Etiket arşivi: ibadet

İbadeti, insan vicdanı emreder

Soru :

Ayette “Ey insanlar Rabbinize ibadet ediniz.” buyruluyor. Halbuki, ibadet iman edenlere teklif edilen bir vazifedir. Burada  niçin insanlar muhatap alınmıştır?

Cevap:

Ayetin meali şöyle:

 “Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz ki takva mertebesine vasıl olasınız.” Bakara Sûresi, 21

Bu ayetin geçtiği Bakara Sûresinin başında Kur’anın muttakiler (takva sahipleri) için bir hidayet olduğu beyan edildikten sonra, takva sahiplerinin sıfatları şöyle sıralanıyor: Gabya inanırlar ve namazlarını dosdoğru kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan da Allah yolunda infak ederler.”

İbadeti, insan vicdanı emreder. Çünkü Rabbe itaat edilir. Bu ayet-i kerimede önce, “Rabbinize ibadet ediniz.” buyruluyor ve daha sonra Rab için şu sıfatlar da ekleniyor:

Sizi ve sizden öncekileri yaratan”

“Yeri sizin için bir döşek, göğü de bir bina kılan.”  (22. ayet)

“Gökten bir su indirip sizin için türlü meyve ve mahsullerden rızıklar çıkaran.” (22. ayet)

İnsan terbiyesinde anne ve babanın çok cüzi bir görevleri vardır. Onlar insanın hiçbir organını yahut duygusunu yapmış, terbiye etmiş değillerdir. Buna rağmen onlara itaati vicdan ve akıl emrederler. Ve aksine hareket edenler, en azından,  kınanır, ayıplanırlar.

Ayette bir kısmı sıralanan bu sonsuz nimetleri bize ihsan eden Rabbimize ibadet etmemiz gerektiğini her vicdan kabul ve tasdik eder. Bu noktayı müşriklerin vicdanları da kavramış, ancak kime ibadet edeceklerini bilememişler ve putlara tapmışlardır. Bu iki ayette müşrikler için şöyle bir uyarma vardır:

“Siz kendi yaptığınız putlara değil de, sizi ve sizden öncekileri yaratan, arzı size döşek semayı binanıza dam yapan, semadan sular indirip yerden sizin için rızıklar çıkaran Rabbinize ibadet edin.”

Bu ayette birinci muhatap, ibadet eden ancak bunu yanlış şekilde yapan müşrikler olmakla birlikte ayetteki emir bütün insanlaradır. Hitabın “Ey insanlar!” şeklinde yapılması da bunu açıkça göstermektedir.

Üstad, İşaratü’l-İ’caz adlı eserinde, ayetteki ibadet emrinin “mü’min, kâfir ve münafıkların mazi, hal ve istikbalde vücuda gelmiş veya gelecek bütün efradını” kapsadığını ifade ederek şöyle buyurur:

“…..kâmil mü’minlere göre اُعْبُدُوا ibadete devam ve sebat etmeye emirdir. Orta derecedeki mü’minlere nazaran, ibadetin arttırılmasına emirdir. Kâfirlere göre, ibadetin şartı olan iman ve tevhid ile ibadetin yapılmasına emirdir. Münafıklara nazaran, ihlasa emirdir”

Alaaddin Başar

Cenab-ı Hak İbadeti Niçin Emretmiş?

En güzel şey, karşılıksız kerem ve ihsanda bulunmaktır. Bunu idrakten âciz ve sefil fikirli kimseler, bazı hakikatları kendi bozuk terazilerinde tart­makta ve hakikata zıt neticeler çıkarmaktadırlar.

Bunlardan bir kısmı, “Cenâb-ı Hakk’ın -haşa- ne ihtiyacı var ki, kendi­sini tanıttırmak ve sevdirmek için bu kâinatı yaratsın ve bize ibadeti emret­sin?”şeklinde ahmakâne bir sual sormaktadırlar.

Bu kimseler bu soruyu sorarken, zahmet edip etraflarında bulunan mahlûkata bir nazar etseler, sorularının cevabını alacaklardır. Meselâ, gü­neş insanlara ışık vermekle beraber, insanlardan karşılık olarak ne beklemektedir? Küre-i arz insanları sırtında gezdirmekle onlardan nasıl bir yardım ümit etmektedir? Veya limon ağacı, kendisinin hiç ihtiyacı olmadığı hâlde C vitaminiyle yüklü limonları verirken, bu lûtfun karşılığında insan­lardan neyi istemektedir. Misâller çoğaltılabilir…

İşte insanların madûnunda bulunan mahlûkat dahi insanın hiçbir şe­yine muhtaç değilken, bilâkis insan onlara muhtaç iken, bir insan hangi akılla Hâlik-ı Külli-Şey hakkında yukarıdaki soruyu sorabiliyor?

