Etiket arşivi: haşir

Allah’ın Kudretinin Sonsuz Olması Delili (Ahirete İman) (Video)

Bu delilde şu kaideyi işleyeceğiz: “Bir şey zatî olsa, onun zıttı ona arız olamaz. Çünkü ictima-i zıddeyn olur. Bu ise muhaldir. ”

İlk önce kaidede geçen kelimelerin manalarına bakalım:

Zatî: Kendisi ile var olup sonradan takılmayan, zatına ait. Arız: Sonradan takılan, sonradan olan şey. İctima-i zıddeyn: İki zıttın bir araya gelmesi. Muhal: İmkânsız

Şu âlemde ki hiçbir mahlukun, hiçbir sıfatı zatî değildir. Yani zatına ait olmayıp hepsi Cenab-ı Hakk’ın ihsanıdır ve bir hediyesidir. Zatî (zatıyla kaim olan) sıfatlar, ancak Allah’a mahsustur. Zira kâinat sonradan yaratılmış ve içindeki mahlukat da sonradan icad edilmiştir. Yani ezelî değil, hâdisdir (sonradan olmuştur). Kendisi ezelî olamayanın, sıfatları elbette ezelî ve zatî olamaz. Lakin biz burada, Üstadımızın mezkûr cümlesinin anlaşılabilmesi için bazı şeyleri zatî kabul edeceğiz. Her ne kadar o sıfatlar sonradan yaratılmışsa da, yaratıldığı anda o eşyaya takıldığı için bir derece zatî kabul edilebilir.

Mesela Güneş’in ışığı bir derece zatîdir. Yaratılması ile beraber, ışığa sahip olmuştur. Bu sebepten, ışığın zıttı olan karanlık ona arız olamaz; yani karanlık Güneş’e yaklaşamaz. Çünkü “Bir şey zatî olduğunda, ona zıddının ona arız olamaması” bir kaidedir.

Fakat lambanın ışığı, zatî olmayıp arızî olduğundan, yani sonradan o cam parçasına takıldığından ve onun bizzat zatî malı olmadığından dolayı, ışığın zıttı olan karanlık, lambaya arız olabiliyor.

2. Misal: Güneş’in harareti bir derece zatîdir. Güneş, icadıyla birlikte bu sıfata sahip olmuştur. Bu sebepten, sıcaklığın zıttı olan soğukluk Güneş’e yaklaşamıyor ve yanaşamıyor. Çünkü bir şey zatî olduğunda, ona zıddı ona arız olamaz.

Sobanın hararetine gelince, onun sıcaklığı zatî değildir; yani soba “sıcak olma” sıfatına, içinde bir madde yakılmasıyla sonradan sahip olmuştur. İşte bu sebepten dolayı, sıcaklığın zıttı olan soğukluk sobaya arız olabiliyor. Odunu biten soba, bir müddet sonra soğuyor.

3.Misal: Altın ve elmas gibi maddelerin parlaklığı bir derece zatî olduğundan, solma ve kararma onlara arız olamıyor. Zira bir şey zatî olduğunda, onun zıddı ona arız olamaz.

Cilalanmış bir eşyanın parlaklığı ise arızî (sonradan) olduğundan, solmaya ve kararmaya mahkûmdur. Parlaklığın zıttı olan matlık, o eşyaya yaklaşır ve onu soldurur.

4. Misal: Dünyamızın hareket etmesi ve kendi etrafında dönmesi bir derece zatî olduğundan, hareketin zıttı olan sükûnet ve yerinde durmak, Dünyamıza arız olamıyor. Dünyamız devamlı dönüyor.

Fakat bir topacın ya da bisiklet tekerinin hareketi arızî olduğundan (o eşyalara sonradan takıldığından), yani “dönmek” onların zatî bir sıfatı olmadığından dolayı, hareketsizlik onlara arız olabiliyor.

Netice: Demek bir şey zatî olursa, onun zıttı ona arız olamıyor.

Cenab-ı Hakk’ın kudret ve kuvveti zatîdir, kendindendir. Yani varlığı ile daimdir. Başkasından alınmış veya sonradan kazanılmış değildir. Allah ezelî olduğu gibi sıfatları da ezelîdir, nihayetsizdir ve mutlaktır (kayıt altına girmez).

Bu mütalaanın neticelerini şöyle maddeleyebiliriz:

•     Madem kudret sıfatı, Allah’ın zatî bir sıfatıdır; o hâlde zıttı olan âcizlik Allah’a arız olamaz.

•     Madem âcizlik Allah’a arız olamaz, o hâlde Allah’ın kudretinde mertebeler olmaz ve bulunmaz.

•     Madem kudretinde mertebeler olmaz ve bulunmaz, o hâlde eğer hikmeti müsaade ederse, her an binlerce kâinatı yaratabilir. Güneş’in ışık verme fiilinde, bir damla ile deryanın veya bir çiçek ile yıldızların farkı olmadığı gibi, Allah’ın kudretine nispeten de az, çok, büyük, küçük, cüz’i, külli birdir. İcatta ve tasarrufta, zerreler yıldızlara eşittir. Bir sineğe hayat vermek ile bütün ölüleri diriltmek aynıdır. Bir çiçeği yarattığı gibi, aynı kolaylıkla baharı yaratır, cenneti dahi aynı kolaylıkla icad eder.

Bu kaideden şu neticeleri de çıkabiliriz:

•      Hayat, Allah’ın zatî bir sıfatıdır. Bu sebepten bu sıfatın zıttı olan ölüm, Allah’a yanaşamıyor ve Allah ebedî oluyor.

•     Görmek, Allah’ın zatî bir sıfatıdır. Bu sebepten bu sıfatın zıttı olan görmemek, Allah’a arız olamıyor ve Allah her şeyi aynı anda müşahade ediyor, hiçbir şey nazarından saklanamıyor.

•     İşitmek, Allah’ın zatî bir sıfatıdır. Bu sebepten bu sıfatın zıttı olan işitmemek, Allah’a arız olamıyor ve Allah bütün sesleri, hatta kalbin geçirdiklerini dahi aynı anda işitiyor.

•      Allah’ın güzelliği zatîdir. Elbette güzelliğin zıttı olan çirkinlik Allah’a arız olamaz.

•     Allah’ın ilim sıfatı zatîdir. Elbette bu sıfatın zıttı olan cehalet, yani “bilmemek” Allah’a arız olamaz. Arız olamazsa, şu gibi neticeler çıkar: Allah denizlerin binlerce metre derinliğindeki bir balığın yüzmesini bilir. Gecenin karanlığında adım atan bir karıncayı bilir. Hiçbir yaprak onun bilgisi olmadan düşemez. Allah bütün kalplerden geçenleri bilir… Bütün bunlar, ilim sıfatının Allah’ın zatî bir sıfatı olmasının neticesidir. Zira bunlardan birini bilmemek cahilliktir. Hâlbuki ilim sıfatı zatî olduğundan, zıttı olan cehalet ona arız olamıyor; olamayınca da Allah her şeyi biliyor.

•      Cenab-ı Hakk’ın diğer sıfatlarına da bu kaideyle bakılabilir.

Bu kaideyle birlikte, şu kaidenin de mütalaa edilmesi faydalı olacaktır: “Bir şeyde mertebelerin bulunması, o şeyin zıddının ona tedahülü (müdahalesi) iledir.” Bu kaideyi şu misallerle anlayabiliriz:

•     Işığın mertebeleri, zıddı olan karanlığın müdahalesi iledir.

•     Sıcaklığın mertebeleri, zıddı olan soğukluğun müdahalesi iledir.

•     Güzelliğin mertebeleri, zıddı olan çirkinliğin müdahalesi iledir.

•     Tokluğun mertebeleri, zıddı olan açlığın müdahalesi iledir.

•     Kuvvetin mertebeleri, zıddı olan diğer bir kuvvetin müdahalesi iledir…

Demek kaidemiz şu: Bir şeye, zıddı müdahale edemezse, o şeyde mertebe olmaz. Bu kaideden şu neticeleri çıkabiliriz:

•      Allah’ın zıttı yoktur.

