Etiket arşivi: kadın erkek

Evlilik Okulu: Adını Güzel Söyle

Söylemişler gelenler bizden evvel,

Kulak aşık olurmuş gözden evvel.

Mısralarını duyduğumda çok beğenmiş ve “Kulak Aşık Olurmuş Gözden Evvel” kısmını kitabıma isim yapmıştım. “Göz beğenir, burun aşık olur, kulak da sever.”

Göz beğenir; fakat her beğendiğini sevemez. Ve beğendiğinden de çabuk vazgeçebilir.

Burun aldığı kokularla beyin de olmadık işler yapabiliyor. “Aşk kokudur” diyor bilim adamları. Nasıl her insanın parmak izleri farklıysa her insanın vücut kokuları da farklı oluyor.

Kulak ise kalbe giden yoldur. Sevgiyi de aşkı da yaşatan, yeşerten kulaktır. Sesini, sözünü sevmediğiniz birini gerçekten sevmiş olmanız zordur. Sözü sevdiren onun güzelliğidir.

Rabbimiz güzel sözler söylememizi tavsiye ediyor:

“Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler. Sonra şeytan aralarını bozar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır.(İsra sûresi 53. âyet-i kerîme)

Allah Resulü: “Güzel söz sadakadır.” ve “Sözlerde büyü etkisi vardır.” buyuruyor. Kötü sözler insanları birbirinden soğutur, tatlı sözler ise sımsıkı bağlar.

İyi bir iletişim; öncelikle güzel hitapla başlar. Hitap; sözün başladığı yerdir. Sözün gidişatını belirler, çoğu zaman. Hitapta ilk adım karşımızdaki kişinin ismini güzel söylemektir. On yaş altı çocuklara “aşk nedir?” diye sormuşlar; cevapların içinde en çok beğendiğim: “Aşk öyle güzel bir şey ki, o isminizi söylediğinde “Benim ne güzel adım varmış dersiniz.”
Sevdiklerimizin ismini nasıl söylüyoruz ya da söylüyor muyuz? Bir evlilik bozulmaya başladığında ilk kaybedilen isimdir. Karı-koca birbirinin isimlerini söylemeyi bırakır “baksana, alo, bizimki, babamız, anneniz…”gibi tuhaf şeyler söylemeye başlarlar. Karı-koca başkalarının yanında eşine hitap etmesi gerektiğinde “bu” demeye başlar. Tanınmış o zamanlar çok iyi bir evlilikleri varmış gibi görünen bir karı kocayı birlikte katıldıkları bir televizyon programında izlemiştim. Erkek karısından bahsedeceği zaman hep “bu” diyordu. “Bitmiş bu evlilik” diye düşünmüştüm ve daha sonra doğru bir öngörü olduğunu gördüm.

Sevgili Peygamberimiz bir gün Hz.Aişe validemize: “Ya Aişe senin bana kızdığın ve benden memnun olduğun zamanları ben bilirim.” buyurdu.

Hz. Aişe validemiz sordu; “Nereden bilirsin ey Allah’ın Resulü?” Efendimiz bu soru üzerine şöyle cevap verdi: “Benden memnun olduğun zamanlarda ‘Muhammed’in Rabbine’ diye yemin ediyorsun. Kızgın olduğun zamanlarda ise ‘İbrahim’in Rabbine’ demektesin”

Bunun üzerine Hz. Aişe Resulullah’ı memnun edecek bir cevap verdi: “Ey Allah’ın Resulü doğru söylüyorsun. Ancak ben kızdığımda sadece senin ismini dilimden bırakırım; sevgin ise her zaman kalbimde yaşar.”

Farkında olmadan pek çoğumuz bunu yapıyoruz. Kızgınlık anında ilk yapılan karşıdakinin ismini terk etmek oluyor. Çocuklarımıza kızdığımız zaman “oğlum, kızım” demek bile içimizden gelmez.

Kızgınlıklar eşler arasındaysa ve sürekli tekrar ediyorsa eşler birbirinin ismini unutacak duruma geliyorlar.

Geçmiş yıllarda bir hanım “Akşam misafirimiz vardı; kocam benden bahsederken yaklaşık yirmiden fazla “bu” dedi. ‘Bu dedi ki, geçen gün bununla gitmiştik…gibi” Kadın çok üzülmüş. Konunun önemine binaen “Eşimle Tanışmayı Unutmuşuz” kitabımda “Bu” diye bir hikaye yazmıştım.

