuz.

Dün,sizin hayaliniz olan Üniversiteyi bitirip göreve başlamak bile size boş geliyor.Sevinemiyorsunuz.Ölümlü dünyada makam ,mevki ,dünya malı gibi şeyler ölümü düşündüğünüzde gözünüzden çıkıyor.

Bütün bu acılarda insana en büyük teselli Ahirete İman oluyor.Ahiret’te tekrar birlikte olacağınızı düşündüğünüzde teselli buluyor ve Allaha şükrediyorsunuz.

Bu yazımız biraz duygusal oldu.Olsun. Bazen bu tür yazılar da yazmak gerekiyor. Yazar Hasan Kaçan, kardeşi vefat ettiği zaman, şunu yazmıştı: ‘Hayat, ölecek olanların, ölenlere ağlamasından ibarettir.’ diyordu.

Evet hasan kaçanın ölümle ilgili söylediği aslında her şeyi özetliyor.Bende son olarak ” Allah, herkese adil bir ölüm versin. Bizleri, doğru yoldan, yolundan ayırmasın.” diyerek sözlerimi bitiriyorum.VESSELAM.

HAMİT DERMAN

www.NurNet.Org

Dindar Gençliğin Yozlaşması

Geçen gün bir üniversitenin bahar şenliğinde basına yansıyan bir fotoğraf karesi dikkat çekti.
Türbanlı genç kızlar, erkek arkadaşlarının omuzlarında eğleniyorlardı.

Fotoğraf ve görüntüler medyada yer alınca bir çok kişiden tepki aldı.Fakat bu tepki gösterenler bu genç kızın nasıl bu ruha haline ulaştığını sorgulamadan eleştirmeye başladılar.
Halbuki daha düne kadar ve şimdide daha küçük alanlarda genç kızlar stadyumlarda dans ettirilerek sözde dine hizmet ediliyordu. Kimse de siz ne yapıyorsunuz ? diyerek eleştirmiyordu.İslam’ın kabul etmediği hareketler sıradan gibi gösterilmeye çalışılıyordu.Böyle olunca birilerinin istediği ve sözüm ona çağdaş Müslüman düşünceye sahip insanların yetiştireceği genç Müslüman kızı profili bu şekilde tezahür etmiş oluyordu.

Eğer suçlu aramak gerekiyorsa birileri bazı yanlış hareketleri bize dine hizmet diyerek sunarken susan insanlar suçludur.

Yaklaşık üç yıl önce yazdığım bir yazımda sanki bu günleri görmüş gibi bazı tespitler yapmışım.Son günlerde yaşanan bazı olaylarla bağlantılı olarak bu eski yazımı size aktarmak istiyorum.

Yıllarca dindar insanlar hep mücadele içinde oldular.Bu mücadele başta kendi inançlarını yaşamalarına engel olan şeytan ve nefisleri ile mücadele oldu. Rıza-ı İlahiyi kazanmak için çalıştılar.Bu fikriyat Üstad Bediüzzaman Hazretleri yirmi birinci lema da :
“Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı.Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette, doğrudan doğruya, yalnız Cenâb-ı Hakkın rızasını esas maksat yapmak gerektir.”Sözlerini hayata geçiren bir mücadele oldu.

Evet Üstad Hazretlerinin sözlerini tasdik eden bir çok hizmetlerde bulundular. Hakkın hatırını halkın hatırından üstün tutular. Allah-u Teala de bundan dolayı yüzlerini kara çıkarmadı. İhlaslı yaptıkları bu hizmetler çok güzel meyveler verdi.İnançlı nesiller yetişti.Fakat alan genişledikçe yaşam tarzlarında ülfet peyda etmeye başladı.

Bu genişleme ile birlikte artık mücadele ettikleri alanlar genişledi. Artık nefis ve şeytanın yerini başka tehlikeler almaya başladı. Bazı Müslümanlar bu tehlikeleri fark etmeden yaşamaya başladılar. Daha önce kabul etmedikleri yanlışları sırf birilerine hoş görünmek ve o birilerini saflarına çekmek bahanesi ile kabul etmeye başladılar. Taviz üstüne taviz vermeye başladılar.Bununla da yetinmediler.

