Etiket arşivi: kader

Kader ve Tevekkül

Tevekkül, Allah’a güvenmek; dünyaya ve âhirete ait maksatlara ulaşmakiçin gereken bütün tedbirleri aldıktan ve sebeplere tam riayet ettikten sonra, neticeyi Allah’tan beklemek ve tesiri O’ndan bilmektir.

Tevekkül, iki kısımdır. Birisi, peygamberler ve onlara yakın mürşitlerin tevekkülü; diğeri de bütün müminlerin tevekkülüdür.

Peygamberlerin tevekkülü, bütün sebepleri de ortadan kaldırarak, yalnız Allah’a itimat etmeleri, neticeyi O’ndan bilmeleri ve O’ndan gelen her şeye şükür etmeleridir. Hazret-i İbrahim (as.) ateşe atıldığında, kendisine; “Halini Allah’a arz et!” diyen Cebrail’e (as.) “Allam-ül Ğuyub olan Allah’ın hâlimi bilmesi yeterlidir, niyazımı arzetmeye gerek yoktur.” demesi bunun güzel bir örneğidir.

Medine’ye hicretleri sırasında Hazret-i Ebu Bekir-i Sıddık’la beraber Sevr mağarasında bulunan Peygamber Efendimizin (asm.), kendilerini öldürmek için takip eden müşrikleri görünce telaşlanan Hz. Ebu Bekir’e (r.a)

“Mahzun olma. Allah bizimle beraberdir.” 41

buyurması, O’nun (asm.) tevekkülde de emsalsiz olduğunu göstermektedir.

Müminlerin tevekkülü ise, bütün sebepleri hakkıyla yerine getirip neticeyi yalnız Allah’tan beklemeleridir. Gerekli sebeplere riayet etmeden tevekkül edilmez. Nitekim Hazret-i Peygamber Efendimiz (asm.) devesini salıvererek Allah’a tevekkül ettiğini söyleyen bir bedeviye

“Deveni bağla da öyle tevekkül et.”42

buyurmuşlardır.

Tevekkülün esası gerekli sebeplere başvurduktan sonra, insanlardan bir şey beklememek, sebeplere güvenmemek ve her neticeyi yalnız Allah’tan bilmektir. Muhtaç olmamak için çalışmak, hasta olunca ilaç kullanmak, tevekkülün gereğidir.

Cenab-ı Hak, hikmetinin gereği olarak dünyadaki her şeyi bir sebebe bağlamıştır. İnsanların bu sebeplere riayet ederek gayret göstermeleri vaciptir. Nitekim Cenab-ı Hak,

“İnsana çalıştığından başkası yoktur.”43

buyurarak çalışmanın vacip olduğuna işaret etmiştir. Hazret-i Peygamber Efendimiz (asm.) de “Çalışan Allah’ın dostu ve sevgilisidir.” buyurmakla, insanları çalışmaya teşvik etmiştir.

İslâmiyet’in emrettiği tevekkülü iyi anlamayan bazı kimseler, sathî bir görüşle tevekkülü tembellik, miskinlik ve zillet olarak anlamışlardır. Özellikle Batılı kaynaklar İslâm’da tevekkülü kasten böyle göstermekte ısrar etmektedirler. Onun için, tevekkülü ayrı olarak ele almayı ve açıklamayı zaruri gördük.

Bediüzzaman Hazretleri tevekkülü şöyle tarif eder:

“Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki esbabı dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek; esbaba teşebbüs ise, bir nevi dua-i fiilî telakki ederek; müsebbebatı yalnız Cenab-ı Hakk’tan istemek ve neticeleri ondan bilmek ve ona minnettar olmaktan ibarettir.” 44

Burada önce esbab ve müsebbebat tâbirleri üzerinde kısaca duralım.

Esbab (sebepler), vasıtalar ve şartlar mânâsına gelmektedir. Cenâb-ı Hak dünyevî ve uhrevî her neticeyi birtakım şartlara ve sebeplere bağlamıştır. Bu, Hak Teâlâ’nın değişmez bir kanunudur. Sebeplere takılan neticelere de“müsebbebat” denmektedir. Meselâ ibâdetler sebep, ebedî saadet ise müsebbebtir. Aynı şekilde ağaç sebep, meyve müsebbebtir. Veya güneş, toprak, su ve hava birer sebep kader tevekkulolarak düşünüldüğünde, ağaç müsebbeb olur. Sebepleri de müsebbebleri de yaratan Cenâb-ı Hakk’tır.

Tesirleri olmasa da sebepler, Allah’ın kanunları olup, bunlara riayet etmeyenler neticelerden mahrum kalırlar. İşte, tevekkül, sebeplere riayet ettikten sonra neticeyi Allah’dan beklemek, O’na itimat etmek ve O’ndan gelecek her şeyi-arzumuza uysun veya uymasın-rıza ve memnuniyetle karşılamak demektir. Yoksa sebep ve şartları bir tarafa itmek, İslâm’ın tevekkül anlayışı ile bağdaşmaz.

Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur:

“Azmettiğin zaman Allah’a tevekkül et.” 45

Bu ayetten de açıkça anlaşıldığı gibi, çalışmayıp oturarak tevekkül edilmez. Allah’a güvenmeyen kimse, ya kendisine veya sebeplere itimad edecektir. Kendisinin ve sebeplerin gayet âciz olması cihetiyle, insan ancak bütün sebepleri yaratan ve o sebeplerin eli ile insana hadsiz lütuf ve ihsanda bulunan Erhamü’r-Rahimîn’e istinad etmekle kalben huzur bulabilir.

Cenâb-ı Hak, insanı maddesi ve mânâsı ile bu âlemden süzmüş ve onu kâinat ağacına bir meyve hükmünde yaratmıştır. Bu yaratılış sebebiyle, insanın kâinatla her bakımdan alâkası vardır. Hangi işi yapmak istese önce o işe teşebbüs edecek, daha sonra da bu âlemde kendisine yardımcı olacak sebeplere riayet edecektir. Nefsî teşebbüsle haricî sebeplerin bir araya gelmesi, neticeyi Allah’dan istemek için fiilî bir duadır. Neticeyi yaratacak olan ancak O’dur. İşte tevekkül bu noktada başlar.

Bu hakikati bir misâlle izah edelim:

İnsan, buğday elde etmek istediği zaman tarla ile bir cihette el ele verir. Onu sürer, eker ve sular. Böylece şahsen teşebbüs etmekle birlikte sebeplere de riayet ettikten sonra Allah’a tevekkül eder ve neticeyi kalb rahatı ve rıza ile bekler.

Bu misâlden anlaşıldığı üzere sadece insanın teşebbüsü neticeye kâfi gelmediği gibi, insan teşebbüs etmedikçe tarla, su, tohum gibi sebepler de neticeyi meydana getirememektedir. Bu, Cenâb-ı Hakk’ın bir kanunudur. O’ndan buğday istemenin yolu, ferdin o işe teşebbüsü ve sebeplere uymasıdır.

