Etiket arşivi: Kâinat Kitabı

Bizi Allah’a Götüren Deliller!

Bedîüzzaman’a göre, âlem büyük bir kitaptır. Bu büyük kitabın her birimi, bütün yazılarıyla, fasıllarıyla, sayfalarıyla, satırlarıyla, cümleleriyle, harfleriyle, Allah’ın varlığına ve birliğine şehâdet etmektedir.

Kâinat da büyük bir insan hükmündedir. Bu büyük insan bütün âzâsıyla, cevherleriyle, hücreleriyle, zerreleriyle, vasıflarıyla, sıfatlarıyla, halleriyle Allah’ın varlığına ve birliğine delâlet etmektedir.

Yani bu kâinât bütün nevileriyle “Allah’tan başka ilâh yoktur” dediği gibi; bütün cinsleriyle, “O’ndan başka Yaratıcı yoktur.” demekte; bütün birimleriyle, “O’ndan başka Yapıcı yoktur.” diye bağırmakta; bütün küçük cüzleriyle “O’ndan başka Tedbîr Edici yoktur.” diye kulakları çınlatmakta; bütün küçük cüzlerinin zerreleriyle “O’ndan başka Terbiye Edici yoktur.” diye bildirmekte; bütün küçük zerrelerin hücreleriyle “O’ndan başka Tasarruf Edici yoktur.” diye seslenmekte; bütün hücrelerin atomlarıyla “O’ndan başka Yaratıcı yoktur.” diye ilân etmekte; bütün atomların tarlası hükmünde olan hadsiz esîr deniziyle “Allah’tan başka ilah yoktur.” diye kâinâtı çınlatmaktadır.

Üstad Saîd Nursî Hazretleri, bu kâinâtın her bir nevinden Allah’ın varlığına ve birliğine işâret hükmünde elli beş “lisan”, yani “sıfat” keşfeder. Varlıkların sahip oldukları sıfatlar dikkatle incelendiğinde her bir sıfatın farklı bir dil hükmünde gâyet net bir üslûp ile bize Allah’ın varlığını ve birliğini bildirdiği gâyet açık bir şekilde anlaşılır.

Bizi Allah’ın varlık ve birliğine götüren diller şunlardır:

1- Kâinatta görünen baş döndürücü düzenlemeler.

2- Canlı cansız her şeyin mükemmel bir düzen içinde disipline ediliyor olması.

3- Sayısız varlıkların sonsuz denge ve âhenk içinde halden hale dönüşmeleri.

4- Her şeyde kendini gösteren göz kamaştırıcı intizam.

5- Varlıkların birbiri peşi sıra âhenkli biçimde varlık sahasına çıkmaları.

6- Gökyüzü sayfasının güneş ve yıldızlarla yazılması.

7- Bal arısı ve karınca gibi bütün küçük sayfaların hücrelerle ve zerrelerle yazılması.

8- Güneş ve yıldızlarla, hücreler ve zerrelerin âhenkte ve düzende birbirine benzemesi.

9- Bulut ve yeryüzü gibi cansız ve birbirine muhâlif şeylerde bile gözüken birbirinin ihtiyacına cevap verme, birbirinin yardımına koşma sıfatları.

10- Güneşten çok uzak olsalar da bütün gezegenlerin güneşe veya birbirlerine dayanmaları.

11- Yıldızlar gibi muhteşem eserlerin teşkilâtta birbirine benzemeleri.

12- Yeryüzünün birbirine benzeyen çiçekleri ve canlılarındaki münâsebet ve uyum.

13- Her bir varlığın Bârî isminin tecellîsiyle vücûda gelmesi.

14- Her bir varlığın Musavvir isminin tecellîsiyle şeklinin fevkalâde güzel olması.

15- Her bir varlığın Rezzâk isminin tecellîsiyle eksiksiz gıdâlanması.

16- Her bir varlığın Şâfî isminin tecellîsiyle hastalıklardan şifâ bulması.

17- Güneş sistemi gibi büyük sistemlerle, bal arısının gözleri gibi küçük sistemler arasındaki hârika irtibat ve uyum.

