Etiket arşivi: kader

Kadere İmanın İnsanın Psikolojik ve Ruh Yapısına Etkisi

Kaderin kelime manası plan, program demektir. Nasıl ki bir ağacın plan ve programı çekirdeğinde yazılmıştır, yani kaderi tayin edilmiştir. Aynı şekilde bir binanın yapılmasından önce plan ve programı yani projesi yapılır, yani kaderi tayin edilir. İşte insanın da kaderi Levh-i mahfuz’da, yani İmam-ı Mübin’de, yani Kader Defteri’nde yazılmıştır, tayin edilmiştir.
Burada bilinmesi gereken bir husus, cüz-i irade meselesidir. Cüz-i irade, küçük irade demektir. Bunu meyil (niyet) olarak da ifade etmek mümkündür. Herkes vicdanen bilir ki, hareket ve davranışlarını ayarlama ve yönlendirme meyil ve iradesi kendisinde vardır. İşte bu iradenin kullanma yetkisini (tasarrufunu) Cenab-ı Hakk insana vermiştir. Dolayısıyla bu cüz-i iradeyi kötü yönde kullanmadan dolayı insan mesul olmaktadır.
Mesela, 10 katlı bir apartmanda 1.katta yılanlar, 2.katta fareler, 3.katta çiyanlar, 4. katta Hz.Adem (A.S.), 10. katta Hz. Muhammed (SAV) var. Asansörün başında bulunan kişi, bu katlardan hangisine gideceğine cüz-i iradesiyle karar verir. Neticesinden de mes’ul olur. İşte bütün peygamberlerin bir bakıma gayret ve faaliyetleri, insanlara bu asansöre doğru basmanın yolunu öğretmektir.
İyiliği de, kötülüğü de yaratan Cenab-ı Hakk’tır. Şer’i yaratmak, yani kötülüğü yaratmak kötü değildir. Şer’i, kötülüğü işlemek kötüdür şer’dir. İnsan meyhaneye de, ibadethaneye de gitmeye niyet edebilir. Her ne tarafa gitmek isterse, gitme fiilini yaratan Cenab-ı Hakk’tır. İnsan o niyetinden dolayı mesuliyet alır.
Cenab-ı Hakk’ın yarattığı her şey, ya bizzat güzeldir, ya da neticeleri itibariyle güzeldir. Bizim birtakım sebeplere bakarak bazı hadiseler hakkında “iyidir, kötüdür, adaletlidir, adaletsizdir” gibi değerlendirmelerimiz, hadiselerin sebep ve sonucunu bilmediğimizden genelde isabetli değildir. Tabiri caizse, bizim yaptığımız iki saatlik bir filmin ortasında girip 15-20 dakika seyrettikten sonra o filmdeki kahramanlar hakkında fikir yürütmemiz ve hüküm vermemiz gibidir. Bizim iki saatlik hayat filmimiz haşirde sonuçlanacaktır.
Dünyada çekilen bir takım sıkıntı ve meşakkatlerin ahirette cehennem azabından kurtulmaya ve ebedi Cennet’e girmeye, ya da Cennetteki makamın yükselmesine vesile olduğunu gördükten sonra o çekilen sıkıntı ve zahmetlerin haksızlık ve adaletsizlik değil, aksine Cenab-ı Hakk’ın bir lütfu, ihsanı, ikramı ve rahmeti olduğu, bu filmin sonunda anlaşılacaktır.
İslamiyet’te kader anlayışı geleceğe ait meselelerde değildir. Geçmiş hadiselerde ve musibetlerde kullanılır.Yani “Kaderimde öğretmen olmak varsa olurum” deyip evde oturamayız. Çalışırız, öğretmen olmanın sebepleri nelerse onların hepsini yerine getiririz. Sonuçta o arzumuza ulaşamazsak, “Kaderimizde bu yokmuş”deriz.
Cenab-ı Hak, bizim fiillerimizi, yaptıklarımızı ve yapacaklarımızı biliyor. Cenab-ı Hakk’ın bizim fiillerimizi bilmiş olması, o fiilleri yapan bizi mesuliyetten kurtarmıyor. Zaten, “Madem Cenab-ı Hakk, ezelden benim ne yapacağımı biliyordu, benim ne kabahatim var?” cümlesi tahlil edildiği zaman, yapma fiilinin bize ait olduğu gayet açıktır. Dolayısıyla, yapan biz olduğumuza göre başka suçlu aramaya gerek yoktur.