Rahmânü’r-Rahîm olan Allah’ın (C.C.) bize ettiği hadsiz lûtuf ve ih­sanlara mukabil, bizim yapacağımız hiçbir şeye muhtaç olmadığını şöylece izah edebiliriz:

Yol iki görünüyor. Ya Cenâb-ı Hak bizden hiçbir yardım beklemiyor veya bir şeyler bekliyor. Bekliyorsa, biz O Hâlik-ı Ezel ve Ebed’in umum âlemleri hadsiz kudretiyle tedbîr ve tedvirine -haşa- bir yardımda mı bulunuyoruz? Yoksa o Ganiy-yi Kerîm’e -haşa- vergi mi ödüyoruz?

Bu şıkkın saçmalığı apaçık olduğuna göre ikinci şık, yani Allahü Azimüşşân’ın bizden bir yardım beklemediği şıkkı bedahatle tahakkuk eder.

Bir doktor, lûtuf ve merhametiyle fakir kimseleri bedava tedavi etse, “Bu doktorun ne ihtiyacı var ki böyle yapıyor?” denilmez; denilse divânece bir soru olur. Zira, doktor zaten ihtiyacı olmadığı için bu lûtfu yapıyor. Veya bir doktorun verdiği ilâcı içen bir adam “Doktorun ne ihtiyacı var ki, bu ilâcı bana içiriyor?” şeklinde bir soru soramaz.

İşte Allah Teâlâ da bu kâinatı lûtfuyla bize hizmetkâr yaptığı gibi, tâat ve ibadeti de yine lûtfuyla bizlere emrediyor, tâ ki onlarla ebedî saadete mazhar olalım. Bu hakikatı bir misâlle izah etmeye çalışacağız:

Ana rahmindeki bir çocuğu şuurlu farzediniz. O çocuk, gözüyle o âlemde bir şey göremediği için, “Yahu şu gözler bana niçin takılmış?” diye itirazda bulunacaktır. Ona, “Bu gözler sana başka bir âlemde lâzım olacak. O âleme gittiğin zaman bu gözler sayesinde semâvat ve arzdaki harika san’atları temâşa edeceksin.” denilse, “Ben görmediğim şeye inanmam!..” diye bu haki­katın karşısına çıkacaktır. Daha sonra itirazlarına devamla burnunun neye yaradığını ve ne için yüzünde kalabalık ettiğini soracak ve kendisine bu âletle başka bir âlemde güzel kokular alacağı söylendiğinde bu hakikatı da inkâra gidecektir. Aynı şekilde kollarının kalabalık ettiğinden, ayaklarının lüzumsuzluğundan bahisle sadece göbeğinden beslenmesine nazar edecek, ağzını dahi lüzumsuz bulacaktır.

İşte, Rahîm-i Zülcemâl, ana rahminde rahmetiyle bizim elimizden tut­muş, bizi kendi fikrimizle başbaşa bırakmamış ve bu dünyada lâzım olacak bütün cihâzatı takarak bizleri bu dünyaya göndermiştir.İşte, O Hakîm-i Zülcemâl bu dünyada bizi bir imtihana tâbi tutmuş ve bu âlemden sonra gideceğimiz âhiret âleminden hakkıyla istifade edebilmek için, nasıl hareket etmemiz icabettiğini Nebiy-yi Zişân (S.A.V.) ve Kur’ân-ı Kerîm’iyle bizlere bildirmiştir.

Bu imtihanda, ana rahmindeki mezkûr çocuğun düştüğü aptallığa düş­meyip; namazın, orucun, haccın, zekâtın ve sair emir ve nehiylerin niçin yapıldığını sormadan onlara harfiyen riayet ettiğimizde, âhirette bu ibadetlerimizden ebediyyen istifade edeceğiz. Aksi hâlde, bu dünyaya gözsüz, elsiz, ayaksız, ağızsız ve kulaksız gelen bir çocuk gibi âhirete gittiğimizde, cennette bize hayat hakkı tanınmayacağı muhakkaktır. Kaldı ki, her emrin terkiyle bir nehiy işlendiğinden, bu dünyadan tâat ve ibadetsiz göçen kimse, âhirete eli boş gitmek yerine, torbasına nice is­yanlar ve günahlar doldurarak gitmektedir. Böyle bir yolculuk ise ancak cehennemde son bulur.