Şimdi, İslâm’ın tevekkül esasına karşı gelenlere şunu soralım: Misâldeki adamın, elinden gelen herşeyi yaptıktan, her sebebi ve şartı yerine getirdiktensonra, tevekkül etmeyip evinde bir kış süresince merak ile rahatsız olması mı daha iyidir, yoksa: “Beni benden iyi bilen, bana benden daha şefkatli olan Rabbimden ne gelirse hoştur. Ana rahminde, o karanlık menzilde, beni şefkatle besleyen, dünyaya geldiğimde ise baba ocağını ve anne kucağını benim imdadıma gönderen; dağları madenleriyle, bağları meyveleriyle, denizleri balıklarıyla bana hizmetkâr eden o Hâlık-ı Kerîm benim için ne takdir ederse onda hayır vardır. Benim kudret ve kuvvetim gibi fikrim de kısadır. Hangi âzâları almamın hakkımda hayırlı olacağını ana rahminde bilemediğim gibi, hangi neticenin öteki âlemde lehime olacağını da bu âlemde bilemiyorum. O halde, O’na tevekkül ve itimad ediyorum.” deyip neticeyi sabır ve rıza ile beklemesi mi daha iyidir? Veya bir hastanın, doktorun verdiği ilaçları kullandıktan sonra Allah’a tevekkül ederek sabır içinde şifâ taleb etmesi mi, yoksa tevekkül etmeyerek neticeyi aşırı bir merakla beklemesi ve mânen perişan bir vaziyete düşmesi mi daha iyidir?

Bu hakikate ârif olan bir mü’min şöyle der:

“Yâ Rabbi, benim irade ve arzu ettiğimi bana ihsan buyurursan hamd ve şükrederim. Eğer irade ettiğimin aksini tecellî ettirirsen, senin irade buyurduğunu memnuniyetle kabul eder ve onu benim arzumdan bin kat daha fazla sürûrla karşılarım.”

Görülüyor ki, tevekkül Müslümanlar için bir zaaf ve tembellik kaynağı değil, bir kuvvet hazinesidir. Tevekkül insana her zaman metanet ve şecaat kazandırır. Korku ve hastalıklara karşı en güzel bir devâ olan tevekkül, insana büyük bir kuvvet ve cesaret verir. İnsanın cüz’î iradesi dışında cereyan eden umumî âfetler, hastalıklar ve musibetlerde tevekkül, mü’min için en güzel bir teslimiyet ve teselli kaynağıdır. Ölüm döşeğindeki bir hastaya tevekkülün sağladığı huzur ve sürûru hangi şey temin edebilir?

İşte, yukarıda birkaçına işaret ettiğimiz faydaları ve hikmetleri içindir ki, Allah-u Teâlâ, tevekkülün önemini birçok âyetlerde belirtmiş ve Müslümanları tevekküle teşvik etmiştir.

Evet, tevekkül, Allah’a ve kadere inanmanın bir neticesidir. Tevekkül eden kimse, bütün kalbiyle Allah’a teslim olur ve O’nun verdiğine razı olur. Fakat kadere teslim olmak tembelce oturmayı, her şeyden el etek çekmey gerektirmediği gibi, tevekkül de tembellik ve miskinliği gerektirmez. Zira ekmeden biçmek, amelsiz cennete gitmek mümkün değildir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v),

“İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır.” ve

“Veren el, alan elden daha hayırlıdır.”

buyurarak, çalışma ve gayretin önemini vurgulamıştır.

Bediüzzaman Hazretleri de

“ Ataletin mücazatı sefalettir, sa’yin sevabı servettir.”46

buyurmuştur.

Maddî ve manevî terakki eden milletler, insanlık âleminin hakimi, medeniyetin de üstadı olurlar. Eskiden zillet ve meskenet içinde yaşayan Avrupalılar, ticaret ve sanatta zirveye ulaşmış olan Endülüs’ü kendilerine örnek alarak ilerlemişler ve bugünkü duruma gelmişlerdir. İslâm’ın ‘çalış’ emrine uymayan milletler de gelişmiş devletlerin tahakkümü altına girmeye mecbur olmuşlardır.

Ticaret ve sanat bir milletin kanı ve canı hükmündedir. Zenginlik, ticaret, ziraat ve sanata bağlıdır. İktisaden güçlü olmayan devletler siyasi yönden de başarıya ulaşamazlar.

Kadere iman, Müslümanların geri kalmalarını değil, aksine daha çok çalışmalarını ilim ve marifet sahasında yükselmelerini emreder. Zira beşeriyetin maddi ve manevi saadet ve terakkisini temin edecek en mühim sebep çalışma ve gayrettir. Tembelliğin İslâm’da asla yeri yoktur.

İnsanın kendi tembelliğinden dolayı sefalete düşmesi ve onu kadere havale etmesi, kaderi anlamamasındandır. İslamiyet tevekkül ve kadere imanı çalışmaya bina edilmiştir.

Peygamber Efendimiz (asm.)

“Sizin hayırlınız dünyası için âhiretini, âhireti için de dünyasını terk etmeyendir.”

buyurmuşlardır. İnsanın “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi âhirete çalışması” aklın ve hikmetin gereğidir. Bir ayette de mealen şöyle buyrulur:

“Allah’ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini unutma.”47

Demek ki, tevekkül eden bir insan, hem dünyaya, hem de ahirete ait işlerini beraberce yürütür. Dünya nimetlerinden faydalanmak için elinden geleni yapar, ahiretini de dünya için asla ihmal etmez.

Elbette en bahtiyar odur ki: Dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, malayani şeylerle ömrünü telef etmesin; kendini misafir telakki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin; selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.” 48

hakikatına uygun yaşar.

Kur’ân-ı Kerîm’in her emir gibi, tevekküle teşviki de insanlara dünya ve âhiret saadeti bahşetmektedir. Bir mü’min kendi iktidarı dâhilinde olan bütün imkânları kullandıktan ve bütün şartları yerine getirdikten sonra neticeyi Allah’tan bekler. Eğer, netice kendi arzusu istikametinde olursa, Cenâb-ı Hakk’a şükreder; aksi hâlde de “Rabbim bana benden daha şefkatlidir. Benim iradem gibi şefkatim de cüz’îdir. O halde, o nihayetsiz Rahmet Sahibine tevekkül ediyorum. O’ndan gelen her şey güzeldir. O’nun verdiği
dert de derman olur, vermemesi de vermektir.”
diyerek, huzur bulur ve âhireti için mühim bir hayır kazanmış olur.

Hazret-i Lokman’ın oğluna yaptığı tavsiyelerden biri de başkalarına muhtaç olmamak için çalışmasını istemesidir. Peygamber Efendimiz (asm.) şöyle buyurmuştur:

“Evlatlarının nafakasını temin için ticaret yapanlar, Allah yolunda muharebe edip, şehit olanlar gibidir.”

İnsanın ruh ve cismini istila eden en kötü huy tembelliktir. Zira tembellik, insanı dünya ve âhiretine ait ihtiyaçlarını yerine getirmekten men eder, kötü işler yapmasına vesile olur.

Peygamber Efendimiz (asm.)