Peygamber efendimiz isim konusuna çok önem vermiştir; devesine, kılıcına bile isim vermiştir. Anlamı güzel olmayan isimleri değiştirmiştir. Sevdiklerine isim dışında tatlı hitaplar bulmuştur. Hz. Aişe’ye Hümeyra, “pembe yanaklım”, Ya Uveyş “Aişecik” gibi hoş hitaplarda bulunurmuş. Kızı Fatima ya, Hz. Ali’ye ve sahabeden sevdiklerine onların güzel özelliklerini vurgulayan sıfatlarla hitap etmiş. Toprak babası, Kedicik babası, Allah’ın aslanı, Allah’ın kılıcı… Süt annesi Halime’ ye ve çocukken evinde kaldığı amcasının hanımı Fatıma Hanıma “Anneciğim” diye hitap ederdi.

Bizim kültürümüzde saygı önemli olduğu için “anne, teyze, amca, dayı…”gibi yakınlık ifade eden hitapları kan bağımız olmayan kişilere de kullanırız. Bu durumda önemli olan hitaptan bizim değil; karşımızdakinin hoşlanıp hoşlanmadığıdır. Mesela yaşımıza yakın birine abla diyorsak ki kadınlar yaşlı görünmeyi sevmediği için hoşlanmayabilir, baştan kaybetmişizdir. Yaş takıntısı olan bir kadına “teyze” demek o kişi ile aranıza duvar örmek gibidir.

Eski bir adetimizde de (hâlâ devam eden yerler varsa bilmiyorum) karı-kocanın başkalarının yanında özellikle aile büyüklerinin yanında birbirlerinin isimlerini söylemeleri ayıp sayılırdı; bu yüzden söyleyemezlerdi. Tabii isim dışında hitap da kullanılmıyordu. Bu edepten sayılırdı, bunun edeple ne ilgilisi olabilir çözemedim. Hani Allah Resulünü örnek alacaktık? Hatta isim söylememeyi dindarlık saymak bile var. Oysa bu kişiyi yok saymak gibi bir şey. Bu adetler yüzünden ömrü “bakhele” demekle geçen karı-koca çoktur. Allah’tan hacca gitmek gibi bir ibadetimiz var da karı-kocalar belli bir yaştan sonra olsa da “Hacı bey, Hacı Hanım” diyerek birbirlerine hitap etme imkanı bulabiliyorlar.

Bizde sevgili peygamberimizin yaptığı gibi güzel sıfatlarla hitap pek yoktur.

Sıfatlarla hitabı biz genellikle karşımızdakini yermek için, bir eksiğini göstermek için kullanırız. Kilosunu fazla bulduğunuz karınıza “tombişim” diye hitap etmeniz kalbini kırıp size karşı kırgınlık duymasından başka bir işe yaramaz. Kişinin arkasından bile olsa hitap çok önemlidir. Mesela kayınvalidesine “o kadın” diyen gelin ya da damat saygı sınırlarını zorlamışlar ve aralarına buz duvarı örmüşlerdir.

İstanbul’un bir ilçesindeki ailelerin lakaplarını gördüm bir sitede. Lakapların çoğu rencide edici; içlerinden çıksa çıksa beş on tane düzgünü ancak çıkar. Geneli şöyle minvalde gidiyor: “Çürükhacı, bitşükrü, dilki, eşkiya, garafadik, hayta,patlak, pırtıl, tırık, yılankırhan, zımbırık, çöpadil…” İslam ahlakına uyar mı bu lakaplar? Kaç nesil bu lakaplarla anılmak zorunda kalıyor. Bir aileyi hoş olmayacak şekilde anmak İslam terbiyesine, Resululluh’ın sünnetine hiç uyar mı? Allah’ın rızasına uyar mı?

Rabbimiz “Birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın.” buyuruyor. (Hucurat /11) Söylediğimiz güzel sözlerin iki dünyada mükafatı, kötü sözlerin ise hesabı vardır, azabı vardır. Kötü lakap takmak yasaklanmış.

O halde karşımızdakinin hoşlanmadığı kötü hitaplardan sakınıp, birbirimize güzel hitaplarda bulunmaya gayret etmemiz gerekiyor, sözlerimiz sevgimizi beslesin. Özellikle eşler arasında daha da dikkat etmek gerekiyor. Hitap eşe “seni seviyorum, benim için değerlisin” mesajı vermeli.

Özellikle peygamberimizin yaptığı gibi güzel vasıflara vurgu yapan hitaplar, kişinin o vasıfları korumak istemesine ve geliştirmesine sebep olur. Hataya dikkat çeken kötü hitaplarda o hatanın kalıcı olmasına sebep olabilir. Kullanılan kelimeler hipnoz gibi etkiler.

Sevgiyi ifade eden “aşkım, hayatım, birtanem…” gibi hitaplar ise günümüzde fazla kullanımdan etki kaybına uğradı. Mesela kadın; çocuğuna, kedisine, arkadaşına, kardeşine “aşkım” diyorsa kocasına “aşkım” demesi eşinin ne kadar hoşuna gidebilir.