•      Madem Allah’ın zıttı yoktur, o hâlde Allah’ın tasarrufuna müdahale de yoktur.

•     Madem müdahale yoktur, o hâlde Allah’ın kudretinde bir mertebe olamaz. Kudreti nihayetsiz olur.

•      Kudreti nihayetsiz olunca da, bir çiçeği yaratmak ile bir baharı yaratmak, bir sineği ihya etmek ile öldükten sonra bütün mahlukatı haşretmek o kudrete müsavidir. Bir iş, bir işe mâni olamaz.

“Ahirete İman” isimli eserimiz burada tamam oldu. Eserin başında da ifade ettiğimiz gibi, Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin “10. Söz” ismiyle maruf “Haşir Risalesi”, eserimizde kaynak eser olarak kullanılmıştır. Eserimizde, Üstad Hazretleri’nin eserinde zikredilen delillerden sadece bir kısmını zikrettik. Diğer delilleri merak edenleri, Üstad Hazretleri’nin mezkûr eserine havale ediyor ve eserimizi Kur’an’ın şu ayetleriyle tamamlıyoruz:

“İnkâr edenler bölük bölük cehenneme sevk edilirler. Nihayet oraya vardıklarında, kapıları açılır ve bekçileri onlara der ki: ‘İçinizden size uyaran peygamberler gelmedi mi? Rabbinizin ayetlerini okuyup sizi bu kavuşma gününüzle korkutmadı mı?’ Onlar da: ‘Evet, geldi.’ derler. Fakat kâfirler üzerine artık azap kelimesi hak olmuştur. Onlara: ‘Ebedî olarak, içinde kalmak üzere girin cehennemin kapılarından!’ denilir. Bak, büyüklük taslayanların yeri ne de kötüdür!

Rablerinden korkanlar da bölük bölük cennete sevk edilirler. Nihayet oraya vardıkları zaman kapıları açılır ve bekçileri onlara şöyle derler: ‘Selam sizlere, ne hoşsunuz! Ebedî olarak, içinde kalmak üzere haydi girin oraya!’ Onlar da: ‘Hamdolsun o Allah’a ki, bize vaadini doğru çıkardı ve bizi cennete vâris kıldı. Cennette istediğimiz yerde oturuyoruz.’ derler. Bak, amel edenlerin mükâfatı ne de güzel oldu!” (Zümer 71-74)

Seyrangah.tv

Sorry, site not recognized

Dualara İcabet Delili (Ahirete İman) (Video)

Hiç mümkün müdür ki, en küçük bir haceti, en küçük bir mahlukundan görüp kemal-i şefkatle ummadığı yerden ihtiyacını karşılayan; en gizli bir sesi, en gizli bir mahlukundan işitip imdat eden; hâl ve dil lisanlarıyla yapılan dualara icabet eden ve nihayetsiz bir şefkatin ve merhametin sahibi olan bir zat; en büyük bir kulundan, en sevgili bir mahlukundan, en büyük hacetini görüp bilmesin, isteğini yerine getirmesin ve en yüksek duayı işitip kabul etmesin? Hâşâ ve kella!

Bu delili yine iki başlıkta inceleyeceğiz:

1. BASAMAK: DUALARA İCABET EDEN ‘MUCİB’ KİMDİR?

Dua iki kısma ayrılır. Birincisi, bizlerin bildiği, dil ile yapılan duadır ki buna “lisan-ı kâl” denilir. İkincisi ise, hâl lisanı ile yapılan duadır ki buna da “lisan-ı hâl” denilir. Hâl dili ile yapılan dualar da üçe ayrılır:

1- İhtiyaç lisanı ile yapılan dualar: Mesela bir çiftçinin toprağı kazması, ihtiyaç lisanı ile yapılan bir duadır. Çifti o hâli ile ihtiyacını Allah’a arz eder. Yine bir kuşun kanat için, bir balığın yüzgeç için, bir ağacın yaprak ve meyve için yaptığı bütün hâlî dualar, lisan-ı ihtiyaç ile yapılan dualardır.

2- İstidat, yani kabiliyet lisanı ile yapılan dualar: Bir yumurtanın kuş olabilmek için, bir tohumun çiçek olabilmek için ve bir çekirdeğin ağaç olabilmek için yaptığı hâlî dualar, kabiliyet lisanı ile yapılan dualara misaldir.

3- Izdırar, yani zorda kalmanın lisan-ı hâli ile yapılan dualar: Bütün ümitlerin kesildiği, bütün sebeplerin sükût ettiği, bütün umutların kaybolduğu ve son derece sıkıntılı anlarda hâl lisanı ile yapılan dualardır. Bu durumlarda kişi âdeta hâli ile yalvarmakta ve bir çıkış yolu istemektedir.

Demek dua ikiye ayrılıyor: Lisan-ı kâl ve lisan-ı hâl. Lisan-ı hâl de kendi arasında üçe ayrılıyor: Lisan-ı ihtiyaç, lisan-ı istidat ve lisan-ı ızdırar.

Ancak hemen şunu belirtelim ki, yapılan bütün dualar da hikmet sebebiyle kabul olmuyor. Mesela bir ıstakoz bir yılda 7 milyar yumurta yumurtluyor. Bütün bu yumurtalar lisan-i istidat ile Allah’a dua eder ve ıstakoz olmak isterler. Eğer hepsinin duasına icabet edilse ve hepsi ıstakoz olsaydı, bir senede denizler ıstakoz ile dolacak ve diğer hayat sahiplerinin hakları zayi edilmiş olacaktı. İşte diğer hayat sahiplerinin de haklarının korunması için, yapılan dualar bir hikmet tahtında kabul ediliyor.

Şimdi delilimizi mütalaaya başlayalım:

Her kim şu âleme dikkat ile baksa görür ki, her dua edenin duasına icabet ediliyor ve her ses işitilip cevap veriliyor.

Mesela hayvanatın ve bitkilerin rızıkları mükemmelen veriliyor ve hiçbiri aç bırakılmıyor. Hatta en zayıfların ve yavruların rızıkları daha mükemmel gönderiliyor. İşte bu, onların lisan-ı ihtiyaç ile yaptıkları dualara bir icabettir. Acaba onların bu dualarına şefkat ve merhamet ile icabet eden ve onları böyle nazeninane besleyen kimdir?

Yine bir kuş kanat istiyor, ona kanat takılıyor. Bir sinek beş bin petekli bir göz istiyor, ona göz veriliyor. Bir karınca arkadaşlarıyla konuşup haberleşebileceği bir telefon istiyor, ona anten takılıyor. İnsan göz istiyor, kulak istiyor, dil istiyor ve hadsiz maddi ve manevi cihaz ve duygular istiyor, ne isterse ona veriliyor. İnsan gibi diğer bütün mahluklar da nihayetsiz şeyler istiyor, istedikleri bitamamiha onlara gönderiliyor. İşte bütün bu istemekler, lisan-ı ihtiyaç ile hâlî bir duadır ki, onların dualarına icabet ediliyor. Acaba bu duaları işiten ve icabet eden perde arkasındaki zat kimdir?

Yine bir tohum çiçek olmak istiyor. Bir çekirdek, toprak altında yarılıp büyümek ve kocaman bir ağaç olmak istiyor. Bir damla su, bir insan olmak istiyor. Bir yumurta, rengârenk bir tavus kuşuna inkılâp etmek istiyor… İşte bütün bunlar, lisan-ı istidat ile yapılan hâlî dualardır ki, hepsine bir hikmet tahtında icabet ediliyor. Acaba onların bu dualarını işiten ve rahmetiyle onları terbiye eden zat kimdir?

Yine bazen oluyor ki, bir bitki susuzluktan kurumaya yüz tutuyor, ona bulut orduları gönderiliyor. Bazen oluyor, bir hayvan nihayetsiz ihtiyaç içinde kıvranıyor, ona sebepler üzerinde hususi imdat ediliyor. Bazen oluyor, bütün dünya sanki insanın üzerine geliyor, her şey onu sıkıyor, hiç ummadığı yerden ona yardım yetiştiriliyor. Bezen oluyor, bütün sebepler sükût ediyor, bütün ins ve cin toplansa yardım edemeyecek oluyor, tam o anda ona yardım ediliyor. Bazen oluyor, bütün tabipler ümidini kesiyor, birden ona şifa ihsan yetiştiriliyor.