18- Zerreler arasındaki câzibenin, güneş ve yıldızlar arasındaki câzibeye kardeş olması.

19- Birleşik varlıklarda her parçanın lâyık mevkîine konulmasında görülen eksiksiz âhenk.

20- Her ferdin, kendisini diğer bütün fertlerden ayıran özel kişiliği.

21- Her ferde, sırf kendisi için husûsî karakter tayin edilmesi.

22- Kâinâttaki bütün atomların bir elden çıktığını gösteren dayanışma ve dengesi.

23- Pek basit sebeplere pek güzel, nakışlı ve ziynetli meyveler takılması.

24- Dağınık, beceriksiz ve bilinçsiz sebeplere verilmeyecek kadar harika sonuçlar.

25- Kâinâtın her sayfasında pek büyük bir îtina ve dikkat ile yazılan nakışlar.

26- İrade sahibi insan elinin, kendi fiillerinde ancak yüzde bir faaliyet sahibi olması.

27- Sebepler içinden en geniş tercih gücüne sahip olan insanın, en âdi fiillerinde bile yüzde doksan dokuz tasarrufun kendisine ait olmaması.

28- Bütün kâinatın, Allah’ın bütün isimlerine ayna teşkil etmesi ve şehâdet etmesi.

29- Bütün kâinatı topyekûn ve her şeyi ayrı ayrı saran umûmî ve husûsî hikmetler.

30- Her şeyi umûmî ve husûsî hikmetlerine sevk eden yüksek kast.

31- Her şeyi umûmî ve husûsî hikmetleriyle tayin eden yüksek şuur.

32- Her şeyi sevk edildiği umûmî ve husûsî hikmetlerde muvaffak kılan yüksek irâde.

33- Her şey için sayısız benzer ihtimaller arasından tek bir tarzın seçilmiş olması.

34- Kâinatın her zerresini, canlıların her ferdini kucaklayan tam ve umûmî inâyet.

35- Her inâyet gülümsemesini benzersiz lütufla sunma.

36- Her inâyet kucaklamasını eşsiz güzellikle süsleme ve şefkate dönüştürme.

37- Bütün kâinatı kuşatan merhamet.

38- Geniş merhamet tecellîsi içinde her canlıyı çepeçevre saran husûsî rahmet.

39- Geniş merhameti ve husûsî rahmeti eşsiz nimetlerle sevilen ve aranan hâle getirme.

40- Bütün hayat sahiplerini doyuran umûmî rızk.

41- Bütün kâinâtı canlı ve diri tutan umûmî hayat.

42- Allah’ın eşsiz iyiliğinin aynası hükmünde, kâinât yüzündeki geçici iyilikler.

43- Allah’ın bâkî güzelliğinin aynası hükmünde, kâinattaki görünüp kaybolan güzellikler.

44- Hakîkî bir Sevgiliye ve Mahbûb’a işâret eden temiz ve sâdık aşklar.

45- Bütün sırları ve tabiat kanunlarını harekete geçiren yüksek kuvvetler ve cezbeler.

46- Bütün kuvvetlerin kâinatta her şeyi etkisi ve cezbesi altına alması.

47- Zerrelerden kürelere her şeyde hükmünü gösteren yüksek bir tasarruf.

48- Bütün canlıların birbirinin ardı sıra hayata gelmeleri. Hayattakilerin çekilmeleri.

49- Bütün canlıların her an halden hale uğramaları, değişmeleri, olgunlaşmaları.

50- Canlı cansız bütün varlıkları kasıp kavuran sürekli değişmeler ve başkalaşmalar.

51- Zerrelerden kürelere her şeyi istilâ eden hudûs, yani “sonradan var olma” gerçeği.

52- Bütün cüzleri ve nevileri ile milyarlarca şekil ve vaziyette bulunabilme imkân ve ihtimalini sürekli taşıyan kâinat için şu hazır şeklin seçilip korunması.

53- Fakr u ihtiyaç içindeki varlıkların bütün ihtiyaçlarının münasip vakitlerde hesapsız biçimde görülmesi.

54- Bütün varlıkları halden hale çeviren imkân gerçeği.