Hitaplarla ilgili bir hikaye yazarken epeyce araştırmıştım. Karı-koca arasında en beğenilen hitaplar: Kadına; “Sultanım, gülüm, ceylanım, tatlım, kıymetlim,güzelim, sevdiğim…Erkeğe; “evimin güneşi, gönlümün aydınlığı, yiğidim, yarim, sevdalım, huzurum…”

Tabii hitaplarda cinsiyete uygun olarak yapılırsa daha doğru etki bırakır. Bir erkeğe “bebeğim, tatlım, yavrum” demek ya da erkeğin isminde kısaltma yapıp “cik” ekleri getirmek pek hoş etki bırakmasa gerek. Ya da bir kadına “yiğidim, aslanım” demek. İki cins içinde ortak kullanılan hitaplar da var tabii ki. Daha çok klasik hitaplar ortak kullanılıyor. “Canım, hayatım, aşkım….”

Bir de “karıcığım-kocacığım, benim güzel karım” hitapları seviliyor. Çünkü bu hitapları kimse eşi dışında başka birine söyleyemiyor. Sadece eşlere özel bir hitap bu ikisi.

Günümüz gençlerinin eşlerine kullandığı tuhaf hitaplar da var. “minnoşum, böcüğüm, danam, şerefsizim, tosbağam…” gibi. Bu hitapların yapacağı çağrışımlar ne olabilir ki? Ve bu hitapların sevgiyi ne kadar beslediği günümüz aşklarının halinden belli.

Sevgi sözcükleri, tatlı hitaplar özellikle kadınlar için çok değerlidir. Kadınların arada bir sevgi depoları doldurulmalı ki hayat enerjileri tükenmesin. Evlilik ilişkisinde sevgi- saygı dengesinde kadın erkekten saygıyı; erkek kadından sevgiyi eksik etmemeli.

Bu yüzden ismi ya da hitabı söylerken içine duygu katılmalı, hissederek söylenmeli . Hitap ederken ses tonunu iyi ayarlamak, kelimeleri gönülden çıkarmak gerekir. “Hayattan bıktırdın” der gibi “hayatım” demek, “canın çıksın” der gibi “canım” demek kalpte pek iyi bir etki bırakmaz. Sözün etkisini ses belirler. Sesin ayarını da gönül yapar.

Kainattaki her şey sevgi ile güzelleşiyor. Sevmek ibadet hükmündedir. Güzel sözler sadakadır. Sevgi ile suya güzel sözler söylendiğinde içindeki kristaller güzelleşiyor. Suya kötü sözler söylendiğinde kristalleri bozuluyor. Sevgi ile yaptığımız işler bir başka oluyor.

Sevgimizi önce en yakınlarımıza vermek, önce onlarla yaşamak gerek. Sevdiğinizin gönül bahçesini tatlı sözlerle yeşertin, güllerini soldurmayın. Eşinize en son hangi güzel kelime ile hitap ettiniz, bir düşünün? Kadın-erkek iki tarafında eşinin güzel hitabına, tatlı cümlelerine ihtiyacı var. Güzel hitaplarla sevdiklerinizin hayatını güzelleştirin. En önemlisi adını güzel söyleyin. Siz onun adını söylediğinizde “Benim ne güzel adım varmış” diye düşünsün.

Yunus Emre sözün önemini ne güzel anlatır:

Sözü bilen kişinin, yüzünü ak ede bir söz,

Sözü pişirip diyenin işini sağ ede bir söz.

Kişi bile söz demini, demeye sözün kemini,

Bu cihan cehennemini, sekiz cennet ede bir söz.

Yazıyı Rabbimizin tavsiyesi ile bitirelim:

“İnsanlara güzel söz söyleyin.” (Bakara sûresi/ 83)

Sema Maraşlı / cocukaile.net

Evlilik Okulu: Susan Kurtulmuştur

“Susmak huyların efendisidir.” buyuruyor sevgili peygamberimiz. Susmanın iletişimde ne kadar kıymetli olduğunun farkında değiliz.

Yuttuğumuz hiçbir sözden dolayı pişman olmayız. Fakat söylediğimiz pek çok sözden dolayı pişman olmuşuzdur. Bazen susmak söyleyeceğimiz sözden çok daha fazlasını anlatır karşımızdakine.

Karı koca ilişkisinde de muhabbeti kaybetmemek için susmayı bilmek lazım. Çok konuşmak aşkın düşmanıdır. Pek çok sevgi gereksiz ve boş konuşmak yüzünden bitmiştir.

