Etiket arşivi: Metin Karabaşoğlu

Risale Dersindeki Bereketin Sırrı Nedir?

Risale-i Nur müellifinin iman taliminden ve hayat tecrübesinden mülhem olarak, bir ortamın ‘bereket’ini orada yeni ve hayırlı bir meyvenin hâsıl olabilmesi veya olamamasıyla açıklarım. Sadece verici olduğum ama birşey alamadığım, sadece alıcı olduğum birşey veremediğimi hissettiğim ortamlar, ‘müzakere’ mânâsının da, ‘iktiran’ sırrının da tahakkuk etmediği ortamlardır buna göre.

Risale-i Nur müellifinin “Onyedinci Lem’a”nın onüçüncü notasında dile getirdiği ‘iktiran’ bahsi, bir hayat tecrübesinin de tercümanı niteliğindedir benim için. Onun Şualar’da yer alan bir mektubunda Nur talebesini tarif ederken dile getirdiği iki vasıftan ikincisi olarak ‘ders müzakeresinde birer zeki muhatab’ ifadesini de bu ‘iktiran’ bahsinin ışığında anlamışımdır hep.

Önce, iktiran bahsine kısaca değinelim. Bir hayra, bir hizmete medar olan insanlara yönelik teveccüh, genelde tek taraflı olur. Ortada bir hizmet, bir eser ve bir netice vardır; ve kişiler bu eseri, bu neticeyi onun ‘müsebbibi’ olarak gözüken kişiye atfetme temayülündedir. O yüzden “Sizin sayenizde…” diye başlayan kelimeler de, “Siz olmasaydınız…” diye getirilen açıklamalar da eksilmez dillerden ve zihinlerden. İpin ucu iyice kaçırılacak olsa, sonuç kendisine atfedileni benlik şirkine, sonucu ona atfedenleri ise esbab şirkine düşürecek kadar riskli bir açıklama biçimidir bu.

Bediüzzaman ilgili notada tabloyu aynadan bilmemek ama aynayı da kırmamak dengesini içeren bir tevhid ve adalet dersi verir. “Üstad ve mürşid, masdar ve menba telakki edilmemek gerektir. Belki mazhar ve ma’kes olduklarını bilmek lazımdır” der. Yani, bir mürşidin veya üstadın mazhar ve ma’kes olarak hizmetini takdir ve tahsine bizi çağırırken, onu neticenin kendisinden sudur ettiği ‘masdar’ ve sonucu vücuda getiren ‘menba’ olarak görme riskine karşı da uyarır.

İşin bu kısmı, meselenin dikey veçhesine bakıyor. Müsebbibü’l-Esbab’a ait olan neticeyi sebeplerden bilmeme veçhesine yani.

İktirandaki bereket

İktiran bahsi ise, bu ‘dikey’ veçheyle de irtibatlı biçimde, yatay düzlemdeki bir yanlışı düzeltmeyi hedefliyor. Bu iktiran açıklaması ile Bediüzzaman’ın söylediği şey, çok açık: Eğer ortada Allah’ın lutfuyla gerçekleşmiş hayırlı bir netice varsa, bu sebepler düzleminde çift taraflı bir fiilî duanın, çabanın, arayışın meyvesidir. Aynen bir iletişim işleminin gerçekleşmesi için sadece ‘alıcı’nın ve sadece ‘verici’nin açık olmasının yetmeyişi; bilakis ikisinin birden açık olmasının gerekmesi gibi bir durumdur bu. Verici ne kadar açık olursa olsun, alıcılar kapalıysa, mesaj yerine ulaşmaz ve netice hasıl olmaz. Aynı şekilde, alıcılar istediği kadar açık olsun, vericiler çalışmıyorsa yine ortada bir iletişimden söz edilemez.

İşte bu tarafın aynı gaye ve aynı çaba için beraberce varlığına; bu iki mecranın rahmeti celbeden ortak bir fiilî duada buluşmasına ‘iktiran’ adını verir Bediüzzaman. Ve hayatlarının iman ile hayatlanmasına vesile olan Risale-i Nur’un müellifi olarak kendisine teşekkür eden talebelerine, samimi duaları, arayışları, çabaları ve ihlasları ile onların da Allah’ın izniyle bu neticenin hâsıl olmasında bir hisseleri bulunduğunu; Risale-i Nur’un telifinin sadece müellifinin çabasından hâsıl olmadığını, muhatapların arayış ve dualarının da bunda bir hissesi olduğunu bildirir.

Bu sözler, göstermelik bir tevazunun değil, hakikatin derûnuna nüfuz etmiş bir hakikat adamının hakikî tevazusunun ifadeleridir elbet.

Ve yine bu sözler, en başta sözünü ettiğim mektupla birlikte düşündüğümde, bana ‘bereket’in bir sırrını da fısıldar.

İlgili mektupta, bir hikmet-rahmet dengesinin ifadesi olarak, Nur talebesinin vasfı olarak önce ‘teselli ve taltifte birer şefkatli kardeş’liği zikreden Bediüzzaman, ardından ikinci bir vasıf olarak ‘ders müzakeresinde birer zeki muhatap’ ifadesini kullanır. Kimilerince, birinci vasıf gözardı edilerek sadece ikincisine nazar edildiğinde, sevgisiz, kuru, akılcı bir cedelcilik, dahası seçkinci bir tutum üretmenin mazereti olabilmiş hakikatli bir ifadedir bu. Ve bir müzakere mecraında gerçek bir istifadenin, bir manevî bereketin hâsıl olabilmesi için ‘iktiran’ sırrının tahakkuku gereğine dikkat çekmektedir. Vericiler ile alıcıların beraberce açık olduğu; sadece alma veya sadece verme yerine, bir alışverişin gerçekleştiği; konuşmanın da, dinlemenin de aynı açık zihin ve yürekle gerçekleştiği; ve en önemlisi, niyetlerin müşterek olduğu bir zemine yani.

Nitekim, nice öğretmen dostumdan işitmişimdir: Dersi en iyi anlattıkları sınıflar, öğrenmeye müştak, meraklı, ışıltılı gözler gördükleri sınıflardır. Nice konuşmacı dostumdan işitmişimdir: Demek istediklerini en güzel şekilde diyebildikleri ortamlar, hâzirûnun sadece bedeniyle değil, aklıyla ve kalbiyle orada olduğunu hissedebildikleri ortamlardır. Bediüzzaman’ın iktiran bahsinde Risale-i Nur için zikrettiği üzere, yazılanlar açısından da durum farklı değil.

