“Başınıza ne musibet gelirse, kendi elinizle işledikleriniz yüzündendir. Üstelik günahlarınızın birçoğunu da Allah affeder. (42:30)”
”Ben 35 yaşımdan beri 20 yıldır OKB, vesvese hastasıyım. Yukarıdaki ayeti okuyunca “Bu hastalık benim günahım yüzünden olmuş” diye mi düşünmem gerek? Bir de sakat doğan çocuklar var, onların günahı yok… Ya da bir yaşında yanan bir çocuğu düşünürsek… Başına bir dert gelmiş ama günahsız; nasıl anlamamız lazım? Bu ayete göre, “Bazı musibetler sizin yaptıklarınız yüzünden başınıza gelir” denilmemiş, “hepsi” denmiş… (Elif)”
Bu âyeti iki şekilde anlamak mümkün.
Birincisi: insanın başına gelen musibetler, kendi eliyle işlediği günahların sonucudur. Üstelik Allah birçok günahı baştan affediyor. Yoksa her hatanın karşılığı dünyada verilseydi, insan felaketten felakete sürüklenirdi.
Peygamberimiz, bu âyeti Hz. Ali’ye şöyle açıklıyor: “Ey Ali, sana bu âyeti tefsir edeceğim: Dünyada iken sizin başınıza gelen bir hastalık, bir musibet veya bir bela sizin kazandıklarınızdandır. Allah, âhirette ikinci kez cezalandırmayacak kadar Halim’dir. Dünyada iken bağışlamış ise Allah bağışladıktan sonra tekrar dönmeyecek kadar Kerim’dir.”
Âyetin ikinci anlamı da başa gelen musibetler ya insanın sabrının sınanması, ruhen olgunlaşması, sevap ve yüksek mertebeler elde etmesidir veya günahlarının bağışlanmasına vesiledir.
Bu âyet nazil olduğunda Peygamberimiz şöyle buyurmuştu: “Muhammed’in nefsi kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki bir kamışın yaralanması, bir damar seyrimesi, bir ayak sürçmesi mutlaka bir günah yüzündendir. Allah’ın onlardan bağışlaması ise daha çoktur.”
Sizde vesvesenin olması, sizin bir günahınızın sonucundan öte, Allah’ın bir sınamasıdır, bir imtihandır, bir sabır denemesidir. Vesvese şeytandan olduğuna göre, şeytanın şerrinden Allah’a sığınmaktır; bu yönüyle ibadettir, sevap kazanmanıza bir vesiledir.
Vesveseyi, şüphe ettiğin bir şeyin aslını öğrenmeye sebep olduğu için Peygamberimiz, “Vesvese imanın ta kendisidir” buyurarak meselenin bu yönüne de işaret eder.
Vesveseden kurtulmanın en pratik yolu, önem vermemek, üzerinde durmamak, gözünde büyütmemek, korkmamak, endişeye düşmemek, onu şeytandan gelen bir kuruntu olarak bilip Allah’a sığınmaktır.
Bazı çocukların sakat doğması veya bir yaşındaki bir çocuğun yanması gibi musibetleri farklı düşünmek gerekir.
Bu çocukların hiçbir suçu ve günahı yoktur. Bir kere her şeyin sahibi Allah’tır. Yüce Allah yarattığı bir varlık üzerinde istediği gibi tasarruf eder. Bunun mutlaka bir hikmeti, kaderî bir boyutu vardır.
Bir an için kendi tasarrufumuz altındaki varlıklar üzerinde istediğimiz işlemi yaptığımızı düşünelim:
Kuzuyu tutup kesiyoruz, etini kebap yapıyoruz, kuzuya eziyet mi ediyoruz?
Bütün bu soruların tek bir cevabı var: Hayır, iyi yapıyoruz.
Neden mi? Çünkü bu varlıklar bizim için yaratılmış, istediğimiz gibi onları kullanabiliyoruz.
Çocukların başına gelen musibetler de bir zulüm ve haksızlık değildir. Onlar için bir azap ve eziyet hiç değildir.
Çünkü onları yoktan var eden Yüce Allah’tır. Rahmeti, şefkati ve sevgisi ile yaşatan da O’dur.