“Ya Rabbi! Tembellikten sana sığınırım.”49

buyurarak, tembelliğin ne kadar kötü bir sıfat olduğunu vurgulamıştır.

Tembellik, yoksulluğun ve sefaletin kaynağıdır. Her türlü selamet ve saadeti mahv eden ve insanı zillete düşüren sebeplerin en büyüğüdür. Dünya ve âhiret için zararlı olan her şeyin başı tembelliktir.

Bundan dolayıdır ki, bütün peygamberler çalışmayı emretmiş ve kendileri de bizzat çalışmışlardır. Bütün peygamberler, tevekkülün esası olarak, kimseden minnet almamak için çeşitli meslekler ile uğraşmışlardır. Mesela, Hazret-i Âdem (as.) ziraat ile Hazret-i İdris (as.) terzilik ile Hazret-i Musa (as.) çobanlık ile Peygamber Efendimiz (asm.) ise ticaret ile meşgul olmuşlardır.

Peygamber Efendimiz (asm) “Çalışmak âdetim, tevekkül hâlimdir.” buyurmuş; çalışmayı ve gayreti teşvik etmiştir.

Ruhunda aşk ve şevk olan bir insan, hangi işe teşebbüs ederse etsin, onda başarıya ulaşır ve madden ve manen terakki eder.

Şunu da belirtelim ki, bir harpte düşmana karşı galip gelmek için, en tesirli silâhlarla donanmak, harp kaidelerine harfiyyen riayet etmek, sonra zaferi Allah’tan beklemek ve O’na güvenmek lazımdır. Bir ayette mealen şöyle buyurmaktadır:

“Karşıtlarınızı caydırmak için olanca gücünüzle kuvvet hazırlayın!”50

Bu ayet, bütün ehl-i imana hitap etmektedir. Düşmana karşı zamanın icabına göre kuvvet hazırlamak gerekir.

Düşmanın saldırılarını önlemek için yeteri kadar kuvvet toplamak bütün Müslümanlar üzerine vaciptir. Zamanın icabına göre silah icat etmek İslam’ın mühim bir emri ve tevekkülün icabıdır. Bu hal sadece belli bir zamana mahsus olmayıp, kıyamete kadar geçerlidir. Aksi halde namus ve izzetimizi, vatan ve milletimizi koruyup muhafaza edemeyiz, perişan oluruz.

Peygamber Efendimiz (s.a.v) bu ayetin tefsirini yaparken şöyle buyurmuştur:

“Ey Ashabım! Dikkat edin! Kuvvet atmaktır, kuvvet atmaktır, kuvvet atmaktır.”

Atmak, sadece ok atmak anlamında değil, zamanın gerektirdiği silahı kullanmak demektir.

Bugün dünyanın birçok yerindeki Müslümanlar, güçleri olmadığından söz sahibi olamıyor ve haklarını da koruyamıyorlar. Cenab-ı Hakk’ın “kuvvet hazırlayın”emrine uymayan ve tevekkülün gereğini yerine getirmeyen Müslümanlar, şefkat ve merhametten yoksun, canavarlaşmış bir avuç Yahudiye mağlup olmaktadır. Başka bir ifadeyle kâfirin attığı bomba, Müslüman’ın attığı taşa galip gelmektedir.

Bediüzzaman Hazretleri: “Madem el hakku ya’lu haktır. Neden kafir müslime, kuvvet hakka galiptir?..” sorusuna verdiği müstesna cevabın bir bölümünde şöyle buyurur:

“Kuvvetin bir hakkı var, bir sırr-ı hilkati var.”

Buna göre, düşmana galip gelmemiz için, kuvveti elimizde bulundurmamız lazımdır. Biz zayıf düşersek ve kuvvet düşmanın elinde olursa, düşmanın bu kuvvet ile bize galip gelmesi kaçınılmazdır.

Şunu da belirtelim ki, Cenab-ı Hakk’ın bu dünyadaki nimetleri herkese şamildir. Hava, güneş ve su gibi nimetlerden herkes istifade ederler. Burada mü’min ile kâfir, ibadet eden ile etmeyen ayrımı yoktur. Bu dünyada kim daha çok çalışırsa, Cenab-ı Hak, Âdil isminin gereğince ona verir.

Bunu bir misalle açıklayalım: Biri Müslim, diğeri gayr-i Müslim olan iki komşu düşünelim. Gayr-i Müslim olan kişi, evinin önündeki bahçesine çeşitli meyve ağaçları dikti ve onların gerekli bakımını yaptı. Müslüman olan kişi de sadece ibadetle meşgul oldu ve bahçesine herhangi bir meyve ağacı dikmedi. Şimdi bu meyve ve sebzeleri kim yiyecek? Elbette ki, gayri müslim. Cenab-ı Hak, âdil olduğundan onun çalışmasının ve emeğinin karşılığınıverecek ve o da o meyve ve sebzelerden istifade edecektir. Sadece ibadetle meşgul olan Müslüman ise, meyve lerden mahrum kalacak, komşusunun meyvelerine muhtaç olacaktır. Ancak yapmış olduğu ibadetlerinden dolayı Allah’ın lütuf ve keremi olarak cennetteki nimetlerden istifade edecektir. Hâlbuki o mü’min, ibadetlerini yapması yanında bahçesine meyveli ağaçlardan dikip, gerekli bakımını yapmış olsaydı onların meyvelerinden bu dünyada da faydalanmış olacaktı.

Tevekkül konusunu, marifet âleminin en büyük sultanlarından ve Kur’ân-ı Azimüşşân’ın senâsına mazhar olmuş bulunan Hazret-i Ömer (r.a.) ile ilgili iki tarihî hâdiseyi naklederek tamamlayalım:

Medine’den bir kısım sahâbe-i kirâmı yanına alan Hz. Ömer (r.a.) hicretin on sekizinci yılında, teftiş niyetiyle Şam’a doğru yola çıkar. Şam Valisi ve Suriye ordusu komutanı olan Hz. Ebû Ubeyde İbn-i Cerrâh, Hz. Ömer’in Şam’a doğru geldiğini öğrenince onu karşılamaya gelir. Bir konak yerinde buluştuklarında, Hz. Ebû Ubeyde, Şam’da veba ve tâun hastalığı olduğunu haber verir. Bunun üzerine Hz. Ömer, ashâbın ileri gelenleriyle bu konuyu müşavere eder. Müşavereye katılanların bir kısmı, “Tevekkelnâ ala‘llah, buraya kadar geldik; Şam’a gidelim.” derken, diğerleri “Geri dönelim..” diye reylerini beyân ederler. Hz. Ömer de bu ikinci görüşe katılır ve geri dönmeye karar verir. Bunun üzerine Hz. Ebû Ubeyde:

– Yâ Ömer, Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun, şeklinde itirazda bulunur. Hz. Ömer:

– Keşke bu sözü senden başkası söyleseydi. Evet, yâ Ebâ Ubeyde, ben Allah’ın bir kaderinden yine Allah’ın diğer bir kaderine kaçıyorum, şeklin decevap verir ve şunları şöyler:

– Yâ Ebâ Ubeyde, farzet ki senin develerin var. Şu arazinin bir tarafı çayır ve çimenlik, diğer tarafı çorak ve susuz. Sen eğer o develeri çayır ve çimenli yerde otlatırsan, Allah’ın kaderi ile otlatmış olursun. Yok, eğer çorak ve susuz yere o develeri bırakırsan, yine o işi Allah’ın kaderi ile yapmış olmaz mısın?