Risale-i Nur müellifinin iman taliminden ve hayat tecrübesinden mülhem bütün bu tahlillerin ışığında, bir ortamın ‘bereket’ini orada yeni ve hayırlı bir meyvenin hâsıl olabilmesi veya olamamasıyla açıklarım. Sadece verici olduğum ama birşey alamadığım, sadece alıcı olduğum birşey veremediğimi hissettiğim ortamlar, ‘müzakere’ mânâsının da, ‘iktiran’ sırrının da tahakkuk etmediği ortamlardır buna göre.

Yani, ortam vardır, düşündürür; ortam vardır, düşündürmez. Ortam vardır, konuşturur; ortam vardır, konuşturmaz. Ortam vardır, hissettirir; ortam vardır, hissettirmez. Ortam vardır, yazdırır; ortam vardır, yazdırmaz.

Yoksa Bediüzzaman, o harikulade otobiyografik risalesi İhtiyarlar Risalesi’nin sekizinci yaşadığı büyük manevî dönüşümün en önemli kilometre taşlarından birini anlatırken, niye ‘ihlaslı hâfızlar’ kaydını düşsün?

Okunan kadar, okuyana da bakmak gerek. Hem, dinleyene de…

‘Bereket’in sırrı ‘iktiran’da gizli.

Metin Karabaşoğlu

Moral Dünyası Dergisi / http://www.moraldunyasi.com

Bediüzzaman bugünün çocuğu olsaydı?

Zamanın eşsizi” Bediüzzaman’ın “sıradan” insanlara benzemeyen çocukluğu, gençliği, sonraki yılları ve eseri, ehil insanlarca dahi kılı kırk yarar bir titizlikle kullanılması gerektiği halde bugün ehil olsun olmasın herkesin rahatça kullandığı “sofistike” etiketlerin ne derece tehlikeli olduğu açısından ziyadesiyle öğretici. Keza, dünden bugüne kullanılagelen “yaramaz”, “geçimsiz”, “başarısız” gibi etiketlerin tehlikelerini göstermek açısından da…

İskoçyalı düşünür Thomas Carlyle, Kahramanlar ismini taşıyan kitabında, kendi gözüyle insanlık tarihini değiştiren büyük isimleri anlatır. Resûlullah aleyhissalâtu vesselamı da ‘Peygamber kahraman’ olarak anlattığı bu kitabın bir yerinde, Fransız devrimi sonrasında bütün kıtaya yayılmış olan ‘millî eğitim’den de yakınır Carlyle. Ona göre, yeni şartlarda artık ‘kahramanlar’ın çıkması zor, hatta imkânsızdır. Zira, mevcut eğitim sistemi ortalama bir düzeyi her çocuk için dayatarak, Allah vergisi özel yeteneklere sahip çocukları da vasatlaştırmaktadır!

Thomas Carlyle’ın 1800’lü yılların ortasında söylediği bu tesbitini, ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında doğup büyümüş ve ‘millî eğitim’den geçmemiş bir isimle birlikte düşünürüm. Belirlenmiş okula başlama yaşına göre birkaç sene daha geç eğitime başlamış olan, bugünkü anlamıyla bir ‘okul’da verildiği şekliyle eğitim görmemiş olan, klasik İslâmî eğitim modelinin bir parça deforme olmuş halde sunulduğu medreselere de mutad şekilde devam edemeyip gittiği medreseden ya kendisi ayrılan veya ayrılmaya mecbur bırakılan bir isimle birlikte…

Bu isim, Bediüzzaman’dır.

Bediüzzaman, adı üstünde ‘zamanın eşsizi’dir ve bu ünvan kendisine gençlik döneminde onda görünen harikulâde hâfıza ve muhakeme birlikteliği dolayısıyla yaşadığı bölgede sözü dinlenen bir âlim tarafından verilmiştir.

Ama medreseye ilk gittiği tarihten çok değil sekiz-on sene sonra ‘Bediüzzaman’ ünvanıyla anılır hale gelen çocuk, dokuz yaşında iken gittiği ilk medresede de, ikincisinde de ‘problem çocuk’ niteliğindedir. Doğup büyüdüğü Nurs civarındaki, Bitlis hududundaki medreselerde istikrarlı ve devamlı bir eğitimi bu yüzden göremediği için daha uzak bir beldede, Ağrı Dağı karşısındaki Doğubeyazıt’ta Muhammed Celalî Efendi’nin medresesinde tahsilini tamamlamıştır. Ama, yerleşik sisteme göre uzun seneler süren bu eğitimden sadece birkaç ay gibi kısa bir zamanda geçmek suretiyle…

Şükür ki, meşhur İshakpaşa Sarayı’nın biraz daha yükseğinde medfun halde mü’minlerden dua bekleyen Muhammed Celâlî Efendi, Said isimli bu taze gencin taşıdığı özel yeteneği farketmiş; daha önceki medreselerde olduğu şekilde onu diğer çocuklarla aynı zaman aralığında aynı ders düzenine zorlamamış; diğer çocuklarda ona karşı herhangi bir hasetçi tutumun gelişmesine ve bu yüzden aralarında çatışma çıkmasına da mani olup, genç Said’e çok kısa zamanda klasik medrese tahsilini tamamlama imkânını sunmuştur. Bu sayededir ki, gittiği önceki medreselerin ‘problem çocuk’ Said’i, onun medresesinde az zaman sonra Bediüzzaman ünvanıyla anılır hale gelecek bir ‘özel yetenekli çocuk’ olarak temayüz eder.

Bugün yaşasaydı…

Bediüzzaman’ın bu eğitim süreci, birçok açıdan öğreticidir. En başta, Carlyle’ın sözünü ettiği özel yetenekleri de ‘vasatlaştıran’ bir örgün eğitimin cenderesine girmemesi ile, haksız karşısında eğilmeyen, öfke seline de kapılmayan destansı hayatı ve Risale-i Nur gibi bir İslâmî düşünce şaheserinin müellifi olması arasındaki ilişkiyle.

