Etiket arşivi: kader
Kitab-ı Mübin, İmam-ı Mübin, Lehv-i Mahfuz Nedir? Nasıl Anlamalı?
İlahi gücün; şimdiki zamanda yaptığı işlerin yazıldığı o manevi defterin, o kitabın adı Kitab-ı Mübin’dir. Geçmişte yaptıkları ve gelecekte yapacakları şeylerin, yazılı olduğu manevi defterin, kitabın adı ise İmam-ı Mübin’dir. İlmi İlahinin o iki büyük defterin bulunduğu manevi kozmik odaya ise Levh-i Mahfuz adı verilir.
*Levh-i Mahfuzun defterleri olan İmam-ı Mübîn ve Kitab-ı Mübînde (ŞUALAR,3.Şua)
İlahi gücün tabiatta cereyan eden işlerini anlatmak için “Levh-i Mahv ve İsbat” sözcüğü bir tabirdir. Görünen ibret verici bir vaziyete Levh denir. O vaziyetin birden ortadan kalkmasına ve mahvolmasına Mahv adı verilir. Bunu bir örnekle açıklayabiliriz. Mesela gökyüzü bulutlarla kaplı, şimşek çakar, yağmur yağar bir vaziyette iken ibret verici bir tablo sergiler. Ama aniden hava açılır, hiç bir şey yokmuş gibi, eski manzarayı mahvolmuş halde görürsek buna Mahv diyoruz. Fakat tekrardan gökyüzü bulutlarla kaplanır, şimşekler çakar ve yağmur yağmaya başlarsa buna da İsbat denir. Bunların hepsi ilahi gücün tabiattaki işleridir. Hepsinin arkasında ince hesaplar, irade ve birçok amaç vardır.
*Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından ihtifa etmiş olan Kadîr-i Zülcelâl, Ey Kâdir-i Mutlak,
….Hem zihayatların yaşamasına en lüzumlu rızkı ve istifadece en kolayı ve nefesleri vermek ve nüfusları rahatlandırmak gibi çok vazifeler ile tavzif edilen rüzgârlar dahi; cevvi, âdetâ bir hikmete binâen “levh-i mahv ve isbat” ve yazar, ifâde eder, sonra bozar tahtası” suretine çevirmekle, Senin faaliyyet-i kudretine işâret ve Senin vücuduna şehadet ettiği gibi, Senin merhametinle bulutlardan sağıp zihayatlara gönderilen rahmet dahi; mevzun, muntazam katreleri, kelimeleriyle, Senin vüs’at-ı rahmetine ve geniş şefkatine şehadet eder. ( ŞUALAR, 3.Şua)
* seyyâl zamanın hakikati ve sahife-i misâliyesi olan Levh-i Mahv, İspat’ta (SÖZLER, 30.Söz)
* bu sahife-i havanın, hakkalyakîn, aynelyakîn, ilmelyakîn derecesinde bedâhetle, Zât-ı Zülcelâlin hadsiz gayr-i mütenâhî ilmi ve hikmetle çalıştırdığı kalem-i kudret ve kaderin mütebeddil sayfası ve bir levh-i mahfuzun âlem-i tegayyürde ve mütebeddil şuûnâtında bir levh-i mahv, ispat nâmında yazar bozar tahtası hükmündedir. (SÖZLER, 13.Söz)
* irâde ve evâmir-i tekviniyenin ünvânı olan Kitâb-ı Mübîn’den (SÖZLER, 26.Söz)
* kudret ve irâde-i İlâhiyenin bir ünvânı olan Kitâb-ı Mübîn’den (SÖZLER, 30.Söz)
* emir ve ilm-i İlâhînin bir ünvânı olan İmâm-ı Mübîn’den (SÖZLER, 26.Söz)
* İmam-ı Mübin kader defteri ise, Kitab-ı Mübin kudret defteridir. (MEKTUBAT, 10.Mektup)
* herbir mevcut, Vâcibü’l-Vücudun bâki şuûnâtının tezahürüne bâki birer medar olacak mânâları, keyfiyetleri, hâletleri vücutta bırakıp öyle gidiyorlar. Hem o mevcut, bütün müddet-i hayatında geçirdiği etvar ve ahvâli, ilm-i ezelînin ünvanları olan İmam-ı Mübîn, Kitab-ı Mübîn, Levh-i Mahfuz gibi vücud-u ilmî dairelerinde vücud-u haricîsini temsil eden mufassal bir vücut dahi bırakıp öyle giderler. Demek, her fâni, bir vücudu terk eder, binler bâki vücutları kazanır, kazandırır. (MEKTUBAT, 24.Mektup)
* Kitâb-ı Mübîn ise, âlem-i gaybdan ziyâde âlem-i şehâdete bakar. Yani, mâzi ve müstakbelden ziyâde zaman-ı hazıra nazar eder. Ve ilim ve emirden ziyâde, kudret ve irâde-i İlâhiyenin bir ünvânı, bir defteri, bir kitâbıdır. İmâm-ı Mübîn kader defteri ise, Kitâb-ı Mübîn kudret defteridir (SÖZLER, 30.Söz)
* İmam-ı Mübin, mâzi ve müstakbelin ve âlem-i gaybın etrafında dal budak salan şecere-i hilkatın bir programı, bir fihristesi hükmündedir. Şu mânâdaki İmam-ı Mübîn, kader-i İlâhînin bir defteri, bir mecmua-i desâtiridir. O desâtirin imlâsıyla ve hükmüyle, zerrat, vücud-u eşyadaki hidemâtına ve harekâtına sevk edilir. (MEKTUBAT,10.Mektup)
Gördüğümüz şu şehadet alemindeki varlıklar; herşeyin iç yüzünü bilen bir sanat, şuurlu bir hikmet ile yaratılmış olup her şey yaratıcı tarafından önceden planlanmış bir denge içindedir. Yaratılış kanunlarıyla da bu denge devam ettirilmektedir. Bu alemdeki canlı varlıklar taşıdıkları hayat ile bir ışık gibi her şeyi aydınlatırlar, adeta her şeyi kaplarlar. Ve Bu alemin yaratılmasının gerçek amacı ve sonucudur.