Allah onları daha çok seviyor ve daha çok düşünüyor. Onlara hastalık, kaza ve musibet gibi bazı sıkıntılar veriyorsa, daha büyük sıkıntılardan kurtarıyor. Hayatın zorluklarına alıştırıyor. Daha çetin ve zor engelleri aşmak için bir geçiş oluyor.
Zaten hayatın başına gelen her şey güzeldir. Önemli olan kimden geldiğini bilmektir.
Hastalıkta, Tevhit, Teslim ve Tevekkül Penceresinden Stratejik Keşif; Güven(inanma) Olgusu
Güvenin hastalıklar ortamındaki yansıması, İnanmak, İman etmek, bağlanmak, istimdat etmek olarak ortaya çıkmaktadır. Burada zaman zaman hastayı zaman zaman de hekimi ele alıp, Şafi isminin tecelli etmesindeki sırrı aramaya; tevhit, teslim ve tevekkül penceresinden stratejik keşif yaparak Allah’a inanma ve iman etmenin, güven olgusu içindeki yerini tespit etmeye çalışalım.
Tevhit teslimi, teslim tevekkülü, tevekkülde saadeti dareyni iktiza eder. Bu mükemmel yaklaşımla, hasta ve hastalığın iman (güven) iklimindeki yansımalarının nasıl değişim gösterdiğini görebilirsiniz. Hastalıkların dışa vurumun da Tevhit inancının derecesinin etkili olabileceği tezinden yola çıkarak bazı görüşlerimizi ve konunun hasta-hekim ilişkisindeki yansımalarını anlatmaya çalışalım.
Kendi dünyasında yalnız olan insan, hastalığa yakalanma sonrası ilk yapması gerekenin, acziyetini ve fakriyetini bilip, istimdat edeceği birine bağlanmak ya da ona yönelmek arzusu olmalıdır. Çünkü Cenab-ı Hak hadsiz kudret ve nihayetsiz rahmetini göstermek için insanda hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir fakrı derceylemiştir. Tevhitle başlayan, teslim ve tevekkül ile devam eden silsiledeki en ufak marazdan hâsıl olan değişimin, hastaların şifa bulmasındaki sırrı negatif yönde tetiklediğini söyleyebiliriz.
Kişi, hastalığının dış ortama yansıyan verilerinin değil, hissettiği ama bir türlü ifade edemediği sıkıntılarının keşfedilmesini bekler. Yüksek oranlarda hasta yoğunluğu ve trafiği olmasına rağmen gerçek hasta oranının sayısal değeri çok düşük kalır. İnanın bana yaşanılan o kadar çok ‘‘sinirsel” olarak nitelemek zorunda kaldığımız psikolojisi bozulmuş, ruh âlemi sıkıntılı çok sayıda hasta ile karşılaşıyoruz. Sinirsel tabiri kullandığımızda bir nebzede olsa hastanın güveni ile karşılaşıyor ve hasta tarafından kabul görüyoruz. Burada tabiatıyla eksik ve gelişmesi gerekenin hekim-hasta ilişkisindeki güven yani inanma olgusudur. Bu yüzden hem hastayı hem de hekimi zaman zaman tevhit, teslim ve tevekkül denkleminde anlatmamız gerek.
Mevcudat içinde, en kıymettar varlık hayattır, vazifeler içinde ise en kıymettarı hayata hizmet etmektir. Bu geçici ve fani hayatın baki ve kalıcı bir hayata dönüşmesinde Şafi ismine ayinedar olan hekimin bir nebzede olsa hissesinin var olduğu bilinmelidir.
Hekimler, hastaların iç ve dış dünyalarının âleme yansımalarını, etkilerini anlayarak daha rahat iletişim kurma şansı bulurlar.
