Etiket arşivi: Metin Karabaşoğlu

Bediüzzaman Neden Bu Kadar Önemli?

Karabaşoğlu: Önemi nedir, neden bu kadar önemlidir dersek…

Vefatının 55. yıldönümünde Bediüzzaman Said Nursi’nin eserlerini, yazar Metin Karabaşoğlu’yla konuştuk. Karabaşoğlu, Bediüzzaman Said Nursi’yi şöyle anlattı: 

“Bediüzzaman bu ülkenin son yüzyılına bu ülkenin damga vurmuş önemli mürşitlerden, âlimlerimizden biri. Daha da önemi olduğunu şahsen düşünüyorum. Bu ülkeden başka âlem-i İslam için önemi olduğunu düşünüyorum ama bu ülkede yaptığı hizmetinin, tefekkürünün tam anlamıyla âlem-i İslam’a mal olduğunu söylemek pek mümkün değil.

“Önemi nedir, neden bu kadar önemlidir dersek en başta Bediüzzaman vesilesiyle, onun eserleri vesilesiyle seküler dünyadan geçtiği halde, modern zamanlarda yaşadığı halde, imanla, namazla, Kur’an’la tanışmış, hayatını elinden geldiğince takva ve amel-i salih ile yaşama gayreti içine girmiş milyonlarca kişinin onun eserleri vesilesiyle hidayet bulması başlı başına önemini gösteriyor ki kendimi de onlardan biri olarak görüyorum. Benim Kur’an okumaya başlamam, Peygamber Efendimiz’in (S.A.S) sünneti çerçevesinde elimden geldiğince bir hayat yaşama gayreti içerisine girmem Bediüzzaman’ın eseri sayesinde olmuştur. 15 yaşında okumaya başlamıştım. O günden bugüne okuma gayreti içerisindeyim. Tek tek hayatlara etki edebilmesi Bediüzzaman’ın yeterince önemli ve değerli bir hizmet.

“Bediüzzaman’ın kişiler üzerinde etkisi olmakla birlikte toplumsal düzlemde onun söylediklerinin tam anlaşabildiğini düşünmüyorum. Bir aydın olarak Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu entelektüel çerçeve modern zamanın şartlarında
Müslüman hayatların inşası noktasında ortaya koyduğu o büyük ontolojik inşanın da yeterince anlatabildiği ve anlaşabildiği kanaatinde değilim.

Bana göre Bediüzzaman hâlâ daha milyonlarca kişi tarafından okunuyor ve konuşuluyor olmakla birlikte halen keşfedilmeyen bir hazine niteliğindedir.”

Dünya Bizim / Yusuf Sami Kamadan

Çocuk Ve Risale-i Nur

Bazı “Latif Nükteler”i içeren Yirmi Sekizinci Lem’a’da, Lem’alar’a derc edilmesindeki hikmetin ilk etapta pek kavranamadığı bir mektup vardır. Şefik (SARIOĞLU) adındaki bir talebesinin Bediüzzaman’a yazmış olduğu bu mektup, ilk okuyuşta, samimi duygularla yazılmış sıcak ve safiyane bir mektup olmaktan ibaret gözükür insana.

Nitekim, bu mektupla ilgili şahsî tecrübem bu şekilde başlamış, ancak uzun bir zaman sonradır ki, bu mektup anlam ve derinliğini bana açmıştır. “Çocuklara Risale-i Nur’u ne şekilde takdim edeceği”ni bilemeyenler için, bu mektup, manidar ipuçları vermektedir. En ziyade dikkate değer yanı, herhalde budur.

Mektubun bilhassa son paragrafından öğrendiğimize göre, Şefik adlı Nur talebesi “üç yaşından sekiz yaşına kadar” çocukları ile yeğenlerine Risale-i Nur okumuştur. Ama, meselâ “Bunlar Risale-i Nur’dur. Üstad Bediüzzaman Said Nursî bunları yazmıştır” gibi bir girişle değil! Hele hele, “Gelin bakalım. Şimdi size Risale-i Nur okuyayım” diye hiç değil.

Bilakis, kendisi Risale-i Nur okuyorken çocuklar başına toplanıp ne okuduğunu sormuşlar; o da“Elmas, cevher, nur” demiştir. Bu cevapla merakları uyanan çocuklar “elmas, cevher, nur”u anlamaya çalışırken, Şefik onları sevmiş, çay vermiş, okumaya devam etmiş, aradaki sorularına “Bu, elmas, cevher, nurdur” şeklindeki merak uyandırıcı cevapla mukabele etmiş, “anlayamadıkları” yerleri “onların anlayabileceği şekilde” izah etmiş ve en sonunda “Nur, bunu okumaktır. Elmas, bu sözleri yazmaktır. Cevher de, bu kitaptan aldığınız imandır” diye bir açıklama getirmiştir.

Mektubun en son paragrafı ise şu şekildedir:
“İşte Elmas, Cevher, Nur budur, dedim. Tasdik ettiler. Hepsi birden bana bakıyorlardı ve ‘Bunu kim yazmış?’ diyorlardı.”

İmdi, bu latif mektuptan alınacak bir dizi ders vardır. Özellikle “Çocuklar(ımız)a Risale-i Nur’u nasıl anlatabiliriz?” sorusuyla hemhal olanlar için!