Sözün özü: Bazen oluyor, bütün sebepler sükût ediyor, bütün yardım elleri kayboluyor, bütün umutlar tükeniyor ve tam o anda bilinmedik bir yerden yardım ediliyor, imdada koşuluyor. İşte bu, lisan-ı ızdırar ile yapılan hâlî dualara cevaptır.

Acaba kim bu duaları işiten ve zorda kalmış o mahlukların imdadına koşan? Kim bu muztarlara yardım elini uzatan? Kim her zorda kalanı bilen ve sesini işiten? Kim onlara rahmet ile imdat eden?

Yine bazen oluyor, insan ellerini açıp dua ediyor. Matlubunu ve maksudunu ilan edip Rabb-i Rahim’inden istiyor. Bütün sebepleri sırtının arkasına atarak sadece ona yöneliyor, onun huzurunda bükülüyor ve istediği matlubu ona o anda ihsan ediliyor.

Evet, kim var ki “Ben istedim, ama bana verilmedi.” diyebilsin. Hayır, yoktur! Zira hikmet tahtında lisan-ı kâl ile yapılan bütün dualara da icabet edilir. İcabet edilmedi zannedilenlerin bir kısmı ya ahirete bırakılır ya da kişinin istediğinden daha iyi bir surette ona verilir.

Mesela o bir erkek çocuk ister, Allah-u Teâlâ ona Hz. Meryem gibi bir kız çocuğu verir. Bu durumda “Duası kabul olmadı.” denilmez, “Duasına daha iyi bir surette icabet edildi.” denilir.

Hem bazen olur, kişi kendisine zarar verecek bir şeyi ister. Mesela zenginlik ister, ama zengin olunca azacağını bilmez. Lakin her şeyin akıbetini en iyi bilen Allah-u Teâlâ kulunun azacağını bilir ve o kuluna merhameten istediği zenginliği ona vermez, bu duasını ahirete bırakır, onu ahiretin zengini eder.

Hem bazen kişi kendi dünyasının saadeti için dua eder, ama duası ahiret için kabul olunur. Ona ahiretin saadeti verilir. Bu durumda “Duası reddedildi.” denilmez, belki “Daha faydalı bir surette kabul edildi.” denilir.

Madem Cenab-ı Hak Hakîm’dir. Biz O’ndan isteriz, O da bize cevap verir. Fakat hikmetine göre bize muamele eder. Hasta, tabibin hikmetini ittiham etmemeli. Hasta bal ister, mütehassıs tabip, sıtması için ona sulfato verir. Bu durumda, “Tabip beni dinlemedi.” denilmez. Belki o tabip, hastanın âh-ü fizârını dinledi, işitti ve cevap verdi, maksudunun en iyisini yerine getirdi.

Buraya kadar yaptığımız izahattan anlaşıldı ki perde arkasında bir zat var, her sesi işitir, her duaya cevap verir, en küçük bir ihtiyacı, en küçük bir mahlukundan işitip ona yardım eder, duasına icabet eder. Bunun delili, lisan-ı kâl ve lisan-ı hâl ile yapılan bütün dualara bir hikmet tahtında icabet edilmesidir.

Şimdi, bu hakikatin ve Mucib isminin ahireti gerektirmesini geçelim.

2. BASAMAK: MUCİB İSMİNİN AHİRETİ GEREKTİRMESİ

Demek, bu âlemin sahibi Mucib’tir, yani her duaya cevap verir ve icabet eder; her sesi işitir ve o sesin sahibine imdat eder. Acaba hiç mümkün müdür ki, Allah-u Teâlâ en küçük bir haceti, en küçük bir mahlukundan görüp kemal-i şefkatle ummadığı yerden ihtiyacını karşılasın; en gizli bir sesi en gizli bir mahlukundan işitip ona imdat etsin; hâl ve dil lisanlarıyla yapılan bütün dualara bir hikmet tahtında icabet etsin ve bu muameleleriyle nihayetsiz şefkatini ve merhametini ispat etsin de, sonra en makbul kulları olan insanların dualarına icabet etmesin? Ve bilhassa insanlar içindeki en büyük kul ve en sevgili mahluk olan Hz. Muhammed (s.a.v.)’in ebedî saadet için yaptığı duaları görüp bilmesin, isteğini yerine getirmesin ve o en yüksek duayı işitip kabul etmesin? Hâşâ ve kella!

Evet, her kim kendi kalbini ve ruhunu dinlese, “ebed, ebed, ebed” sesini ve duasını ondan işitecektir. Nasıl ki, midenin açlık lisanıyla yaptığı dualar, hadsiz yiyeceklerin yaratılmasına bir sebep olmuş ve midenin lisan-ı ihtiyaç ile yaptığı duaya, yeryüzü bir sofra yapılarak icabet edilmiş. Aynen bunun gibi, kalp, ruh, akıl ve diğer bütün latifeler de ebed için dua etmekte ve ebedî saadeti hem ihtiyaç lisanıyla, hem istidat lisanıyla hem de ızdırar lisanıyla istemektedirler.

Acaba hiç mümkün müdür ki, Cenab-ı Hak, en hakir bir mahluk olan bir sineğin, kanat gibi en basit bir ihtiyacı için yaptığı duayı işitsin ve ona kanat takmakla duasına icabet etsin de, bütün insanların lisan-ı kâl ve lisan-ı hâl ile yaptıkları ebedî saadet ve cennet duasını işitmesin, icabet etmesin? Yani sivrisineğin sesini işitsin, ama gökyüzünün sesini işitmesin, bu hiç mümkün müdür?

Elbette değildir, öyleyse icabet edecek ve etmiştir ve o duaların hürmetine, kendisine bir çiçeği yaratmak kadar kolay olan ahireti ve cenneti yaratmıştır.

Bilhassa, ebedî saadet için dua edenler içinde kendi dostları olan peygamberler ve evliyalar vardır. Ve o peygamberler ve evliyaların içinde öyle bir zat vardır ki, o zat şu âlemin yaratılışının bir sebebi ve şu âlemin sahibinin en sevgili ve makbul kuludur. O, Hz. Muhammed (s.a.v.)’dir. Hiç mümkün müdür ki, Cenab-ı Hak, “Habibim!” dediği bu zatın ebed için yaptığı duayı kabul etmesin ve onun duasının hürmetine cenneti yaratmasın?

Eğer ahiretin yaratılması için hesapsız sebepler ve gerekçeler ve ahiretin varlığına hadsiz deliller olmasaydı bile, yalnız şu zatın tek bir duası ahiretin yaratılması için kâfi gelecekti ve ahiretin varlığını ispata yetecekti.

Zira öyle bir zattan istiyor ki, O’nun için cenneti yaratmak, baharımızın icadı kadar ona kolaydır. Evet, bahar mevsimini bir mahşer meydanı yapan ve yüz binlerce mahlukatı hiçten icad ederek, haşrin yüz bin numunelerini bizlere gösteren bir Kadîr-i Mutlak’a, cennetin icadı nasıl ağır olabilir?

Demek, nasıl ki Peygamberimiz’in risaleti şu imtihan meydanının açılmasına sebebiyet verdi; aynen onun gibi, ubudiyeti ve duası dahi, ahiretin açılmasına sebebiyet veriyor.

Bizler “Marmara Eğitim” olarak, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Allah’ın Resulü ve sevgilisi olduğu hususunda özel bir eser hazırladık ve bu eserde iki kere iki dört eder katiyetinde Efendimiz’in risaletini ve peygamberliğini ispat ettik. Bu sebeple, Efendimiz’in hakkaniyeti bahsine burada girmiyor ve o esere havale ediyoruz.

Şimdi, bu delili şöyle maddeleyerek pekiştirelim:

1. İnsanların, hayvanatın ve bitkilerin, hâl lisanı ve kâl lisanı ile yaptıkları dualara bir hikmet tahtında icabet edilmektedir.