Bu sohbete sonradan katılan Hz. Abdurrahman İbn-i Avf (r.a.) konuya vâkıf olunca şöyle der:

– Yâ Ömer, benim bu hususta malûmatım vardır. Bu mesele ile ilgili olarak Resûl-i Ekrem’den (s.a.v.) şöyle işittim. Buyurdular ki: Bir yerde veba olduğunu işittiğiniz zaman oraya gitmeyiniz. Siz orada bulunuyorsanız, o zaman o yerden çıkmayınız.

Hz. Ömer (r.a.), bu hadîsi işitince, çok memnun olur ve içtihadının isabetinden dolayı Cenâb-ı Hakk’a hamd eder.

Bu hadîse Hz. Ömer’in tevekkül ve kader anlayışının güzel bir ifâdesi ve tarihî bir şahididir.

Tevekkül ile ilgili açıklamalarımızda, Cenâb-ı Hakk’ın âhiret saadeti için de birtakım şartlar ve sebepler tâyin ettiğini ifâde etmiştik. Bunlara riayet etmeksizin ebedî saadet hakkında Allah’a tevekkül etmek İlâhî kanunlara muhalefettir. İslâmiyet böyle bir tevekkülü de reddeder. Bazı kimselerin uhrevî amellerde tevekkülü yanlış anlayarak, İlâhî emirlere riayette ve yasaklardan kaçınmakta hassasiyet göstermeden, Allah Gafûr ve Rahîm’dir, diyerek kendilerini tesellî ettikleri görülmektedir. İşte Hz. Ömer’le ilgili olarak nakledeceğimiz ikinci tarihî hâdise bu yanlış anlayışa güzel bir cevaptır.

Hz. Ömer, Mâbud-u Bilhakk’a lâyıkıyla ibâdet edememekten muzdarip olur, daima ağlar ve istiğfara devam ederdi. Bazen, ağlamaktan gözleri kararırdı. Âkıbetinin ne olacağından her zaman endişeliydi. Hz. Ömer’in (r.a.) bu inleyiş ve sızlayışına karşı bazı sahâbelerin:

– Yâ Ömer, neden bu kadar endişe ediyor ve sızlanıyorsun? Sen Aşere-i Mübeşşere’den51 değil misin? Sen, Cennet ile müjdelenmedin mi?

demeleri üzerine, Hz. Ömer, şucevabı verdi:

– Evet, ben Aşere-i Mübeşşere’denim. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın vaadi şarta bağlıdır. Söyleyiniz bana, Ömer şimdi namaz ve ibâdetini terk etse, Allah O’nu Cennet’ine koyar mı?

İşte, Hz. Ömer (r.a.) Cennet’le müjdelenmesine rağmen ebedî saadetin sebeplerine riayet etmekten geri durmamış, yine âhireti için endişe ederek, ibâdet ve niyazında azamî hassasiyet göstermiştir. Bu hâl, Allah’ın rızasını ve ebedî saadeti elde etmek için bir duâdır.

Her iki hâdise de İslâm’daki tevekkülün güzel birer örneğidir.

İnsanın Cenab-ı Hakk’ın azabını düşünerek, akibetinden korkması gerekir. Bir insanın Allah’tan korkması ve akibetinden endişe etmesi yaratılışın ve aklın gereğidir.

Bundan dolayıdır ki, sahabeler ve bütün kâmil insanlar, akibetlerinden daima endişe edip, hüsn-ü akibet için her an Allah’a niyazda bulunmuşlardır.

Mehmed Kırkıncı

Dipnotlar:

41. Tevbe Suresi 9/ 40.
42. Tirmizi, Sıfat’ül-Kıyame, 60.
43. Necm Suresi, 53/39.
44. Sözler.
45. Âl-i İmrân Suresi 3/159.
46. Mektubat.
47. Kasas Suresi, 28/77.
48. Mektubat.
49. Buhari, Cihad, 25, 74; Müslim.
50. Enfâl Suresi 8/60.
51. Aşere-i Mübeşşere, Resûl-i Ekrem Efendimizin (s.a.v) cennetle müjdelemiş olduğu on Sahâbedir. Bunlar: Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Abdurrahman bin Avf, Hz. Übeyde bin Cerrâh, Hz. Said, Hz. Sa’d İbn’i Ebu Vakkas, Hz. Talhâ ve Hz. Zübeyr bin Avâm (R. Anhüm).

Öyle Olmasaydı Böyle Olur Muydu?

Devrilen bir otobüs, otobüsün yanında kanlı bir ceset, cesedin etrafında kalabalık bir topluluk… Ve konuşmalar…

Biri “Binme şu otobüse dedim, dinlemedi. Sözümü tutsa şimdi hayatta olacaktı.” diyor.

Diğeri ilâve ediyor: “Bütün suç şoförde.”

Farklı yorumlar: “Şoförün ne suçu var kardeş. Kaderinde bugün ölmek varmış. Otobüse binmese başka yerde, fakat aynı saatte yine ölecekti.”

Yükselen itirazlar: “Olmaz öyle şey! Ne demek kaderinde varmış? Şoförün sarhoş bir halde yola çıkıp, direksiyon başında sızmasına ne demeli?”

Ve uzayıp giden tartışmalar…

Bu tür sözlerin söylenmesi için ille de büyük bir kaza olması da gerekmiyor. Hemen her yerde, her konuda “şöyle olmasa böyle olmazdı” veya “şu olsa bu olurdu” türünden konuşmalara şahit olmak mümkün.

Uluorta yapılan her yorum, kaderin ince bir meselesine temas ediyor. Nerede İslâmî ölçülere aykırı bir fikir varsa, orada, ya bâtıl bir mezhebin veya çürük bir felsefenin kokusu vardır. Şuurla veya şuursuzca yapılan hemen her yorum, bir fikir sisteminin uzantısı. Şimdi yukarıdaki olayı ve konuşmaları değerlendirelim.

Otobüs devrilmeseydi adam ölür müydü? Şoförün kabahati var mı? Bu olay için “kader” hükmünü verebilir miyiz?

Mutezile, “otobüse binmese veya kaza olmasa adam ölmezdi” diyor. Bunlar, “kul fiilini yaratır” diyen, kaderi reddeden ve sebeplere hakikî tesir veren bir anlayışa sahip. Cebriye ise, “otobüse binmeseydi veya otobüs devrilmeseydi bile, adam başka bir yerde, başka bir sebeple aynı saatte yine ölecekti” hükmünü veriyor. Bu anlayışa göre otobüsün kaderi ayrı, adamınki ayrıdır; insanın irâdesi yoktur, o denizde yüzen bir ceviz kabuğu gibidir. Bu durumda şoförün suçlu olduğundan söz edilemez elbet. Bilindiği gibi. Mutezile ve Cebriye, yanlış fikirleriyle İslâmiyet dairesinden çıkan iki bâtıl mezhebin adlarıdır.