Birincisi, Şefik’in (r.h.) kendisinin ev ortamında Risale-i Nur okuyor oluşudur. Demek, çocuklarımızın Risale-i Nur okumalarını istiyorsak, evvela onların bizi Risale-i Nur okurken görmeleri gerekmektedir.

İkincisi; babalarının (veya dayılarının) ne okuduğunu merak edip soranlara Şefik’in doğrudan“Risale-i Nur okuyorum. Risale-i Nur ki, asrın tefsiridir. Üstad Bediüzzaman Hazretleri yazmıştır”türünden bir cevap yerine, çocukların merakını daha da kamçılayıcı latif bir cevabı tercih etmesidir: “Elmas, Cevher, Nur okuyorum.”

Üçüncüsü, bunun üzerine merak edip başına toplanan çocukları Şefik’in sevmesi ve kendilerine ikramda bulunmasıdır. Demek, çocuğumuzun Risale-i Nur’a muhatap olacağı ortam, sevgi gördüğü ve ikrama muhatap kılındığı bir ortam olmalıdır.

Dördüncüsü, Şefik’in “Onuncu Söz” gibi bir risaleyi okurken, çocukların anlayamadıkları noktada sordukları sorulara “onların anlayabileceği şekilde izah” getirmesidir. Demek, Risale-i Nur’u çocuklara anlatmanın en uygun yolu, onu “çocukça” anlatmaktır.

Beşincisi, Şefik’in elmas, cevher ve nuru son derece latif bir biçimde izah ettikten sonra, hâlâ daha müellifin ismini vermemiş olması; bu cevabın, ancak en sonra gelmesidir. Demek, önce Bediüzzaman’ın şahsını nazara verip, “İşte bu onun kitabı. Hadi okuyun” deme şeklinde örneklerini çokça gördüğüm bir tarz değildir doğrusu. Aslolan, muhatabı önce Risale’yle tanıştırmak, ancak bundan sonrasında gelen sorular dahilinde onun müellifini anlatmaktır.

Şefik’in mektubu, sonradan farkına vardığım böylesi fıtrî, hakikatlı ve sımsıcak ölçüler taşıması itibarıyla, sanırım, çocuğuna veya çocuklara Risale-i Nur’u anlatma ve aktarma gayreti taşıyan herkesin dikkatle ele alması gereken bir mektup hükmündedir.

Metin Karabaşoğlu

Gıybetten önce suizan vardır…

Birbirine yakın gibi gözüken, ama aralarında dağlar kadar fark bulunan haller vardır. Cömertlik ile israf, iktisat ile cimrilik, hikmet ile siyaset, ciddi­yet ile sertlik, yumuşak huyluluk ile teslimiyetçilik… Zahirde çok yakın gözüken; ama hakikat-ı halde birbirine çok uzak hallerdir. Ancak, aralarındaki fark fark edilmeyince, müs­bet olan ilk şıktan menfi olan ikinci şıkka kolayca geçilebilmektedir.

İstişare ile gıybetin de, bu tür ikilemelerden birini teşkil ettiği kanaatindeyim. Bir mü’minin bir mü’min kardeşinin du­rumunu doğru tahlil ve tesbit edip yardımcı olmak üzere bir başka mü’minle istişare etmesi son derece hakikatli bir haldir ve ne yazık ki, bu istişare nefsin araya girmesiyle ‘gıy­bet’e dönüşebilmektedir.

Yaptığımız gıybetlere şöyle bir bakalım: Vicdanımız gıybetin çirkinliğini bilir. O yüzden, nefis gıybet yolunu bize ekseriya ‘istişare’ sûretinde tutturmuştur. Yapılan istişare ile gıybetin arası açılamamış; doğru bir fiilin içine yasak ve yanlış bir iş karışmıştır.

Hülâsa, öyle ya da böyle, dûçar olageldiğimiz bir haldir ‘gıybet.’ Lâkin, çirkindir. Çirkinliği, kendi gıybetimizin yapıldığını öğrendiğimizde içimizde uyanan duygulardan bellidir. Hz. İsa’nın ‘ahlâkı ahlâksızlardan öğrenme’ formülünü tatbiki becersek, gıybetimizin yapılmasının bize çirkin gelmesinden hareketle, başkalarının gıybetini yapmanın çirkinliği rahatça görülebilecektir.

Bir çirkin ve kirli hal olarak bize sevdirilmeyen gıybeti, Kur’ân-ı Hakîm de çirkinlikle niteler. Hem de, ‘ölü kardeşinin eti­ni yeme’ gibi son derece sevimsiz bir çirkinliğe benzetir onu.

Peki, neden ‘ölü kardeşin etini yemek’ gibi birşeydir gıybet? Tenzîl-i Hakîm onu niye başka birşeye değil de ‘ölü kardeşin etini yeme’ye benzetmektedir?

Bunun kavrayabildiğimiz bir hikmeti, ‘ölü kardeş’in mahiyetine ilişkindir. ‘Yaşayan’ bir kardeş, değişmeye ve yanlışı­­nı düzeltmeye açık bir kardeştir. ‘Ölü’ bir kardeş ise, değiş­mez ve yanlışını düzeltemez. İşte, istişarede, değişmesi müm­­kün bir yanlış ve yanlışı değiştirmesi mümkün bir insan sözkonusudur; ama, iş gıybete dönüşürse, ortadaki, bir yan­lış hali dondurma, sabitleme ve ilgili kişiyi bu yanlışla özdeşleştirme durumudur.