2. Bu icabet, perde arkasındaki bir zatı, dualara icabet eden manasındaki “Mucib” ism-i şerifi ile bizlere tanıttırır.

3. Madem o zat Mucib’tir, her duaya icabet eder ve en adi bir mahlukunun en basit bir isteğini yerine getirir. O hâlde elbette ahiret için yapılan dualara da icabet edecektir.

4. Bilhassa ahiret ve ebedî saadet için dua edenlerin içinde, o zatın en sevgili kulu ve en makbul mahluku olan Hz. Muhammed (s.a.v.) de vardır ve bu zat; bütün peygamberleri ve ümmetini duasında arkasına almış ve o zatlara da “Âmin” dedirtmekte ve duasının kabulü için esma-i ilahiyeyi şefaatçi yapmaktadır. Elbette, bu duanın red olunarak ahiretin yaratılmaması mümkün değildir.

Haşir Penceresinden Tevhid ve Nübüvvet..

Bir süredir sağ olsun melek adam Kadir Bey ‘in bir ihtarıyla Haşir risalesinin üzerine yazılar yazıyorum. Zannedersem o kadar ve çok yönlü bir metin ve sanat şaheseri ve sanat teknikleri ihtiva eden kitap ki keşke bu kitabı bu ülkede bu çok yönlülüğü ile tartışacak üç beş adam olsaydık.Haşir risalesi öldükten sonra dirilmeyi gözle görülür şekilde ifade etmekle ulema-yı İslamı ve feylesofları ve İbn-i Sinayı arkada bırakmış şaşırtmış bir kitap, bununla kalmıyor, anlatım teknikleri , anlatımla kullanılan farklı anlatım blokları ile yine şahane ve harika ve masterpiece şu an karşılığını hatırlayamadığım bir eser. Bunların çok ötesinde bir sentezleme harikası, yani Bediüzzaman hazretleri , o eski cübbenin altında harika ruhlu insan, haşir temasını anlatıp geçmemiş, Bediüzzaman yaprağı anlatmaz, yaprağı anlatırken ağacı anlatır, ama yaprağı da anlatmış olur, o cüzde küllü görür, yani basit ve elemanları az olan güzelleri değil elemanları çok olan armonik , tevhidi güzellikleri anlatır.

Şimdi Ömer Sevinçgül arkadaşıma eserlerin editoriyal tasnifini söyledim, dedi ki “ bizim hiç editörümüz olmadı” içimden yazık dedim, bunun olmaması çok yanlış bir şey , ama bir şeyin olmaması çalışılmadığından dolayıdır. Editörlük büyük birsanat bu vadide Türkiye’de çok ileri adamlar var. Ama bizde olmayışının nedeni kitap okumayan insanlar, metinlere teknik gözü ile bakacak mentalitesi olmayan insanlar olduğumdan bu edötörlük gelişmiyor. İsim isim insanları eleştirmek doğru değil, ama bakıyorsun çok gayretli insanlar, ama editoryal metin mantığı yok, sadece yaprağı anlatmayı anlatmak olarak telakki ediyor. Bediüzzaman’ın bütün büyük eserleri hatta en küçük eserleri bile büyük bir sentezleme gücünden sonra ortaya çıkmışlar. Bir şey söylemek istiyorum ne söyleyeyim deha desem az, bundan başka da kelime yok harikulade demek adeti bilmiyorum ki harikulade nedir bileyim. O zaman;

Bir hüsün kim seyrederken ihtiyar elden gider

İşte bunu dedim, ya da Bediüzzaman eserlerinde yüze yakın acib acaib kelimesini kullanır, bak şimdi o kadar anlatma sanatında usta , manalara elbise giydirmekte ben ondan harikasını görmedim, Kant elbise giydirmekte büyük bir filozof ve edip ama o bile Üstad kadar mahir değil. Akılla ilgili üç kitabı Bediüzzamanın akla bakış açısının yanında yıldız böceği ile güneşin farkı gibi. Acib niye der mesela insanın ana rahminde oluşturulmasına acib der, başka bir şey demek ki , sonra insanın mahiyetine acib der ne desin, daha böyle onlarca acib kelimesi yani Üstad bile bu konuların içine giremiyor kapısında acib diyor. Akif dilsizliği anlatırken

Dili yol kalbimin an ne kadar bizarım

Der , büyük edip, büyük muzdarip böyle derse ben ne diyeyim.

Haşir risalesinde sentezleme konusunda ne söyleyelim. Ben sanardım ki Bediüzzaman haşir de haşri anlatıyor , evet haşrin penceresinden bakıyor, ama o kadar çok meseleye bakıyorki, onların hepsini haşir itikadının etrafında lüzum derecesine göre yerine koyuyor. Ve anlatıyor. Ortaya onlarca haşir itikadının oluşması için gerekli tema ortaya sürüyor. Bunları sıralamak istiyorum , inşallah başarırım. Haşir yani öldükten sonraya inanmak için o fiili gerçekleştiren bir ilah gerekir, bu yüzden haşirde Bediüzzaman bize tevhidi anlatırken, böyle bir ilah haşri yapabilir demek istiyor. Yani haşir yan tema itibariyle bir tevhid risalesi .Daha başlar başlamaz “Bir köy muhtarsız olmaz, bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz. Bir harf katipsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki nihayet derecede muntazamşu memleket Hakimsiz olur? “ Bu mülke bir malik ve sahip bulur, işte bu tevhid. Haşirde meknuz tevhid. Muhteşem bir saltanattan bahsediyor, muhteşem saltanatı sahip olan büyük bir ilahtır.Herkese merhamet eden bir Allah’dır her dertlininahını ve ihtiyacını görür. Bu Allah’tır.İşleri hikmet ve intizamla döner bir Allahtır. Sergilerinde misilsiz mücevherat ve emsalsiz nimetler vardır, sahavetlidir, tükenmez hazineleri vardır, bu Allah’tır.Pek büyük bir şefkati olan misilsiz bir zattır. Bir Yaveri erkemi vardır insanlara ne olduklarını neyapması gerektiklerini, nereden gelip nereye gittiklerini anlatır, yukardan gelen ferman ile konuşur bu Allah’tır. Perde arkasında muhteşem birsaltanat vardır, çünkü perde hiç boş kalmıyor baharda, yazda kışta , ilahi tiyatronun şefkat ve merhamet tiyatrosunun, ikram ve sahavet tiyatrosunun oyuncuları figuranları sahnenin önünde edeple rollerini yapar giderler, nasıl bir saltanat ve ilahi tiyatro. İşte bu Allah’tır. Mülkünde cereyan eden şeyleri kaydeden bir büyük fotograf sahibidir bu Allah’tır, çünkü mülkü büyük kendi büyük, insan büyük nasıl onun eylemlerini kaydedip de bu büyük ülkeye büyük ilaha uygun olmayan işlere ceza vermesin, veya uygunlarına mükafat vermesin iştebu Allah’tır.Bu güzelim dünyada bu güzel ilah ve güzel işleri yönetcek kitaplar kanunlar olacaktır, onlar O Allah’dan gelen fermanlardır, O fermanlarında bizleri daha güzel bir ülkeye götüreceğini vaat ediyor, buraya getiren oraya da götürür. Burayı hazırlayan orayı da hazırlar. İşte bu Allah’tır. Bu fermanları ileten sayısız büyük insanlar vardır, o insanlar padişah ile görüşür, ne yapılması konusunda söylediklerini insanlara iletirler, onlar da burada muhteşem ve dehşetli bir yer hazırladıklarını söylüyorlar, işte bunlar Allah’ın reisleridir, meymenesi , sabikunudur. Alemi her an değişik sinema levhaları gibi çünkü o değişimdendeğiştirmekten yeni levhalardan, yeni sahnelerden hoşlanır. Neden bu sahneleri değiştirip ahiretin büyük sahnesini kurmasın, işte bu kuracak olan Allah’tır. Hikmet, inayet , adalet ve merhamet ile muamele eden bir Allah’tır, nasıl bu dünyada bunların tezahürerini yapsın da ahirette mükemmel tezahürlerini yapmasın, işte yapacak olan Allah ‘tır. Allah’ı tanıyan kararsız adam “İnandım ki bu karmakarışık kararsız misafirhanelerden başka ve kurb-u şahanede bir diyarı saadet vardır, biz de ona namzediz “ Haşir hakikatı nasıl tevhid ile baş başa gidiyor, sadece suretlerdeki bunlar ya bir de hakikatlere gitsek , demek istiyorum ki Haşir bir tevhid risalesidir, haşir penceresinden bir tevhid dersidir, çünkü haşrin varlığı tevhidin telazumudur.