Cenab-ı Hakk’ın bilmesi, geçmiş ve gelecek olarak ifade edilmez. Mesela zaman olarak masanın bir tarafını kainatın başlangıcı, diğer tarafını kıyametin kopması olarak kabul edelim. Ve masanın üstünü, 1. asır, 2. asır, …ve 22. asır gibi zaman dilimlerine ayıralım. Şimdi elimizde bir ayna farz ediyoruz. Masanın ortasına tuttuğumuz bu aynanın içinde 15-16.asırlar görülmektedir.14. asır ve öncekiler geçmiş, 17. asır ve sonrakiler bu aynaya göre gelecek asırlardır. Bu aynayı yükseğe kaldırdığımız zaman, hem 1.asrı ve hem de 22.asrı içerisine alır. Artık bu durumda, bu asırlarla alakalı olarak geçmiş ve gelecekten bahsedilmez.
Çünkü hepsi bir anda aynanın içerisindedir. İşte Cenab-ı Hakk’ta, böyle ayine misal, manzara-ı ala’dan geçmiş ve gelecek, kainatın yaratılışı ve kıyametin kopması, Cennet ve Cehennem, olmuş ve olacak her şey, bir anda nazarındadır. Geçmiş ve gelecek sadece bize göredir. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk bizim ne yaptığımızı ve ne yapacağımızı bir anda bilmektedir. O’nun bilmesi, yapma noktasında bize mecburiyet yükle-memektedir. Bu yüzden insan cüz-i iradesiyle yaptığı fiillerden tamamen mesuldür.
Kaderi bir cümle ile özetlemek gerekirse, her şeyin Cenab-ı Hakk’ın bilgisi dahilinde olduğudur. Fiili biz yaptığımız için, O’nun bilmesi, bizi mesuliyetten kurtarmıyor.
Burada dikkat edilmesi gereken çok önemli bir husus var. O da, insan bedeninin belli bir elektrik yükü kapasitesi ile çalıştığıdır. Bu bedene fazla elektrik yüklemiş olmamız, sigortanın atmasına sebep olur. Hadiseleri fazla düşünmek, hiddet ve öfke, bu elektrik potansiyelini yükseltir ve bir süre sonra vücutta kısa devreler meydana gelir, beyindeki düşünme sisteminde bir takım atlamalar görülmeye başlar. Daha da zorlanılırsa, beyin sigortası atar. Artık bundan sonra tamir ve tedavi için akıl hastanelerinin yolu tutulur. Böyle bir neticeyi önlemek, kader meselesinin iyi anlaşılmasıyla mümkündür. Kader meselesinin burada sigorta görevi görebilir.
Şimdi sizler burada şöyle diyebilirsiniz:
“Madem her şey kader ile takdir edilmiştir. Kısmetime razı olayım ki, rahat edeyim. Cenab-ı Hakk, benim rızkımı bir süre burada tayin etmiş. Ben bu rızkımı yemek için bir takım vesilelerle buraya geldim. O halde, ebedi hayatım olan ahiretimin kurtulması için neler yapabilirim?” 
Yoksa, “Ne yaptım da bu başıma geldi? Şöyle olmasaydı, böyle olmayacaktı” gibi itirazlar, kaderi tenkit olur. Kaderi tenkit eden başını örse vurur, kırar. Kaderi değiştiremez. Bu durumda başımıza geleni rıza ile karşılamak, kusurlarımız ve hatalarımızın affı için Cenab-ı Hakk’tan yardım dilemek olmalıdır.
İnsanın ruh ve psikolojik aleminin düzelmesi, Allah’a teslim olup, tevekkül etmekle mümkündür. Yoksa her şeyi omzuna yüklemeye çalışırsa, sigortayı kısa sürede attırır. Sigorta atınca da bunun da kolay kolay tedavisi yoktur.
Sorularla Risale
Risale Ajans

Kitab-ı Mübin, İmam-ı Mübin, Lehv-i Mahfuz Nedir? Nasıl Anlamalı?