Hiçbir dış görünüşte ön yargılı bakmaksızın, karşılaştığımız birçok hastada asıl problemin akıl, kalp, ruh üçlemesinde, Tahkiki imandaki zafiyetten kaynaklanabileceğini söyleyebilirim. Bu oran kesin böyledir demek anlamı da çıkarmamak gerekir. Asıl vazifemiz Allah’ın şifa sıfatının tezahürüne çalışmak olmalı tabii ki. Biz sadece eldeki verileri kullanarak hatırlatıyor ve iman noktasında farkındalık oluşturuyoruz. Güvenini kazandığımız hastalara hastalığın imani boyutunu da ifade edebildiğimiz zamanlarda gördük ki, ‘Bediüzzaman’ında ifade ettiği gibi’ Saadeti Dareyn’e ulaşmayı yeniden fark etmelerini ve keşfetmelerini sebep olabiliyoruz. Algı değişimini başlatabiliyoruz. Bu arada tahkiki iman ile taklidi iman arasındaki makasın açıklığı ile ters orantılı olarak Tevhit Dejenerasyonunun olduğunu gözlemlerim le söyleyebilirim.
Taklîdî îmân, îmân esaslarının âile ve çevreden öğrenildiği kadarıyla, delilsiz bir şekilde kabûl edilmesiyle elde edilen zayıf bir imandır.
Tahkiki iman ise, iman hakikatlerini delil ve ispatlarıyla birlikte ilmen öğrenip kalben tasdik etmekle elde edilen sağlam bir imandır. Her yerde ve her şeyde tevhide dair delilleri göre göre bütün kâinatı bir Kur’an gibi okur, Allah’ı görür gibi iman eder hâle gelinmesidir.
Hasta bozulan kimyasını kendi dili ile ortaya koyarak, bozulan yâda tamir görmesi gereken parçalarını birleştirmek hekimin işidir. Hastalığının gizli kalmış ipuçlarını satır aralarında bize verir. Biz de bazı sorularla bu süreci yönetir ve yönlendiririz. Doktor bey diye başlayan hastalık öyküsü, aslında bizim şifa oluşturabilmemizin ilk adımlarıdır.
İnsan hayatı boyunca hastalıklardan uzak kalmayı, her zaman şifa dairesinde olmayı ister. Sağlığını yeterince korumadığı dönemlerde ise hastalıklarla yüzleşme dönemi başlar. Bir an kendini yeniden çek eder. İç âlemini ve bedenini dinlemeye alır. Çevresini, işini, eşini, aşını, çoluğunu, çocuğunu, kısaca sahip olduğu varlıklarla olan tüm bağını düşünmeye başlar. Gözlerinin önünden yaşadığı hayat film şeridi gibi gelir geçer. Günlük hayatta alışkanlık haline gelen yaşam siklüsünü düşünür. Çünkü zafiyetini, acziyetini anlarken, bu farkındalığı hastalık sayesinde elde etmiştir. Önce neden ben hasta oldum sorusunu sorar? Ve hastalığı kendine yakıştıramama durumları baş gösterir. Bediüzzaman; Hastalığı tarif ederken, hayat-ı içtimaiye-i insaniye de en mühim ve gayet güzel olan hürmet ve merhameti telkin edici, insanı vahşete ve merhametsizliğe sevk eden duygulardan kurtarıcı olarak ifade eder.
Etrafı muhteşem bir manzara ile dolu olan insan yalnızlığının farkına hastalık sayesinde varır. Acizliği onu kalben yumuşatırken akıl ve ruh henüz daha eski kıvamındadır. Hayatı boyunca kendini her şeyin üstünde gördüğü bir pozisyon da iken, şuan zafiyet ve acziyet içindedir. Bu düşüncelerle hemen kime? Sorusunu sorar. Kime teslim olayım. Ömrü boyunca “Vücudunu mucidine feda et mukabilinde büyük bir fiyat alacaksın” tabiri ortada dururken ve hiç bu konuda gayret göstermezken, şimdi biranda kendini teslim edecek birini arar duruma düşer. Aradığı aslında güven duygusunu sadece ve sadece onda yaşayabileceği birisini bulmaktır.
Bu tarz bir kişi varsa sorun yok, yoksa telefonlar işlemeye başlar. İlk danıştığı dostlarıdır. Tanıdık bir hekim var mı? Diye sorulur. Önce dostuna sonra dostunun dostuna güvenmeye zorlanır. Asıl güvenmesi gerekeni ise hep es geçmiştir. Fakat artık güvenme yani inanma, yani teslim olma, yani tevhitte kalma, yani kadere razı olma, yani kadere rıza gösterme anı gelmiş çatmıştır. Formül bellidir.