O hâlde akıllı bir insanın yapacağı şey buraya kadar olan seyahatini Rabb-ı Rahîm’in lûtfuyla sürdürdüğünü nazara alıp, ölümden sonraki se­yahatinde de lûtuflarla karşılaşmak için O Zat-ı Zülcelâl’in emirlerine harfi­yen riayet ve nehiylerinden azamî hassasiyetle kaçınmak olacaktır.

Cenâb-ı Hakk’ın, insanın ibadetine hiçbir ihtiyacı olmadığı gibi, onun isyanından da -haşa- bir zarar görmemektedir. Her iki hâlde de sadece in­sanın fayda ve zararı söz konusudur. Bu nizamı kuran Sâni-i Hakîm, Cennetin yolunun nasıl olduğunu da insanlara bildirmiş bulunmaktadır. Ebedî saadete mazhar olmak isteyenler, bu yolda dikkatle yürüyecekler ve ömürlerinin sonuna kadar bu yoldan inhiraf etmeyeceklerdir. Şöyle ki:

Erzurum’dan İstanbul’a gitmekte olan bir kimse, yolculuğunun sonuna kadar ana yoldan sapmayacaktır. Son saatte yolunu değiştiren bir kimsenin İstanbul’a gidemeyeceği ve daha önce doğru yolda olmasının da neticeye tesir etmeyeceği muhakkaktır. Âhiret yolculuğumuzu bu şuurla sürdürecek ve âkibetimizden de daima korkup Rahmânü’r-Rahîm’in rahmetine iltica edeceğiz.