Bu süreç, insanlığa yol verecek örnek hayatların ve büyük düşünürlerin geniş imkânlar içeren vasatlarda ortaya çıkabileceği yolundaki yerleşik algıya ters düşmesi cihetiyle de önemlidir. İslâm’a uzanan yolunda Bediüzzaman’ın hayatından ve eserinden ziyadesiyle etkilenmiş bir isim olarak Kanadalı gazeteci Fred A. Reed’in Anadolu Kavşağı: Gizli Türkiye’ye Yolculuk isimli kitabında Bediüzzaman’ın doğup büyüdüğü Nurs köyüne gittiğinde yaşadığı ruh halini tarif ettiği şu cümleler, bu açıdan son derece dikkat çekicidir: “Benzersiz nitelikleri olan birinin yetiştiği yeri ziyaret ettiğimizde, ilk bakışta hayal kırıklığına uğrarız. Torosların uzak bir kanyonundaki bu taş yığını, fakir ve küçük köy ile, yaptıkları ve eylemsizlik üzerine bina ettiği hareketi ile tahmin edilmeyen gizemli yollarla bir ülkeye ve dine hâlâ şekil veren bir insan arasında nasıl bir irtibat kurulabilir? (…) Kim böyle bir insanın böyle bir yerden zuhur edeceğini tahmin edebilirdi?”

Halbuki, yine Fred A. Reed’in dediği üzere, deha, ‘böyle mütevazı şartların umulmadık bir mahsulü’dür ve nice büyük isim metropollerden ve saraylardan değil, böylesi ortamlardan çıkmasıyla kafamıza yerleşmiş ezberleri olabildiğine sarsmaktadır.

Başkaca örneklerin yanısıra Bediüzzaman’ın doğup büyüdüğü şartlar ve geçirdiği ‘problemli’ eğitim süreci, bu şekilde, bize ortamlar ve kişiler üzerine bir damga bırakmanın; insan, hele ki çocuk sözkonusu olduğunda ‘bu budur’ gibi, ‘bundan ancak bu sonuç çıkar’ gibi etiketler üretmenin yanlışlığını fısıldamaktadır.

Tam da bu noktada, Bediüzzaman’ın eğitim süreci, bugün psikoloji ve psikiyatri kitaplarından fırlayıp gündelik hayatın sıradan kelimeleri haline gelmiş bazı nitelemelere de bir cevap ve itiraz olarak çıkar karşımıza. Bugünün dünyasında, çok değil yirmi sene önce hiçbir öğretmenden, eğitimciden, anne-babadan duymadığımız kelimeler peynir ekmekten bile çok kullanılır haldedir. Çocuk biraz hareketli ise, daha uzmanına gitmeden çocuğun kendi evinde veya apartmanında veya sınıfında hakkında verilmiş ve infazı bekleyen bir hüküm vardır: ‘hiperaktif.’ Devamında, hiperaktivitenin dikkat eksikliğine ve bozukluğuna sebebiyet verebildiği tesbitinin eşliğinde bir hüküm daha gelir: Bu çocuk, tedavi görmelidir. Aksi takdirde, okulunda da, hayatı boyunca da hep başarısız olur!

Zihinler böyle çalışınca, üzerine düşen kendi vazifesini yapmadığı için alabileceğinden daha az eğitim almış, yapabileceğinden daha az şey yapmış büyükler kendi başarısızlıkları için bir mazeret de bulmuş olurlar böylece: “Belki benim hiperaktivitem vardı. Zamanında ailem veya öğretmenler farketseydi, belki böyle olmazdım. Şimdiki durumumdan onlar sorumlu!”

Bugün biraz fazla hareketli, derste dikkati biraz daha dağınık bir çocuk için kullanılan ‘hiperaktif’ etiketi ve ona eşlik eden ‘dikkat bozukluğu’ kavramı, keza her çocuğa özel yeteneğine bakmadan aynı müfredatı dayatan ‘millî eğitim’ sistemi açısından Bediüzzaman’ın hayatına baktığımda, şaşırtıcı bir manzara çıkar aklımın karşısına. Bu şaşırtıcı manzara karşısında, Bediüzzaman’ın bugünün dünyasında, meselâ İstanbul’da doğup büyümüş bir çocuk olsa, neler yaşayacağını hayal ederim.

Kendi hayat hikâyesini takip edersek, o durumda bir çocuk olarak küçük Said’in bugün yaşayacakları neredeyse apaçık derecede bellidir:

Öncelikle, okula gitmeye dokuz yaşında değil, altı yaşında başlayacaktır. Hatta belki dört yaşında kreşe, beş yaşında anasınıfına verilecektir. İlk önce kreşteki bakıcılar, sonra anasınıfındaki eğitmenler habire evine telefon edip, annesine Said’i şikâyet edeceklerdir. Giderek artan dozlarda, çocuğun hiperaktif olduğu, mutlaka bir uzman gözetiminde tedaviye başlanması gerektiği söylenecek; bu şekilde devam ederse, çocuğun kurumla ilişkisini kesmek zorunda kalacaklarını söyleyeceklerdir. Anne-babası bu süreçte çocuğu psikologa götürürler mi, hatta psikiyatrist gözetiminde ‘ilaç tedavisi’ne başlarlar mı, bilinmez; ama altı yaşında ilkokula başlar başlamaz bu şikâyetler daha da artacaktır. Öğretmeni, derslerle pek ilgisi olmadığını, çabuk bıkıp sıkıldığını, uyumsuz olduğunu, sürekli yaramazlık yaptığını, arkadaşlarıyla hiç geçinemediğini söyleyip dikkat bozukluğu teşhisiyle başarılı olması zor damgası vurduğu çocuğun muhakkak hiperaktivite tedavisinden geçmesinde ısrar edecektir. Bu arada, mevcut okul müfredatına Said’in sürekli itiraz getirmesini de, ayrıca zihinsel işleyişteki bir probleme yoracak; hatta belki işi şu veya bu kişilik bozukluğuna yönelik endişelerine kadar vardıracak; hatta belki çocuğun gidişatından ‘sosyopat’lık eğilimi çıkaracaktır.