Konuşmak da susmak da bir sanattır aslında, kadın-erkek hepimizin en çok bilmesi gereken. En çok da biz kadınların. Konuşmayı seviyoruz ve çoğu zaman ölçüyü kaçırıyoruz. “Çok konuşan çok hata yapar.” diye bir söz kalmış zihnimde. Ağzımızdan çıkan her sözünde diğer tarafta hesabını vereceğimizi de düşünürsek susmanın dünya ve ahiret hayatı için ne kadar kıymetli olduğu daha da iyi ortaya çıkıyor.

Teknoloji yüzünden çok gürültülü bir dünyada yaşıyoruz. Akşamları bir süreliğine de olsa televizyonu bilgisayarı kapatıp karı koca sessizliği paylaşabilmeli. Bir çay içerken göz göze bakışmanın, sevdiğinin omzuna başını koyup onda dinlenmenin tadını hangi sözcükte bulabiliriz.

Gözün anlattığı dilin söylediğinden daha önemlidir. Dilimiz o kadar gevezelik ediyor ki gözlerimiz konuşmayı unuttu. Her akşam eşinizle beş dakika da olsa gözlerinizle sohbet edin. Dakika tutun ve beş dakika boyunca birbirinizden gözlerinizi ayırmayın, ona duygularınızı, sevginizi gözlerinizle anlatın, bu arada kesinlik ile konuşmayın. Dudaklarınızı konuşmak için değil gülümsemek için kullanın.

Allah rasulu “Susan kurtulmuştur.” buyuruyor. Susmak sizi eşinizle yaşayacağınız pek çok tatsızlıktan korur. Üç dakika çeneyi tutmak bizi üç günlük üzüntüden korur.

“Aşk saadetini kim elde eder? Susan kimse.” diyor Cervantes. Aşık olmak kolay da dilimiz yüzünden aşkımız uzun sürmüyor, aşkımızın saadetini, mürüvvetini göremiyoruz. Dil sussa gönül konuşacak. İkisi bir arada olmuyor. Hele telefon şirketlerinin şu bedavaları yüzünden gençler daha sözlüyken, nişanlıyken birbirinden bıkıyor.

Evliliğinde problem yaşayan hanımlara sabrı ve sukûneti tavsiye ettiğim zaman hanımlar genellikle annelerini ninelerini örnek gösteriyorlar. “Annelerimiz sustu sabretti de ne oldu, kıymetleri bilinmedi, dert sahibi oldular.” diyorlar. Oysa anneleri aslında sabretmemiştir, gerçekten sabredebilselerdi dert sahibi olmazlardı. Onlar görünüşte susmuşlar fakat içten içe büyük bir kızgınlık duydukları için gözleri ile kocalarına kızgınlık ve öfke kusmuşlardı. Öyle susmanın bir değeri yoktur.

Mesela erkek bir şeye sinirlendi kızdı, kadın sustu. İçinden “Beş dakika susarsam öfkesi geçer.” deyip kadın gözleri ile ateş püskürmeden, nezaketle susarsa kazanır. Erkek az sonra karısının gönlünü nasıl alacağını bilmez. Fakat biz genellikle susmak yerine eşimizi susturmaya çalışıyoruz, kendi haklı olduğumuzu ispat etmeye uğraşıyoruz.

Haklı çıksak sanki bir ödül var. Adam tartışma bitsin diye “tamam haklısın” dese içinden de “Allah belanı versin, sus artık” dese mutlu mu olacağız? Hiç bir tartışmada kimse kimsenin haklı olduğunu kabul etmez. Çünkü kızgınlık gerçeğin önünde perdedir. Aynı zamanda kızgınlık, gerginlik pek çok hastalığın sebebidir. Konuşarak hem kendimizi yoruyoruz hem de eşimizi. Sevdiğinle sessizliği paylaşmak güzeldir. Tabii eşler sinir bozucu bir sessizliği değil, sessizliğin sukûnetini paylaşmalılar.

Kızdığımız, üzüldüğümüz zaman Rabbimizin “Allah sabredenlerle beraberdir ve Allah sabredenleri sever.” ayetlerini hatırlayalım. Susmak sabır işidir.

“Bir avuç sabır, bir kova beyinden üstündür.” der bir Hollanda atasözü. Zekamıza ve dilimizin keskinliğine güvenip herkese laf yetiştirebiliriz ama bu bizi iyi bir insan, iyi bir mümin yapmaz tam aksi çıkacak arızalardan dolayı bu davranışımız bizi daha mutsuz ve agresif yapar. Oysa sabırla maddi ve manevi pek çok kazanım elde ederiz.

Kadınlar susmayı, erkekler konuşmayı öğrense (erkekler çok konuşsunlar anlamında söylemiyorum, eşlerine iltifat etmeyi, tatlı sözler söylemeyi öğrenseler) pek çok evlilik kurtulur.