Ebu Müslim Horasanin deyimiyle “Onlar zararlarından emin oldukları için dostlarını uzak tuttular. Kendilerine bağlamak ve kazanmak için de düşmanlarını yakınlaştırdılar. Yakınlaştırılan düşmanlar dost olmadı. Ama uzaklaştırılan dostlar düşman oldu. Herkes düşman safında birleşince yıkılmaları mukadder oldu.”Sözlerine musaddak oldular.

Daha önce birlikte mücadele ettikleri kardeşlerini bir kenara ittiler. Neden uzaklaştırdılar? El cevap bunlar zaten kazanılmış.Onlara ihtiyacımız yok. Biz ortada olanları kazanalım diyerek can ciğer kardeşlerini küstürdüler. Kazanmayı umdukları kişileri kazanmaya çalışırken çok şey kaybettiler. Onları kendilerine benzetmeye çalışırken onlar bu kişilere benzemeye başladı ve artık kendileri de dünyevileşmeye başladı.

Daha önce ahiret ön planda iken artık dünya ön plana geçmeye başladı.Dünyevileşme hızlandı.Daha önce hizmet için araba hayali kurarken artık kendileri Lüks arabalara binmeye,Lüks binalarda oturmaya, marka elbiseler giymeye, en acısı tesettürü bile modaya uydurmaya başladılar. Tesettür modası adı altında tamamen yozlaşmış ve tesettürü içi boşaltılmış hale getirdiler. Kısacası itibarsızlaştırdılar. Bunun adına da Çağdaş Müslümanlık verdiler. Sanki Müslüman daha önce çağdışıymış gibi!

Kısacası daha önce çok geniş bir bakış açıları varken artık çok dar ve bencil bir hayat yaşamaya başladılar.Daha önce biz derken artık ben demeye başladılar.Artık dindarlıkları maneviyattan çok şekilciliğe kaçmaya ve slogan dindarlığı olmaya başladı.Kısacası daha önce taşıdıkları misyondan ve gayeden uzaklaşmaya başladılar.

Bu yaşantı tarzı ile Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin : “Bir gaye-i hayal olmazsa, yahut nisyan basarsa, ya tenasi edilse; elbette zihinler enelere dönerler, etrafında gezerler. sözlerini tasdik etmeye başladılar.

Yavaş yavaş daha önce benimsedikleri insanların ahretini kurtarma meselesi artık kendi nefislerini kurtarma davasına dönüşmüş ve benlik esasına dayalı bir İslami yaşam ortaya çıkmıştır.Artık birilerinin onları dünyevileştirmesi ve yozlaştırmasına gerek kalmadı.Müslümanlarda dünya sevgisi, kalbi ve hayatı istilâ etmiştir. Dünya malını cebinden çıkarıp kalbine koymuş ve hayatının amacı hâline getirmiştir. Dindarlar kendi kendilerini gönüllü olarak yozlaştırmaya başladı ve bu yozlaşma devam da etmektedirler.Yozlaşmanın örneklerini görmek istersek sokaklara bakmamız yeter.

HAMİT DERMAN

www.NurNet.org

Toplumun Manevi Yetimleri

Toplumun en küçük birimi olarak kabul edilen çekirdek ailedir.Aile, anne, baba ve çocuklardan oluşmaktadır. Aile, anne-babanın mutluğunu sağlayıp devam ettirmenin yanında, çocukların eğitilmesi ve topluma faydalı bireyler olarak yetiştirilmesinde çok önemli bir yere sahiptir.

Bediüzzaman Hazretlerine göre aile İnsanın hususan müslümanın tahassüngâhı(sığınağı) ve bir nevi cenneti ve küçük bir dünyası aile hayatıdır.(24.Lema, 2.Nükte)
Yani aile hem kadın ve erkeği hem de çocukları kötülüklerden ve sıkıntılardan koruyan en önemli sığınak özelliği taşır.
Peki günümüzde aile kurumu bu fikriyat üzerine mi kuruluyor ? Bana göre hayır.

Geçen gün odamda otururken dışarıdan sesler duydum.Pencereden baktığımda içimi param parça eden bir görüntüyle karşılaştım.
Bu görüntünün kahramanı 2-3 yaşlarında bir çocuk.Bu çocuk gördüğüm kadarı ile anne babası boşanmış ya da boşanmak üzere olan bir ailenin arasında kalmış talihsiz bir çocuk.Çocuğu bir annesi babasından zorla alıyor,Bir baba annesinden kolunu koparırcasına zorla çekiyor.Kendi aralarında çocuğu çekiştirip duruyorlar.