Sonuçta, bunalan anne Nuriye Hanım ve baba Mirza Bey, bir gün küçük Said’in elinden tutup bir psikologa gidecek; küçük bir ihtimalle bu psikolog Said’in bu durumunun ‘hiperaktif’likten ve dikkat, davranış veya kişilik bozukluğundan değil; başka çocuklara kıyasla çok yüksek bir zekâ, hâfıza ve muhakemeyle yaratılmış olmasından kaynaklandığını; Said’in bu uyumsuz diye damgalanan davranışlarıyla aslında kendisini ‘vasatlaştıran’ bir ortamdan duyduğu huzursuzluğu ve itirazı dışa vurduğu sonucunu çıkaracaktır. Daha kuvvetli bir ihtimalle, bu psikolog Said’in bu durumuna ‘hiperaktivite’ teşhisi koyacak, ayrıca şu veya bu kişilik bozukluğu endişesiyle aileyi bir çocuk psikiyatristine de yönlendirecek; ve muhtemelen, Ritalin veya başka bir hiperaktivite ilacının yazılmış olduğu reçetelerin eşliğinde, özel yetenekler yüklü küçük Said ‘Bediüzzaman’ olamadan sıradanlaştırılacaktır!

Dahası var: Diyelim ki, küçük Said, bütün bu etiketlerin cenderesine düşmedi. Ailesi ve öğretmeni, tıpkı annesi Nuriye Hanım, babası Mirza Efendi, hocası Muhammed Celâlî Efendi gibi ondaki farklılığı farketti; bir okulda uyumsuzluk yaşamışsa sorunu onda değil okulda veya eğitim sisteminde gördü, başka bir okula yollayıp farklı bir eğitim süreci ve metodu uygulayarak onun çok daha kısa bir zamanda alması gereken eğitimi almasını sağladılar ve alması gerekmeyen beyin yıkayıcı ezberlerden de uzak tuttular. Ve küçük Said, düşünen, soran, araştıran genç Said oldu. Öyle bir araştırma merakı ki, ondaki bu yeteneği farkeden Vali Tahir Paşa’nın konağında, namaz ve yemek için ayırdığı vakit hariç sürekli kitap okumakla meşgul. Öyle ki, senelerdir Tahir Paşanın konağında kaldığı halde, onun kızlarının ne adını, ne yaşını, ne de sima ve suretlerini biliyor değil.

Genç Said bu durumda bugün yaşıyor olsa, yine etiketler birbiri ardınca sıraya girecekti. Dış dünyaya karşı bu zahirî ilgisizliği ve suskunluğu üzerinden ‘otistik’ olabildiği kuşkusu devreye girdiği gibi, Tahir Paşanın kızlarından böyle uzak ve bîhaber oluşu üzerinden ihtimal ki kendisine ‘sosyofobi’ teşhisi de konulacaktı. Onun insanlığı kuşatan büyük meseleler için; yani, kendi iç âleminde insanlardan uzak, duygu mahrumu bir dünya kurduğu için değil, bilakis bütün insanların derdiyle dertlendiği için kütüphaneye kapandığı görülemeyecekti. Yine, onun Tahir Paşanın kızlarından habersizliğinin, bu idealizminden ve imanın bir tezahürü olarak hayâdan kaynaklandığı da görülemeyecekti.

Dahası da var: Bugünün dünyasında onun daha sonra yaşadıklarına da obsesif kompülsif etiketinden manik depresif etiketine, bir dizi etiket daha vurulacaktı belki.

Bugünün ebeveynlerine…

‘Zamanın eşsizi’ Bediüzzaman’ın ‘sıradan’ insanlara benzemeyen çocukluğu, gençliği, sonraki yılları ve eseri, ehil insanlarca dahi kılı kırk yarar bir titizlikle kullanılması gerektiği halde bugün ehil olsun olmasın herkesin rahatça kullandığı ‘sofistike’ etiketlerin ne derece tehlikeli olduğu açısından ziyadesiyle öğretici. Keza, dünden bugüne kullanılagelen ‘yaramaz,’ ‘geçimsiz,’ ‘başarısız’ gibi etiketlerin tehlikelerini göstermek açısından da…

O Bediüzzaman ki, eseriyle verdiği hayat derslerinden biri, “Fena bir adama ‘İyisin, iyisin’ desen iyileşmesi ve iyi adama ‘Fenasın, fenasın’ desen fenalaşması çok vuku bulur” şeklindeydi.

O yüzden biri hakkında yargıda bulunur, hele ki etiketler üretirken, aman dikkat. Hele ki çocuklar için. ‘İyi çocuk’ olduğu halde, bizim ona vurduğumuz ‘fena’ etiketler yüzünden tembel, başarısız ve hatta kötü adamlara dönüşen kaç istidad var kimbilir?

Metin Karabaşoğlu / Moral Dünyası Dergisi

Kadınlar, Dikkat!

BİR ‘ERKEK hareketi’ olarak feminizmin kadına verdiği zarar onu erkekleştirmesi, erkeğe verdiği zarar onu kadınlaştırması, aileye verdiği zarar taşları yerinden oynatması, çocuklara verdiği zarar onları ‘babalaşmış anneler‘ ve ‘anneleşmiş babalar’ ile yüzyüze getirmesidir. Rabb-ı Rahîm’in çok hikmetler ile koyduğu ve birbirini tamamlar nitelikteki farklı özellikler, feminizmin elinde bir rakibe dönüşmüş; sonuç itibarıyla, kadınlar erkekleşmiştir.

Feminizm bir erkek hareketidir, dedik. Çünkü, feministlerin tezlerine ve icraatlarına bakarsak, bütün yapıp ettikleri, erkeğin yaptığı işleri kadının da yapabildiğini göstermektir. Kadın da erkek gibi işadamlığı yapabilir, onun kadar hızlı koşabilir, onun kadar iyi siyasetçi olabilir, vs. vs. Feminizm, güya kadını ‘aşağı’ mevkiinden kurtarma uğruna ona hedef olarak erkeklerin yaptığı işleri gösterdiğine göre, feminizmin ölümcül zaafını tesbit etmek hiç de zor değildir. Feminizm, erkeklerin konumunu yücelten, o yüzden kadını da ‘yücelmek’ için erkekleşmeye zorlayan bir harekettir. Saikleri itibarıyla, bir ‘kadın hareketi’ değil, bir ‘erkek hareketi’dir; erkekleşme hareketidir.

kadın erkek eşitBu hareketin taşıdığı böyle apaçık bir zaafa ve fıtratı değiştirmeye çalışma gibi müthiş bir zorlama ve zorbalık boyutu da taşımasına mukabil, milliyetçilik, devletçilik, hooliganism misali tüm cahilî asabiyetler gibi, onda da meş’um bir lezzet boyutu var ki, şu “asr-ı enâniyette” tüm dünya kadınlarını peşinden sürüklüyor. İşin garibi, mü’mine kadınlarda dahi, apaçık feminist bir söylem dile getirenler kadar, neredeyse büyük kısmında–söylem itibarıyla ‘feminist’ olmasa bile–feministçe bir tavrın ihtiyar edildiği gözleniyor.