Susmak asla eziklik değildir. Kadınlar sustukları zaman ezileceklerini zannediyorlar bunun için bir gayret kendileri erken davranıp kocalarını dilleri ile ezmeye çalışıyorlar. Kadın kızgınlıkla o lafı oraya oturturken kocanın gönlünden kaç fersah aşağı düştüğünün farkında olmuyor çoğu zaman.

O söze de cevap verme, eşinin ailesi hakkında kötü konuşma, her kavgaya annesinin, kardeşinin adını karıştırma, sürekli sorular sorup bunaltma, her şeyi de öğrenmeye çalışma ya da her şeyi kocandan fazla bildiğini ispat etmeye uğraşma, her tartışmada eski defterleri ortaya dökme…Ne sen yorul ne de eşini yor. Dünyaya böyle küçük şeyleri problem yapmak için gelmedik, bunların bir de diğer tarafta hesabı var. Kızgınlık anında söylediğimiz sözlerin çoğu nefis tatmininden başka bir şey değil.

Misalleri daha çok kadınlar üzerinden verme sebebimi açıklamaya gerek yok herhalde. Biz kadınlar erkeklerden daha fazla konuşuyoruz ve susmayı pek sevmiyoruz. Erkekler daha kolay susabiliyorlar. Erkeğe de gereksiz yere çok konuşmak, küçük şeyleri dert etmek hiç yakışmıyor. Tabii ki yazıda susmanın kıymetini anlatırken zaten az konuşan erkekleri tümden susturmayalım. Erkeğin eşine ile sohbet etmek için zaman ayırması gerekir. Kadınların konuşma ihtiyaçları vardır.

Güzel susmayı mutlaka öğrenmemiz lazım. Suratımızı asmadan, tavır almadan, yüz ifademizle aşağılamadan, hakaret etmeden. Kadın eşine kırıldığında yüzünde mazlum bir “kırıldım, üzüldüm” ifadesi olsa, masumiyetini anlatmak için bir torba laftan çok daha etkili olur kocası üzerinde.

Erkek de kırıldığında küçümseyici bakışlar atmadan, ağırbaşlılığını koruyarak susarsa bu da pek çok sözden daha etkilidir.

Bir beyefendi “Karım hoşuma gitmeyen şekilde konuşmaya başladığında susarım. O sustuktan sonra başka odaya gider şükür namazı kılarım. ‘Allah’ım bana susmayı nasip ettiğin için sana şükürler olsun.’ derim.” demişti. Susmak öyle böyle değil, zor iş. Şükür namazı kılacak kadar hem de.

Siz kibar susabildiğiniz için şükür namazı kıldınız mı hiç?

(Tabii bütün yazdıklarım aynı zamanda kendime. )

Bu dersin ödevi: Sinirlendiğiniz zaman gidin aynada yüz ifadenize bakın. Büyük ihtimal kendi yüzünüzü bile görmek istemeyeceksiniz. Bu eziyeti eşinize yapmayın. Yüz ifadenizi kontrol ederek kibar susmayı öğrenin.

Karı koca akşamları konuşmadan beş dakika göz göze bakışma, gözlerinizle konuşma ve sevgiyi gözle anlatma alıştırması yapın. Dikkat edin birbirinize dik dik bakmayın.

Bir anlaşmazlıkta hemen dilinizle eşinize ona saldırmaya ve kendinizi savunmaya geçmeyin. O çok konuşuyor ve devamlı sizi suçluyorsa cevap yetiştirmeye uğraşmayın, söylenmesi gerekli bir söz varsa onu söyledikten sonra güzelce susun ve ve gidin şükür namazı kılın.

www.cocukaile.net /  Sema Maraşlı

Gönül Kabı Nasıl Dolar?

“İyilik ederseniz, kendinize iyilik etmiş olursunuz. Şâyet kötülük ederseniz o da kendinizedir.” (İsra suresi; 7. Âyet-i Kerîme)

“Sabret. Çünkü Allah, iyilik yapan, iyi harekette bulunanların mükâfatını zâyi etmez.” (Hud suresi; 115. Âyet-i Kerîme )

Dervişe bir gün sormuşlar:

“Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?”

Derviş “Size farkı gösteriyim.” deyip, önce sevgiyi dilden kalbine indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi sofrada yerlerini almışlar. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da derviş kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar getirilmiş.

Derviş şöyle bir şart koymuş:

“Bu kaşıkların sapının ucundan tutup öyle yiyeceksiniz.”

“Peki” deyip çorbalarını içmeyi denemişler.