İşlek bir caddenin ortasında, milletin şaşkın bakışları arasında bir çocuk feleğin sillesini ömrü boyunca hiç unutmayacak şekilde yemiş oluyor.Bu çocuğun zihin dünyasında kim bilir belki hayatı boyunca onarılmayacak derin yaralar açılıyor.

Dünyada hayatı boyunca en büyük manevi dayanağı ve desteği olan anne ve babası birleşmeyecek şekilde ayrılıyor. Yani yüreği kan ağlayacak bir şekilde iki parçaya ayrılıyor.Kısacası yetim kalıyor.

Çocuk ileri yaşlarda bu boşluğu bazen ona değer veren yanlış arkadaşlarla doldurmaya çalışıyor.Bu durum hem kız çocuğu için geçerli hem erkek çocuk için hayatta onarılmayacak yaralar açıyor.
Öğretmenlik ve İdarecilikle birlikte yaklaşık 14 yıldır Eğitim camiasında görev yapıyorum.Binlerce öğrencim oldu.Bu yıllar bana çok büyük tecrübeler kazandırdı.
Özellikle idarecilikte karşılaştığım bir çok sorunlu öğrencim oldu. Sorunlu öğrencilerime ilk zamanlar kızıyordum.Fakat zamanla bu çocukları sorunlu hale getiren sebepleri öğrendikçe onlara kızmıyorum.Tam tersi çoğu zaman onlara kızdığım için kendimden utanıyordum.

Resmi Öğretmen kimliğinden sıyrılıp Hasbi öğretmen kimliğine geçtiğinizde artık bu çocukları kendi çocuklarınız gibi görmeye başlıyorsunuz.
Çünkü okul için sorun gördüğünüz bu çocukların çoğunun ailesinin sorunlu olduğunu görüyorsunuz.

Bu çocukların kimisinin annesi ,babası boşanmış,baba ve anne evlenmiş, dedesi veya nenesi bakıyor. Kimisinin annesi veya babası ölmüş.Kimisinin üvey annesi ile sorunu var.Kısacası hepsinin sorunlu olmak için kendince haklı bir nedeni var.

Bir de siz eğer bu halette olan gençlerin üzerine giderseniz.Ateşin üzerine benzin döker gibi onların gönül dünyalarını daha da yıkmış oluyorsunuz.Biz eğitimcilerin görevi bu çocuklara şefkatle yaklaşmak ve onlara manevi yönden destek olmaktır.Eğer biz destek vermezsek art niyetli insanlar onlara destek vererek onları hiç istemediğimiz şekilde topluma zarar veren birer hırsız,kapkaççı ,vb… bireyler olarak karşımıza çıkarır.

İşte bundan dolayıdır.Boşanan bir aile duyduğumda için yanar.Aklıma hep bu masum çocukların manevi yönden yetim kalışları gelir üzülürüm.
Allah kimseyi ailesinden ve çocuklarından ayırmasın…

Hamit Derman

www.NurNet.org

28 Şubat ”KAFAYA YENİLMİŞ BİR DARBE”