Hak mezhep âlimleri ise derler ki, “Geçmişte kalan olaylara ve musibetlere kader nazarıyla bakılabilir. Allah, otobüsle ölüm olayını önceden biliyordu, bilmeyen bizdik, vukuundan sonra biz de öğrenmiş olduk. Gelecekteki olayları bilmiyoruz, kaderim böyleymiş deyip tembellik ve tedbirsizlik edemeyiz.” Sözgelişi, bir fakir, geçmişe bakarak, “kaderimde fakirlik varmış,” diyebilir, ama gelecek hakkında, “fakir olmak istikbâlde de benim ka- derimdir, ne yapsam nafile” deyip de yatamaz. Bu misâlden de anlaşılacağı üzere, biz otobüs ve kaza olayına “kader” diyebiliriz. Şoför meselesine gelince, o sarhoşken araba kullandığı ve kazaya sebep olduğu için elbette suçludur. Mâlûm kazanın kaderde yer alması onu kurtaramaz. Bu hususu da önce genişçe açıkladığımızdan sözü kısa kesiyoruz.

Gelelim asıl soruya: Otobüs devrilmeseydi adam ölür müydü? Bu hususta âlimlerimizin cevabı gayet kısa ve nettir:

“Bilemeyiz!”

Bazan bilememek en büyük ilim oluyor, burada da öyle. Çünkü sebep ile sonucun kaderi tektir, ayrı ayrı değildir. Kaderde biri diğerine ayrılmaz şart olmuştur. Burada otobüs kazası sebep, adamın ölümü ise sonuçtur. Bu hususta kaderin hükmü, “Adam otobüsün devrilmesiyle ölecek” şeklindedir. Otobüsün devrilmediğini farzedersek, öleceğine veya ölmeyeceğine ne ile hükmedeceğiz? Sebebi yok sayarsak, bu meselede kaderin hükümsüzlüğünü varsayıyoruz ki, o zaman biz neye dayanarak ölürdü veya ölmezdi diyeceğiz? Allah, aynı gün ve saatte başka bir sebep yaratıp adamı öldürebilir veya tersine öldürmeyebilir, bu O’nun sonsuz ilmine kalmış bir husustur.

Zafer Dergisi

Kaderin Mahkûmu Muyuz?

Evet, insan kaderin mahkûmudur. Fakat bu, kendi iradesiyle yaptığı fiillerde değil, erkek veya kadın olması, saçının rengi, boyunun uzun veya kısa olması gibi hususlardadır. İnsan kendi hür iradesiyle yaptığı fiillerde kaderin zorlamasıyla değil, bilerek isteyerek hareket etmektedir.

Bir zat değerli bir hoca efendiye der: “Hocam, benim kaderimde namaz kılmamak var”. Hoca efendi çeşmeyi gösterir ve der: “Kollarını sıvayıp şu çeşmede abdest al. Sonra şurada iki rekât namaz kıl. O zaman kaderinde namaz kılmak olacak.”

Evet, Cuma günü ezan okunurken camiye doğru koşanlarla aynı esnada meyhaneye doğru gidenler, kendi irâdeleriyle bu işi yapmaktadırlar.

“Kader beni bağlamış” diyenlere biri bir tokat atsa veya eşyasını çalsa “Ne yapayım, benim kaderimde tokat yemek, soyulmak: onun da kaderinde tokat atmak ve soymak varmış” dememeleri gösteriyor ki, bu inançlarında samimi değiller. Sırf ibadetten kaçmak, günâhlara rahatça dalmak için böyle söylüyorlar.

Böyle utanmaz kimselerin “Kader utansın” demeleri, haddi aşmaktan başka bir şey değildir.

Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Biz insana yolu gösterdik. İster şükreder, isterse küfreder” (İnsan, 3)

“De ki: Rabbinizden size hak gelmiştir. İsteyen imân etsin. İsteyen kâfir olsun.” (Kehf, 29)

“Allah cennete dâvet ediyor” (Bakara, 221)

Evet, cehenneme davet yok. Zira bu insan, cehennem için yaratılmamıştır. Fakat oraya gidenler de olacaktır. Meselâ devlet, okulları insanlar yetişsin diye açar. Fakat sınıfta kalanlar da olur, anarşistler de çıkar. Cenâb-ı Hak şöyle bildiriyor:

“Eğer inkâr ederseniz şüphesiz Allah size muhtaç değildir. Bununla beraber O kulları için küfre razı olmaz. Eğer şükrederseniz bundan sizin lehinize razı olur.”

(Zümer, 7)

Zafer Dergisi – İnanca Tuzak Kuran Sorular ve Cevapları

Genler mi Özgür İrade mi?

Fıtrat üzerinde en belirleyici husus genlerdir. Son dönem genlerde yapılan çalışmalar insanoğlunun sadece fizyolojik işleyişinde değil, psikolojik işleyişin zannedildiğinin çok ötesinde belirleyici olduğu gerçeğini ortaya çıkardı. Ve bu beraberinde bir tartışma meydana getirdi.

Acaba gerçekten insanın bir özgür iradesi var mı?

Çünkü genetik çalışmalar öylesine gerçekler ortaya koydu ki insanların suça eğiliminden, eşcinsellikten, eş seçimine, kişilik yapısına varıncaya kadar hayatında belirleyici rol oynayacak unsurlar hep genler tarafından belirleniyor.

Örneğin; Hollanda da üç kuşaktır gangster olan bir ailenin gen haritası çıkartıldı. Ve bu ailenin bireylerinin gangster olmasının sadece çevresel faktörlerle izah edilemeyeceği, bu aileye özgü bir genin bu durumun ortaya çıkışında, suça eğilimde ortaya çıkışında önemli rol oynadığı araştırmalar sonucu ortaya çıktı.

O ailede var olan bir gen kolesterolün olması gerekenden düşük olmasına neden oluyor. Düşük kolesterolde insanlarda şiddet, bencillik, suça eğilim, baskı, problemlerini şiddet ile halletme eğilimi açığa çıkartıyor.

Yine suça eğilimli insanlarda yapılan genetik çalışmalarda, o kolesterolün normalden düşük olmasına neden olan o genin o insanlarda da var olduğunu ortaya koyuyor.

Genler konusundaki çalışmalar henüz bu seviyeye ulaşmadan önce bu tür durumlar daha ziyade çevresel faktörler ile izah ediliyor idi. Elbette ki çevrenin etkisi yadsınamaz. Ama bununla birlikte genetik faktörlerin etkisi de göz ardı edilemez. Sadece bu konuda değil, eş seçiminde de önemli rol oynuyor.

İsviçreli bir bilim adamı tarafından yapılan meşhur Tişört Deneyi vardır.