* Herbir şey, nizam-ı âlemi teşkil eden düsturlara ve muvazene-i mevcudatı idame eden kanunlara tatbik-i hareket etmekle o Alîm-i Kadîre şehadet eder. Çünkü zerre gibi bir câmid, arı gibi küçük bir hayvan, Kitab-ı Mübînin mühim ve ince meseleleri olan nizam ve mizanı bilmez. Câmid bir zerre, arı gibi küçük bir hayvan nerede? Semâvat tabakalarını bir defter sayfası gibi açıp, kapayıp toplayan Zât-ı Zülcelâlin elindeki Kitab-ı Mübînin mühim, ince meselelerini okumak nerede? Eğer sen divanelik edip zerrede o kitabın ince hurufâtını okuyacak kadar bir göz bulunduğunu tevehhüm etsen, o vakit o zerrenin şehadetini redde çalışabilirsin!
Evet, Fâtır-ı Hakîm, Kitab-ı Mübînin düsturlarını gayet güzel bir surette ve muhtasar bir tarzda ve has bir lezzette ve mahsus bir ihtiyaçla icmâl edip derc eder. Herşey öyle has bir lezzet ve mahsus bir ihtiyaçla amel etse, o Kitab-ı Mübînin düsturlarını bilmeyerek imtisal eder. Meselâ, hortumlu sivrisinek dünyaya geldiği dakikada hanesinden çıkar, durmayarak insanın yüzüne hücum eder, uzun asâsıyla vurur, âb-ı hayat fışkırtır, içer. Hücumdan kaçmakta, erkân-ı harp gibi maharet gösterir. Acaba bu küçük, tecrübesiz, yeni dünyaya gelen bu mahlûka bu san’atı ve bu fenn-i harbi ve su çıkarmak san’atını kim öğretmiş? Ve nerede öğrenmiş? (LEMALAR, 17.Lema)
* İşte, ilhâma mazhar olan arı, örümcek ve yuvasını çorap gibi yapan bülbül gibi hayvânâtı bu sineğe kıyas et. Hattâ nebâtâtı da aynen hayvânâta kıyas edebilirsin. Evet, Cevâd-ı Mutlak (celle celâluhu), her ferd-i zîhayatın eline lezzet midâdıyla ve ihtiyaç mürekkebiyle yazılmış bir tezkereyi vermiş, onunla evâmir-i tekviniyenin programını ve hizmetlerinin fihristesini tevdi etmiştir. Bak o Hakîm-i Zülcelâle, nasıl Kitab-ı Mübînin düsturlarından, arı vazifesine ait miktarını bir tezkerede yazmış, arının başındaki sandukçaya koymuştur. O sandukçanın anahtarı da, vazifeperver arıya has bir lezzettir. Onunla sandukçayı açar, programını okur, emri anlar, hareket eder Rabbin balarısına ilham etti.” (Nahl Sûresi: 16:68.) âyetinin sırrını izhar eder. (LEMALAR, 17.Lema)
Görünen alemde yaşayan insan; evreni inceleyip tefekkür ettiğinde onun adete başka görünmeyen bir alemin de perdesi olduğu gerçeğini bulacaktır. Kendisine sunulan bunca nimetlere bakacak ve varlıkların kendisine has dillerini çözerek kendisiyle konuşan yüce yaratıcının izini keşfedecektir.