İlahi gücün; şimdiki zamanda yaptığı işlerin yazıldığı o manevi defterin, o kitabın adı Kitab-ı Mübin’dir. Geçmişte yaptıkları ve gelecekte yapacakları şeylerin, yazılı olduğu manevi defterin, kitabın adı ise İmam-ı Mübin’dir. İlmi İlahinin o iki büyük defterin bulunduğu manevi kozmik odaya ise Levh-i Mahfuz adı verilir.

*Levh-i Mahfuzun defterleri olan İmam-ı Mübîn ve Kitab-ı Mübînde (ŞUALAR,3.Şua)

İlahi gücün tabiatta cereyan eden işlerini anlatmak için “Levh-i Mahv ve İsbat” sözcüğü  bir tabirdir. Görünen ibret verici bir vaziyete Levh denir. O vaziyetin birden ortadan kalkmasına ve mahvolmasına Mahv adı verilir. Bunu bir örnekle açıklayabiliriz. Mesela gökyüzü bulutlarla kaplı, şimşek çakar, yağmur yağar bir vaziyette iken ibret verici bir tablo sergiler. Ama aniden hava açılır, hiç bir şey yokmuş gibi, eski manzarayı mahvolmuş halde görürsek buna Mahv diyoruz. Fakat tekrardan gökyüzü bulutlarla kaplanır, şimşekler çakar ve yağmur yağmaya başlarsa buna da İsbat denir. Bunların hepsi ilahi gücün tabiattaki işleridir. Hepsinin arkasında ince hesaplar, irade ve birçok amaç vardır.

*Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından ihtifa etmiş olan Kadîr-i Zülcelâl, Ey Kâdir-i Mutlak,

….Hem zihayatların yaşamasına en lüzumlu rızkı ve istifadece en kolayı ve nefesleri vermek ve nüfusları rahatlandırmak gibi çok vazifeler ile tavzif edilen rüzgârlar dahi; cevvi, âdetâ bir hikmete binâen “levh-i mahv ve isbat” ve yazar, ifâde eder, sonra bozar tahtası” suretine çevirmekle, Senin faaliyyet-i kudretine işâret ve Senin vücuduna şehadet ettiği gibi, Senin merhametinle bulutlardan sağıp zihayatlara gönderilen rahmet dahi; mevzun, muntazam katreleri, kelimeleriyle, Senin vüs’at-ı rahmetine ve geniş şefkatine şehadet eder. ( ŞUALAR, 3.Şua)

* seyyâl zamanın hakikati ve sahife-i misâliyesi olan Levh-i Mahv, İspat’ta (SÖZLER, 30.Söz)

* bu sahife-i havanın, hakkalyakîn, aynelyakîn, ilmelyakîn derecesinde bedâhetle, Zât-ı Zülcelâlin hadsiz gayr-i mütenâhî ilmi ve hikmetle çalıştırdığı kalem-i kudret ve kaderin mütebeddil sayfası ve bir levh-i mahfuzun âlem-i tegayyürde ve mütebeddil şuûnâtında bir levh-i mahv, ispat nâmında yazar bozar tahtası hükmündedir. (SÖZLER, 13.Söz)

* irâde ve evâmir-i tekviniyenin ünvânı olan Kitâb-ı Mübîn’den (SÖZLER, 26.Söz)

* kudret ve irâde-i İlâhiyenin bir ünvânı olan Kitâb-ı Mübîn’den (SÖZLER, 30.Söz)

* emir ve ilm-i İlâhînin bir ünvânı olan İmâm-ı Mübîn’den (SÖZLER, 26.Söz)

* İmam-ı Mübin kader defteri ise, Kitab-ı Mübin kudret defteridir. (MEKTUBAT, 10.Mektup)