Fakat kaşıklar uzun geldiğinden sıcak çorbayı döküp saçmaktan hem kendilerini yakmışlar hem de ağızlarına bir damla bile götürememişler. En sonunda bakmışlar olacak gibi değil sofradan aç kalkmışlar.

Daha sonra derviş, bu defa sevgiyi gerçekten bilenleri yemeğe çağırmış. Onlara da aynı şartı dile getirmiş.

Her biri uzun kaşığını çorbaya daldırmış, sonra karşısındakine uzatarak çorbalarını içmişler. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve sofradan afiyetle, şükrederek kalkmışlar.

Derviş sevgiyi gerçekten yaşayanların farkını soranlara:

“Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse o aç kalacaktır. Ve kim karşısındakini düşünür de doyurursa o da onun tarafından doyurulacaktır. Şüphesiz şunu da unutmayın. Hayat pazarında her zaman alan değil, veren kazançlıdır.”

Hikaye, dinimizin iyilik ve güzel ahlakla ilgili emirlerinin hikmetini güzel anlatıyor. Nefsimizi terbiye edip açgözlülükten kurtulur, başkalarını düşünürsek gönül kabımız da ahiret azığımız da o zaman dolacak. Yoksa bedenimiz doyarken gönlümüz hep aç kalacak.

Bekarlar kendilerini mutlu edecek eş adayını bekliyorlar, nişanlılar nişanlısından dertli, “beni mutlu etmiyor” diye, evlilerin gözü eşinin yaptıklarında ya da yapmadıklarında. Kimsenin kendini gördüğü yok. Erkekler “İyi bir kavvam olmak için ne yapmalıyım?” kadınlar ise “Saliha bir eş olmak için ne yapmalıyım?” sorularını kendilerine pek sormuyorlar.

Rabbimiz, bizi iyilik ettiğimizde mutlu olacak şekilde dizayn etmiş. Fakat maalesef son elli yıldan beri ortaya çıkan özgürlük salgını, bencillik mikrobu ile kitlelere bulaştırıldığı için elimizdeki kaşıklar uzadıkça uzadı, önümüzdeki yemekler çeşitlendikçe çeşitlendi; fakat genel bir açlık hali var. Tüm dünyada depresyon oranları yüzde yüz artarken mutluluk sonuçları da gittikçe aşağı düşüyor. Avrupa genelinde intihar oranları son on beş yılda iki kat artmış.

Eskiden insanlar bir odaya sığıp bir ömür geçirmişler; şimdi ise birkaç odalı evlere sığamıyorlar. Neredeyse her şey varken birkaç eksik yüzünden birbirlerini yiyorlar.

Sevmek en çok ihtiyacımız olan şey; fakat sevmekten çok sevilme derdindeyiz. Elbette sevilmeyi istemek de doğal fakat sevilmek için gayret göstermek gerek; fakat biz direktifler veriyoruz. Zorla ve cepren sevgi almaya çalışıyoruz. Oysa sevgiyi ancak iyilik ederek elde edebiliriz.

“İyilik de eşit değildir, kötülük de. Sen kötülüğü en güzel olan hareketle sav. O zaman görürsün ki seninle kendisi arasında bir düşmanlık olan kimse, sanki yakın/candan bir dost oluvermiştir.” (Fussilet suresi; 34. Âyet-i Kerîme)

Oysa bizler, kötülük edenlere iyilik yapıp sevgi oluşturmayı bırakın, bencilliğimiz ve iyilik beklentimiz yüzünden sevgiyi öldürüyoruz ve en sevdiklerimizle hasım oluyoruz. Büyük aşklarla evlenenler kısa sürede birbirlerine düşman oluyorlar.

“Ben takıntısı” yüzünden bitiyor evliliklerin pek çoğu. “Beni ihmal ediyor, ben böyle bir evlilik istememiştim, ben mutsuzum, ben daha iyisine layığım, ben daha iyisini hak ediyorum…”

Gönül alırken değil, verirken mutlu olmaya programlanmışken eşini sadece onun ihtiyaçlarını karşılayacak bir araç olarak görenlerin gönül kabı nasıl dolar ki?

Sema Maraşlı / Vahdet Gazetesi

Evliliklerde Kıyamet Ne Zaman Kopar?

Bir dost meclisinde sohbet ediyorduk… Laf döndü dolaştı, aile içi iletişime geldi. Herkes aynı şeyi düşünüyordu: “Günümüzde eşler eşlerini ihmal ediyor… Çocuklar ihmal edilmiş eşlerin hırçınlıkları içinde yetişiyor…”

“Çoluk çocukla uğraşacağım derken, dev bir yük biniyor kadınların sırtlarına.” dedi bir akademisyen arkadaşım.

“Kadın da insan. Onun da nefes almaya, çıkıp gezmeye ihtiyacı var.” dedi bir diğeri.