55- Her şeyin, kendisi için tayin edilen kemâl noktaya gelmedikçe hareketten durmaması.

Süleyman KÖSMENE

Kainat Kitabı’nın Harika Ayetleri..

Sonuca ve hikmete bakmak, Kur’ân’ın bizlere ders verdiği tefekkürün en önemli şartıdır. Bu yöntem, özellikle zamanımızda, çok sık egzersizlerle pekiştirilmeye ihtiyaç göstermektedir.

Yeryüzünde birbirine komşu kıt’alar, bir de üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır ki, onların hepsi bir suyla sulanır; fakat Biz onlara birbirinden farklı tatlar veririz. Aklını kullanan bir topluluk için bunda âyetler vardır. (Ra’d Sûresi, 13:4)

İlk olarak yeryüzündeki komşu kıt’alara ibret nazarlarımızı yönelten âyet, bundan sonra yerin bitirdiklerine dikkatimizi çekiyor.

Birkaç kelime içinde özetleniveren bu geçiş, aslında, dünya tarihinin yüz milyonlarca yıllık bir kısmını ifade etmektedir. Nice depremleri, yanardağ patlamalarını ve daha pek çok jeolojik hadiseyi içine alan bu uzun sürecin başlangıcında cansız ve hayata düşman bir gezegen, sonunda ise, bitkilerle bezenmiş, üzerindeki canlılara her türden tadlarda meyveler sunan şirin bir dünya vardır.

Âyet, böylece, tefekkür edecek olanlara,

(1) bu âlemde olup bitenlerin sonucuna ve hikmetlerine bakmayı ders vermekte,

(2) belli başlı kilometre taşları arasında geçen, ancak âyette açıkça zikredilmeyen aşamaları da akla ve hayalgücüne havale ederek, herkesin önüne, kendi kabiliyeti nispetinde geniş bir tefekkür ufku açmaktadır.

Sonuca ve hikmete bakmak, Kur’ân’ın ders verdiği tefekkürün en önemli şartıdır. Bu yöntem, özellikle zamanımızda, çok sık egzersizlerle pekiştirilmeye ihtiyaç göstermektedir. Çünkü zamanımızın egemen anlayışları, herşeyi hikmetten soyutlayarak bir anlamsızlık ve amaçsızlık çukuruna atmak itiyadındadır. Hergün bizi medyanın tüm araçlarıyla propaganda sağanağına tutan bu inançsızlık akımları, yerde ve gökte olan hiçbir şeyin temelde bir anlamı ve amacı olmadığı düşüncesini zihinlerimize kazıyıp durmaktadır. Hayatın en göz kamaştırıcı mucizeleri bile, bu akımlarca bütün anlamından ve hedefinden soyutlanır ve tesadüfe, tabiata, bilinçsiz sebeplere havale edilir.

Bu inançsızlık zehrine karşı devâyı ve şifayı biz Kur’ân âyetlerinde buluyoruz.

Kur’ân, bir bakış açısı ayarlamasıyla bizim dünyamızı düzeltiveriyor. O, kâinata nereden bakacağımızı bize gösteriyor. Onun gösterdiği yerden baktığımızda, herşey yerli yerine oturuyor, her hadise bir anlam kazanıyor.

İşte Kur’ân’ın bize ders verdiği bakış açısı:

Herşeyi “hikmet” açısından incelemek. Birşeye bakarken, onun vardığı sonuca ve ortaya çıkardığı yararlara dikkat etmek. Varlıkların ve hadiselerin anlamlarını okumak.

Yeryüzüne bakarken, “Burası neden çorak bir gezegen olarak kalmamış da masmavi okyanuslar üzerine kurulu komşu kıt’alar halinde yaratılmış?” diye sormak.

Komşu kıt’alara, üzerlerinde bitirdikleriyle beraber bakmak. Kızgın manto tabakasının üzerine geçirilip ufalanmış o cansız kaya parçalarının nasıl hayata beşiklik edecek şekilde düzenlendiğini görmek.

Sonra, kıt’alar üzerindeki bağlarda ve bahçelerde yetişen rengârenk bitkilere, farklı tatlarda meyvelere, “Bunlar niçin böyle olmuş, nasıl böyle yaratılmış?” diye soran gözlerle bakmak.