* herbir mevcut, Vâcibü’l-Vücudun bâki şuûnâtının tezahürüne bâki birer medar olacak mânâları, keyfiyetleri, hâletleri vücutta bırakıp öyle gidiyorlar. Hem o mevcut, bütün müddet-i hayatında geçirdiği etvar ve ahvâli, ilm-i ezelînin ünvanları olan İmam-ı Mübîn, Kitab-ı Mübîn, Levh-i Mahfuz gibi vücud-u ilmî dairelerinde vücud-u haricîsini temsil eden mufassal bir vücut dahi bırakıp öyle giderler. Demek, her fâni, bir vücudu terk eder, binler bâki vücutları kazanır, kazandırır. (MEKTUBAT, 24.Mektup)

* Kitâb-ı Mübîn ise, âlem-i gaybdan ziyâde âlem-i şehâdete bakar. Yani, mâzi ve müstakbelden ziyâde zaman-ı hazıra nazar eder. Ve ilim ve emirden ziyâde, kudret ve irâde-i İlâhiyenin bir ünvânı, bir defteri, bir kitâbıdır. İmâm-ı Mübîn kader defteri ise, Kitâb-ı Mübîn kudret defteridir (SÖZLER, 30.Söz)

* İmam-ı Mübin, mâzi ve müstakbelin ve âlem-i gaybın etrafında dal budak salan şecere-i hilkatın bir programı, bir fihristesi hükmündedir. Şu mânâdaki İmam-ı Mübîn, kader-i İlâhînin bir defteri, bir mecmua-i desâtiridir. O desâtirin imlâsıyla ve hükmüyle, zerrat, vücud-u eşyadaki hidemâtına ve harekâtına sevk edilir. (MEKTUBAT,10.Mektup)

Gördüğümüz şu şehadet alemindeki varlıklar; herşeyin iç yüzünü bilen bir sanat, şuurlu bir hikmet ile yaratılmış olup her şey yaratıcı tarafından önceden planlanmış bir denge içindedir. Yaratılış kanunlarıyla da bu denge devam ettirilmektedir. Bu alemdeki canlı varlıklar taşıdıkları hayat ile bir ışık gibi her şeyi aydınlatırlar, adeta her şeyi kaplarlar. Ve Bu alemin yaratılmasının gerçek amacı ve sonucudur.

* Herbir şey, nizam-ı âlemi teşkil eden düsturlara ve muvazene-i mevcudatı idame eden kanunlara tatbik-i hareket etmekle o Alîm-i Kadîre şehadet eder. Çünkü zerre gibi bir câmid, arı gibi küçük bir hayvan, Kitab-ı Mübînin mühim ve ince meseleleri olan nizam ve mizanı bilmez. Câmid bir zerre, arı gibi küçük bir hayvan nerede? Semâvat tabakalarını bir defter sayfası gibi açıp, kapayıp toplayan Zât-ı Zülcelâlin elindeki Kitab-ı Mübînin mühim, ince meselelerini okumak nerede? Eğer sen divanelik edip zerrede o kitabın ince hurufâtını okuyacak kadar bir göz bulunduğunu tevehhüm etsen, o vakit o zerrenin şehadetini redde çalışabilirsin!

Evet, Fâtır-ı Hakîm, Kitab-ı Mübînin düsturlarını gayet güzel bir surette ve muhtasar bir tarzda ve has bir lezzette ve mahsus bir ihtiyaçla icmâl edip derc eder. Herşey öyle has bir lezzet ve mahsus bir ihtiyaçla amel etse, o Kitab-ı Mübînin düsturlarını bilmeyerek imtisal eder. Meselâ, hortumlu sivrisinek dünyaya geldiği dakikada hanesinden çıkar, durmayarak insanın yüzüne hücum eder, uzun asâsıyla vurur, âb-ı hayat fışkırtır, içer. Hücumdan kaçmakta, erkân-ı harp gibi maharet gösterir. Acaba bu küçük, tecrübesiz, yeni dünyaya gelen bu mahlûka bu san’atı ve bu fenn-i harbi ve su çıkarmak san’atını kim öğretmiş? Ve nerede öğrenmiş? (LEMALAR, 17.Lema)