İstişare eden, esasen iyi halde olan ve daha da iyi olması mümkün olan birinin yanlışını, o yanlıştan kurtulmasının yolunu bulma adına sözkonusu etmektedir. Gıybet eden ise, o insanı o yanlış haliyle tarif ile, âdeta, “Onun asıl hali budur; ve bu halden kurtulması imkânsızdır” demektedir. Hayat faaliyet ve değişmenin ifadesi olduğu halde ‘yaşayan’ bir mü’min kardeşini değişmez bir kötü hal üzere görmek, manen onu ‘ölmüş farzetmek’tir. Biz, mü’min kardeşimizi ‘gıybet’e konu olan kötü hal üzere görmüş olabiliriz, hem o hal gerçekten de kötü bir hal olabilir; ama, onun sonraki saatler ve günler boyu da o hal üzere olduğunun, o hali aynen sürdürdüğünün ve asla o halin istiğfarını yapmadığının elimizde bir delili var mıdır? Bizim, varlığını o kötü hal ile sabitlediğimiz mü’min, ihtimal ki, kendisinde gördüğümüz o kötü hali takip eden zaman içinde değiştirmiş veya ciddi bir istiğfar etmiştir. Gıybetin gözü, işte bu ihtimale kördür. Kötü hali görür; ve iyi insanları, hiç değişmemiş, o kötü hali el’an sürdürüyor imiş gibi, manen öldürür!

Gıybetten önce…

‘Ölü kardeşinin etini yeme’ye benzetmesinde böylesi hik­metler saklı Kur’ân âyetinin, gıybet yasağını, başkaca iki yasa­ğın üçüncüsü olarak getirmesi ise, ne yazık ki çoğu kez hatırdan kaçan bir husustur, ama ziyadesiyle manidardır. Bize özelde iç dünyalarımız ve içtimaî hayatımız için paha biçil­mez ilâhî ölçüler hediye eden Hucurât sûresinde yer alan bu âyet, ‘iman edenler’e hitapla ve onları ‘zannın çoğundan sakınma’ya çağırmakla başlamaktadır: Mü’minler, zannın çoğundan sakınmalıdır; zira, zannın bir kısmı büyük günahtır.

Âyetin, ‘zannın tamamı’ndan değil, ‘çoğu’ndan, ‘büyük kısmı’ndan kaçınmaya çağırması elbette manidardır. Çünkü zannın dilimize yerleşmiş haliyle ‘hüsnüzan’ ve ‘suizan’ olarak iki kanadı vardır. Hüsnüzan; hakkında kesin delil bulunmayan müphem ve muhtemel bir konuda, muhatabın iyiliği ve iyi­niyeti lehine hükmetmektir. Ne yapıldığı, niye yapıldığı, neyin niye söylendiği kesinkes bilinmeyen bir konuda, yapanın veya söyleyenin hayrı murad ettiğini ve hayrı hedeflediğini ummaktır. Suizan ise, tam zıddıdır bunun. Suizanda, yapılanın veya söylenenin ardında kötülük, kötü bir niyet, kötü bir hedef ve kötü bir murad aranmaktadır.

İşte, “Zannın çoğundan sakının” demekle, zanna dair durum­larda ekseriya ‘suizanna’ meyil gösterdiğimizi bildirir Kur’ân. Gerçekten de, hayatlarımızdaki zanların az bir kısmı hüsnüzan, çoğu ise suizandır. Zira, nefis suizan mümkün ol­dukça bizi hüsnüzandan alıkoymaktadır. Âyet ise, ‘sinelerde olanı bilen’ Zât-ı Alîm-i Hakîm’in kelâmı olarak, bizi işte bu zandan men etmekte; kesin bilgi ve delil olmayan, yani ‘zan’ alanına giren konularda suizan yasağı getirmektedir. Çünkü, suizan büyük günahtır; zira, kişiye, ihtimal ki asla kasd ve murad etmediği kötülükler yakıştırmaktadır.

Dahası suizan, hakkında kesin bilgi olmayan bir konuda bizi yanlış hüküm ve kararlara sevkederek, telafisi imkânsız zulümlere ve zararlara da sebebiyet verebilir.

Suizannın devamı…

Âyette, zanna dair ilâhî fermanın ardından, “Ve lâ teces­sesû” buyurulmaktadır. Buna göre, suizan gibi, tecessüs de yasaktır. Yani, mü’min, insanların özel hayatlarını kurcalama, onların gizli kusurlarını araştırma gibi bir halden emr-i ilâhî ile men edilmiş durumdadır.

Bu emrin ise, sırası ile suizan-tecessüs-gıybet yasağı getiren bir âyetin ortasında yer alma hasebiyle, gerek suizanna, gerek gıybete bakan bir tarafı vardır.