Bir grup kadına, spor yapıp terleyen bir grup erkeğin atletleri koklatılıyor. Ve onlardan tercih ettikleri bir atleti ayırmaları isteniyor. Onları görmedikleri halde sadece spor yaparken giydikleri atletlerini koklayarak bir tercihte bulunuyorlar. Ve kadınların tercih ettikleri erkeklerle genetik benzeşimleri üzerinde bir çalışma yapılıyor. MHC genine özellikle bakılıyor. Çok ilginçtir MHC geni kişinin bağışıklık sistemini belirleyen bir gen.  Antikor üretimini düzenleyen bir gendir. Ve araştırmanın neticesinde kadınların MHC geni farklı olan erkekleri tercih ettikleri ortaya çıkıyor. İnsanlar eş seçerken ki hayvanlarda da bu söz konusu mümkün olan MHC geni farklı olan kişileri seçme eğilimi içerisine giriyorlar.

Bu da esasında Allahın Resulü nün Hadisi Şerifi ile ne güzel örtüşüyor. “Yakın akrabanızla evlenmeyin zira çocuğunuz zayıf olur” buyruluyor ya!

MHC geni ne kadar farklı ise çocuğun bağışıklık sistemi o kadar güçlü oluyor. Çünkü genetik olarak bir zenginleşme söz konusu oluyor.

Bununla beraber MHC geni ne kadar birbiriyle yakın olursa da çocuğun bağışıklık sistemi o kadar zayıf oluyor. Çünkü genetik açısından bir fakirlik söz konusu oluyor.

İnsan beyni ne kadar harikulade.

O açıdan kadınların hiç görmedikleri halde sadece kokudan hareketle DNA larına varıncaya kadar analiz edebilecek bir kapasiteye sahip bizim beynimiz.

Biz bunun farkında değiliz. Bu bilinç dışı gerçekleşen bir süreçtir. O açıdan koku kişiler arası ilişkilerde çok önemlidir. Özellikle de eş seçiminde görüldüğü üzere çok önemlidir.

Burada da yine genetik faktörler belirleyicidir.

Yine bu konuda yapılmış ilginç çalışmalar var. Bu çalışmalar çoğaldıkça ve yapılan çalışmalar insanların iradesinin bu tür hayati konularda etkisinin azaldığını ortaya koydukça git gide tartışmalar alevleniyor.

Gerçekten özgür irade var mı? Yoksa her şey genler tarafından mı belirleniyor?

Tabi bilim bu tartışmayı genler üzerinden yürütüyor. Fakat bu tartışma esasında felsefede ya da dini alanda binlerce yıldır var olan bir konudur.

Cüzi irade – Külli irade mi?

Kader mi irade mi?

Ne kadar kader belirleyici?  Ne kadar kişinin iradesi belirleyici?

Genetik alanda yapılan çalışmalar da adeta bir kaderin varlığına, bir düzenleyici unsurun varlığına, bir global varlığın planına işaret ediyor.

Tabi biz şunu biliyoruz; genetik faktörler ne kadar belirleyici olursa olsun eş seçiminden tutun da, cinsel tercihlere, suça eğilime ve kişiliğe varıncaya kadar sonuçta irade elbette ki etkilidir.

Hadisi Şerifte ne buyruluyor; “Her çocuk İslam fıtratı üzere doğar.” Ve o fıtrat insanın kendisini bekleyen yazgının kendisine tevdi edecek sorumluluğu kaldırabilecek özelliklerle donatılmıştır.

Bir kul her ne için yaratılmışsa o şey ona kolaylaştırılmıştır hükmü gereğince zaten bununda böyle olması gerekmektedir. İnsanoğlu hayatın içerisinde ne tür sorumluluklar üstlenecekse, eş olma, ebeveyn olma, kul olma, evlat olma, vatandaş olma, gibi hangi sorumlulukları üstlenecek ise elbette ki kişinin o sorumlulukları yerine getirebilecek bir fıtrat ile donatılmış olması beklenir.

Bununla beraber fıtratımızda bir imtihan gereği olarak çeşitli hikmetlere mebni olarak bazı zaaf gibi görünen bazı durumların olması da mukadderdir.

Fakat, şunu biliyoruz ki biz; “her zorlukla beraber bir kolaylık vardır, bir kolaylık daha vardır” gereğince eğer kişide böyle bir gen varsa ve bu gen o çevresel faktörlerin de etkisiyle aktive olup kişide böyle bir eğilim meydana getirme potansiyeli taşıyor ise bunu muhakkak yönetmemizi sağlayacak, onu tolere etmemizi sağlayacak içsel ve çevresel kaynaklarda beraberinde verilmiştir.

Evet bir suça eğilim geni vardır fakat öte yandan da bir başka gen muhakkak suretle verilmiştir. Ki onu dengeleyebilsin ve kişi o genetik unsur sayesinde kendisinde var olan bu eğilimi yönetebilsin.

Bu çok kati ve kesindir. Kevni prensipler bunun böyle olması gerektiğini ortaya koyuyor. Kelami prensipler de bunun böyle olması gerektiğini ortaya koyuyor.

Yine bilim dünyasında tartışma konusu olan bir husus;

İnanç geni var mı? 

Genetik alanda yapılan çalışmalar böyle bir genin varlığını da ortaya koydu. Beynimizde ibaret ettiğimizde, Mevla ya dua ettiğimizde bir protein sentezlenmesini, huzur duygusunun açığa çıkmasına, dopamin salınımına neden olan bir proteinin sentezlenmesine neden olan bir genin var olduğu keşfedildi. Ve bu gen kimi insanlarda baskın, kimi insanlarda ise çekinik, Dolayısıyla kimi insanlarda aktif, kimi insanlarda pasiftir.

 

Yine yapılmış çok ilginç bir araştırma var. Bu araştırma da dindar insanların daha fazla çocuk sahibi olma eğiliminde olduklarını ortaya koymuş. Dünya genelinde dindar insanlarda ortalama çocuk olma oranı 2.5 iken ataistler de (herhangi bir dine mensup olmadığını ileri sürenlerde) bu oran 1.6 olarak ortaya çıkmış. Ortada neredeyse 1 puanlık bir fark var.

Ve araştırmacılar, özellikle de Darwinist araştırmacılar bir müddet sonra bu doğurganlık oranlarından hareketle toplumların git gide dindarlaşacağını ortaya koyuyorlar.

Çünkü dindar insanlarda inanç geni aktif, baskın, bununla beraber inançsız insanlardaki genler ise inanç geni pasif. Buna bağlı olarak dindar insanların da gerek çevresel koşulların, gerekse de genetik yönelimlerin etkisiyle daha dindar olması. Buna bağlı olarak doğurganlık oranlarının artmasıyla beraber genetik faktörlerin de etkisiyle toplumların daha dindar olması ve buna bağlı olarak doğurganlık oranlarının daha fazla olmasıyla beraberde toplumların git gide dindarlaşması ortaya koyan çalışmalar var.

Bu bize hemen Allah ın Resulünün “Evleniniz, çoğalınız. Zira ben sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim.” Hadisi Şerifini bizlere hatırlatıyor.