İşte, ilhâma mazhar olan arı, örümcek ve yuvasını çorap gibi yapan bülbül gibi hayvânâtı bu sineğe kıyas et. Hattâ nebâtâtı da aynen hayvânâta kıyas edebilirsin. Evet, Cevâd-ı Mutlak (celle celâluhu), her ferd-i zîhayatın eline lezzet midâdıyla ve ihtiyaç mürekkebiyle yazılmış bir tezkereyi vermiş, onunla evâmir-i tekviniyenin programını ve hizmetlerinin fihristesini tevdi etmiştir. Bak o Hakîm-i Zülcelâle, nasıl Kitab-ı Mübînin düsturlarından, arı vazifesine ait miktarını bir tezkerede yazmış, arının başındaki sandukçaya koymuştur. O sandukçanın anahtarı da, vazifeperver arıya has bir lezzettir. Onunla sandukçayı açar, programını okur, emri anlar, hareket eder Rabbin balarısına ilham etti.” (Nahl Sûresi: 16:68.) âyetinin sırrını izhar eder. (LEMALAR, 17.Lema)

Görünen alemde yaşayan insan; evreni inceleyip tefekkür ettiğinde onun adete başka görünmeyen bir alemin de perdesi olduğu gerçeğini bulacaktır. Kendisine sunulan bunca nimetlere bakacak ve varlıkların kendisine has dillerini çözerek kendisiyle konuşan yüce yaratıcının izini keşfedecektir.

Kur’an’a bakan kimse ise; bilinmeyen gaybi alemlerin sahibinin sesini duyacaktır. Ve bu görünen alemin kapısından girerek önündeki aleme elini uzatacaktır. Onun için bu alemin sırlarını iyice anlamak gerek.

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org

Nefis Muhasebesi Yapma Gayretinde Olanlar

vicdan.nefisNefsini hesaba çekme kararına varan kimse, ilk önce kendini tanıması için araştırmaya başlarken kendine: Ben kimim. Nereden geldim.  Beni buraya  kim gönderdi, burada benim asil görevim ne, en son nereye gideceğim, sorularını sorar sonra da: Madem en basit şey kendi kendine olmuyor ve en uzak memleketteki insan buradaki insana benziyor. Yalınız insan değil bütün mahluklar. Buğdayından, elmasından, muzundan tut ta; kedisinden ineğine kadar, her şey biri diğerine benziyor. İklim farkından tam aynisi olmasa bile, kesin olarak, elma armuda değil, Amerika’daki elma buradaki elmaya benziyor. Madem öyledir onların ustası birdir. Onların yaratıcısı başkası değil, ancak bilen, gören, işiten ve her şeyi hikmetle yaratma gücüne sahip olan Şanı yüce Allah’tır. Ondan sonra insan kendine demeli: Ben kendimi O’na sevdirmeliyim, O’nu sevmeliyim, O’nu darıltmamalıyım der.

Sevdiği kimselerden ayrılırken:        “Allah’a emanet ol.” “Allah korusun.” “ En büyük Allah’tır.” “Allah’a dayan.” “Allah her şeye kafidir.” en sıkıntılı zamanlarda bile içten çıkan ses: “Allah’ım beni kurtar.” kelimeleri boş değil. Madem öyledir, ben yapıp ne yapıp ona itaat etmeliyim. Bunu başarmak için kendimi ikna etmeliyim!  Bizim cinsimizden en iyisini seçerek, Onu Peygamber a.s.m yaparak onunla bizim faydamız için gönderdiği  o yüce Kanunu, Kur’an-ı Kerimi hayatıma kanun kabul ederek, onu baş tacı yapmalıyım. O’na itaatte hata etmemeye çalışmalıyım kendine diyerek inancını pekiştirir.