Zan, bir kez daha belirtirsek, birşey hakkında kesin bilgi sözkonusudur. İşte böyle belirsizlik durumunda “Herhalde böyledir,” “Bana göre öyle yapmıştır” gibi zannî hükümler veren insan, peşisıra bu hükme delil arama cihetine gitmektedir. O yüzden de, casus gibi, hakkında suizanda bulunduğu kişinin peşine düşmekte; onun hayatını zannına delil bulma kasdıyla didik didik etmekte, ilgili kişinin ayıbını ve kusurunu gözetlemektedir.

Bu, bir kere, Settâr olan bir Rabbin ahlâkıyla ahlâklanma durumunda olan insanın kendi kulluğuna yakışmamaktadır. Ki, hakikat-ı halde, O Settâr olmasa ve gizli kusurlarımızı giz­­lilik perdesiyle örtmesi, hangimiz başka insanların içine karışıp onların yüzüne bakabilir durumda olacaktır?

İnsanın Rabbinin Settâr ismini hayatında cilvelendirmesi sırrına yakışmayan tecessüs, öte yandan, insana bir eksen kay­ması yaşatmaktadır. İnsan için aslolan, ilgili Mâide âyeti­ni hatırlarsak, ‘kendine bakması’dır. Tecessüs ise, insanı baş­ka­larının gizli kusurlarını açığa çıkarma çabasıyla meşgul eder­ken, ona kendi ubudiyetini unutturmaktadır.

Tecessüs hali, ayrıca, ‘gıybet’in altyapısını hazırlamaktadır. ‘Ölü kardeşinin etini yeme’ye giden yolun ilk adımı suizan, ikinci adımı ise tecessüs ile bu zanna delil aranmasıdır. Eh, insan kusur ve noksandan münezzeh olmadığına göre, araştırıldığında herkeste bir kusur bulunmaktadır. Tecessüs, işte bu yönüyle, mü’min kardeşlerimiz hakkında gıybeti yapılacak malzeme sağlar bize. Öyle ki, başrolde suizannın olduğu bir kusur ve ayıp araştırmasından sonra, menüsü ‘ölü kardeş eti’nden ibaret gıybet sofrası dolup da taşmaktadır. Hülâsa, gıybet, diğer iki noktası suizan ve tecessüs olan S-T-G şeytan üçgeninin üçüncü ve son noktasıdır.

Gönderdiği âyetler ile bizi temizlemek ve tertemiz kılmak isteyen Rabbimiz, mü’min kardeşini manen öldürüp etini yeme hükmündeki gıybeti haram kılan âyetinde, üçgenin bu iki noktasına bunun için değinmektedir.

Çokça gıybet eden, ama vicdanı bu gıybet halini kendisine sevdirmeyen insanlar olarak istediğimiz halde kurtulamadığımız gıybet halinin çaresi, önümüzde işte böylece beliriyor: Öncelikle ‘zannın çoğu’ndan kaçınmalı, ve peşisıra tecessüs edip mü’minlerin ayıp ve kusurunu araştırmaktan uzak durmalı ki, o sevimsiz gıybet hali silinsin üzerimizden…

Metin Karabaşoğlu

Küresel ahzâbın karşısında!

Medine’nin yüz yüze geldiği en büyük saldırıydı Ahzâb savaşı. Bedir’de yenilen, Uhud’dan umduğu sonucu devşiremeyen Kureyş, bu kez Arabistan’ın bütün hizipleriyle birleşerek Medine’ye karşı ortak bir yürüyüşe geçmişti.

Bu birleşik hizipler tablosunda, Kureyş müşriklerinin yanında, Arabistan’ın büyük müşrik kabileleri, Hayber Yahudileri, ‘Medinetü’n-nebî’ (Peygamber şehri) haline geldiği için Yesrib’e küsen Ebu Âmir Fâsık ve taraftarları ve başkaları vardı. Dahası, Medine’nin yanıbaşındaki Kuba’da yaşayan Benî Kurayza Yahudileri, Peygamberle yaptıkları anlaşmaya rağmen, bu birleşik hiziplerle bu anlaşmaya ihanet hususunda sözleşmişlerdi. Yanısıra, Medine içinde münafıklar, Allah ve Resûlü hakkında türlü çeşit zanlar üreterek mü’minleri demoralize etmeyi amaçlıyorlardı.

Bütün bu hiziplerin tek hedefi vardı. Medine’yi işgal edip Hz. Peygamberi ifna ederek İslâm’ı tarih sahnesinden silmek.

Onların bir gün ansızın Medine’ye saldırmak üzere yapmış oldukları bu plandan günler önce haberdar olan Hz. Abbas, haberi bir ulak vasıtasıyla hızlıca Medine’ye ulaştırdığında Efendimiz aleyhissalâtu vesselam ve sahabilerin başvurduğu tedbir, Selman-ı Fârisî’nin kabul gören önerisiyle, şehrin surlarla çevrili olmayan açık kısmına ikibuçuk metre derinliğinde, dört metre genişliğinde ve yaklaşık dört kilometrelik bir hendek kazmak oldu. Çok kısa bir zamanda bu kadar geniş bir hendeği kazmak harikulâde bir neticeydi. Gıda bakımından kıtlığın sözkonusu olduğu bir dönemde, mucizelere de mazhar olmuştu Efendimiz aleyhissalâtu vesselam ve sahabiler. Az bir hurmanın herkesin doyacağı şekilde bereketlenmesi; Cabir radıyallahu anhın davetine Efendimizin bütün sahabileri çağırmasına karşılık en fazla on kişilik yemeğin yaklaşık dörtyüz kişiye yetmesi gibi mucizeler…