Her sene yazdığım gibi yine  28 Şubatın devri senesinde bir şeyler yazmak istiyordum.Zihnimden  o dönemi ve o dönemin etkilerinin günümüze yansıyan yönlerini anlatacak çok şeyler geçiyordu.
Fakat  e-mail kutusun da bana gönderilen yazıyı görünce fikrim değişti. Bana o dönemin etkilerini özlü bir şekilde anlatan o dönemi yaşamış bir genç kızın dilinden yazılmış çok güzel bir yazı gönderilmişti. Benim aktarmak istediklerimin tümünü içeren son zamanlarda yaşanan olaylara az da olsa atıfta bulunan çok güzel bir yazıydı. Bu yazıyı hiç bir ekleme yapmadan size aktarmak istiyorum.
” Orta ikinci sınıftayım. Yaş kaç oluyor… 13 mü? Öyle bir şey. Eyüp Anadolu İmam Hatip Lisesi. Kocaman başörtülü, ayağa kadar uzanan pardösülü ablalarımız var. Gruplar halinde davalarını anlatıyorlar. Kimisi Risale okuyor, kimisi Ali Şeriati okuyor, kimisi Erbakan hocayı anlatıyor, kimisi İsmet Özel, Sezai Karakoç okuyup edebiyat takılıyor. Çoğu dediklerini anlamıyorum ve anlamadığımı belli etmemek için akşam eve gidince deli gibi kitap okuyorum. İmam hatipten hatırladığım şey öğretmenler değil o kocaman ablalar. Devletin 100 kişilik sınıfları idare etsinler diye idareten gönderdiği kifayetsiz memurlar diye kodlamış beynim imam hatip öğretmenlerinin çoğunu. Eskiden öyle değillermiş. Ama artık devlet doğru düzgün hoca tayin etmiyormuş. Birkaç tane bir şeyler öğretmek için çırpınan hoca da 6.000 kişilik okula yetmiyormuş. Böyle anlatıyordu ablalar.
O kocaman ablalardan epey şey öğrendim. 16-17 yaşındaki kocaman ablalar.
Hafızlar vardı mesela aralarında. Bir tanesini hatırlıyorum, teneffüs aralarında diğer hafız arkadaşına tekrarını yapar, derse başlayınca da kırk yıllık akademisyen edasıyla hocayla münazaraya tutuşurdu.
Mesela bir grup kız vardı. Her öğlen arasında bir araya gelirler, akşamları evde okudukları edebi metinleri tartışırlardı.
İnanıyorlardı. Memleketi kurtaracaklardı. İnandırılmışlardı. Saflardı gerçekten. Hayatımda bir daha o kadar zeki, o kadar donanımlı, o kadar inançlı kızlar görmedim. Deli gibi çalışıyorlardı. Delilerdi gerçekten.
Okul vızır vızırdı. Öbek öbek gruplardan sesler gelirdi. Felsefe, tarih, edebiyat, Kur’an, siyer, dinler tarihi…
Muhtemelen şehrin başka bölgelerindeki deli olmayan akranları romantizm nedir onu keşfediyordu o sıralarda.
İşte tam o zamanlarda bir şey oldu. Ne olduğunu bilmiyorum. Sessizliğe büründü okul. Sadece okul değil genel olarak her yerde bir sessizlik peyda oldu. Fısıltılar sardı her yanı.
Bir tane hocamız vardı. Meryem hoca. Devletin tayin ettiklerinden değil, para almadan gelip bildiklerini öğretmek için çırpınan o numune hocalardan. Şu eskiden çok olan, artık kalmayanlardan. Parkta bir tane banka oturmuş, etrafını sarmışız. Artık gelemeyeceğini söylüyor okula. “Biz de gelmeyelim o zaman hocam, siz yoksanız biz de yokuz!” diyoruz.
Meryem hoca gitti tabii. Biz kaldık. Sonra biz de gittik. Sonra o deli kızlar da gitti. Kimse kalmadı.
Tamam olana çare yoktu. Ama olacak için bir şeyler yapmalıydı.
Babam, imam hatiplerde başı kapalı okunamayacağını öğrenince bir çare aramaya koyuldu o sıralarda. Sadece benimki değil binlerce babanın arayışı aynıydı. İmam hatiplerin yerine kolejler o zamanlarda keşfedildi. Bir de katsayı meselesi var.
Neyse oklar kolejleri gösteriyor. Okları takip edecek gücü olanlar takip ediyor. Ellerinden alınan dini eğitim yapan, muhafazalı okul imkanına mukabil, buldukları kolej fırsatından faydalanmak için evini, arabasını satan veliler biliyorum.
Dindar nesil yetiştirmeyi isteyenler onlardı. O zaman istiyorlardı. Tek dertleri buydu: Dindar nesil yetiştirmek. Henüz ayağa düşmemişti böyle şeyler.
Sonra ne oldu özetleyeyim.
Füru at diye biri geldi önce. Bütün teferruatlarımızdan arındık zamanla. Türkiye’nin dört bir yanına yayılan United states of cemaat’in bedelli askerleri olarak kıyafet inkılabına uyum sağladık. İnkılaplar bununla kalmadı elbette. Bazı kelimelere yasak geldi. Kitaplardan arındırıldık. Modernleşmek için elimizden geleni yaptık. Bunlar tedbirdi elbette. Başımıza bir bela gelmesin diye. Sorun şuydu ki, çok sevdik biz o modernleşmeyi. 13 yaşında teneffüslerde Hz. Hatice’nin ahlakını konuşan gençler, artık Titanic’le yatıp kalkıyordu, Lacoste’larını yarıştırıyordu.
Zira dindar nesil yetiştirmek için ev satan babalar da her fani şey gibi bitmişti. Artık moda cihat değil taahhüt idi. Güngören, Zeytinburnu, Fatih akın akın Florya’ya, Bahçeşehir’e hicret ediyordu.
Mide bulantılarımın başlangıcı tam olarak o zamanlara rast gelir.
Geçmedi hâlâ.
Hiçbir şey geçmedi.
16 yıl önce bugün yapılan o hareket başarılı olmuştur.
O dünyayı kurtaracağına inanan deli kızlar, delikanlılar o zaman da mazlumdu şimdi de mazlum. Kayboldular, kayıplara karıştılar, kaydılar.
Zalim sadece tebdil-i kıyafet yaptı.
Özetle 28 şubat, birçoğu için doğrudan kafaya yenilmiş bir darbedir. Yenilmişizdir.
Dindar nesil yetiştirmek meselesi var ya hocam…
Onu konuşuruz yine, şu ihalelere bakalım biz.”
Zeynep SEVDE