Bu sorular bir kere sorulmaya başladı mı, cevaplar hemen arkadan geliverir. Yeter ki, gözler perdelenmesin, zihinler küllenmesin, herşeyi kuşatan ilim ve hikmetin eserleri kasıtlı bir şekilde gözardı edilmesin.

Bu, tohum ve çekirdekleri incelerken, “Şu elma çekirdeği, şu gelincik tohumu, bu şeftali çekirdeği” diyerek incelemeye benzer ki, bu bakış açısında, çekirdeğin dile getirdiği anlam ve varacağı sonuç dikkate alınmaktadır. Maddeci ve tesadüfçü bakış açısında ise, bunlar arasında bir ayırım yapılmaz; hepsi de cansız ve anlamsız birer odun parçasından ibarettir! Gerçi onlardan hiçbiri, bir avuç tohum ve çekirdek için “Bunlar birer odun parçası” deyip geçmez; ama tüm kâinat ve içindekiler için yaptıkları şey aynen bundan ibarettir!

Kur’ân, etrafımızdaki varlık ve olayları, sonuçlarıyla birlikte bizim gözlerimizin önüne sererken, Bediüzzaman’ın Yirmi Beşinci Sözde “İkinci Nükte-i Belâgat” başlığı altında dikkat çektiği bir yöntemle, gözlerimizin önüne, İlâhî sanat eserlerini serer, sonra da, onların dile getirdiği hakikatleri bize düşündürmek için, ayrıntılarını akla havale eder, “Bunda aklını kullananlar için âyetler vardır” der.

İşte, burada da, koca bir gezegenin kızgın kayalarını bir deniz yapıp onun üzerinde kıt’aları birer gemi gibi yüzdüren İlâhî kudretin muhteşem manevralarına dikkatlerimiz çekildikten sonra, bu manevraların sonucu olarak yeryüzünün bahçeleri ve o bahçelerde yetişen türlü türlü tadlarda meyveler gösteriliyor. Kıt’aların bu hareketleriyle bahçelerin bitirdikleri arasında geçen aşamalar ise, biz Kur’ân muhataplarının akıllarına, bilgilerine, hayalgüçlerine bırakılıyor.

Yani, yeryüzünde birbirine komşu kıt’alar yaratıldıktan sonra buraları nasıl canlıların yaşayışına elverişli hal almıştır? Dağlar, volkanlar, kayalar nasıl bahçelere dönüşmüştür? Yerden çıkanlar, gökten inenler, gün ışığı, hava, su, nasıl ve nerelerden getirilmiş, nasıl hayata hizmet ettirilmiştir? Sonra bu kara parçaları nasıl olmuş, hangi aşamalardan geçmiş de rengârenk güzelliklere bürünmüş, üzerlerinde sayısız sofralar serilmiştir? Bütün bunlar hangi rahmet hazinelerinden gelir, hangi kerem sahibi tarafından gönderilir? Niçin yapılır bütün bunlar? Niçin herşey hayata hizmet edecek şekilde yürür bu gezegen üzerinde?

İşte bizden böyle sorulara cevap aramamız, bu konular üzerinde tefekkür etmemiz isteniyor. Kur’ân âyetlerini okuduğumuz gibi, kâinat kitabının bu gibi âyetlerini de okumamız ve onlardan gerekli ibretleri çıkarmamız isteniyor.

Ve bu istenenler, “aklını kullanan insanlardan” beklenen şey olarak bize ders veriliyor.

Ümit ŞİMŞEK

Sonuca ve hikmete bakmak, Kur’ân’ın bizlere ders verdiği tefekkürün en önemli şartıdır. Bu yöntem, özellikle zamanımızda, çok sık egzersizlerle pekiştirilmeye ihtiyaç göstermektedir.