Gerçekten de dünyada dinlerin yayılma süreçlerine baktığımız zaman ki İslam da da öyle olmuştur, diğer semavi dinler de de öyle olmuştur. Doğurganlık çok önemli rol oynamıştır.

Mesela o semavi dinlerden bir tanesi olan ve Hristiyanlığa kıyasla daha az tahrif olmuş Tevrat a sahip olan Yahudilik dininin dünya üzerinde İslam ve Hristiyanlığa kıyasla yayılma olanağı bulamamasının temelinde de bu vardır.

Yahudilerin kendilerinden başka kimselerle evlenmemesi ve dolayısıyla o Yahudiliğin, Museviliğin sadece Yahudi ırkına mensup insanlarla dar çerçeve içerisinde kalmış olmasıdır.

Fakat bizim dinimizde böyle bir sınırlama söz konusu değil. Farklı ırklarla evlilik tercih bile ediliyor ve buna baktığımız zaman evet fetihler olmuştur, tebliğ çalışmaları olmuştur fakat esas yayılma doğum aracılığıyla olmuştur.

Mesela 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti ilan edildiğinde Türkiye nin nüfusu 13 milyon idi. Aradan geçen 90 yıllık süre içerisinde Türkiye de yaşayan Müslüman nüfusu 74 milyona yükseldi. İşte 60 milyonluk bu fark doğumların etkisiyle geldi.

Evet, insanlarda bazı olumsuz gibi görünen genler olabilir fakat büyük resme bakmak durumundayız. O genlerle birlikte muhakkak suretle bunu tolere etmemizi sağlayacak farklı genlerinde olması gerektiğini biz biliyoruz. Tabi ki genetik çalışmalar henüz büyük resmi görecek kadar ileri boyutlara varmış değil. Fakat o boyutlara vardığında kesinlikle o kelami prensibin her insanın fıtrat üzere doğacağı, kaderinin ihtiva ettiği o sorumlulukları yerine getirebilecek, onların üstesinden gelebilecek o genetik kodlarla doğduğu gerçeği muhakkak suretle ispatlanacaktır. Bunda şek ve şüphe yoktur.

Her ne kadar fıtratımız bu zaaflara sahip olsa da ki bunlar genetik kodlarımızdan da geliyor olabilir, içinde yaşadığımız koşullardan ve yaşantılardan da geliyor olabilir. Bu zaaflarımız yönetebilecek, bunların sürece olan etkisini asgari düzeye indirecek, bunları kabul edebilecek seviyeye getirebilecek içsel ve çevresel kaynaklarımız muhakkak suretle vardır.

O zaman şikayet etmek, kadere kızmak, başkalarına imrenmek yerine, yakınmak yerine kendimize dönmek ve zaaflarımızı yönetmek sürecinde bize verilmiş olan içsel ve çevresel kaynakların neler olduğunu tespit etme hususunda kendimizi daha iyi tanımaya, olaya farklı bir pencereden bakmaya çalışmak çok daha faydalı bir yaklaşımdır.

Bu dünyada ve ahirette mutlu ve başarılı olmak için mükemmel olmak gibi bir zorunluğumuz yok. Kaldı ki ne de içinde bulunduğumuz çevresel koşullar açısından ne yazık ki mükemmel olabilmek mümkün değildir.

Fakat bazı zaaflarımızın var olması bir eksiklik, bir zayıflık değildir. Aksine eğer o zayıflıklarımızın farkına varır, onları yönetebilirsek onlar bizim için hayatın içerisinde karşılaştığımız o sorunları çözebilmek, o fırsatları değerlendirebilme sürecinde bir kaynak haline gelecektir. Uçurtmayı yüksekte tutan rüzgar değildir. O rüzgara karşı uyguladığı dirençtir.

Benzer bir şekilde insanın kendi içinde var olan o zaaflarını fark etmesi ve bu zaafları ile bir mücadele içerisine girmesi, o zaaflarını yönetilebilir hale gelmesi için bir çaba içerisine girmesi, bir kaynak, bir zaman harcaması onun kişiliğini olgunlaştıracak, onun kişiliğini geliştirecek aynen Niyazi Mısri nin dediği gibi “Derman arardım derdime, derdim bana derman imiş” derdinin derman olmasını sağlayacaktır.