“Kadın ‘da’ insan” diye bakmak, doğru bir bakış açısı değildi, tuhafıma gitti. Zira kadın, “da”sız insandı. Erkeğin yaşamına ortak olmuş bir asalak değil, kendi yaşamının öznesiydi o.

Tuhafıma gitti bu konuşmalar. Anlatmaya çalıştım; ama beceremedim.

Bir soru sordum: “Eşinizi en son ne zaman dışarı çıkarttınız, ne zaman gezdirdiniz, söyler misiniz?”

Herkes kendince cevap vermeye çalıştı ama kimse “Ne demek eşinizi gezdirdiniz mi, kardeşim? O kedi mi, fino mu da dışarı çıkartalım da gezdirelim, bu nasıl soru böyle?” demedi. Diyemedi…

Günümüz evliklerinin temel problemi işte bu: “Aynileşme”!

Eşin, eşini bir süre sonra ‘kendi gibi değil, kendisinin gibi’ görmeye başlamasıdır aynileşme problemi. Kendisinin gördüğü eşine “iyilik” yapmak için “biraz dışarıda gezdirilmeye ihtiyacının olduğunu” düşünme basitliğine düşmedir ülkemiz evliklerinin iç acınası durumu.

Kafeteryada oturmuştum bir gün… Yan masaya orta yaşlarda bir çift geldi. Garson sipariş almak için “Ne arzu edersiniz?” diye sordu.

Kadın, adamın gözüne baktı. Adam da elindeki listeye… “Ne istersin?” diye sordu karısına. Kadın, “Bilmem, Sen söyle…” dedi.

Bu, görünürde “Ne kadar uyumlu bir çift” gibi gelse de kendi damak tadını bir kenara iten, eşi kendisine hangi damak tadını sunarsa onu kabul edeceğim diyen bir “aynileşme” problemi idi hâlbuki…

“Zaman geçtikçe ister istemez eşler birbirine benziyor” demeyin sakın. Zira birbirine dönüştükçe eşler, o evlilik evlilik olmaktan çıkar…

Evliliğin kalitesi, eşler birbirine benzedikçe değil, kendi gibi kaldıkça olur…

Bir fizik hocasına “Kıyamet ne zaman kopar?” diye sordum.

“Enerji düzeyleri farklılığını kaybettiğinde.” diye cevap verdi. “Bunun adına Entropik Kıyamet” denilir diye ilave etti.

“Evrende enerji düzeyleri eksi ile artı arasında aktığı sürece dünya dönmeye devam edecek… Rüzgâr esecek, gök gürleyecek… Zıtlar arası enerji akımıdır canlılığı koruyan. Ne zaman ki bütün enerji düzeyleri aynı olursa, fizik kanunlarına göre kıyamet işte o zaman kopar.” dedi.

Her evliliğin bir kıyameti vardır, o kıyamet, eşler arasındaki elektriğin kesilmesidir.

Eşler birbirine benzedikçe konuşacak konu kalmaz. Düşünce üretilmez…

Eş eşten elektrik alamaz…

Göz göze baksa kalbi pır pır atmaz…

Eli eline dokunsa heyecan duyamaz…

Aynı kendi eline dokunuyor gibi olur…

Hâlbuki dokunduğu el karşı cinsiyetten birisinin elidir… Ama aynileştikçe insanlar, cinsiyetler arasındaki elektrik farklılığı kalmaz… Erkek kendi eline dokunur gibi hisseder karısının eline dokunduğunda… Kadın, kendi eline dokunulmasından ürpermez, heyecan duymaz… Hisler, duygular farklılığını yitirmiş, aynileşmişse evliliğin kıyameti yakındır…

Eşler birbirlerine bir iyilik yapmak istiyorlarsa, eşini kendine benzetmek yerine, kendi gibi kalabilmesine çaba harcamalıdır…

Uzman Pedagog Dr. Adem Güneş

İnsanlar Kişiliklerini Koruyabildiği Kadar Evliliğini de Koruyabilir

Boşanmak üzere olan bir karı koca yanıma geldi.

Becerememişler evliliği. Ayrılmaya karar vermişler.

Orta yaşın üzerindeler. Kadın 39, erkek 42 yaşında. Üç tane de çocukları var. Büyük kızları lise son sınıf öğrencisi. Ve ailede yaşanan bu sorunlar nedeni ile kız iyice içine kapanmış.

Bana “Ayrıldığımızda çocuğumuz en az nasıl zarara uğrar?” diye danışmaya gelmişler.

Böylesi durumlarda içime ince bir sızı düşer.

Sordum: Ayrılmasanız olmaz mı? Bir aile danışmanına gitseydiniz, bir hakemden yardım alsaydınız.