Yeryüzünde birbirine komşu kıt’alar, bir de üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır ki, onların hepsi bir suyla sulanır; fakat Biz onlara birbirinden farklı tatlar veririz. Aklını kullanan bir topluluk için bunda âyetler vardır. (Ra’d Sûresi, 13:4)
İlk olarak yeryüzündeki komşu kıt’alara ibret nazarlarımızı yönelten âyet, bundan sonra yerin bitirdiklerine dikkatimizi çekiyor.
Birkaç kelime içinde özetleniveren bu geçiş, aslında, dünya tarihinin yüz milyonlarca yıllık bir kısmını ifade etmektedir. Nice depremleri, yanardağ patlamalarını ve daha pek çok jeolojik hadiseyi içine alan bu uzun sürecin başlangıcında cansız ve hayata düşman bir gezegen, sonunda ise, bitkilerle bezenmiş, üzerindeki canlılara her türden tadlarda meyveler sunan şirin bir dünya vardır.
Âyet, böylece, tefekkür edecek olanlara,
(1) bu âlemde olup bitenlerin sonucuna ve hikmetlerine bakmayı ders vermekte,
(2) belli başlı kilometre taşları arasında geçen, ancak âyette açıkça zikredilmeyen aşamaları da akla ve hayalgücüne havale ederek, herkesin önüne, kendi kabiliyeti nispetinde geniş bir tefekkür ufku açmaktadır.
Sonuca ve hikmete bakmak, Kur’ân’ın ders verdiği tefekkürün en önemli şartıdır. Bu yöntem, özellikle zamanımızda, çok sık egzersizlerle pekiştirilmeye ihtiyaç göstermektedir. Çünkü zamanımızın egemen anlayışları, herşeyi hikmetten soyutlayarak bir anlamsızlık ve amaçsızlık çukuruna atmak itiyadındadır. Hergün bizi medyanın tüm araçlarıyla propaganda sağanağına tutan bu inançsızlık akımları, yerde ve gökte olan hiçbir şeyin temelde bir anlamı ve amacı olmadığı düşüncesini zihinlerimize kazıyıp durmaktadır. Hayatın en göz kamaştırıcı mucizeleri bile, bu akımlarca bütün anlamından ve hedefinden soyutlanır ve tesadüfe, tabiata, bilinçsiz sebeplere havale edilir.
Bu inançsızlık zehrine karşı devâyı ve şifayı biz Kur’ân âyetlerinde buluyoruz.
Kur’ân, bir bakış açısı ayarlamasıyla bizim dünyamızı düzeltiveriyor. O, kâinata nereden bakacağımızı bize gösteriyor. Onun gösterdiği yerden baktığımızda, herşey yerli yerine oturuyor, her hadise bir anlam kazanıyor.
İşte Kur’ân’ın bize ders verdiği bakış açısı:
Herşeyi “hikmet” açısından incelemek. Birşeye bakarken, onun vardığı sonuca ve ortaya çıkardığı yararlara dikkat etmek. Varlıkların ve hadiselerin anlamlarını okumak.
Yeryüzüne bakarken, “Burası neden çorak bir gezegen olarak kalmamış da masmavi okyanuslar üzerine kurulu komşu kıt’alar halinde yaratılmış?” diye sormak.
Komşu kıt’alara, üzerlerinde bitirdikleriyle beraber bakmak. Kızgın manto tabakasının üzerine geçirilip ufalanmış o cansız kaya parçalarının nasıl hayata beşiklik edecek şekilde düzenlendiğini görmek.