Hakikatlerde tevhid o kadar şaşaalı anlatılır ki zevk verir insana. Şen”i rububiyet , Saltanat-ı Uluhiyet, suretlerde sadece sureti gören insan burada sureti kaldırıp altında hakikatı görür. Ne yapmış Rububiyet kemalatını göstermek için böyle bir kainatı gayet, yüksek gayeler ve ve yüksek maksatlar için icad etsin. Böyle bir kainat ve saltanat ve yüksek gayeler, mükafat ve cezayı nasıl rububiyet ve uluhiyetinin gereği yapmaz. Uluhiyetten haşre, azamet ile mükafatsız ve cezasız ölüm, zıtlık, zıtlıktan ahiret doğar.Bütün hakikatlerin ilk kısımları Allah’ın esmasının nihayetsiz sarayına açılankapılardır, kerem ve rahmet kapısıdır, orada tevhidin sonsuz muhitini gör, öldükten sonra dirilmeyi sadece o kapıdan yakala. Saltanat ve rububiyet kapısı, işte o Allah’ın, cud ve cemal kapısı kim işte o Allah,şefkat ve ububiyet-i Muhammediye kapısı kimin O Allah’ın, haşmet ve sermediyet kapısı kimin o Allah’ın,Hıfz ve hafıziyet kapısı kimin o Allah’ın, vaad ve vaid kapısı kimin o Allah’ın, ihya ve imate kapısı kimin O Allah’ın , Hikmet, inayet ve rahmet ve adalet kapısı kimin işte O Allah’ın,İnsaniyet kapısı kimin o Allah’ın, risalet ve tenzil kapısı kimin o Allah’ın. Bu kapılardan gir, esmaların dünyasına sadece sana on iki kapı göstermiş nihayetsiz kapılardan haşre git, ama önce kapılar neyin kapısı tevhid sarayının kapısı onu anla sonra haşri anla, onu anlamadan haşri anlayamaz insan çünkü failin büyüklüğü eylemi yapabilir, fail küçükse eylemin altından kalkamaz, işte inkarın paradoksu. Bediüzzaman şu cümleyi gerekli görür.” Sakın zannetme ki haşri iktiza eden esma-i İlahiye bahsettiğimiz gibi yalnız Hakim, Kerim, Rahim, Adil , Hafız isimlerine münhasırdır. Hayır belki kainatın tedbirinde tecelli eden bütün Esma-i İlahiye ahireti iktiza eder, belki istilzam eder. “

Haşir bir nüvüvvet risalesidir, çünkü önce risalet ve nübüvvetin gereklililiği haşir için gereklidir, Bediüzzaman onları işaretlerde anlatır, sonra peygamberlerin ve peygamberimizin getirdiği din haşir yani öldükten sonra dirilmek hakikatinden mahrum olsa , yani o kapısı kapalı olsa, insanlar bir daha gelmemek üzere gitseler, varlık ve din bütün gayeleri ile iflas eder, haşirsiz bir iman altılısı yıkılır, çünkü onlar birbiri ile bağlı, nasıl insan bedeninden bir uzvu çekip alırsanız o beden eksizolur, hatta ölür, çünkü insicama aykırı, altı iman rüknü haşirsiz olursa diğerleri de anlamsız olur. Bu yüzden Haşir risalesi bir nüvübbet ve risalet ve Muhammed Risalesidir. Meyvenin dokuzuncu meselesinde ve lasiyamelarda bu birbirisiz olmama anlatılır. Haşir de daha mükemmel olarak anlatılır.

Bediüzzaman Haşir’de hem nübüvvetin lazımını , gereğini , hem ne nübüvvet vadisinin büyük temsilcisi Hazreti Peygamberi asm anlatır. Hem öldükten sonra dirilme hakikatınin peygamberimizin öğretisi içindeki yerini ve lazımını anlatır, üç değişik boyutta haşir bir kısmi nübüvvet risalesidir. Haşir hakikatının içinde nübüvvet hakikatını gerekli görmek ve bütün boyutları ile anlatmak , yerleştirmek işte budur armonikal sentezleme. Zaten Bediüzzaman tek boyutlu anlatıcı değildir. Kendi de çok boyutlu bir insandır, ama bu hala Türkiye’de anlaşılmamıştır.

Güzellikler güzellik biliminden haberdar olanlar tarafından anlatılır, bu kainattaki güzellikleri yine o güzellikleri şerhdecek bir güzel anlatabilir bu peygamberler olduğu gibi peygamberimizdir de. Eksiksiz güzelliğe sahip olan bir sanat eseri yine bir sanat eksperi ve uzmanı tarafından anlatılır, sanat eleştirmenleri bu yüzden doğmuştur, peygamberbler ve peygamberimiz Allah’ın sanat eleştirmenleridir, yani onun güzellirlerini anlatan ve izah edenler ve derecesini belirleyenlerdir.Resullullah nazarları o sanata çeken bir uzman ve dellaldır. O hep güzelliklerianlattığı gibi güzellikleri de yansıtandır davranışları ile. Şu varlığın sayısız özneler ile insanın nazarını dağıtmasına karşı o varlıkların bir varlık tarafından tanzim edildiği hakikati bir mebus ile ilan edilmelidir, çünkü tarih boyunca insanların beşeri dinlere sap olduğu dönemlerde eşyanın ve olayın çokluğu insanların onları bir büyük Zat tarafından tanzim edildiği hakikatına götürememiştir. Peygamberler ve peygamberimiz bu dağınık eşya ve olayları bir noktaya yani Allah’a yöneltmiştir. Nihayet derecede güzel bir zat güzelliğini aynalarda görmek ve göstermek ister. Bir ressam sanatının güzelliğini levhalarda tablolarda gördüğü ve galerilerde de gösterdiği gibi Allah ‘da kendi zatının güzelliğini eserleri olanaynalarda görmek ister ve öyle de gösterir ama bu güzellikler de bir tarif edici ile anlatılırsa anlaşılır, yoksa yine tarih boyunca güzellikler nesnelereverilmiş ama nesnelerin arkasındaki sanatcılar ve ilkeler görülmemiştir. Bütün güzellikler perde arkasından perdeye yani kainata yansıyan güzelliklerdir, hazineler de yine perde arkasındaki bir hazinedarın gönderdiği hazinelerdir. Bizim hazine ve güzelliklerimiz yansımalardır, o hazinelerden anlayan özellikleri anlayan vassaflar gerekir, o güzelliklerden anlayan güzeller gerekir, bunlar da peygamberlerdir. Bu kainat birsaraydır, her sarayın bir rehber muallimi vardır. Topkapı sarayına giren rehber almadan saraya giremez, kainat sarayının anlamını da onu inşa edenin rehberi ile insanlara izah etmesi gerekir, yoksa kainat denilen bu büyük saray yüzyıllarca manası çözümlenememiş bir muamma olarak kalmıştır. Bu muammayı ancak peygamberler ve peygamberimiz çözmüştür. Kainat sürekli değişmektedir, neden değişmekte nereye değişmekte değişmenin gayesinin ne olduğu yine değişimi yapanın bir elçisi ile anlatılabilir.O rehber muallim peygamberimiz v e peygamberlerdir. Şu güzel sanat eserleri ile kendini bizetanıtan Allah ve nimetlerle sevdiren Allah’ın nasıl tanınması gerektiğini ve nasıl sevilmesi gerektiğini anlatan yine Peygamberimizdir ve peygamberlerdir. Peygamberimiz zamanında bunu gözmeye çalışan çok muvahhid vardırama sadece ıztırap çekmişler hissetmişler ama dile getirememişler. Ancak Cebrail vasıtası ile peygamberimize yapılan izahlar ile insanlar tatmin olmuşlardır. İnsan kabiliyetlerini toparlamak durumundadır, çok çok farklı istidadlar ile doludur, onun kabiliyetlerini bir noktaya yönelten ancak peygamberler ve peygamberimizdir.