Kur’an’a bakan kimse ise; bilinmeyen gaybi alemlerin sahibinin sesini duyacaktır. Ve bu görünen alemin kapısından girerek önündeki aleme elini uzatacaktır. Onun için bu alemin sırlarını iyice anlamak gerek.
Dr. Selçuk Eskiçubuk
Nefis Muhasebesi Yapma Gayretinde Olanlar
Sevdiği kimselerden ayrılırken: “Allah’a emanet ol.” “Allah korusun.” “ En büyük Allah’tır.” “Allah’a dayan.” “Allah her şeye kafidir.” en sıkıntılı zamanlarda bile içten çıkan ses: “Allah’ım beni kurtar.” kelimeleri boş değil. Madem öyledir, ben yapıp ne yapıp ona itaat etmeliyim. Bunu başarmak için kendimi ikna etmeliyim! Bizim cinsimizden en iyisini seçerek, Onu Peygamber a.s.m yaparak onunla bizim faydamız için gönderdiği o yüce Kanunu, Kur’an-ı Kerimi hayatıma kanun kabul ederek, onu baş tacı yapmalıyım. O’na itaatte hata etmemeye çalışmalıyım kendine diyerek inancını pekiştirir.
Peygamberimiz (a.s.m.) vasıtasıyla bize gelen Kur’an-ı Kerim 1400 kûsur sene, hiç bir harf ve nüktesi silinip değişmeden günümüze kadar gelebilmesi, gösteriyor ki Kur’anı Kerim Allah kelamıdır. Onu getiren Peygamberimiz (a.s.m.) da Allahın Resülüdür. Hatta O kudsi kitabın hakkaniyetini düşmanlar da kabul etmeleri, Peygamberimize (a.s.m.) Muhammedül emin diyebilmeleri de, Kur’an-ı Kerim ve Aleyhissatu vesselam hakkaniyetlerine imza basan sağlam bir mühür ve inkăr edilmez bir delildir.
İnsan imanın dört esasını sağlam elde ettikten sonra, Kadere ve Hayır ile şerri yalınız Allah (c.c.) yaratabileceğine inandıktan sonra, imanını tamamlamış olur. Hayır ile şerri Allah yaratır ama insan için isteme manasında olan, cüz’i iradesini kullanması insan için bir borçtur. İnsan o vazifeyi yaptıktan sonra, eğer arzu ettiği şekilde işi rast gelmezse Kederim böyle imiş der rahat eder. Çünkü Ayeti kerimede Allah: “Ma esbeke min haseneti fe minalla, ve ma esabeke min seyyieti femin nefsik” buyuruyor. Yani: (eğer size hangi iyilik isabet etti ise o Allah’tandır, eğe şerden herhangi bir şey isabet etti ise o kendi nefsinizdendir.) Böylece insan ne yapayım benim kaderim kumarcılıkmış diyemez. Evet biz İmanın altı esasına noksansız inanmak için nefsimizi kontrol edip disiplinli yaşama gayretiyle yaşamaya kendimizi zorlayalım.
Abdülkadir Haktanır
Allah’ın Dediği Olur (Şiir)
Hep yüz diye ısrar etme kısmetin doksan da olur
Bütün insanlar bir olmaz bir kısmı noksan da olur
Ben ben deyip durma sakın sen hiç olmasan da olur
Mala, mülke çok özenme kısmetse senin de olur
Koşma makam mevki için onlar da bir gün son olur
İktidarına güvenme bir müddet sonra yok olur
Ölüm kapıya gelince bu dünyamız da son olur
Başı zehir sonu ballı istersen sabırla olur
Selamettir sabrın sonu her bir şey kısmetle olur
Kadere inanan kişi kederlerden emin olur
Sakın ha hiç kederlenme Allah’ın dediği olur
Ahmet TANYERİ – DİYARBAKIR
(16.02.2013 – Cumartesi)
www.NurNet.org
Bir Karadelik: “Keşke”
GEÇMİŞ, GEÇMİŞTİR bazılarına göre. Sadece zamandan bir parça olması yönüyle geçmiş, geçmiştir doğru. Bir daha geri gelmesi, getirilmesi mümkün değil. Fakat içinden insan geçmişse geçmişin, geçmemiştir. Beden anla mukayyed olsa da ruh ve hayal, zamana ait hiçbir kayda tâbi olmak istemez, olamaz. İnsan, bulunduğu anla geçmişi hep bir arada tutarak şahsiyet sahibi olur çünkü. İnsan geçmişiyle insandır.
Muhayyile, zamanın geçmiş ve gelecek kollarının şimdinin gövdesinde aynı anda kanat çırptığı geniş bir meydan. Belki gelecekten çok geçmişin tüm ayrıntılarıyla yeniden sahnelendiği bir meşher.