Bu mucizelerin en manidarı ise, hendek kazılırken sahabilerin karşısına çıkan ve bir türlü parçalayamadıkları; parçalanamadığı takdirde ise müşriklerin Medine’ye saldırısı için bir geçit işlevi görecek olan kocaman kaya ile ilgiliydi. Bu kayanın durumu haber verildiğinde Efendimiz âlemler Rabbine yönelip dua ederek kayaya üç balyoz vuracak; bu üç vuruşla kaya parçalanacak ve her vuruşta herkesin gördüğü bir nur parıldayacaktı. Her parıldayışta, Efendimiz aleyhissalatu vesselam, sahabilerine İslâm’ın istikbalini haber verdi: “Bana Medâyin’in sarayları gösterildi.” “Bana Busrâ’nın sarayları gösterildi.” “Bana Yemen’in sarayları gösterildi.”

Mü’minler Medine’de 28 gün boyu Arabistan’ın birleşik hiziplerinin, yani ‘ahzâb’ın kuşatması altındayken, münafıklar, Efendimizin mazhar olduğu bu mucizeyi akıllarınca alaya almaya yeltendiler. İçlerinden, “Muhammed bize şuraların şuraların saraylarının fethedileceğinin haberini veriyor, halbuki biz üç adım öteye çişimizi yapmaya gitmeye bile korkuyoruz” diyecek kadar düşkünleşenler oldu.

Ahzâb sûresinin haber verdiği üzere, münafıklar ile onlardan etkilenen ‘kalbleri hastalıklı’ kimselerin Allah ve Resûlü hakkında türlü çeşit zanlara düştüğü bu kuşatma şartları, mü’minlerin ise sadece imanını arttıracaktı. Zira âlemler Rabbi, iman etmelerine karşılık başıboş bırakılmayacaklarını; malları ve canlarıyla sınanacaklarını bildirmişti kendilerine. İşte, Allah’ın vaad ettiği ağır bir sınanmaydı yaşadıkları…

Sonuç, 28 günlük sonuçsuz bir kuşatmadan sonra müthiş bir fırtınaya maruz kalan hiziplerin kuşatmadan vazgeçip elleri boş halde evlerine dönmeleri oldu. Bu, birleşik hiziplerin Medine’ye karşı son saldırısıydı. Bundan sonra, bir daha Medine’ye saldıracak mecal bulamadılar.

Buna karşılık, Allah’ın vaad ettiği fetih de gerçekleşip Mekke İslâm’a teslim olduğunda, Resûlullah aleyhissalâtu vesselam, bizim ‘Hendek savaşı’ diye bildiğimiz o Ahzâb savaşı günlerine atıfla, “Allah sözünü yerine getirdi, kuluna yardım etti ve birleşik hizipleri tek başına yenilgiye uğrattı” diye hamdedecekti…

Ve sonraki yıllar içinde İslâm, tam da Peygamber aleyhissalâtu vesselamın haber verdiği şekilde Medâyin (Mezopotamya-Anadolu-İran), Busrâ (Mısır-Afrika) ve Yemen (Hint alt-kıtası, Uzakdoğu) üzerinden üç kıtaya yayıldı.

İslâm, kök saldığı bu üç istikametten, bu tarihten sonra asla sökülüp atılamadı. Ne Moğollar, ne Haçlı seferleri, ne sonraki asırlardaki Avrupa istilası İslâm’ı bu üç istikametten gerisin geriye sürüklemeye muktedir olabildi. İşgal de etseler, asla fethedemediler…

Bu yöndeki son büyük saldırı, modern dönemlerde önce, Batının birbiriyle rekabet halindeki hiziplerinin birleşik halde beraberce İslâm’a ve Müslüman topraklarına yönelik bir harekâta girişmesiyle gerçekleşti. Hollanda gibi ufacık Avrupa ülkelerinin bile Müslüman topraklarından ‘sömürge’ devşirdikleri bu dönemin ‘öldürücü darbe’ye heveslendiği safha ise, Osmanlı’yı ve İstanbul’u hedef alan Birinci Dünya Savaşı günleriydi. Bediüzzaman’ın “Devaü’l-Ye’s”ini ve “Rüyada Bir Hitabe”sini, Mehmed Akif’in “Çanakkale Şehitlerine” şiirini işte o günlerin şartları içinde düşünerek hakkıyla anlayabiliyor insan.