Bediüzzaman anlatımı yaveri Ekrem karakteri ile çarpıcı bir boyutta anlatır. O bahisyani suretlerdeki bahis bunun tamamlayıcıdır. Ayrıca peygamberimizin duası ve kulluğu da ahiretin varlığına olacağına bir delildir, bunu beşinci Hakikatte anlatır.Onun duası ile ahiret arasındaki bağı vurgular, en küçük mahlukun duasını duyan en büyük varlığı ve kulu ve sevgilisi olan bir zatın duasını duymamazlık edemez.Onun yani Resullullahın duası ahiretin varlığı içinbir tek nedendir, hiçbir şey olmasa da .Öğretmenin varlığıokulu gerekli kıldığı gibi , yine öğretmeninvarlığı ve öğretisi mükafat ve mücazatın yerini varlığını ahireti gerektirir. Okul dünya ise hayat ahrettir, öğretmenin varlığı okulu gerektirir, o olmazsa hayat olmaz, okulda alınan ile hayat arasında bağ vardır, eğer hayat olmazsa okulun anlamı yoktur. Okul hayat arasındaki ilişki dünya ile ahiret arasındaki ilişki gibidir. Peygaberliği bu dünyanın açılmasına neden olanın duası da ahiretin icadına vesiledir. Çünkü imtihan kazanan ve kaybeden için kazanma ve kaybetme yerleri gerektirir. O n ikinci hakikat risalet ve tenzil kapısıdır.Resulü Ekremin bin mucizesive kuranı kerim inmiş yani risalet vetenzil ile gelmişlerdir, eğer ahiret yoksa neye gelmişlerdir, gaye boşta kalır.Ahiret olmazsa Kur’an ve mucizeler de anlam kazanamaz. Mucizelerekadir olan ahiretede kadirdir,Kur’an ı gönderen onun vaat ettiklerini yerine getirmezse kuranın tenzili bir mana kazanmaz.

Geldi amma neyleyim sensiz baharın şevki yok

Haşir bir tevhid risalesi olduğu kadar bir nübüvvet risalesidir. Değil mi ? Şimdi nübüvvet ile haşir arasındaki kurulan itikadi köprüler ne kadar sağlam, nasıl haşir ile onlar arasında köklü bağlar kurmuş, bu binanın neresine nübüvveti haşri destekler şekilde yerleştirmek bizim işimiz olamaz. İşte sentezleme bahisleri birbiri içinde anlatma sanatı hayret hayret ne hayret. Bu bahis çok uzun tutacağa benzer devam edebilirsek ve minellahittevfik.

 Prof. Dr. Himmet Uç

Hikmet Delili (Ahirete İman)

“Hiç mümkün müdür ki şu âlemde, zerrelerden güneşlere kadar bütün eşyada nihayetsiz bir hikmetle iş gören Zat-ı Zülcelâl, ahireti getirmemekle ve kendisine iman ile ibadet eden müminlere iltifat etmemekle nihayetsiz hikmetini inkâr ettirsin ve o hadsiz hikmetleri hiçe indirsin? Hâşâ ve kella!”

Bu delili yine iki başlıkta inceleyeceğiz:

BİRİNCİ BASAMAK: KÂİNATTA GÖZÜKEN HİKMETİN SAHİBİ KİMDİR?

Hikmet: Her işte menfaatlere riayet edilmesi, abes bir işin yapılmaması, her eşyaya birçok vazifeler yaptırılması gibi manalara gelir. Hikmetin zıttı, israf ve abesiyettir.

Şu kâinatın hiçbir yerinde israf ve abesiyet olmayıp, her yerde nihayet derecede bir hikmet hüküm sürmektedir. Şimdi kâinattaki hikmeti bir parça tefekkür ederek bu hikmetin faili olan zata bir pencere açalım:

Şu âleme dikkatle bakılsa görülür ki şu âlemi idare eden zat, nihayetsiz bir hikmetle iş görüyor. Ona delil mi istersin?

Her şeyde menfaat ve faydalara riayet edilmesidir. Görmüyor musun ki, insandaki bütün aza, kemikler ve damarlarda, hatta bedenin hücrelerinde, her yerinde, her cüz’ünde faydalar ve hikmetler gözetilmiştir. Hatta bazı azası, bir ağacın ne kadar meyveleri varsa, o derece o uzva hikmetler ve faydalar takılmıştır. İşte bu hâl ispat eder ki, nihayetsiz bir hikmet eliyle iş görülüyor.

Hem her şeyin sanatında nihayet derecede bir intizamın bulunması yine ispat eder ki, nihayetsiz bir hikmetle iş görülüyor. Evet, güzel bir çiçeğin ince programını küçücük tohumuna nakşetmek; büyük bir ağacın amel sayfalarını, hayat tarihçesini ve cihazlarının fihristini küçücük bir çekirdekte manevi kader kalemiyle yazmak, elbette nihayetsiz bir hikmet ile iş görüldüğünü ispat eder.

Hem her şeyin yaratılışında mükemmel derecede güzel bir sanatın bulunması, nihai derecede hikmetli bir sanatkârın nakşı olduğunu gösterir. Evet, şu küçücük insan bedeni içinde bütün kâinatın fihristini, bütün rahmet hazinelerinin anahtarlarını, bütün güzel isimlerinin aynalarını yerleştirmek, elbette nihai derecede bir güzel sanat içinde bir hikmeti gösterir.

Şu âlemdeki hikmeti ispat etmeye çalışmak, herhâlde gereksiz bir iştir. Zira her ilim dalı kendi lisanıyla bu hikmetten bahseder ve her ilmin içerdiği asıl konu da bu hikmetin kendisidir. Bu sebeple bizler kâinattaki hikmeti anlatmak için sözü uzatmaya gerek duymuyor ve şu sorunun cevabına geçiyoruz:

Bu hikmetin sahibi olan Hakîm zat kimdir? Kim eşyaya böyle menfaatler takmış? Kim şu âlemin hiçbir yerinde hiçbir abesiyete müsaade etmiyor? İnsanın azalarından tutun, semanın yıldızlarına kadar her şeyde maslahat ve faydaları kim gözetmiş? Kim şu âlemde israf etmeyen Hakîm? Ve kim eşyayı böyle nakış nakış hikmetle donatan?

Bu sorulara verilebilecek tek cevap “Allah!..” değil midir?

Bırakın kâinattaki hikmeti tesadüflerle izah etmeyi, acaba bir sineğin vücudundaki hikmet bile tesadüf ile hiç izah edilebilir mi?

Evet, şu âlemde yaratılan her varlıkta kendine mahsus bir gaye, bir maksat, bir fayda ve bir netice takip edilmektedir. Hiçbir varlıkta bir abes, bir gayesizlik, bir manasızlık ve israf sayılabilecek herhangi bir şey gözükmemektedir. Elbette akılsız ve şuursuz sebeplerin, bu gayeleri ve maksatları kendi başlarına takip edebilmeleri ve eşyayı bu şekilde hikmetle yaratmaları mümkün değildir. O hâlde bu durum ispat eder ki, perde arkasında hikmet sahibi bir zat vardır ve bu eşyayı hikmetle icat eden de O’dur.

İKİNCİ BASAMAK: HAKİM İSMİNİN AHİRETİ GEREKTİRMESİ

Farz edelim ki, büyük bir şeker fabrikanız var. Siz tarladan topladığınız şeker pancarlarını fabrikaya getirerek bir sürü işlemden geçiriyor ve nihayet şeker imal ediyorsunuz. Daha sonra da bu şekerleri yine binbir zahmetle kamyonlara yüklüyorsunuz. Acaba bu kadar zahmetten ve hikmetli faaliyetten sonra bu şekerleri denize döker miydiniz?

Elbette ki hayır! Zira eğer denize dökecek olsaydınız, ilk önce fabrikayı kurmaz, daha sonra sırasıyla şeker pancarlarını tarladan toplamaz, bir sürü işleme tabi tutmaz ve kamyona yüklemezdiniz. Demek sizin bu fiilleriniz, şekeri denize dökmeyeceğinizin ispatıdır.