Gitmişler, ama bir sonuç alamamışlar.

Sonuç alamama bir tarafa, aldıkları danışmanlık, ayrılık sürecini daha da hızlandırmış.

Kadın bu süreçte kendisinin nasıl da yıprandığını gözleri dolarak anlattı: “Hocam, yapmadığım fedakârlık kalmadı. Evliliğimi kaybetmemek için kişiliğimi kaybettim. Bana dediler ki eşini kendine bağlamak için onun ‘nefsine’ hitap et. Dekolte kıyafetler giy. Çek erkeğini kendine. Ben tesettüre azami riayet eden bir kadınken, evimin içinde çocuklarımın karşısında kendimi kötü hissetsem de olmadık kıyafetlerle kocamın karşısına çıktım. Ama nafile. Ben böyle giyindikçe, dönüp bana bakacağı yerde giydiğim kıyafetler nedeni ile onurumu kırıcı sözler söyledi. Çok düşündüm hocam, hiç uğraşmayın. Ayrılmaya kararlıyım ben.”

Çünkü bu kadın, ayrılmamak için kişiliğinden taviz vermesi için aile danışmanından tavsiyeler almış. Kendisini rahatsız hissetse de eşinin ‘nefsine hitap etmesi’ ve kendisini kocasına ‘sunmaya’ çalışarak çıkış yolu araması önerilmiş.

Ama evlilik böyle bir şey değil ki.

Önceki gün bir e-mail aldım.

Bir dindar hanım, şöyle soruyordu: “Hanım arkadaşlarımızla fikir alışverişinde bulunurken, bir sorunun içinden çıkamadık. Malum, hanımların beylerine süslenmesi tavsiye edilmiştir. Eşlerimize güzel görünmek için süslenirken, çocuklarımızın mahremiyet eğitimini zedelemiş olur muyuz? Özellikle ergenliğe girmiş olan çocuklarımızın karşısında eşlerimiz için giyeceğimiz kıyafetler, çocuklarımızın anneye bakışını nasıl etkiler?”

Bu sorudan ve yukarıdaki boşanma olayının “onur kırıcı” yanından anladım ki kadınlar bir yerde yanılıyor.

Galiba bir fısıltı gazetesi, kadınlara evliliklerini ayakta tutabilmeleri için eşlerinin nefsine hitap etmeleri tavsiyesinde bulunuluyor.

Bu, onur kırıcı bir davranıştır.

Ve evlilik böyle bir şey değildir.

Nefislere hitap edildiği kadar ayakta tutulacak bir oluşum değildir evlilik.

Eğer evliliklere bu gözle bakılırsa, insanların yaşlılık hâllerinde, düşkünlük ve sakatlanma hâllerinde o aileler yerle bir olur.

Evet, kadının süslenmesi tavsiye edilmektedir; ama bu süslenme, bir “kölenin” kendisini beğendirmek üzere “efendisine” sunması gibi bir şey de değildir. Bu konuda ailelere tavsiyede bulunanlar yanılmamalıdır.

Belki şöyle izah etmek gerekir…

Evet, zaten süslenmek, kadının fıtratının gereğidir. Süslendikçe fıtratının coşkusunu ve kadın olmanın heyecanını yaşar. Ancak kişinin kendi içindeki bu coşkulu hâli yaşayabilmesi için, bu süslenmiş hâlini görecek” ve bu süslenmiş hâline “beğenisini” ifade edecek biri olması gerekir ki içindeki kıpırtılara can gelsin. İşte bu, eştir. Bu açıdan bakıldığında kadının süslenmesi, kendisini eşine ‘sunması’ değil, aksine ‘kendisine beğeni ile bakan eşi vasıtası ile duygularını coşku içinde tutmasıdır.’

Ayrıca, bir kadının kendisini süslemesi, illa “açık giyinmek” demek de değildir.

Maalesef günümüzde popüler kültürün tesiri ile en mütedeyyin insanlarda bile süslenmek demek, dekolte kıyafet giymek olarak algılanıyor.

Hâlbuki süslenmek, kişinin ruhuna uygun giyinmesidir. Kendisi ile çelişmeden, kendini rahat hissetmesi demektir.

Ve en “süslü” kişi de kendisi gibi olabilen kişidir.

Burada aile danışmanlarına büyük iş düşüyor.

Aileyi koruyayım ve eşleri birbirlerine yakınlaştırayım derken, eşlerin kişiliklerini kaybettirecek tavsiyelerde bulunmak, ayrılış sürecini yavaşlatmaz, daha da hızlandırır.

Unutmamalı ki insanlar, evliliklerini, kişiliklerini koruyabildiği kadar koruyabilir.

Pedagog Dr. Adem Güneş