Sonrası, Müslümanların bilfiil Batının sömürgesi olmaktan adım adım kurtuldukları, ama bu kez Batının Müslüman isimli ‘mutemed’ adamlarının ve hiziplerinin sultasına mecbur kaldıkları dönemdi. ‘Kurtarıcı’lardan ‘kurtulma’ mücadelesine mü’minleri mecbur bırakan dönem…

Neredeyse yüzyıl süren bu dönemden sonra, mü’minlerin bu ülkede ve başka coğrafyalarda gerçek anlamda bir ‘kurtuluş’ imkânına kavuştukları; dahası, kurtuluşlarının birbirinin kurtuluşuna baktığının farkına vardıkları; bu bakımdan, Bediüzzaman’ın ümidiyle ‘uhuvvet-i İslâmiyenin mucizelerinin görüleceği’ bir zeminin ipuçlarının görüldüğü bir zeminde bu ülkede, Suriye’de, Mısır’da, İslâm coğrafyasının diğer kısımlarında yaşananlar, bana bir ‘küresel ahzâb’la yüzyüze olduğumuzu hatırlatıyor. İslâm’ın ilk döneminde nasıl Arabistan’ın birleşik hizipleri beraberce sahabilerin üzerine saldırdıysa, bugün de yerkürenin İslâm’a karşı birleşen bütün hizipleri bir ‘küresel ahzâb’ sûretinde her koldan, her imkânla Müslüman dünya üzerinde hâkimiyetini koruma mücadelesi veriyor. Küresel ahzâbın, bu uğurda her oyuna ve her ittifaka açık halde, ümmetin gerçek anlamda kurtuluşunun, küresel zulme karşı direncinin ve ittihad-ı İslâm’ın simgesi ve ümidi olmuş isimleri hedef tahtasına yerleştiren bir ‘küresel ahzâb’ karşımızdaki…

İslâm coğrafyasında epeyce zamandan ve özelde bu ülkede yakın zamandan beri olup bitenlerin benim dünyamdaki karşılığı bu…

Dolayısıyla, ümmetin ümidi ve simgesi olmuş isimleri uğradıkları her türden saldırıya karşı savunmak da, basitçe bir ‘siyaset’ meselesi değil.

Nerede ve niye durduğumu, niye bu açık ve bazılarına göre mert, başka bazılarına göre sert bir şekilde bu duruşumu ifade ettiğimi merak edenlere, cevabım kısaca budur.

Metin Karabaşoğlu

Karakalem.net

Görülen Rüyaları Asfiya Mihengine Vurmalı!

EVLİYA’ KELİMESİ dilimize yerleşmiştir de, ‘asfiya’ ümmete mal olamamış bir kelimedir nedense. Oysa Risale-i Nur külliyatında, İslâmî düşünce ve yaşayış mirasından süzülüp gelmiş bu iki kelime de kullanıldığı gibi, ‘asfiya’lık ‘evliya’lığın üstünde bir değer olarak anlatılır. Risale-i Nur ıstılahında, bildiğimiz ‘evliya’lık ancak ‘velayet-i suğra’ (küçük velayet) olarak tarif edilir. ‘Asfiya’lar ise, ‘velayet-i kübra’nın, yani ‘büyük velayet’in mümessilleridir.

Peki ‘asfiya’ kime denir ve evliyanın ‘velayet-i suğra’sı ile asfiyanın ‘velayet-i kübra’sı arasındaki fark nedendir?

Risale-i Nur müellifi, bu iki sorunun cevabını, Risalelerin bütününde, ama özellikle “Yirmidördüncü Söz” ile “Onsekizinci Mektup”ta verir.

Hemen belirtelim: “Yirmidördüncü Söz”ün ardından gelen “Yirmibeşinci Söz”ün “Mucizat-ı Kur’âniye Risalesi” adını taşıması, “Onsekizinci Mektup”tan sonra gelen “Ondokuzuncu Mektup”un adının ise “Mucizat-ı Ahmediye Risalesi” olması, bu bağlamda ziyadesiyle manidardır. Sadece bu iki atıf dahi, ‘asfiya’nın tarifi konusunda bize yeterince açık ve güçlü ipuçları vermektedir. ‘Velayet-i suğra’ ehlinin yüzü ilhama, ‘velayet-i kübra’ ehlinin yüzü ise ilhamdan ziyade vahye dönüktür. İlk yolda bizzat tecrübe edilen‘keramet’lere ziyade dikkat varken, asfiya yüzünü peygamber ‘mucize’lerine çevirmiş haldedir. Evliya keramet görür, asfiya mucizelere bakar.

İşte, ‘asfiya’ yolunun tarifini içeren iki anahtar risaleden ilkinin (“Yirmidördüncü Söz”) ardından Kur’ân adlı en büyük mucizeyi; diğerinin ardından (“Onsekizinci Söz”) ise, bütün peygamberlerin mazhar olduğu mucizelerin kendisinde buluştuğu Hâtemü’l-Enbiya aleyhissalâtu vesselamı anlatan iki risalenin gelmesi, bu sebeptendir.

Bu dört risaleden anlaşıldığı üzere, ‘asfiya’ doğrudan ve bizzat nübüvvet mirasına vâris olmaya taliptir. Asfiya mesleği, ‘veraset-i nübüvvet’ mesleğidir. Bu verasetin öncelikli şartı ise, hakikat yolculuğunda sübjektif ‘ilhamat’ ve ‘meşhudat’ını değil, herkes için eşit derecede ulaşılabilir durumdaki ‘Kitab ve sünnet’i esas almaktır. Evliya, ilhamının izini sürer; asfiya ise ‘ders-i Kur’ân’dan gelen sünuhat’a taliptir. Asfiya da ilhama mazhar olur; ama o, ilhamını dahi Kitab ve sünnetin terazisine vurur.