Nitekim, İsmet Özel’in bir vâkıanın veciz bir özeti olarak belirttiği üzere, “Kadınlar yapamaz, fakat yaptırır” sırrı tahakkuk ediyor nice mü’min evlerinde. Öyle ki, duyduğu ve gördüğü öyle şeyler var ki, çokça yazılan “İslâm’da Kadın Hakları” türünden kitaplara bedel, “İslâm’da Erkek Hakları”na dair kitaplar yazma ihtiyacının husule geldiğini bile düşünüyor insan…

Evlerde olandan da daha hazini, dışarıda yaşanıyor. Bir yanda, kadının para için çalışma hayatına atılması gibi bir vâkıaya mestûre hanımların da kemâl-i hâhişle râm olmasının beraberinde gelen arızalar mevcut. George Gilder gibi iktisatçıların hesaba vurarak ortaya koyduğu ve herkesin de fiilen tecrübe ettiği üzere, çalışan kadın, ‘aile bütçesine katkı’dan daha ziyade, kapitalizmin ‘kâr maksimizasyonu’ çarkına katkıda bulunuyor. Bu vesileyle, elbiseden deodoranta, ayakkabıdan kreş ve yuvalara bir dizi ‘harcama’ kalemi ortaya çıkıyor meselâ. Ama, asıl, iş hayatında kadınlar erkekleşiyor; ve bu erkekleşme, evde kocasına karşı nüşûzelik sûretinde belli ediyor–dışarıda çalışmıyor bile olsa, sırf feminizmden aldığı cesaretle, aynı ‘erkekleşme’yi sergileyen ev hanımları cabası!

Feminizmden doğrudan veya dolaylı etkilenmeler ile gelen bir husus ise, kadınları erkekleştirip erkekleri kadınlaştıran ve böylece birbirini tamamlayan iki karşı cinsi, birbirinin benzeri bir ‘tek cins’e dönüşme gibi gayrifıtrî bir yöne zorlayan bu gelişme paralelinde, kadınların erkeklerle münasebet ve muhatabiyette sergilediği rahatlık. Birçok ehl-i dinde dahi, bu rahatlığın lâubâlîlik ve lâçkalık boyutlarına uzanan tezahürlerini ‘İslâmî radyo’ları arayan kadınların–ve bilhassa genç kızların–önemli kısmının sergilediği fütursuzlukta, keza işyerlerinde ve yolda-beride gördüğümüz şakalaşmalarda apaçık görebiliyoruz. Hele hele, bir ucundan şöhret edinmiş birçok mü’minin eşlerinden, bu fütursuzluğun aile hayatının vazgeçilmez lâzımı olan sadakat ve emniyeti sarsan tezahürleri dahi olduğunu öğreniyoruz–bir mü’mine hanımla da çözebileceği sıradan konuları şöhretli bir mü’min erkeğe yöneltme; hatta bunu evini telefonla arayarak gerçekleştirme.. gibi. Buna karşılık, o kişinin yardımcı olacağı bir mesele de olsa, onu hanımına iletip, “Siz beyinize de arzetseniz. Sonra ben sizi arasam da, istişarenizde nasıl bir kanaat hâsıl olduğunu bildirseniz” şeklinde bir formül de pekâlâ uygulanabilir olduğu halde!

Feminizmle gelen ‘fıtrata doğru’ değil, ‘fıtrata karşı’ özgürleşmenin; ve bunun bir uzantısı olarak kadının erkekleşip erkeğin kadınlaşması ile gerçekleşen ‘tek-tipleşme’ vâkıasının mü’mine kadınların akıl, kalb ve nefislerindeki tesirleriyle gelen bu tablonun sıhhatsizliğini apaçık görerek tedaviye başlamak, öyle görünüyor ki, kadının kadın ve erkeğin erkek olarak kemâl bulması ve de ailenin huzurlu, çocukların dengeli olması için vazgeçilmez bir şarttır.

Resûl-i Ekrem’in, mescidde “erkekler safının en hayırlısının en öndekiler, kadınlar safının en hayırlısının ise en geridekiler olduğunu” buyuran hadis-i şerifinden, feminizmden ziyadesiyle nasiplenmiş bugünün mesture hanımlarının alacağı bir ders herhalde vardır. Kadının evinde kıldığı namazın, mescidde kıldığı namazdan kat kat sevaplı olduğunu bildiren hadis ise, meseleyi herhalde tamamlamaktadır.

Metin Karabaşoğlu / karakalem.net

Milliyetçiliği Başlatan “İlk Milliyetçi” Kimdir?

Kur’ân’ın i’cazının en önemli yönlerinden biri, tekrarlardır. Her an havaya, her gün ekmeğe ve suya ihtiyacımız olduğu için bu nimetler bize tekrar tekrar sunulur. Tekrar, ihtiyaçtan gelir. İşte, Kur’ân’ın tekrarları da bu sırdandır. Ruhumuzun hava gibi, su gibi, ekmek gibi muhtaç olduğu hakikatler tekrar tekrar önümüze sunulur. Ve Kur’ân’ın bu tekrarları, her an havayı solumanın, her gün ekmeği yemenin usanç vermeyişi gibi, asla usanç vermez. Bilakis, her yeni tekrarda unuttuğu bir gerçeği yeniden hatırlar insan. Yahut, hatırında olan bir hakikat, daha önce farketmediği yeni bir boyutuyla daha karşısına çıkar. Tekrarlar, nisyana ve isyana açık olan insanı, temel konularda diri ve uyanık tutar.