Sonra, kıt’alar üzerindeki bağlarda ve bahçelerde yetişen rengârenk bitkilere, farklı tatlarda meyvelere, “Bunlar niçin böyle olmuş, nasıl böyle yaratılmış?” diye soran gözlerle bakmak.
Bu sorular bir kere sorulmaya başladı mı, cevaplar hemen arkadan geliverir. Yeter ki, gözler perdelenmesin, zihinler küllenmesin, herşeyi kuşatan ilim ve hikmetin eserleri kasıtlı bir şekilde gözardı edilmesin.
Bu, tohum ve çekirdekleri incelerken, “Şu elma çekirdeği, şu gelincik tohumu, bu şeftali çekirdeği” diyerek incelemeye benzer ki, bu bakış açısında, çekirdeğin dile getirdiği anlam ve varacağı sonuç dikkate alınmaktadır. Maddeci ve tesadüfçü bakış açısında ise, bunlar arasında bir ayırım yapılmaz; hepsi de cansız ve anlamsız birer odun parçasından ibarettir! Gerçi onlardan hiçbiri, bir avuç tohum ve çekirdek için “Bunlar birer odun parçası” deyip geçmez; ama tüm kâinat ve içindekiler için yaptıkları şey aynen bundan ibarettir!
Kur’ân, etrafımızdaki varlık ve olayları, sonuçlarıyla birlikte bizim gözlerimizin önüne sererken, Bediüzzaman’ın Yirmi Beşinci Sözde “İkinci Nükte-i Belâgat” başlığı altında dikkat çektiği bir yöntemle, gözlerimizin önüne, İlâhî sanat eserlerini serer, sonra da, onların dile getirdiği hakikatleri bize düşündürmek için, ayrıntılarını akla havale eder, “Bunda aklını kullananlar için âyetler vardır” der.
İşte, burada da, koca bir gezegenin kızgın kayalarını bir deniz yapıp onun üzerinde kıt’aları birer gemi gibi yüzdüren İlâhî kudretin muhteşem manevralarına dikkatlerimiz çekildikten sonra, bu manevraların sonucu olarak yeryüzünün bahçeleri ve o bahçelerde yetişen türlü türlü tadlarda meyveler gösteriliyor. Kıt’aların bu hareketleriyle bahçelerin bitirdikleri arasında geçen aşamalar ise, biz Kur’ân muhataplarının akıllarına, bilgilerine, hayalgüçlerine bırakılıyor.
Yani, yeryüzünde birbirine komşu kıt’alar yaratıldıktan sonra buraları nasıl canlıların yaşayışına elverişli hal almıştır? Dağlar, volkanlar, kayalar nasıl bahçelere dönüşmüştür? Yerden çıkanlar, gökten inenler, gün ışığı, hava, su, nasıl ve nerelerden getirilmiş, nasıl hayata hizmet ettirilmiştir? Sonra bu kara parçaları nasıl olmuş, hangi aşamalardan geçmiş de rengârenk güzelliklere bürünmüş, üzerlerinde sayısız sofralar serilmiştir? Bütün bunlar hangi rahmet hazinelerinden gelir, hangi kerem sahibi tarafından gönderilir? Niçin yapılır bütün bunlar? Niçin herşey hayata hizmet edecek şekilde yürür bu gezegen üzerinde?
İşte bizden böyle sorulara cevap aramamız, bu konular üzerinde tefekkür etmemiz isteniyor. Kur’ân âyetlerini okuduğumuz gibi, kâinat kitabının bu gibi âyetlerini de okumamız ve onlardan gerekli ibretleri çıkarmamız isteniyor.
Ve bu istenenler, “aklını kullanan insanlardan” beklenen şey olarak bize ders veriliyor.