Neden ben? İle başlayan sorulara muhatap olan aciz ruhu ve zaif bedenini tetikleyen nefsi, sabırsızlıkla geride bıraktığı hayata dönmesini arzular. Tam bu sırada sabır göstermesi ile, hastalığı dert olmaktan çıkıp, bir nevi derman haline geçmesini sağlar. Ayrıca kendine yakıştıramadığı hastalığı, ehemmiyetli olan hayat meyvesinin de zail olup gitmesini bir nebzede olsa önüne geçmiştir. Düşünmeye ve yeniden iç âlemine dönmeyi tetiklenir. Bu yüzden sabır hatırlatıcı olarak bilinmelidir.
Neden ben sorusuna cevabı ise Bediüzzaman şöyle ifade ediyor. Ne yaptım ki böyle başıma geldi diyerek Rububiyet’i İlâhiye’yi tenkit etmek, maddi hastalıktan daha musibetli, manevi bir hastalıktır, neden ben diye soru sormaktan ziyade bize verilmiş olan hastalığı vazifeli bilip ona göre davranmak gerek. Hastalığı vücuda misafir olarak gönderilmiş olarak bakmalı ve vazifesini bitirmesini beklemeli ve şükretmeli der.
Ayrıca, menfi manada yapılan ibadetler grubunda da hastalıkları sayar. Hasta görünürde aczini ve zaafını hisseder, Halik’ı Rahimine iltica eder, yalvarır. Halis, riyazıs, manevi bir ibadete mazhar olur, başlangıçta menfi olarak görünen bu hastalık şükür sayesinde ibadet hükmüne geçer ve geçmiştir de. Ayrıca sıkıntılı geçen bu zamanlar yani ömür dakikaları belki birer saat ibadet hükmüne geçebilir diye de devam eder.
Hastalık karşısındaki tutumumuz ne olmalı. Sabır, şükür ve tahammül etmek olmalı. Tahammülsüzlük ise birçok hastada rastladığımız bir durumdur. Hastalık musibetine karşı Halik’ı Rahime ilticada yetersiz kalmadır. Bu tarz hastalar genelde sabır, şükür ve halikı rahime iltica etmek yerine, şekvacı olurlar. Kime karşı önce hastalığına, haline, sisteme, çevresine, etrafına ve Yaradan’ına şekva ederler. Şekvadaki ısrarları ise vücudlarının kendilerinin olduğu algısıdır. Allaha ilticadan uzaklaştıkça, vücudunun amiri olduğunu sanarak şekvasını artırır. Tam bu sırada hastalık devreye girerse, yeniden sabır ve şükür haline dönebilir.
Bedenindeki aksayan kısmın tamir zamanı gelmiştir. Bu tamir için bazı kurallar işleyecektir. Vücudumun bozulan parçasının tamirini yapmak ve şifa bulmak için güvenli birini seçmem gerekir. Bu yüzden hastalık aslında bir ihsanı ilahidir bir hediyeyi rahmanidir. Hastalığı bizim alarm veren ışığımız ve lambamız olarak algılamamız gerek. Bu maraz için Halik’ı Rahime iltica etmek, yardımı ondan beklemek olmalıdır.
Nasıl ki soğuk olmazsa hararet anlaşılmaz, karanlık olmaz ise ışık bilinmez, hastalık olmazsa sıhhat lezzetsizdir, hakikati anlaşılmaz. Sıhhatin lezzetini arayan adam zaman zaman yakalandığı hastalıkları pozitif bir hale dönüştürebilmelidir. Bu pozitiflik aslında yaratılmasındaki çekirdekte saklı olan İmanı Billah’ı, Marifetullahı öğrenmek ve talim etmek olduğunun yeniden keşfidir. Yoksa Allah’ı unutup bir saatlik dünya hayatının zahiri keyfi ile sonsuz olan hayatı Ebediyesini kaybedebilir. Kulluğunu terk ettiğinde, hastalık ikazı ile dünya sevgisinden vazgeçer ve asli vazifesine döner.
Bazen de sıhhat ve afiyet olmak gaflete sürükleyebilir. Gaflet sonucu kişi kendinde bazı cevherler keşfetmeye başlar. Bu da onun lâyemut değilsin, başıboş değilsin, bir vazifen var. Seni yaratanı düşün, kabre gideceğini bil, öyle hazırlan, ikazını da bir nebze de olsa hastalıklar hatırlatır.