Aynen bunun gibi, Cenab-ı Hak da şu dünya fabrikasını bu kadar masraflar ile kurdu. Her bir taşında binlerce hikmeti yarattı. Eğer ahiret gelmez ve bu fabrikanın semereleri ahiret pazarına çıkmazsa nihayetsiz bir israf yapılmış olur.

Bir sinek kanadını bile onlarca hikmet ile donatan Allah Teâlâ, hiç mümkün müdür ki ahireti getirmemekle böyle bir israfa ve hikmetsizliğe müsaade etsin? Hâşâ! Zira eğer edecek olsaydı, bu âlemi bu kadar hikmetle yaratmaz ve bu derece önem vermezdi. Demek ahiretin gelmeyeceğini iddia etmek, göz önündeki hikmeti inkâr etmek gibidir. Zira ahireti getirmemek tam bir hikmetsizliktir ve şu âlemin hikmetsizliğe ve israfa dönüşmesine müsaade etmektir. Göz önündeki şu hikmetin şahitliği ile nihayetsiz bir hikmetin sahibi olan Zat-ı Zülcelâl ise, böyle bir hikmetsizlikten münezzehtir ve uzaktır.

Acaba hiç mümkün müdür ki Allah Teâlâ, bir ağaca taktığı neticeler ve meyveler miktarınca, her bir hayat sahibine o derece hikmetleri ve maslahatları takmakla kendisinin hikmet sahibi olduğunu ispat edip göstersin ve sonra, bütün hikmetlerin en büyüğü ve bütün maslahatların en mühimi ve bütün neticelerin en lüzumlusu ve hikmeti hikmet, nimeti nimet, rahmeti rahmet eden ve bütün hikmetlerin, nimetlerin, rahmetlerin ve maslahatların menbaı ve gayesi olan bekayı ve ebedî saadeti vermeyip terk ederek bütün işlerini abesiyet derecesine düşürsün? Ve kendini o zata benzetsin ki, öyle bir saray yapar ki her bir taşında binlerce nakışlar, her bir tarafında binler ziynetler ve her bir odasında binler kıymettar alet ve levazımat bulundursun da sonra o saraya dam yapmasın, her şey çürüsün, beyhude bozulsun? Hâşâ ve kellâ!

İşte ahiret gelmezse, bu dünyanın damı yok demektir ve içinde yapılan bunca hikmetli tasarrufun ve faaliyetin hiç bir kıymeti yoktur.

Acaba hiç akıl kabul eder mi ki Allah Teâlâ, insanın başına ve içindeki duygularına, saçları adedince vazifeler ve hikmetler yükletsin de ona sadece, bir saç hükmünde olan bir dünyevi ücret versin ve hikmetine bütün bütün zıt olarak manasız bir iş yapsın?

Evet, cömertten ihsan ve güzelden ancak güzellik geldiği gibi, hikmet sahibinden de sadece hikmetli iş gelir. Hikmet sahibi olan bir zat abes bir iş yapmaz. Allah Teâlâ ise nihayetsiz bir hikmetin sahibidir. Eğer ahireti getirmeyecek olursa, bütün işlerini abesiyete inkılâp ettirmiş olur. Bu ise Allah hakkında düşünülemez.

Ahiretin gelmemesi; âdeta küçük bir taşa bir büyük dağ kadar hikmetler ve gayeler takmak, bir büyük dağa ise bir küçük taş gibi geçici ve cüz’i bir gaye vermeye benzer ki, bunu hiçbir akıl ve hikmet kabul etmez.

İsterseniz hikmet deliline bir de duygularımız cihetiyle bakalım:

İnsandaki zahirî ve batınî duyguların her biri bu dünyadan daha kıymetlidir. İnsan ne işitmesini, ne görmesini, ne aklını, ne hafızasını, ne sevgisini, ne de herhangi bir hissini dünya saltanatı ile hatta cennet ile bile değişmez.

Mesela, bize şöyle denseydi: “Aklını bize ver, sana cenneti vereceğiz.” ya da “Bana hafıza kuvvetini ver, cennete gir.”

Acaba aklımızı ve hafızamızı cennete mukabil satar mıydık? Elbette hayır! Zira akıl ve hafıza olmazsa cennetten istifade mümkün olmaz. O hâlde diyebiliriz ki, bizdeki cihazlar cennetten daha kıymetli ve pahalıdır.

İşte bu durum da ispat eder ki: İnsanın cihazatı yalnız bu dünyanın cüz’i meselelerine sarf edilmek için yaratılmamıştır. Böyle nihayetsiz hikmetler ile donatılmış bu cihazlar, sadece bu kısacık hayat için verilmiş olamaz. Böyle bir masraf, kısacık bir ömür için değildir. Bu pahalı cihazların kısacık bir hayat için olduğunu iddia etmek, şu âlemdeki hikmeti ve bu hikmetin sahibi olan zatı inkâr etmek ile mümkündür.

Bu durumda da hikmet ile yaratılmış her bir mahlûk, parmağını o kişinin gözüne sokar ve ona der ki: “Bu âlemin nihayet derecede hikmet sahibi sanatkârı, sadece kısacık bir hayat için bu kadar masraf yaparak israf etmez. Bak, sen küfrünle ne büyük bir cinayet işliyorsun ve inkârının lisan-ı hâliyle diyorsun ki ‘Şu âlemde her şey boştur ve abestir.’ Bak, o zatın hikmetine nasıl ilişiyorsun ve nasıl o zatı israf ile itham ediyorsun. O zat senin ithamından münezzehtir ve mukaddestir. Bizlerdeki hikmetin şehadetiyle Hakîm’dir ve bu hikmetinin hürmetine ahireti yaratacaktır.”

Yine hikmet deliline duyguların şu penceresinden bakabiliriz:

Farzımuhal, Karadeniz’den daha büyük bir balık görseniz… Hemen anlarsınız ki bu balık bu denizin balığı değil, o denizden çok daha büyük başka bir denize aittir.

Aynen bunun gibi, şu insanın kabiliyetleri de bu dünyaya sığmamakta ve bu dünya denizi insanı tatmin edememektedir. O hâlde bu insan balığı başka bir denize adaydır ki, o da ahirettir.

Hem insandaki akıl, hafıza, dil, kulak gibi terazilerle, bunların tarttıkları şeyleri mukayese edersek; terazilerin, tartılan şeylerden daha kıymetli olduğunu görürüz. Demek bu teraziler yalnız bu fâni dünyayı kazanmak için verilmemiştir. Bunun tersini iddia etmek, ancak göz önündeki şu hikmeti inkâr etmekle mümkündür. Bunu da hiçbir akıl sahibi yapamaz.

Hikmetin ahireti gerektirmesinin bir başka yönü de şudur:

Rububiyetinde ve idaresinde sonsuz derece hâkim olan bir hikmet, elbette o rububiyetin kanadına sığınan ve iman ile itaat edenlerin taltifini ister. Zira hikmet-i hükümet, kendisine iltica edenleri muhafaza etmek ve onlara ikram etmek ister. Hükümetin hikmeti ancak bu şekilde muhafaza olunabilir.

Hâlbuki bu dünyada o taltif ve iltifatın değil binde biri, milyonda biri bile gözükmemektedir. Demek, başka bir âlem vardır ve bu ikram ve iltifat o âleme bırakılmıştır. Bunu inkâr etmek, göz önündeki şu hâkim hikmeti inkâr etmek gibi mümkün değildir.

Dilerseniz hikmet delilini maddeleyerek bir daha tefekkür edelim:

Şu âlemde yaratılan her varlıkta kendine mahsus bir gaye, bir maksat, bir fayda ve bir netice takip edilmektedir. Hiç bir varlıkta bir abes, bir gayesizlik, bir manasızlık ve israf sayılabilecek herhangi bir şey gözükmemektedir. Yani kâinatta nihayet derecede bir hikmet vardır ve her bir ilim dalı bu hikmetin şahididir.