Ümit Şimşek

Hz. Muhammed (a.s.m), Kâinat Kitabının En Büyük Ayetidir!

Kâinat ve insan…

Her ikisinden hangisini alırsanız alın, sanki birisi ayna, diğeri o aynada görüntüsü akseden varlık gibidir. Veya sanki birisi dev bir ağaç, diğeri onun tohumudur. Ya da kâinat büyük bir insan, insan da küçültülmüş bir kâinattır.

Bu benzerlikler ve paralellikler maddî planda geçerli olduğu gibi, aynen manevî planda da kendisini gösterir.

Nasıl madde itibarıyla insan, sanki kâinatın bütün özelliklerini içeren bir numune ise, insanın kalbi de, adeta binlerce manevî alemi ana hatlarıyla işaret eden bir harita hükmündedir.

Nasıl insanın zihni ve hafızası, kâinatta maddî ilim bakımından bütün ilimleri öğrenebilecek bir kapasitede yaratılmışsa, kalbi de kâinatta gizli sınırsız hakikatleri elde etmeye, manevî alemlerdeki sırları ve gizemleri bir bir açmaya elverişli bir özellik taşır.

O halde insan, maddesi itibarıyla nasıl kâinat ağacının küçük bir çekirdeği mahiyetindeyse, onun kalbi de manevî alemlerin çekirdeği olarak düşünülebilir ve nasıl bir çekirdek toprağı, nemi ve ışığı bulunca yavaş yavaş neşv ü nemâ buluyorsa, kalp çekirdeği de uygun şartlarda ve gerekli vasıtalarla gelişir, manevî sümbüller verir. Çünkü o tohumcuğun içine ebedî, uhrevî ve haşmetli bir alemin yapı taşları, temel esasları ve özellikleri yerleştirilmiştir.

Kâinat büyük bir insan, insan küçük bir kâinattır.

Kâinat aynı zamanda bir kitaptır. Üzerinde Kâtibini anlatan, gösteren ve öğreten sayısız âyetler vardır. Bu âyetleri okumak, okuyabilmek gerekir. Bunun için bir öğretmen, bir muallime ihtiyaç vardır.

İnsan da İlahî bir kitaptır. Onun üzerinde de sonsuz ve sınırsız âyetler bulunur.

İnsan kâinat kitabını okumak, tefekkür etmek ve yüce Yaratıcıyı bulup tanımak için yaratılmıştır. İnsan, küçültülmüş bir kâinat kitabı olan kendisini okumak, üzerindeki yansımaları ve tecellileri görmek ve müşahede etmek için yaratılmıştır.

İnsan, eşsiz hakikatleri aktaran, yansıtan ve tercüme eden kendisini, kendisi gibi tüm insanları, tıpkı kâinat kitabı üzerindeki âyetler misali okumak, anlamak ve anlatmakla görevlidir.

Bediüzzaman bazı risalelerinde bütün kâinatı ve varlıklar âlemini Kur’an-ı Kebîr ve Furkan-ı Azam olarak niteler. Bunu ifade ettikten sonra da Hz. Muhammed’in (a.s.m.) kâinat denilen Kur’an-ı Kebîrin “Âyet-i Kübrâsı” ve o “Furkan-ı Âzam”ın “İsm-i Âzam”ı olduğunu zikreder.

Peygamberlik ve nübüvvet zincirinin son halkası ve en son mührü olan Hz. Muhammed (a.s.m.) büyük kâinat kitabının en büyük âyetidir. Bütün kâinat, içinde bulunan bütün varlıklarıyla Allah’ın varlığını, birliğini, sahip olduğu sonsuz sıfat ve isimlerini gösterir ve ispat eder. Kâinattaki bütün varlıklar içinde en fazla, en geniş kapsamlı ve en açık bir şekilde gösteren ve ispatlayan en büyük âyet Hz. Muhammed’dir (a.s.m.).

İnsan, işte bu temel ve çok önemli görevlerin yerine getirebilmek için bütün insanlığa bu hakikatleri öğretmek için gönderilen Hz. Muhammed’e (a.s.m.) tabi olmak, onu okumak, onun okuduklarını dinlemek ve öğrenmekle görevlendirilmiştir.

Kalem-i İlâhînin Mürekkebidir

Gözümüz önünde bulunan varlıklar âlemine büyük bir kitap nazarıyla bakacak olursak, nur-u Muhammedî (a.s.m.), yani Hz. Muhammed’in (a.s.m.) manevî nuru o kâinat kitabının Kâtibinin kaleminin mürekkebi olduğunu söyleyebiliriz.
Kitâb-ı Kebîrin Âyet-i Kübrâsıdır.

Peygamberlik ve nübüvvet zincirinin son halkası ve en son mührü olan Hz. Muhammed (a.s.m.) büyük kâinat kitabının en büyük âyetidir. Bütün kâinat, içinde bulunan bütün varlıklarıyla Allah’ın varlığını, birliğini, sahip olduğu sonsuz sıfat ve isimlerini gösterir ve ispat eder. Kâinattaki bütün varlıklar içinde en fazla, en geniş kapsamlı ve en açık bir şekilde gösteren ve ispatlayan en büyük âyet Hz. Muhammed’dir (a.s.m.).

Dr. Veli Sırım

kaynaklar,
Sözler / Yirmi İkinci Söz – s.128; Lem’alar / Otuzuncu Lem’a – s.811.
Mesnevî-i Nuriye – Habbe