İnsan vücudu taştan demirden değildir, belki daima ayrılmaya müsait, muhtelif maddelerin bir araya gelmesinden oluşmuştur. Bu yüzden hayatımız boyunca yaptığımız amellerimizi tek bir şans gibi düşünerek ciddiyet ve samimiyet içinde yapmalıyız. Tekrar bir saniye bile olsa geriye dönmek yok. O zaman en iyi şekilde amellerimizi yapmamız en büyük kazancımız olacaktır.
Bütün mevcudatla, kalben, ruhen ve nefsen alakalı olan insan, akıl, kalp ve ruh üçlüsünün hastalığını aramak, bulmak ve tedavi etmekle mükelleftir. Bu üçlü denklemi aynı anda harekete geçiren ise yalnız ve yalnız hastalık musibetidir. Bir kere daha anlamalıyız ki ölüm mukadder ve tagayyür, etmiyor değişmiyor. O yüzden hastalığın verdiği korku telaşı yerine onu misafir kabul edip, kendimizi yeniden resetlemek olarak algılamamız gerekir.
Bu arada toplum içinde insana hürmet, saygı ve merhameti hastalıklar verir. İnsan hayatı boyunca, vahşetten ve merhametsiz tutumlardan kaçınır. Merhamet, hürmet, şefkat, saygı gibi güzel hasletleri bekler ve arzu eder. Hasta olmayanlarda, ise henüz acziyetini ve fakriyetini hissetmediklerinden asi ve şiddet içeren duyguları daha güçlüdür. İmanı zedeli hastaların kalbindeki merhamet ve hürmet eksikliğinden, hürmet ve şefkat görmek istediği durumlarda kabalık onlara yapışır. Ama imanla, tevhid, teslim ve tevekkül ise her yer ve zamanda insana lazım geliyor. Hastalık zamanında ise en üst seviyeye çıkar. Buradan anlaşılan, iman eğer kalpte yer etmişse, kişiyi hastalığında bile yararlı bir hal ve tavır almasını tetikler.
Eğer hastada, Allaha güven noktasında uzaklık varsa, merhametin, hürmetin ve şefkatin ortaya çıkmasını önleyen cidalleşme, kabalaşma ön planda olur ki, şifa ve rahmet beklediği hekimlere de bunu yansıttı için, şefkat ve merhamet hisleri karşılıksız kalır. Hekimliği performans ve iş olarak gören, gönlünden bir şey vermeyen, şefkatini göstermeyen, merhametini hissettirmeyen, hekimin ise manevi duyguları zafiyet içindedir. Asli görevi, hastalara bir merhem olmak, bir teselli vermek, manevi bir reçete yazmak, hastanın marizini ondan uzak eylemek, geçmiş olsun ve Allah şifa versin demek makamında olmaktan çok uzakta kalır.
Meyus ve ümitsiz bir hastaya manevi bir teselli, bazen bin ilaçtan daha ziyade etkilidir, bunun için hekimin Allaha olan yakınlığı çok önem arz eder.
Sonuçta hasta iyileşmez, hekimde rahmete açılan kapıdan içeri girip Cenab-ı Hakkın şafi isminin kendinde tecelli etmesine gösteremez. Mütedeyyin hekim ise meşru bir dairede nasihat eder ve tavsiyelerde bulunur. Hasta o tavsiyeye ve o teselliye itimat ederse hastalığı hafifleşir; sıkıntı yerinden bir ferahlık verir.
Psikolojik hastalık kısmının en müessir ilâcı ise ona ehemmiyet vermemektir. Ehemmiyet verdikçe o büyür, şişer. Ehemmiyet vermezse küçülür, dağılır.
Hakikat nazarındaki hastalıkların çaresi ne olmalıdır, Bediüzzamanın reçetesi nedir?
Şâfî-i Hakîm-i Zülcelâl, küre-i arz olan eczahane-i kübrâsında, her derde bir devâ istif etmiş. O devâlar ise dertleri isterler. Her derde bir derman halk etmiştir. Tedavi için ilâçları almak, istimal etmek meşrudur; fakat tesiri ve şifayı Cenâb-ı Haktan bilmek gerektir. Derdi O verdiği gibi, şifayı da O veriyor.