Mehmed Kırkıncı

Anı Yaşama…Çarşı Pazar Ağalığı

Behlül Dânâ Hazretleri bir gün Harun Reşid’den bir vazife istedi. Harun Reşid de ona çarşı pazar denetimini verdi.
Behlül Dânâ Hazretleri hemen işe koyuldu. İlk olarak bir fırına gitti. Birkaç ekmek tarttı hepsi normal gramajından noksan geldi. Dönüp fırıncıya sordu:
-“Hayatından memnun musun, geçinebiliyor musun, çoluk-çocuğunla ağzının tadı var mı?” Adam da her soruya olumsuz cevap verdi. Memnun olduğu bir şey yoktu.
Behlül Dânâ Hazretleri bir şey demeden ayrıldı ve bir başka fırına geçti. Orada da birkaç ekmek tarttı ve gördü ki bütün ekmekler gramajından fazla geliyor, eksik gelmiyor. Aynı soruları bu fırının sahibine de sordu ve her soruya olumlu cevap aldı.
Bundan sonra başka bir yere uğramadan doğru Harun Reşid’in huzuruna çıktı ve yeni bir vazife istedi. Harun Reşid: “Behlül daha demin vazife verdik sana ne çabuk bıktın?” der. (Mehmet Kerimoğlu, Sufi Hikâyeleri, Karanfil Yay. İst. 2004 )
Behlül Dânâ Hazretleri:“Efendimiz çarşı pazarın ağası varmış. Benden önce ekmekleri tartmış, vicdanları tartmış, buna göre herkes hesabını ödemiş, bana ihtiyaç kalmamış.” der.
Cenab-ı Hak tarafından “En güzel biçimde yaratılan.”(Tin,4) insan, yaşam adına kendisinden beklenen aynı güzelliği gösterememektedir. Kendisinden sadece kul olması istenen insan, hayat şartlarını ve zamanının olmadığını bahane ederek, sorumluluklarını yerine getirme konusunda ikilem içinde kalmaktadır.
Cenab-ı Hakk’ın; “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât,56) buyurduğu ve görevi sadece Allaha kulluk olan insan, çoğu zaman yaradılış gayesi dışına çıkmaktadır. Söylem olarak en iyi şekilde kul olmak istediğini söyleyen insan, davranış olarak söylemlerin tersini yapmaktadır.
Rızkına Cenab-ı Hak tarafından kefil olunan insanoğlu “Hakikat insan için, kendi çalıştığından başkası yoktur.” (Necm,39) ayetine rağmen; sanki kendisine taksim edilenden daha fazlasını alabilecekmiş gibi istek ve heves içinde bulunmaktadır. Bu istek ve heves, insanın, kendine verilen sorumluluk ve kulluk bilincini unutmasına sebep olmaktadır.
Gönderiliş gayesi Rabbine kulluk bilincini unutan insan, mutlu olmak için farklı alanlara yönelmektedir. Mutluluğu ve huzuru Rabbine kul olmakta aramak yerine başka etmenlerde arayan insanlara, Cenabı Hak gelecek kaygısı ve anı yaşayamama sıkıntısı vermektedir. Buna bağlı olarak insanlar da geçmişine yönelik pişmanlık ve gelecek kaygısı için kıvranıp durmaktadırlar.
Allah’a kul olma konusunda söylemleriyle davranışları arasında tutarsızlık içinde olan insan, bu haliyle hem bu dünyasını hem de öbür dünyasını sıkıntıya sokmaktadır.
Ebû Osman Hîrî Hazretlerine; “İnsanların içine nereden geldiği bilinmeyen keder nasıl çöker?” diye sorulunca; “Ruh, insanın işlediği günahları ve kötülükleri unutmaz. Nefs ise bunları unutur. Ruh, nefsin mahvolduğunun farkına varır ve bu sebeple insanın içine bir keder çöker. İnsan bunun sebebini anlayamaz.” der. (Evliyalar Ansiklopedisi, Türkiye Gazetesi, İst.1992)
İnsanlar, Allah’a kulluklarını unuttukları zaman Cenab-ı Hak tarafından kendilerine tarif edilmeyen sıkıntılar verilmektedir. Adını kendilerinin de koyamadıkları bu sıkıntılardan kurtulmak için insanlar değişik yerlerde ve farklı çevrelerde aramaktadırlar.
“Abbasi Halifesi Harun Reşid bir Ramazan günü Behlül Dânâ’ya tembih etti:
– Akşam namazında camiye git, namaza gelen herkesi iftara davet et.
Akşam oldu, namaz kılındı, namazdan sonra Behlül 5-10 kişilik bir grupla çıkageldi. Harun Reşid şaşırdı:
– Behlül bunlar kim? Ben sana namaza gelen herkesi saraya iftara çağır diye tembih etmedim mi? Sen o kadar cemaatin arasından bir sofralık bile adam getirmemişsin.
Efendimiz, siz bana camiye gelenleri değil, namaza gelenleri iftara çağır dediniz. Namazdan sonra bendeniz cami kapısında durdum, çıkan herkese hocanın namaz kıldırırken hangi sureyi okuduğunu sordum. Onu da yalnız bu getirdiğim kişiler bildi. Camiye gelen çoktu ama namaza gelen demek ki yalnız bunlarmış.” (Mehmet Kerimoğlu, Sufi Hikâyeleri, Karanfil Yay. İst. 2004)
Günlük yaşamında anı yaşama bilinci gelişmeyen bu insanlar, kulluk vazifelerini yerine getirirken de anı yaşamayacaklardır. Günlük hayatta insanların, zaman yetersizliği gibi bahanesinden ve aceleciliklerinden dolayı ibadetlerinde de anı yaşayamadıklarına şahit olmaktayız.
Bazı insanların oruçlu olmanın şuuruna varmak ve anı yaşamak yerine; açlığa bağlı olarak sinirlilik, sabırsızlık, iftara kadar zaman öldürmek gibi davranışlar sergilediğini ve kulluğun hazzını yaşayamadığını görüyoruz.
Camiden çıkarken acelece çıkma, günlük namazları camide kılmama, namazları tadili erkâna riayet etmeden kılma, namazlardan sonra tespih çekmeme ve dua yapmama, namaz sonrası duaları kısa veya yarı kalkerken yapma gibi durumlar kişinin kullukta ve ibadette anı yaşamadığını göstermektedir.
Kuran-ı Kerim’i normal kitap gibi okuma, elindeki tespihi öylesine çekme, namazını hareketten öteye götürememe insanların kulluk bilincinin farkına varamadıklarını göstermektedir.
Zamanın kısıtlığından şikâyet eden bu insanlar, ibadetleri ifa etmede yavaş davranırken ibadetleri eda ederken de aceleci davranırlar. Yine bu insanlar film, maç, eğlence gibi konulara hem zaman bulma hem de anı yaşama konusunda cömert davranmaktadırlar.

Mehmet Emin Karabacak

cocukaile.net

İbadet Nedir?

İBADET: Allah’ın emirlerini yerine getirmek, yasaklarından sakınmaktır.

İBADET: İmanın altı şartının , Ruhda ve kalbide olan bilkuvve mevcudiyetinin , zuhura çıkması , hayata aksetmelidir.

İBADET: İtaat, inkıyad ve teslimiyettir.

İBADET: İnandığı gibi yaşamaktır.

İBADET: Her türlü kusurdan münezzeh, her türlü Kemal ile muttasıf olana, aciz, fakr, noksan olanın, sınırsız mutlak itaatidir.