Peygamberimiz (a.s.m.) vasıtasıyla bize gelen Kur’an-ı Kerim 1400 kûsur sene, hiç bir harf ve nüktesi silinip değişmeden günümüze kadar gelebilmesi, gösteriyor ki Kur’anı Kerim Allah kelamıdır. Onu getiren Peygamberimiz  (a.s.m.) da Allahın Resülüdür. Hatta O kudsi kitabın hakkaniyetini düşmanlar da kabul etmeleri, Peygamberimize (a.s.m.) Muhammedül emin diyebilmeleri de, Kur’an-ı Kerim ve Aleyhissatu vesselam hakkaniyetlerine imza basan sağlam bir mühür ve inkăr edilmez bir delildir.

İnsan imanın dört esasını sağlam elde ettikten sonra, Kadere ve Hayır ile şerri yalınız Allah (c.c.) yaratabileceğine inandıktan sonra, imanını tamamlamış olur. Hayır ile şerri Allah yaratır ama insan için isteme manasında olan,  cüz’i iradesini kullanması insan için bir borçtur. İnsan o vazifeyi yaptıktan sonra, eğer arzu ettiği şekilde işi rast gelmezse Kederim böyle imiş der rahat eder. Çünkü Ayeti kerimede Allah:  “Ma esbeke min haseneti fe minalla, ve ma esabeke min seyyieti femin nefsik” buyuruyor. Yani: (eğer size hangi iyilik isabet etti ise o Allah’tandır, eğe şerden herhangi bir şey isabet etti ise o  kendi nefsinizdendir.)  Böylece insan ne yapayım benim kaderim kumarcılıkmış diyemez. Evet biz İmanın altı esasına noksansız inanmak için nefsimizi kontrol edip disiplinli yaşama gayretiyle yaşamaya kendimizi zorlayalım.

Abdülkadir Haktanır

Allah’ın Dediği Olur (Şiir)

Mukadderde ne var ise elbette yalnız o olur

Hep yüz diye ısrar etme kısmetin doksan da olur

Bütün insanlar bir olmaz bir kısmı noksan da olur

Ben ben deyip durma sakın sen hiç olmasan da olur

 

Mala, mülke çok özenme kısmetse senin de olur

Koşma makam mevki için onlar da bir gün son olur

İktidarına güvenme bir müddet sonra yok olur

Ölüm kapıya gelince bu dünyamız da son olur

 

Başı zehir sonu ballı istersen sabırla olur

Selamettir sabrın sonu her bir şey kısmetle olur

Kadere inanan kişi kederlerden emin olur

Sakın ha hiç kederlenme Allah’ın dediği olur

 

Ahmet TANYERİ – DİYARBAKIR

(16.02.2013 – Cumartesi)

www.NurNet.org

Bir Karadelik: “Keşke”

GEÇMİŞ, GEÇMİŞTİR bazılarına göre. Sadece zamandan bir parça olması yönüyle geçmiş, geçmiştir doğru. Bir daha geri gelmesi, getirilmesi mümkün değil. Fakat içinden insan geçmişse geçmişin, geçmemiştir. Beden anla mukayyed olsa da ruh ve hayal, zamana ait hiçbir kayda tâbi olmak istemez, olamaz. İnsan, bulunduğu anla geçmişi hep bir arada tutarak şahsiyet sahibi olur çünkü. İnsan geçmişiyle insandır.

Muhayyile, zamanın geçmiş ve gelecek kollarının şimdinin gövdesinde aynı anda kanat çırptığı geniş bir meydan. Belki gelecekten çok geçmişin tüm ayrıntılarıyla yeniden sahnelendiği bir meşher.

Hemen her insanın bir ukdesi kalır geçmişin dehlizlerinde. Çözülememiş, doğru dürüst de bağlanamamış, bir köşede unutulmuş görünse de hafızanın gördüğü ilk aynaya tekrar yansıttığı ukdeler. Ya bir vicdan azabının, ya bir incitmişliğin ya da bir incinmişliğin ama hep bir teessüfün unutmaya izin vermediği eksik yaşanmışlıklar.

Ruh, muhayyilenin geniş meydanında geçmişin bu ukdelerini tekrar tekrar çözmeye çalışır kendince. Çözüm için üretilen her cümlenin başına bir “keşke” konur, bazen de bir “eğer”. “Keşke şöyle yapsaydım”, “eğer böyle yapmasaydım” kalıplarıyla başlayan cümlelerle olmuş olan olmamış, olmamış olan olmuş hale getirilmeye çalışılır. Ukdeleri bir türlü çözemeyen keşkeler, koca bir karadelik olur, insanın şimdiye ait tüm yaşam enerjisini yutar. Geleceğe ait ümitlerini geçmişin karanlığında boğar.