Hastalıkların kaynaklarından ve korunma yollarından ise Bediüzzaman şöyle ifade eder. Günümüzde popüler olan koruyucu hekimliği yıllar önce 6 kalemde izhar etmiştir. Ekser hastalıkların bu 6 şeyden kaynaklandığını söyler. Bunlar; 1-Sû-i istimâlâttan, 2-Perhizsizlik, 3-İsraf, 4-Hatîat, 5-Sefahet, 6-Dikkatsizlik,
Sonuç olarak; Ey hasta kardeşler! Siz gayet nâfi ve her derde devâ ve hakikî lezzetli kudsî bir tiryak isterseniz, imanınızı inkişaf ettiriniz. Yani, tövbe ve istiğfar ile ve namaz ve ubudiyetle, o tiryak-ı kudsî olan imanı ve imandan gelen ilâcı istimal ediniz
Evet, dünyaya muhabbet ve alâka yüzünden, adeta ehl-i gafletin dünya gibi büyük ve hasta, mânevî bir vücudu vardır. İman ise, o dünya gibi zeval ve firak darbelerine, yara ve bere içinde olan o mânevî vücuduna birden şifa verip, yaralardan kurtarıp hakikî şifa verdiğini pek çok ispat etmişiz. İman ilâcı ise, ferâizi mümkün oldukça yerine getirmekle tesirini gösteriyor. Gaflet ve sefahet ve hevesât-ı nefsâniye ve lehviyât-ı gayr-ı meşrua, o tiryakın tesirini men eder. Hastalık madem gafleti kaldırıyor, iştahı kesiyor, gayr-ı meşru keyiflere gitmeye mâni oluyor; ondan istifade ediniz.
Hakikî imanın kudsî ilâçlarından ve nurlarından, tevbe ve istiğfarla, dua ve niyazla istimal ediniz. Cenâb-ı Hak sizlere şifa versin, hastalıklarınızı keffâretü’z-zünub yapsın.
Âmin, âmin, âmin.
“O kimseler ki, başlarına bir musibet geldiğinde ’Biz Allah’ın kullarıyız; dönüşümüz de ancak Onadır’ derler.”(2)
“Hastalandığımda bana şifa veren de O dur.“(3)
Aytekin Coşkun
www.NurNet.Org
KAYNAKLAR;
1-Risale-i Nur Külliyatı, Lem’alar, Yirmi beşinci Lem’a, Devalar
Gazeteci-Yazar Mehmet Ali Bulut, Can Boğazdan Çıkar kitabının Bediüzzaman Said Nursi’nin Şükür ve İktisat Risalesinin tam bir Türkçe tefsiri olduğunu söyledi. Bulut, “Tabii ki Üstad konuya Rahmaniyet, ubudiyet ve kulluk noktasından baktığı için muazzam bir şekilde anlatıyor. Ama bu kitap da Şükür ve İktisat Risalesinin Türkçe tefsiridir.” dedi.
Mehmet Ali Bulut, Moral FM Av. Bekir Berk Toplantı Salonunda, Nur İlim ve Eğitim Vakfı ile Nesil Yayınları Grubunun ortaklaşa düzenlediği aylık seminer dizisinde İktisat ve Şükür Risaleleri bağlamında sağlıklı beslenme konusunu anlattı. Seminerin moderatörlüğünü Moral Medya Genel Müdürü Haluk İmamoğlu yaptı. Bulut, konuşmasında “Şükür hasta olmamak ve senden beklenen ibadeti hakkı ile yapmaktır.” diyerek “Hasta olmak (Dinde vâcib ve sünnet-i müekkede olan emirleri kasten, bilerek ve özürsüz terk etmek olan) bir tür tahrimen mekruhtur.” uyarısında bulundu.