Hemen her insanın bir ukdesi kalır geçmişin dehlizlerinde. Çözülememiş, doğru dürüst de bağlanamamış, bir köşede unutulmuş görünse de hafızanın gördüğü ilk aynaya tekrar yansıttığı ukdeler. Ya bir vicdan azabının, ya bir incitmişliğin ya da bir incinmişliğin ama hep bir teessüfün unutmaya izin vermediği eksik yaşanmışlıklar.
Ruh, muhayyilenin geniş meydanında geçmişin bu ukdelerini tekrar tekrar çözmeye çalışır kendince. Çözüm için üretilen her cümlenin başına bir “keşke” konur, bazen de bir “eğer”. “Keşke şöyle yapsaydım”, “eğer böyle yapmasaydım” kalıplarıyla başlayan cümlelerle olmuş olan olmamış, olmamış olan olmuş hale getirilmeye çalışılır. Ukdeleri bir türlü çözemeyen keşkeler, koca bir karadelik olur, insanın şimdiye ait tüm yaşam enerjisini yutar. Geleceğe ait ümitlerini geçmişin karanlığında boğar.
Neden böyle olur? Neden insan, geçmişini, şahsiyetinin bir parçası olmaktan öteye taşır da şimdisini cehenneme çeviren bir hale getirir?
İnsan, iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, güzel ile çirkini ayırt etme melekesine sahip olmaya başladığı andan itibaren önüne tercih etmesi için en az iki yol çıkıyor. Tercih edilen her yolun sonu da, tercih edilmesi gereken en az iki yeni yolun başına çıkıyor. Sonuçta insan, hayatı boyunca, tercih edebileceği dallı budaklı sayısız yollar silsilesi içinden sadece bir çizgiyi tercih ediyor. Geride ise tercih edilmemiş sayısız çizgiler kalıyor. İşte bence keşkelere esir olma hali bu nokta ile ilgili.
Kendimde ve tanıdığım başka insanlarda gözlemlediğim bir şey var. Bu şey, keşkelerle tekrar geçmişe döndüğümüz noktadaki tercih ettiğimiz ve etmediğimiz yollarla ilgili bir yanılsama. Zannediyoruz ki eğer başka türlü karar verseydik, başka bir yoldan gitseydik her şey kesinlikle olmuş olandan daha güzel olacaktı. O ilk tercihimiz başka yönde kullanılsaydı, o andan sonraki tüm hayat çizgimiz hayırlı bir istikamette ilerleyecekti. Bu bir yanılsama. Belki o an başka türlü karar verseydik hayatımızın akışında ilk başta veya bir süreliğine hayırlı olduğunu düşündüğümüz bir durum meydana gelebilirdi. Ama bunun hayatımızın sonraki tüm zamanlarına hayırlı neticeler olarak yansıyacağının bir garantisi olabilir mi? Biz olur sanıyoruz. Mu’tezile gibi sonuçları sebeplerin (burada irademizin) tekeline verip, böyle değil de şöyle yapsaydım daha iyi olurdu diyor, başka türlü davranmadığımız için kendimizi suçluyoruz. Başka türlü davransaydık bile o andaki sonucunun dahi ne olacağı meçhul olduğu halde, sonraki bütün hayatımızın akîbetini o kör noktada yaptığımız tercihe bağlıyoruz.
Halbuki olmuş olan artık kaderdir. Cüz’i irademizin cüz’i bir kuvvet ve cüz’i bir ilimle yaptığı tercih, külli iradenin takdiriyle mühürlenmiştir. Külli iradenin sahibi, ezelî bir ilmin de sahibidir aynı zamanda. Tercihlerimizle çizeceğimiz yolu önceden bildiği gibi tercih etmediğimiz sayısız yolların da hangi akîbetlerle sonlanacağı, tüm ihtimalleri ile birlikte O’nun ilmindedir. O nedenle ancak nokta gibi küçük bir zamanı ve mekânı kuşatabilen aklımızın kısa vadede hayır gördüklerinde, tüm zamanları ve mekânları kuşatan Rabbimiz şer görüyor olabilir. Ya da tam tersi.
Yakınlarda bir vesile ile farkına vardığım Hadîd sûresinin 22. ve 23. âyetleri, şimdisini ve geleceğini keşkelere kurban eden ruhlarımıza, “olmuş olan” hakkındaki İlahi takdire teslim olma çağrısı yaparak onulmaz görünen hüzünlerimize içimizi ferahlatan şifalar veriyor:
“Yeryüzünde olan ve sizin nefislerinizde meydana gelen herhangi bir musibet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (yazılı) olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre pek kolaydır.
Bu, kaybettiğinize üzülmemeniz ve Allah’ın size verdiği nimetlerle şımarmamanız içindir. Allah, kendini beğenip öğünen hiç kimseyi sevmez.”
07/09/2013 |
© 2013 karakalem.net, Oktay Gökkoca