Ve ne zaman ki ‘velayet-i suğra’daki bir velî kendi hususî ilhamı yerine Kur’ân’dan ve sünnetten alacağı derse öncelik verir, o da ‘velayet-i kübra’ olan ‘asfiya’ mertebesine doğru adımını atmış olur.

Sözün kısası, Risale-i Nur’un tarifiyle, ‘velayet-i suğra’ yolu, Allah’a götüren bir yol olarak makbul ve muteber görülmekle birlikte, idealize edilen, imrenilesi bir yol olarak da gözükmez. Bilakis, bu yol, ulaşılması gereken nihai menzile, yani ‘asfiya yolu’na giderken bazı mü’minlerin vardığı ama ‘aşılması’ lâzım gelen bir ara durak olarak görülür. Kaldı ki, Bediüzzaman’ın tarifiyle, asfiya yoluna ulaşmak için, ille de bu ‘velayet_i suğra’ yolundan geçilmesi de gerekmez. Ama evliya yolunda olanların da, asfiya yoluna yönelmesi beklenmektedir.

Peki neden?

Bu sorunun cevabını, sözünü ettiğimiz dört risalenin yanında, “Yirmidokuzuncu Mektub”un son kısmında, yani “Telvihat-ı Tis’a” bahsinde de okuruz.

Burada kısaca özetlersek:

‘Velâyet-i suğra’ yolundan gidenlerin mazhar olduğu ‘meşhudat’ ve ‘keşfiyat,’ tıpkı rüya gibi, âlem-i misalden kalbe gelir ve tıpkı rüyalar gibi tabire muhtaçtır. Bu yorumlama ameliyesi de, Kitab ve sünnetin mizanıyla yapılır. Ancak, keramet, keşfiyat, ilhamat ve meşhudat üzere giden ‘velayet-i suğra’ yolcularının, mazhar oldukları bu meşhudat ve keşfiyatı ‘âlem-i misal’den değil, ‘âlem-i melekût’tan, hatta ‘Levh-i Mahfuz’dan zannetme yahut zannettirme gibi bir hataya düşebilmeleri gibi muhtemel ve büyük bir risk de vardır. Gördüklerinin Kur’an ve sünnetin mihengiyle tartılarak tabir, tevil ve tefsir edilmesi gerekirken, onları gördükleri haliyle ‘hakikat’ olarak görebilir veya gösterebilirler. Bu ise, “Gördükleri doğrudur; fakat âlem-i misalde sûreten âlem-i maddîye benzediği için, iki âlemi memzûç görüyorlar, öyle tâbir ediyorlar. Âlem-i sahveye döndükleri vakit, mizansız olduğu için, meşhudatlarını aynen yazdıklarından, hilaf-i hakikat telâkki ediliyor.” Yani, onlar “gördüklerini doğru görmüşler; fakat ihatasız olan hâlet-i şuhudda ve rüya gibi rü’yetlerini tabirde verdikleri hükümlerinde hakları olmadığı için, kısmen yanlıştır. Rüyadaki adam kendi rüyasını tabir edemediği gibi, o kısım ehl-i keşf ve şuhud dahi, rüyetlerini o halde iken kendileri tabir edemezler.” Kim tabir eder? “Onları tabir edecek, ‘asfiya’ denilen veraset-i nübüvvet muhakkikleridir. Elbette o kısım ehl-i şuhud dahi, asfiya makamına çıktıkları zaman, Kitab ve sünnetin irşadıyla yanlışlarını anlarlar, tashih ederler, hem etmişler.”

Bu gayet şefkatli ve hakkâniyetli ifadelerinden anlaşıldığı üzere, Bediüzzaman Said Nursî keşif, keramet ve şuhud ehlini, ‘görmediği şey için gördüm demekle’ itham ediyor değildir. Onlar, ‘gördüklerini doğru görmüş’ olmakla birlikte; onları yoruma ve tabire muhtaç görmeden olduğu gibi aldıkları için hata etmektedirler. Halbuki onların gördükleri, ‘misal âlemi’nden iktibas edilmiş olan, bir mânânın taşıyıcısı ve de ‘şartlara bağlı’ işaretler iken, ‘melekût âleminden’ yansıyan ayan-beyan hakikatler olarak görülünce, bu hata kaçınılmaz olmaktadır.

İşte bu hataya düşmemek için, keramet ve keşfiyat ehli, ilhamat ve meşhudatını, Kitab ve sünnetin mizanıyla tartmalı; ve onların doğru yorumuna ulaşmak için Kitab ve sünnetin terazisiyle tartan ‘asfiya’yı mihenk almalıdır.