“Her insanın nasıl kanı, DNA’sı ve parmak izi kendine özel ise sindirim sistemi ve kanı da tekildir.” ifadesini kullanarak kan gruplarının insanların beslenmelerindeki önemine dikkat çekti: “Bütün dünyada kişilerin kan (mizaçlarına) gruplarına uygun beslenmeleri halinde şişmanlık ve hastalık problemlerinden kurtulacakları savunulmaktadır. Geleneksel tıp daha da ileri giderek her insanın kendine özgü sindirim sistemi ve enzimleri olduğu bilgisinden hareketle kişiye özel beslenme programları önermektedir. Bende bu kitapta kan gruplarına göre insanların neleri yiyip neleri yememeleri konusunu işledim. Yazılanların yüzde 90’ına yakının bizzat kendim denedim. “
“Beslenme, besin maddelerinin mizaç olarak, vücut yapısına benzer hale gelmesi ve böylece dokulardaki günlük yıpranma ve yırtılmaların, tamire uygun hale gelecek ve düzeltilecek şekilde değişmesidir.” diyen Bulut, bu konunun Kur’an’da da çok geçtiğini vurgulayarak “Kur’an’ı Kerim’e yiyecekler içecekler açısından bakıldığında, görülecektir ki iman dahil insanın tüm saadet ve şekavetleri, iyilik ve kötülükleri, daha doğrusu hak edişleri yedikleri içtikleri üzerinden aktarılıyor.” dedi.
İNSAN BAŞINA GELENLER HAKKINDA YEDİKLERİNE BAKSIN
Bulut, sözlerine şöyle devam etti: “İnsan bedendeki gıda ve faaliyet, zikir, fikir, huzur veya huzursuzluk ilişkilerini anladığında, Kur’an’ın helal ve haram yiyecekler konusunda neden bu kadar vurgu yaptığını da çözebiliyor. Hemen hemen her surede mutlak manada Allah sözü getirip gıdaya ve onun neticelerine dayandırıyor. Çünkü bugünün inanan insanları bu ayetleri daha çok helal-haramlar boyutuyla değerlendirse de kastedilen mana, helaller haramlar konusundan çok daha kapsamlıdır. Çünkü yediklerimiz ve içtiklerimiz bizden doğacak eylem ve fikirleri de etkiliyor. O fikir ve eylemler ya bizi cennete layık (huzurlu, sağlıklı, başarılı, yaşamından lezzet alan ve böylece Allah’ından razı) bir kul veya cehenneme layık (hastalıklar, sıkıntılar, inançsızlıklar ve müptelalıklarla vücudunu içinde yaşanılmaz bir hale getirmiş, ömrü kahırla geçen, bezgin, huzursuz ve adeta ölmeden cehennemi yaşayan, içten içe yanan) bir odun haline getiriyor. Bu yüzden insan başına gelenler konusunda sık sık dönüp yediklerine, içtiklerine bakmalı ki bunların keyfi bir takdir değil, bir hak ediş meselesi olduğunu da kavrayabilsin.“
TESPİT EDİLEN EN ESKİ KAN GRUBU 0 (SIFIR)’DIR
“Kanda anne sütü gibi insanın genetik yapısını bozuyor. Kanın kendisini tanımlanmasını gerektiren özel birimler var. Allah her bir insana taklit edilemez bir yapı vermiştir. Her kanın kendine ait bir kimlik tanımlaması vardır. O yüzden kan gruplarına göre beslenmek çok önemlidir” uyarısında bulunan Bulut, kan gruplarının tarihi hakkında şunları kaydetti: “Tespit edilen en eski kan grubu 0’dır. Tarım toplumuna geçildikten sonra A grubu çıkmıştır. İnsanlar soğuk memleketlere gidip baskı altına alınınca B grubu ortaya çıkmıştır. Bu kişiler soğuk memleketlerden geri dönüp diğer insanlarla tekrar temasa geçince bu sefer AB grubu ortaya çıkmıştır. AB kan grubunun geçmişine bakıldığında 1500 yıllık bir tarihi vardır.”
ANNE SÜTÜ ÇOK ÖNEMLİ
Bulut, beslenme konusunda anneleri uyarak çocuklara hazır mama yedirmenin çok zararlı olduğunu belirterek “Bir erkek çocuğun 24 ay, kız çocuğunun da 20 ay annesi emmesi gerekiyor. Eğer gerektiği gibi anne sütü emmez ve hazır mama yerse bu çocuk da eczane sistemine üye olur. O yüzden anne sütü çok önemli. Günümüzde bulunan birçok hastalığın sebebi anne sütünü çocukların yeterince emmesidir.” diye konuştu.