Neden böyle olur? Neden insan, geçmişini, şahsiyetinin bir parçası olmaktan öteye taşır da şimdisini cehenneme çeviren bir hale getirir?

İnsan, iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, güzel ile çirkini ayırt etme melekesine sahip olmaya başladığı andan itibaren önüne tercih etmesi için en az iki yol çıkıyor. Tercih edilen her yolun sonu da, tercih edilmesi gereken en az iki yeni yolun başına çıkıyor. Sonuçta insan, hayatı boyunca, tercih edebileceği dallı budaklı sayısız yollar silsilesi içinden sadece bir çizgiyi tercih ediyor. Geride ise tercih edilmemiş sayısız çizgiler kalıyor. İşte bence keşkelere esir olma hali bu nokta ile ilgili.

Kendimde ve tanıdığım başka insanlarda gözlemlediğim bir şey var. Bu şey, keşkelerle tekrar geçmişe döndüğümüz noktadaki tercih ettiğimiz ve etmediğimiz yollarla ilgili bir yanılsama. Zannediyoruz ki eğer başka türlü karar verseydik, başka bir yoldan gitseydik her şey kesinlikle olmuş olandan daha güzel olacaktı. O ilk tercihimiz başka yönde kullanılsaydı, o andan sonraki tüm hayat çizgimiz hayırlı bir istikamette ilerleyecekti. Bu bir yanılsama. Belki o an başka türlü karar verseydik hayatımızın akışında ilk başta veya bir süreliğine hayırlı olduğunu düşündüğümüz bir durum meydana gelebilirdi. Ama bunun hayatımızın sonraki tüm zamanlarına hayırlı neticeler olarak yansıyacağının bir garantisi olabilir mi? Biz olur sanıyoruz. Mu’tezile gibi sonuçları sebeplerin (burada irademizin) tekeline verip, böyle değil de şöyle yapsaydım daha iyi olurdu diyor, başka türlü davranmadığımız için kendimizi suçluyoruz. Başka türlü davransaydık bile o andaki sonucunun dahi ne olacağı meçhul olduğu halde, sonraki bütün hayatımızın akîbetini o kör noktada yaptığımız tercihe bağlıyoruz.

Halbuki olmuş olan artık kaderdir. Cüz’i irademizin cüz’i bir kuvvet ve cüz’i bir ilimle yaptığı tercih, külli iradenin takdiriyle mühürlenmiştir. Külli iradenin sahibi, ezelî bir ilmin de sahibidir aynı zamanda. Tercihlerimizle çizeceğimiz yolu önceden bildiği gibi tercih etmediğimiz sayısız yolların da hangi akîbetlerle sonlanacağı, tüm ihtimalleri ile birlikte O’nun ilmindedir. O nedenle ancak nokta gibi küçük bir zamanı ve mekânı kuşatabilen aklımızın kısa vadede hayır gördüklerinde, tüm zamanları ve mekânları kuşatan Rabbimiz şer görüyor olabilir. Ya da tam tersi.

Yakınlarda bir vesile ile farkına vardığım Hadîd sûresinin 22. ve 23. âyetleri, şimdisini ve geleceğini keşkelere kurban eden ruhlarımıza, “olmuş olan” hakkındaki İlahi takdire teslim olma çağrısı yaparak onulmaz görünen hüzünlerimize içimizi ferahlatan şifalar veriyor:

Yeryüzünde olan ve sizin nefislerinizde meydana gelen herhangi bir musibet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (yazılı) olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre pek kolaydır.

Bu, kaybettiğinize üzülmemeniz ve Allah’ın size verdiği nimetlerle şımarmamanız içindir. Allah, kendini beğenip öğünen hiç kimseyi sevmez.”

 07/09/2013

© 2013 karakalem.net, Oktay Gökkoca