Allah’ın birliği, O’nun güzel isimleri, herşeyin O’nu tesbih edişi, Rabbimizin üzerimizdeki nimetleri, insanın başıboş yaratılmadığı, Hesap Günü, âhiret, cennet nimetleri ve cehennem azabı, geçmiş kavimlerin başına gelenler, Peygambere itaatin önemi.. ihtiyaca binaen gelen bu tekrarlardan birkaçıdır.

Kur’ân’da tekrar tekrar vurgulanan bu konulardan biri ise, Âdem’in yaratılışı, Cenab-ı Hakkın ona secde edilmesi emrini vermesi, ama meleklerin itaatine karşı İblis’in isyanıdır. Kur’ân insanın ‘en büyük düşman’ı olduğunu birçok kez belirttiği İblis’in bu tavrına işaretle, “Kibirlendi ve kâfir oldu” buyurur. Bu, ‘kibir’in son adresini gösterme bakımından hayli ibret vericidir ve hepimiz için çok ciddi bir uyarı mahiyetindedir.

Peki, İblis’i kibirlenmeye ve sonunda küfre sevkeden nedir? O, sonunda küfre düşmesine sebep olan hangi sözü sarfetmiştir?

Kısacık bir cümledir bu:  خَلَقْتَـن۪ي مِنْ نَارٍ وَخَلَقْتَهُ مِنْ ط۪ـينﭰ

“BENİ ATEŞTEN YARATTIN, ONU İSE ÇAMURDAN YARATTIN.”

Şeytanı kâfir yapan cümle budur.

Oysa bu sözlerde ne bir yalan, ne bir yanlış, ne de bir inkâr vardır. Bu sözünün de açıkça gösterdiği gibi, İblis ‘yaratma’ fiilini kabul etmekte, kendisinin ve insanın ‘yaratıldığı’nı ifade etmekte, dolayısıyla ‘Yaratıcı’yı tanımaktadır. Allah’ın varlığını bilmektedir. Üstelik O’nu kendi Yaratıcısı olarak bilmektedir. Âdem’i yaratanın da O olduğunu kabul etmektedir. Ayrıca, kendisinin ateşten, Âdem’in çamurdan yaratıldığı da doğrudur.

Fakat, her biri doğru ve hakikat olan bu sözler, ‘kibirlenip kâfir olan’ birinin sözleridir. Allah’ın varlığını tasdik ettiği ve O’nu gerek kendisinin, gerek başka herşeyin Hâlıkı olarak kabul ettiği halde, İblis ‘şeytan’ ve ‘kâfir’ olmuştur.

Bu ince çizgi, aslında, hepimizin dikkat etmesi gereken bir noktadır. Şeytanı kâfir yapan, hâşâ, “Allah yoktur. Beni yaratan da O değildir” demesi değildir. O, Allah’ı Yaratıcı olarak kabul etmektedir. Ama tüm bu kabuller, tüm bu doğru sözler arasında, belki ilk anda kolayca farkedilmeyen şöyle bir anlayış vardır: “Ben daha hayırlıyım.” Neden? “Beni ateşten yarattın; onu ise topraktan.”

Kısacası, tâ Âdem’in yaratılışıyla başlayan, bütün bir insanlık tarihini kuşatan ve sonu Cehennem’e ulaşacak olan o büyük isyanın temelinde ne Allah’ı inkâr vardır; ne de O’nun yaratışını inkâr.

Herşey ‘üstünlük’ vehmiyle başlamıştır. İblis “Ateşten yaratılan, çamurdan yaratılandan üstündür” diye bir zan üretmiştir. Onu kibire sevkeden, o kibirle Sâniinin emrine isyana yönelten, sonuç itibarıyla onu kâfir kılan budur: Allah’ın yarattıkları arasında, kendi kafasınca bir ‘altlık-üstlük’ sıralaması yapma. İkisi de Allah’ın mahluku olan ateş ile toprak arasında bir üstünlük ayrımına girme. Kendisinin yaratıldığı ateşin topraktan üstün ve hayırlı olduğu felsefesi geliştirerek, kendisini Âdem’den üstün tutma. Ve, en önemlisi, kendisini Âdem’den üstün görme uğruna, Allah’a kusur ve noksan izafe etme. Kendisini insandan üstün görebilmek için, Allah’ın bazı şeyleri mükemmel biçimde yaratamadığı vehmini üretme.

Bütün bir tarihin en keskin ayrımının düğüm noktası, işte buradadır.

Ve Kur’ân, bu hususu tekrar tekrar zikrederek, bize de birşeyler söyler. Allah’ın varlığını kabul etmekle, O’nu kendimizin ve herşeyin Hâlıkı bilmekle meselenin hallolmadığını gösterir. Bu durumda dahi, isyan, kibir ve sonuçta küfür tehlikesi vardır. Tam anlamıyla mü’min olup küfürden gereğince uzak kalmak, “Beni ve herşeyi yaratan Allah’tır” demenin ötesinde, herşeyimizle O’na teslim olmayı; O’nun emirlerine tam bir itaati; O’nun mahlukatına karşı kendi kafamızdan ‘üstünlük’ yorumları üretmemeyi gerektirir. Yoksa “ben”cilik, meselâ İblis örneğinde ateşçilik—ateşi, kendisini, toprağı ve insanı yaratanın O olduğu kabul edilse bile—imandan koparıp küfre götürmektedir.

Bizler ‘ateşçi’ değiliz. Çünkü ateşten değiliz. Üstelik, herşeyi yakıp yandırarak ademi ve yok oluşu hatırlatan ateş bizi biraz da ürkütüyor.

Keza, ‘toprakçı’ da değiliz. Nedense, ayağımızın altındaki toprak, bize de hakir gözüküyor.

Ama içimizde yine de ‘üstünlük’ şeytanları dolaşıyor. Sözgelimi, pek çok insan, her nasılsa ‘Türklük şuuru ve gururu’ taşıyarak yaşıyor. Başkaları başka bir ırkın şuur ve gururunu taşıyor. Öyle veya böyle, içinde kendisinin yer aldığı milliyeti, içinde kendisinin bulunduğu devleti, ırkı, şehri ve aileyi yücelten; onu diğerlerinden ‘üstün’ gören milyarlarca insan bulunuyor.