İBADET: Hac süresinde, GÖKLERDE VE YERYÜZÜNDE OLANLAR, GÜNEŞ, KAMER, YILDIZLAR, DAĞLAR, AĞAÇLAR, YERDE DEBELENEN BÜTÜN CANLILAR… ALLAH A SECDE ETTİKLERİNİ GÖRMEDİN Mİ ..? VE İNSANLARIN BİRÇOĞUNUN DA, SECDE ETTİKLERİNİ. İNSANLARIN BİRÇOĞUNU DA (secde ve itaat etmedikleri için )AZABA MÜSTEHAK OLDUKLARINI. Mealindeki ayeti kerimede ifade edilen , Şeriat-ı Kevniyeye göre, fıtraten, umum mevcudatın yaptıkları külli ibadete, kelam sıfatından gelen Şeriat-ı İslamiyeye, kendi iradesiyle katılmaktır. Topyekün, kainata, onun külli ibadetine, inanarak bilerek, iradesi ile tabi olmaktır.

İBADET: Kainatın efendisinin davetine icabetle, sünneti seniyyesine uymaktır.

İBADET: Kişinin HİÇ olduğunun farkına vararak, HEP olanda, sonsuz planda sıfırlanmaktır.

İBADET: Nefisten, Cinni ve insi şeytanlardan gelen, aykırı davranış ve kusurlardan, Allah’a sığınmaktır. Sadece ona kul olmak sadece ondan yardım beklemektir.

İBADET: Sadakattır, fikirdir, zikirdir, şükürdür.

İBADET: Sadece ona kul, köle, hizmetkar olarak, ondan başka her şeye karşı, hür olmaktır. Onun Aziz dediklerinin izzetini kabul , onun zelil bildirdiklerini zelil bilmektir.

İBADET: Onun sevdiklerini sevmek,onun buğzettiklerine buğzetmektir.

İBADET: Bütün iş ve davranışları için , Allah (CC) dan vize almaktır.

İBADET: İnsan-ı Kamil olmanın tek yoludur.

İBADET: Fena FİLLAH yolu ile BEKA BİLLAH ULAŞMAKDIR.

…BEKA BİLLAH OLABİLSEK ne Mutlu

Abdülhamit Oruç

Ayasofya

Bir zamanlar ilâhi bir seda yükselirdi

Günde beş kez Allah’ın şanını yüceltirdi

 

Müminleri çağırır Mevlâ’nın huzuruna

Herkesi davet eder Yaradan’ın nuruna

 

Bu çağrı Ayasofya Camiinden çıkardı

Pasaklaşmış kalpleri pak ve temiz yıkardı

 

O bir cennet kapısı bir nur meşalesiydi

Gönüllerde akacak iman şelalesiydi

 

Yükselirdi her zaman oradan Hakk’ın sesi

Oradan açılırdı müminlerin nefesi

 

İstanbul’u fethinde Fatih Sultan Mehmet Han

İbadete açtırdı Ayasofya’yı o an

 

Tekbir sedalarıyla çınlanırdı her taraf

Müminler namaz için toplanırlardı saf saf

 

Şimdi ise müşrikler onda dolup taşıyor

Aklı olan her kişi bu duruma şaşıyor

 

Zira müze yapıldı Ayasofya Camisi

Müslüman bir ülkede hiç çıkmadı hamisi

 

Öksüz bir yavru gibi himayesiz kalmıştı

Mümin geçinenler de tam gaflete dalmıştı

 

Oysa yüz karasıdır bütün Müslümanlara

Nasıl izin verdiler yazık olsun onlara

 

Hiç Allah’ın mabedi bir müze yapılır mı?

Yüce Mevla’dan başka kimseye tapılır mı?

 

Hani o bülbül gibi şakıyan minareler?

Hani günde beş vakit tekbir getiren diller?

 

Fakat bu böyle kalmaz mabede açılmalı

Oradan gönüllere vaazlar saçılmalı

 

Yükselsin tekbir sesi yüce minarelerden

Yüce Allah’ın adı işitilsin her yerden

 

Ey şanı yüce Rabbim yardım et müminlere

Kâinatta bulunan mümin ins ve cinlere

 

İstiyorum susmasın minareler lal gibi

Müslüman uyumasın durmasın aptal gibi

 

Onlara bir şuur ver uyanmak nasip eyle

Birlik ve beraberlik içinde kaim eyle

 

İlâhi Tanyeri’nin duasını kabul et

AYASOFYA’da namaz kılmayı da nasip et

 

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

www.NurNet.org