Toplumun Vicdanı Yazarlar

“Yazmak, hem konuşmak hem de susmaktır. Sessiz çığlıklar atmaktır.”  diyor  Marguerite Duras.

Bana göre  yazmak :

Sevindiğin de harflerin kahkahalara dönüşmesidir…

Üzüldüğünde  göz yaşlarının harf harf  damlamasıdır… yazmak.

Yazmak bazen insanın harflerle  dertleşmesidir…

Bazen de farklı alemlere yolculuktur… yazmak.

Evet ,yazmak en erdemli davranış olduğu gibi yazar da en erdemli insandır.

Yazarlık toplumun duygularını,düşüncelerini ,sorunlarını  yansıtan en önemli  araçtır.Kısacası yazar, bir toplumun vicdanıdır.

Kendini yazar olarak kabul eden bir insanın ,üzerine yüklenmiş olan sorumluluğun farkında da olması gerekir.Çünkü toplum onu, yeri geldiğinde gözü,kulağı yeri geldiğinde  de içinde haykırmak istediği haksızlıkları dışarıya yansıtan  vicdanı  olarak görür.

Toplumun vicdanı olan yazarlar, vicdanlı olmak zorundadır.Basit bir dünyevi menfaat için  kendi değerlerini düşürmemeleri gerekir. Bağımsız olmaları gerekir.

Evet son zamanlarda yaşanan olaylarla ilgili  özellikle bazı basın araçları ve yazarların   siyasi ve toplumsal olaylarda  göstermiş olduğu yanıltıcı ve yanlı tavır Bediüzzamanın sözlerinde ma’kes  buluyor.Sanki Üstad bu zamanımıza seslenmiş gibi durum ortaya çıkıyor.

Yazılı ve görsel basına  bakıyorsunuz.Hiç beklemediğiniz yazardan beklemediğiniz davranışı görüyorsunuz.

Kimisi kısa zaman önce yücelttiği insanları yerden yere vuruyor.Kimisi daha önce yerden yere vurduğu kişileri öve öve bitiremiyor.Bu durumu izliyor ve şaşkınlık içinde kalıyorsunuz.

Acaba nedendir ? ben yanlış mı düşünüyorum ? diye aklınıza sorular  takılıyor.

Sonra  bakıyorsunuz ki farklı beklentiler,farklı çıkarlar  ve  farklı duygular bu insanları söylemlerinden  farklı şeyler yazdırmış.

Üzülüyorsunuz ve yazmanın erdemini bu kadar itibarsızlaştıranlara  kızıyorsunuz. Nokta kadar menfaat için virgül kadar eğilenler, sonunda düz hat olup çiğnenmeye mahkumdurlar.” diyerek  yazıklar olsun diyorsunuz.