Ve tüm bu yüceltmeler, içinde aynı ortak noktayı barındırıyor: BEN!

Ait olduğum milliyet, içinde ben olduğum için üstün oluyor. Ait olduğum şehir, ben oralı olduğum için, dünyanın en iyi insanlarını barındıran en güzel şehir oluyor. Ait olduğum toprak parçası, dünyanın en güzel yeri oluyor. Şu yeryüzünde, bizden iyisi, akıllısı, mükemmeli bulunmuyor!

Oysa, şeytanla ilgili Kur’ân âyetleri, tam da bu düğümü açıyor. Kendini merkez edinen, herşeye kendine göre ‘altlık-üstlük’ biçen, Allah’ın yarattığını dahi kendi ekseninde bölen, parçalayan ve sonunda küfür adına yutan bir tavra dikkat çekiyor. Kur’ân, kendine bir kibir imkânı sağlamak için Allah’ın yarattığına noksanlık izafe eden, bunun ardından ‘ene’ şirkine kapılarak Saniine isyan eden, o isyanında inat ederek hakikati örtmeye, yani ‘küfr’e saplanan İblis örneğinde, bizi bekleyen büyük bir tehlikeye karşı hepimizi tekrar tekrar uyarıyor. Allah’ın varlığını kabul ediyor olsak bile, kendimizi eksen alıp pekâlâ putlar dikebileceğimizi; işin dosdoğru inkârdan değil, kibir ve şirkten başladığını gösteriyor. Bu minvalde, ‘atalarını yücelten’ müşrikleri, kendilerini ‘seçilmiş’ tutan Yahudileri, malı üstünlük vesilesi kılan şükürsüz zenginleri, evlatlarının sayısıyla övünen babaları… şiddetli tokatlarla uyarırken, İblis’in düştüğü çukura bizim de düşmemizin ne denli muhtemel olduğunu öğretiyor. Kendimizi, ait olduğumuz aileyi, milliyeti, sosyal sınıfı… putlaştırma; pis bir nefsanî gurur uğruna Allah’ın mülkünü bölüp parçalama, O’na kusur ve noksan izafe ederek sonuçta tamamen küfre ve isyana düşme tehlikesine dikkat çekiyor.

İlk insan Âdem’di ve insanlık Âdem’le başladı; bunu hepimiz biliyoruz. Âdem ise bir kul ve peygamberdi; Onu yaratan Rabbine uyarak yaşadı—ne kendini ‘üstün’ gördü, ne de buna göre felsefeler geliştirdi. ‘Üstünlük’ iddiasına dayalı tüm fikir ve ideolojilerin, meselâ milliyetçiliğin, ırkçılığın, sosyalizmin, aristokrasinin, elitizmin, burjuvazinin, sülaleciliğin, halkçılığın, devletçiliğin… ilk adresini bulmak için başka birinin ismini kaydetmek gerekiyor.

Kur’ân, milliyetçiliği de, elitizmi de… başlatanın, bütün derdi kendini yüceltmekten ibaret olan İblis olduğunu bildiriyor.

Metin Karabaşoğlu / moralhaber.net

Bediüzzaman’ın şefkat ve siyaset anlayışı

Bediüzzaman’ın ‘siyaset’ ile ‘şefkat’ arasında ortaya çıkan zıtlığa binaen, ‘şefkat’in safında yer aldığını; siyasetle doğrudan veya dolaylı temas durumunda ise siyasetçilere iki Kur’ânî ilke olarak ‘adalet’i ve ‘merhamet’i hatırlattığını görüyoruz. Bediüzzaman’ın bu duruşunun, siyasetçilere de, iman hizmetinin mümessillerine de söyleyeceği çok şey var.

Bediüzzaman’ın siyaset âlemine Yeni Said nazarıyla bakışının en ziyade dile geldiği eser olarak Emirdağ Lâhikası’nın sayfaları arasında dolaşırken, siyasetin uzağında durmakla birlikte sosyal hayata ve siyasete dair tazammunları da bulunan bir büyük iman hizmetinin hangi şartlarda, hangi temeller üzerinde kurulup hangi mecrada geliştiğini gözler önüne seren mektuplar çıkar karşımıza. Bu mektuplar, içlerinde, hayata dair üzerinde henüz hakkıyla durulmamış nice sağlam imanî ölçü barındırır. Ve yine bu mektuplar arasında dolaşırken, insan, bir nevi Bediüzzaman’ın hayatını onun dilinden dinliyor olduğu hissini içinde uyandıran ipuçlarıyla karşılaşır.

İşte böylesi bir ipucu, Afyon mahkemesi safahatında ‘kanunca ifadesi alınması lâzım geldiği halde;’ bunun hem kendi haksızlıklarını ayan beyan ortaya koyup Bediüzzaman’ın hakkı müdafaa etmesine imkân tanıyacağını bildiklerinden olsa gerek, ‘ifadesinin alınmaması’ gibi bir kanunsuzluk karşısında Adliye’nin sorumlularına ve İçişleri Bakanına hitaben yazılan şikâyet mektubundadır.

Bu mektubun ikinci sayfasında, kendi duruşunu tarif ederken, “otuz seneden beri ‘euzubillahi mine’ş-şeytânirracîm deyip siyasetten bütün kuvvetiyle kaçan” ifadesini de kullanır Bediüzzaman. Nitekim, Bediüzzaman’ın siyasetten bu istiazesinin hikmetini ilk olarak Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı’nın mağlubiyetinin hikmetinden sual bâbında yazılan “Rüyada Bir Hitabe”nin sonunda dile getirdiğini; dolayısıyla otuz sene evvel siyasetten gerçekten ictinab ettiğini görürüz.

Mektubun bir sonraki sayfasında ise, dikkat çekici başka bir ifade daha vardır: “Risale-i Nur mesleğinin esası ve otuz seneden beri bir düstur-u hayatım olan şefkat…”

YA ŞEFKAT YA SİYASET

Birbirini takip eden iki sayfada gelen iki ‘otuz sene’ bitiştirildiğinde, bu otuz seneye beraberce rengini veren iki unsur da birbiriyle eşleşir. Bediüzzaman otuz senedir siyasetten ictinab etmektedir ve otuz seneden beri şefkat onun için bir hayat düsturudur. Bu da, onun siyasetten ictinabı ile şefkati bir hayat düsturu haline getirmesi arasındaki birebir ilişkiye; dolayısıyla, siyaset ile şefkat arasındaki zıtlığa işaret etmektedir. Demek, siyasetin şefkati zayi eden bir tarafı vardır; aklın merkezine siyaset yerleştiğinde kalbin merkezinden şefkat yitip gitmektedir.