Psikolog Fatih Reşit Civelekoğlu

cocukaile.net

Bir zaman sohbeti

İzafiyet teorisi, hız, kütleçekimi, karadelikler derken, ‘zaman’a dair ilginç bir düşünce yolculuğuna varım diyorsanız, buyrun lütfen…
ALBERT EINSTEIN izafiyet teorisinde, zamanın bazı etkilerle yavaşlayıp hızlanabileceğini veya daha doğru bir deyimle ‘genişleyebileceğini’ anlatır. Zamanı değiştirebilen bu etkilerden birisi hızdır. Yani ben size göre daha hızlı hareket ediyorsam zaman benim için daha yavaş geçer. Ancak hızın zaman üzerindeki tesiri o kadar azdır ki, bunu öyle küçük hız farklarında yakalayamayız. Meselâ, saatte 920 km hızla giden bir uçakta sekiz saat yolculuk eden bir kişi yerdekilere göre zamanı saniyenin milyarda onu kadar bir süre daha kısa yaşamıştır. Bu süre çok küçük olduğundan, yolcu bunu kesinlikle hissedemez. Ancak yolculuğu ışık hızına yakın bir hızda yapsaydı, 8 saat uçtuğunda bunu sadece 48 dakika gibi hissederdi…
İşi biraz büyütürsek, 25 yaşında bir baba 1 yaşındaki oğlu ile vedalaşıp kendi takvimi ve saatine göre 3 yıllığına bir uzay gemisine binip ışık hızına yakın bir hızda seyahat edip geri dönse, kendisi 28 yaşında olur, ancak oğlunu 31 yaşında bulacaktır. Işık hızına yakın hızlarda hareket edildiğinde hareket eden kişi geride bıraktıklarına göre zamanı 10 kat (belki daha da fazla) daha yavaş yaşar. Veya şu şekilde düşünebiliriz: Geride bıraktığı dünyanın zamanı, kendisine göre 10 kat hızlı geçer. Bu yolculuğu yapan kişi gemisinin penceresinden dünyadakileri seyredebilse, onları ileriye sarılan bir video kasetindeki gibi hızlı hareket ediyor halde görür! Bu konu artık bir teori olmaktan da çıkmış, doğruluğu kabul edilmiştir. Kanıt olarak da uzaydan gelen kozmik ışınlardaki bazı parçacıkların dünyaya kadar bozulmadan ulaşabilmesi gösterilmektedir. Çünkü bu parçacıklar dünyada üretildiklerinde çok kısa bir sürede bozulup yok olmaktadır, ama uzayda onbinlerce sene yolculuk ettikleri halde bozulmadan dünyaya ulaşmaktadırlar. Bunun tek açıklaması ise, bu parçacıklar ışık hızında hareket ettiklerinden, zamanın onlar için çok yavaş geçmesidir. Yani onlara belki de birkaç dakika gibi gelen yolculukları aslında dünyadaki bizler için onbinlerce sene sürmektedir.
Buraya kadar zamanı etkileyen faktörlerden biri olan ‘hız’dan bahsettik. Zamanı genişleten ya da yavaşlatan bir diğer etki ise, yerçekimi (kütleçekimi)’dir. Kütleçekimi de hıza benzer şekilde zamanın yavaşlamasına yol açar. Çekim arttıkça, arttığı bölgede zaman daha yavaş geçer. Bunu yavaş yavaş örnekleyerek, size söz verdiğim zamanın hiç olmadığı yere doğru gidelim. Bilindiği gibi, kütleçekimi, kütlenin merkezinden uzaklaştıkça azalır veya buraya yaklaştıkça artar. Yani, dünya için düşünürsek, yükseğe çıktıkça dünya merkezinden uzaklaştığımızdan zaman daha hızlı geçmeye, ama merkeze yaklaştıkça daha yavaş geçmeye başlar. Örneğin, nükleer bir denizaltı ile 6 ay boyunca 300 metre derinlikte dolaşsanız, bu altı ay yüzeydekilere göre saniyenin milyarda beşyüzü kadar bir süre daha yavaşlamış olursunuz; çünkü denizaltı yüzeye göre dünyanın merkezine daha yakındır, yani orada yerçekimi daha fazladır. Ancak yine jet uçağı yolculuğundaki gibi, bu zaman genişlemesi insan tarafından hissedilmeyecek kadar azdır. Bu genişlemeler ancak çok hassas atom saatleri kullanılarak ölçülebiliyor. Denizaltıda bulunan atom saati dışarıda bulunan aynı tip bir saate göre saniyenin milyarda beşyüzü (ya da milyonda yarım saniye) kadar geri kalır. Bu geri kalma olayının sebebi, tamamen denizaltının dünya merkezine daha yakın olmasından kaynaklanan zaman genişlemesi, yani zamanın daha yavaş geçmesidir. Bu etkinin insan tarafından hissedilecek kadar büyümesi için tek çare, dünyayı bırakıp yerçekiminin çok daha büyük olduğu bir yerlere gitmektir.
Bilindiği gibi, büyük yıldızlarda kütleçekimi çok fazladır. Hatta güneşten daha büyük yıldızlar enerjilerini tüketip öldükten sonra çekirdekleri çok küçülür ve nötron yıldızı denilen bir yapıya dönüşürler. Bir nötron yıldızına gidip yerdeki maddeden bir çay kaşığı dolusu alsanız bu madde dünyanın toplam ağırlığından daha ağır gelirdi. Buradaki kütle bu kadar yoğun olunca yerçekimi de inanılmaz boyutlara çıkar. Tipik bir nötron yıldızına gidebildiğimizi ve oradaki yerçekiminin bizi yere yapıştırıp parçalamadığını varsayarsak, buradan dünyaya baktığımızda olayların yüzde 30 civarında daha hızlı geçtiğini görürdük. Yani biz oraya saatimiz 12:00 iken varsak ve saat 15:00’i gösterene kadar otursak, dünyada saatin 16:00 olduğunu görürdük. Tabiî dünya, bizim yaşadığımız bu 3 saat içinde 4 saat yaşadığından, herşeyi yine hızlandırılmış sinema gibi seyrederdik.
Şimdi bir aşama ileri geçelim ve yerçekiminin nötron yıldızından da fazla, hatta sonsuz olduğu bir yapıya gidelim. Hepimiz, karadelik adı verilen oluşumlar hakkında birşeyler duymuşuzdur. Ben detaya girmeyeceğim, ancak şu kadarını söyleyeyim; karadelikler, çok büyük bir kütlenin kendi içinde çöküp çok küçük bir alana sığdığı yapılardır. Büyük yıldızlar yakıtlarını tükettiklerinde içlerindeki madde birbiri içine çöker ve küçük bir alana hapsolur. Güneş ileride karadelik olamayacak kadar küçük bir yıldızdır; ama eğer bir karadelik olabilseydi, yakıtı bittikten sonra bir apartman boyutuna sığacak kadar küçülmüş olurdu. Bu kadar büyük kütleler küçücük alanlara dolduğunda kütleçekimi o kadar büyür ki, bizim sanki ağırlıksız bildiğimiz ışık bile bu çekimden kaçamaz ve bu yüzden cisim ışık yayamaz ve simsiyahtır. Adının karadelik olması da bu yüzdendir. Hatta, buradaki maddenin varlığından bile söz etmek imkânsızdır, çünkü madde sonsuza kadar birbirinin içine çöker. Bir karadeliğin bu denli büyük, yani sonsuz olan yerçekimi gücü zamanı orada durdurur. Yani bizim nötron yıldızındayken bakıp yüzde 30 daha hızlı seyrettiğimiz dünya (ve kâinat) eğer karadelikten bakabilecek olsak, bir anda zamanını tüketir. Zaman kütleçekimi arttıkça yavaşladığına göre, sonsuz kütleçekimi olan yerde zaman duracaktır. Yani, faraza birisi bir karadelikten dünya ve kâinata bakacak olsa dünyanın ve kâinatın sonsuza kadar olan geleceğini görür; yani hızlandırılmış video kasetinin sonuna kadar bir anda seyreder.
Görüldüğü gibi, çok büyük, hatta sonsuz güçlerin bulunduğu bir mekânda zamandan söz edilemiyor. Çünkü, burada zaman durmuştur; hatta, durduğu için, etkisi yoktur. Etkisi olmayan birşeyin varlığından da söz edilemez. Sonsuz güç zamanın ötesinde olmayı sağlar/gerektirir. Rabbimiz sonsuz güç sahibidir. Bu gücün olduğu yerde zamanın kendisi ya da önemi yoktur. Zaman ancak O’nu durduracak gücün olmadığı yerde bulunan ve O’nun yarattığı güçsüz va aciz varlıklar için vardır.
Zamanın olmadığı yerde bulunmanın bir an içinde kâinatın geri kalan kısmının geleceğini, yani istikbalini bize gösterebileceğini anlatmıştık. Bu da, kader dediğimiz, ancak irademizle ilintilendirilen geleceğimizin Rabbimiz katında bilinmesinin normal olduğunu düşündürmesi açısından bize ışık tutabilir. Bir insanın faraza bir karadelikten baktığında sonsuza kadar olan geleceği görmesi nasıl onun bu geleceğe etki etmesi anlamına gelmiyorsa, zamanın yaratıcısı olan Allah’ın sonsuz geleceği biliyor olması da bizi kendi kaderimizin elimiz mahkum tâbi olduğumuz değişmez bir yol olmaktan ziyade, irademizle, yani tercihlerimizle şekillenen geleceğimiz olması noktasında rahatlatıyor.
Bundan sonra yapmamız gereken ise, zamanın etrafımızda ördüğü parmaklıkların ötesindeki güzellikleri hayal edip, bizi onlara kavuşturması için Yaratıcımızın varlığına olan imanımızı güçlü tutmak ve imanın gerektirdiği gibi yaşamak olmalıdır.
Kaynak: Scientific American
Mehmet Akyürek – Zafer Dergisi