Elbette akılsız ve şuursuz sebeplerin, bu gayeleri ve maksatları kendi başlarına takip edebilmeleri ve eşyayı bu şekilde hikmetle yaratmaları mümkün değildir. İşte bu durum ispat eder ki, perde arkasında hikmet sahibi bir zat vardır ve bu eşyayı hikmetle icat eden de O’dur.

Hikmetin hikmet olabilmesi ve israfa ve abesiyete dönmemesi, ancak ahiretin gelmesi ile mümkündür. Eğer ahiret gelmeyecek olursa, bütün bu hikmet israfa ve abesiyete döner. Bu bahsin misallerini daha önce verdik, daha iyi anlaşılması için bir misal ile pekiştireceğiz:

Her bir yaprağı elli bin lira olan bir ağaç yapsanız, bu ağacı koyunların yemesine müsaade eder miydiniz? Elbette ki etmezdiniz! Zira edecek olsaydınız, bu ağaca bu kadar ehemmiyet verip uğraşmazdınız. Sizin bu ağacı yapmanız, hikmetinizi ve sanata olan düşkünlüğünüzü ispat etmektedir. Koyunlara yedirmek ise hikmetsizlik ve sanatsızlıktır. Elbette ki sizdeki hikmet ve sanata düşkünlük sıfatı, hikmetsiz bir işe müsaade etmeyecektir. Aynen bunun gibi, şu insan da her bir yaprağı elli bin lira kıymetinde bir ağaç hükmündedir. Hatta yukarıda ispat ettiğimiz gibi, bu insanın yaprağı olan aza ve cihazları değil elli bin, cennetten daha kıymetlidir. Elbette hikmeti sonsuz olan Cenab-ı Hak, bu insan ağacının kurtlara yem olmasına ve bir daha kalkmamak üzere kabre yatmasına ve çürümesine müsaade etmeyecektir.

Rububiyetinde ve idaresinde sonsuz derece hâkim olan bir hikmet, elbette o Rububiyetin kanadına sığınan ve iman ile itaat edenlere iltifat etmek ister. Zira hikmet-i hükümet, kendisine iltica edenleri muhafaza etmek ve onlara ikram etmeği gerektirir. Hükümetin hikmeti ancak bu şekilde muhafaza olunabilir. Hâlbuki bu dünyada bu iltifat ve ikram yoktur, demek başka bir âleme bırakılmıştır.

Demek ahireti inkâr etmek, Cenab-ı Hakk’ın “Hakîm” ismini inkâr etmek ile mümkündür. Hakîm ismini inkâr etmek de şu kâinatta gözüken ve her yeri kuşatan hikmeti inkâr etmek ile mümkün olabilir. Bu da akıl sahipleri için mümkün değildir. Daha önce dediğimiz gibi, aklını çıkarıp atanlar da zaten bizim muhatabımız değildir.

Sözün özü: Ahiretin geleceği, göz önündeki şu hikmet kadar aşikardır ve açıktır. Zira hikmeti hikmet yapacak ve israfa dönmesini önleyecek tek şey, ahiretin gelmesidir.

Ahireteiman.com

Çocuklar Ve Risale-i Nur

Nurların neşrinde çocukların da kendi el yazıları ile çalıştıkları, tashih etmek üzere yazdıkları nüshaların Üstad Hazretlerine ulaştırıldığı, Külliyat’ın satırları arasında yer alan bir vakıadır.  Lâhikalarda yer alan Şefik Ağabeyin bir mektubunda çocuklara yaptığı Haşir Risalesi dersini onların nasıl büyük bir ilgiyle dinledikleri yer alır ki, gerçekten ibretli bir olaydır.
Birkaç saat boyunca ölümden sonra ikinci hayatın varlığı ile ilgili bu bahsi büyük bir dikkatle ve keyifle dinlemişlerdir. Oysa ki, haşir bahsi dahi ulema olan İbn-i Sina’nın bile akıldan uzak gördüğü, hadis ve Kur’ânda yer aldığı için inandığını ifade ettiği bir iman esasıdır.Evet Risale-i Nur, ahiret âlemlerinin varlığını çocukların bile anlayabileceği sadelikte ispatlayıp aktarır.
EMİRDAĞ’IN MANİDAR BİR HATIRASI
Bediüzzaman Hazretleri çocukların Risale-i Nur’a bu ciddî yaklaşımlarını Nur Risalelerinin hakkaniyetine bir delil olarak görür. “Hanımlar Rehberi”nde yer alan “Emirdağ’ın manidar bir hatırası” başlıklı makale bu açıdan dikkate değer tesbitlerle doludur.
“Kanaatimiz geldi ki: Bu masum taifenin masumiyetleri cihetiyle sevk-i fıtrî denilen bir hiss-i kablelvuku ile Risale-i Nur’un bu memlekette masum çocuklara ve kendilerine çok faydaları olacak diye akıl ve fikirleri derk etmediği halde o masumane his ile ve Risale-i Nur’un manası itibariyle tercümanına, analarına yalvarmalarından ziyade bir iştiyak ile koşuyorlar. Biz de bir hiss-i kablel vuku ile hissediyoruz ki ileride bu masum küçücük mahlûkların içinden büyük Nurcular çıkacak ve Nur’un has şakirdleri olacak ki, bu vaziyeti gösteriyorlar…”
Onları her sabah Nur Talebeleriyle beraber duâlarında yad ettiğini, evlâdı olmadığından “evlâd-ı manevîleri” olarak kabul ettiğini de yukarıdaki satırlara ekler.
ÖĞRETMENİM KÂİNAT

Risale-i Nur’u okumanın dünyevî ve uhrevî çok faydaları vardır şüphesiz. Nur Risaleleri çocukların imanlarını takviye ettiği gibi kelime hazinelerini, düşünce dünyalarını da zenginleştirir.
Medyanın da etkisiyle, kitap okuyanların sayısı azaldıkça, günlük kullanımda sarf ettiğimiz kelimelerin sayısı da buna bağlı olarak azalıyor. Oysa ki, bütün eğitimcilerin bildiği bir gerçek de şudur ki: Kullandığımız kelime sayısı düşünce ufkumuzun derinliğini gösterir. Birbirinden farklı ne kadar çok kelime ile meramımızı anlatıyorsak düşünce dünyamız o kadar zengindir.
Sınıfta tahtaya kaldırdığı talebesi “kâinat” kelimesini kullanınca öğretmen hanım şaşırır. Kendisinin bile nadiren kullandığı bu kelimenin, küçücük talebesi tarafından konuşma içinde sarf edilmesi  ilginçtir. “Sen bu kelimeyi nereden öğrendin?” diye sorar. Aldığı cevap şudur: “Ben Risale-i Nur okuyorum öğretmenim. Oradan öğrendim!”
Evet, düşünce ufkunun derinliği çocuğun okul derslerini de müsbet yönde etkiler.
RESİMLERLE RİSÂLE-İ NUR

Çocuklara yönelik Risale-i Nur derslerinde ilkokul dönemi çocuklarına eğitimci kardeşlerimizin uyguladığı yöntemlerden biri de resim çizdirmektir. Bu resimler panolarda sergilenir de. Özellikle Küçük Sözler’de yer alan minik hikâyeler çocukların hayal dünyalarına büyük pencereler açar, konuyu farklı açılardan kavramalarını sağlar.
Geçtiğimiz günlerde yaptığımız bir ders sonrası “Şimdi de sıra küçüklerde” diyerek onlardan bir ders dinledik. Sırayla okuyarak bize Sekizinci Söz’ü yaptılar. İçlerinden Can Kardeş dergimize devamlı resim gönderenlerden birine eğilerek “Buradaki hikâyenin resmini çizsen ne güzel yaparsın!” dediğimde “Evet ben de şimdi onu düşünüyordum. Aslında daha önce çizmiştim, ama şimdi okuyunca aklıma başka bir fikir geldi. Çizeceğim” dedi. Gözlerindeki ışıltıyı görmeliydiniz. Gerçekten de bu okuyuşunda daha önce fark etmediği başka bir noktayı keşfetmişti…

HÜLÂSA
Risale-i Nur, küçük talebelerinin büyük ruhlarında tahmin edemeyeceğimiz kadar büyük inkişaflara vesile olur…

Yasemin Güleçyüz / Nur Postası