Bediüzzaman’ın bu iki ifadesiyle işaret ettiği ‘ya şefkat ya siyaset’ denklemi, onun başkaca mektuplarında daha açık ifadelerle çıkar karşımıza. Yine Emirdağ Lâhikası’nda, “Neden ne dahilde, ne hariçte bulunan cereyanlara ve bilhassa siyasetli cemaatlere hiçbir alâka peyda etmiyorsun?” şeklinde bir soruya verdiği cevapta Bediüzzaman açıkça, “İçtinabımızın çok sebeplerinden bir sebebi de; Risale-i Nur’un dört esasından biri olan ‘şefkat etmek,’ zulüm ve zarar etmemektir” demektedir. Yine Emirdağ Lâhikası, her iki cildinde, “Umumun selameti için cüz’î hukuklara bakılmaz. Cemaatin selameti için ferd feda edilir. Vatan için herşey feda edilir” anlayışını ‘merhametsiz, gaddar siyaset’in bir ‘kanun-u esasîsi’ olarak zemmetmekte; bu anlayışın Kur’ânî adalet ilkesiyle çelişkisini ısrarla dile getirmektedir.

Aynı lâhika içerisinde yer alan ve modern zamanların topyekün savaş anlayışının simgesi ve merhametsizliğin sofistike kılıfı olarak işgören ‘reelpolitiğin’ vazgeçilmez bir aracı olarak ‘bomba’ya dair satırlar, şefkati hayat düsturu kıldığı andan itibaren Bediüzzaman’ın neden siyasetten ictinab ettiğinin kalbleri ihtizaza getiren bir izahı niteliğindedir. Bu satırlarda Bediüzzaman, “insanın bir kısım sun’î kuşlarının bir bomba yumurtası ile bir köyü harap edip bin adamı mahveden cinayeti”nden ve “cehennemî zakkum yumurtaları taşıyan o insanî kuşların tahripçi kısmının hem küre-i arza, hem nev’-i beşere müstebidâne, merhametsiz tahribatı”ndan şikâyet etmektedir.

Şualar’da yer alan ve mahkeme müdafaatı içerisinde dile getirdiği bir meseleyi kayda bağlayan bir başka mektubunda Bediüzzaman pekâlâ ‘elinden geldiği’ halde siyasetten içtinabını “Risale-i Nur’daki şefkat, hakikat, hak bizi siyasetten men’ediyor” diye başlayan satırlarla izah etmektedir.

Bediüzzaman’ın siyaset ile şefkat arasında gördüğü bu ters orantı, onun başkaca mektuplarında ve risalelerinde sadece modern zamanlara mahsus olarak değil, tarihin daha önceki safhalarına da bakar şekilde irdelenmektedir. Meselâ sultanların ve padişahların kendi saltanatlarını ikame için kardeşlerinin ve hatta çocuklarının ölümüne sebebiyet vermeleri siyasetin ‘merhametsiz’ veçhesinin bir örneği olarak zikredilmektedir. Yine, Bediüzzaman’ın İslâm tarihine dair en kritik okumalarından biri olarak Hz. Ali ile Muaviye arasındaki hilâfet-saltanat geriliminde ikinci tarafın ‘siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını’ gözeterek adalet esaslarını zayi edişlerine dikkat çekilmektedir.

KALBİN MERHAMET ÇAĞRISI

Bütün bu satırlar, insana, Bediüzzaman’ın yine Emirdağ Lâhikası’nda dile getirdiği, “Siyasetçi ekserce tam müttaki dindar olmaz, tam müttaki dindar siyasetçi olmaz” hükmünü hatırlatıyor. Hemen belirtelim, burada bir ‘ekserce’ kaydını düşüyor Bediüzzaman ve ondan öncesinde ‘güneşler gibi iman taşıyan bir kısım sahabe ve selef-i salihîn’i bu genel kuralın bir istisnası olarak zikrediyor. Böylece, sahabilerin içinde dahi ‘bir kısmı’ nı bu kapsama alanı içine dahil ediyor. Emevî siyasetinin sahabiler arasında yer alan öncülerinin siyasî maslahat adına yaptıkları, Bediüzzaman’ın ‘bir kısım’ kaydıyla bu ‘istisna’ya düştüğü istisnanın hikmetini bize ifşa ediyor.

Özetle, istisna kaydı düşmekle birlikte Bediüzzaman’ın ‘siyaset’ ile ‘şefkat’ arasında sadece modern zamanlara mahsus olmayan, ama modern zamanlarda daha bir aşikar surette ortaya çıkan zıtlığa binaen, ‘şefkat’in safında yer aldığını; siyasetle doğrudan veya dolaylı temas durumunda ise siyasetçilere iki Kur’ânî ilke olarak ‘adalet’i ve ‘merhamet’i hatırlattığını görüyoruz.

Bediüzzaman’ın bu duruşunun, siyasetçilere de, iman hizmetinin mümessillerine de söyleyeceği çok şey var.

Gönül ister ki, her siyasetçi, Ömer misali ‘Dicle kenarında ayağı incinen kuzudan dolayı dahi hesaba çekileceği’nin idrakiyle hareket etsin…

Ve böylesi bir dünyada, köşeleri ‘reelpolitik’le dolduran siyasî analizcilerin ve ekranlarda reelpolitik dersi veren siyaset vaizlerinin karşısında kalbin ve vicdanın merhamet çağrısını dillendiren hakikat kahramanlarının da sesinin gür çıkması gerekiyor.

Tâ ki, şefkat-siyaset ilişkisinde siyaset lehine şefkati zayi edenleri doğrultmak mümkün olsun.

Bediüzzaman’ın siyaset karşısındaki duruşu, bu açıdan, bir kez daha okunmalı, yeni baştan irdelenmeli…

Metin Karabaşoğlu / Moral Dünyası dergisi