Burada, “Yirmibeşinci Söz”ün son bölümünde, yani “üçüncü ziya”da karşımıza çıkan bir mânâ da devreye girer. ‘Kur’ân’daki muvazene, tenasüb ve cem’e dikkat çeken, Kur’ân’da bütün hakikatlerin ne kadar da mucizevî bir uyum ve denge içinde sunulduğuna dikkat çeken bu bahis, Kur’ân’dan ders almış da olsalar, mütekellimînin, hükemânın ve mutasavvıfînin eserlerinde bu uyum ve dengenin görülemeyişine işaret eder. ‘Gözü bağlı dalgıçlar’ örneğiyle anlatılan bu durumda karşımıza çıkan bir gerçek, tam da yukarıdaki ‘asfiya mihengi’ni açıklar niteliktedir. Buradaki kritik hata, hakikatin özünü ve aslını kendi gördüğünden ibaret görmek; sair mü’minlerin gördüklerini ise hakikatin ikincil ve ilave unsurları, ‘zevâid ve teferruatı’ olarak değerlendirmektir. Halbuki, bir kişi veya grubun hakikati bütün renkleri ve veçheleriyle kavraması mümkün değildir. Hakikatin hakiki rengine ve resmine kavuşmak için, herkesin kendi gördüğünü diğer mü’minlerin gördükleriyle tartması ve buluşturması gerekmektedir. Ancak kendi gördüğünü en üst noktada ‘asfiya’nın temsil ettiği ümmet aynasında yeniden değerlendirerek, hakikatin asıl kıvamına ulaşabilir bir mü’min.

Bu vâki olmadığında ise, muvazene gider, tenasüp dağılır; hatta daha da kötüsü olur. “Yirmibeşinci Söz”ün son cümleleriyle ifade edecek olursak:

“İşte hem su sırdandır ki, bâtın-ı umûra gidip, sünnet-i seniyyeye ittiba etmeyerek, meşhudatına itimad ederek yarı yoldan dönen ve bir cemaatin riyasetine geçip bir fırka teşkil eden fırâk-ı dâllenin bütün imamları hakâikın tenasübünü, muvazenesini muhafaza edemediğindendir ki, böyle bid’aya, dalâlete düşüp, bir cemaat-i beşeriyeyi yanlış yola sevketmişler.”

Tek başına bu cümlelerin gösterdiği üzere, birtakım keşfiyata ve meşhudata, rüyalara ve rü’yetlere mazhar olmak, bir ‘imkân’ olmanın ötesinde, bir ‘imtihan’ ve hatta bir ‘ibtilâ’dır. Bu keşfiyat ve meşhudat, onları ümmetin aynasında ve asfiyanın mihenginde Kitab ve sünnetin terazisiyle tartan için belki bir ‘imkân’dır. Ama doğrudan onlara itimad eden için bir imtihan; hatta başkalarına açılmayan sır ve mânâların kendisine ifşa olunduğu ümidiyle kendisine bir makam biçenler için belâ ve ibtilâdır. ‘Kerâmet’in ‘istidrac’a dönüşmesi riskiyle ilgili olarak Bediüzzaman’ın yaptığı uyarılar da, bu açıdan ziyadesiyle manidardır.

Meselâ, velayet yolunda, makam-ı Hızır, makam-ı Mehdiyyet gibi makamlar vardır. Ve o makamın cüz’î bir nümunesine veya bir gölgesine girenler, tarihen ve defaatle sabit olduğu üzere, kendilerini o makamın has sahibi görme gibi bir imtihana duçar olabilmişlerdir:

“Kendini Hızır telakki eder veya Mehdi itikad eder veya kutb-u azam tahayyül eder. Eğer hubb-u câha talib enaniyeti yoksa, o halde mahkûm olmaz. Onun haddinden fazla davaları, şatahat sayılır. (…) Eğer enaniyeti perde altında hubb-u câha müteveccih ise; o zât enaniyete mağlub olup, şükrü bırakıp fahre girse, fahirden gitgide gurura sukut eder. Ya divanelik derecesine sukut eder, veya tarîk-ı haktan sapar. (…) İşte bu hale giriftar olan, mizan-ı şeriatı elde tutmak ve usulu’d-dîn ulemasının düsturlarını kendine ölçü ittihaz etmek ve İmam-ı Gazalî ve İmam-ı Rabbânî gibi muhakkikîn-i evliyanın talimatlarını rehber etmek gerektir. Ve daima nefsini ittiham etmektir. Ve kusurdan, acz ve fakrden başka nefsin eline vermemektir.” (bkz. Yirmidokuzuncu Mektub, Dokuzuncu Kısım: Telvihat-ı Tis’a, Dördüncü Telvih)

Bediüzzaman’ın ilgili bahislerde ortaya koyduğu ölçülerden, karşımızdaki kim olursa olsun ve aktarılan şey kimden gelirse gelsin, şu kıstaslarla değerlendirmemiz gerektiği anlaşılıyor:

Merkezinde ilham mı, vahiy mi var?

Kur’ân ve sünnetin ölçülerine uyuyor mu, onlarla çelişiyor mu?

‘Rüya’lar ve ‘meşhudat’ üzerinden ve bir ‘makam’ verilerek, ümmetten peşin ve kesin kabul mü isteniyor; yoksa bir kanaat ümmetin müzakeresi ve istişaresine mi arzediliyor?

Sahabe ve selef-i sâlihîn başta olmak üzere, asfiyanın mihengiyle tartıldığında altın mı, bakır mı çıkıyor?

Ümmetin aynasında nasıl yansıyor? Kabul mü, red mi, tereddüt mü sözkonusu?

Tecrübeler gösteriyor ki, bu ölçülerledir ki, istikamet muhafaza ediliyor.

Bu ölçüler kaybolduğunda ise, sadece kişi kendisi kaybetmekle kalmıyor, başkalarına da kaybettiriyor…

Allah korusun!

Metin Karabaşoğlu

Karakalem.Net