Etiket arşivi: üstünlük

Milliyetçiliği Başlatan “İlk Milliyetçi” Kimdir?

Kur’ân’ın i’cazının en önemli yönlerinden biri, tekrarlardır. Her an havaya, her gün ekmeğe ve suya ihtiyacımız olduğu için bu nimetler bize tekrar tekrar sunulur. Tekrar, ihtiyaçtan gelir. İşte, Kur’ân’ın tekrarları da bu sırdandır. Ruhumuzun hava gibi, su gibi, ekmek gibi muhtaç olduğu hakikatler tekrar tekrar önümüze sunulur. Ve Kur’ân’ın bu tekrarları, her an havayı solumanın, her gün ekmeği yemenin usanç vermeyişi gibi, asla usanç vermez. Bilakis, her yeni tekrarda unuttuğu bir gerçeği yeniden hatırlar insan. Yahut, hatırında olan bir hakikat, daha önce farketmediği yeni bir boyutuyla daha karşısına çıkar. Tekrarlar, nisyana ve isyana açık olan insanı, temel konularda diri ve uyanık tutar.

Allah’ın birliği, O’nun güzel isimleri, herşeyin O’nu tesbih edişi, Rabbimizin üzerimizdeki nimetleri, insanın başıboş yaratılmadığı, Hesap Günü, âhiret, cennet nimetleri ve cehennem azabı, geçmiş kavimlerin başına gelenler, Peygambere itaatin önemi.. ihtiyaca binaen gelen bu tekrarlardan birkaçıdır.

Kşeytan gözüur’ân’da tekrar tekrar vurgulanan bu konulardan biri ise, Âdem’in yaratılışı, Cenab-ı Hakkın ona secde edilmesi emrini vermesi, ama meleklerin itaatine karşı İblis’in isyanıdır. Kur’ân insanın ‘en büyük düşman’ı olduğunu birçok kez belirttiği İblis’in bu tavrına işaretle, “Kibirlendi ve kâfir oldu” buyurur. Bu, ‘kibir’in son adresini gösterme bakımından hayli ibret vericidir ve hepimiz için çok ciddi bir uyarı mahiyetindedir.

Peki, İblis’i kibirlenmeye ve sonunda küfre sevkeden nedir? O, sonunda küfre düşmesine sebep olan hangi sözü sarfetmiştir?

Kısacık bir cümledir bu:  خَلَقْتَـن۪ي مِنْ نَارٍ وَخَلَقْتَهُ مِنْ ط۪ـينﭰ

“BENİ ATEŞTEN YARATTIN, ONU İSE ÇAMURDAN YARATTIN.”

Şeytanı kâfir yapan cümle budur.

Oysa bu sözlerde ne bir yalan, ne bir yanlış, ne de bir inkâr vardır. Bu sözünün de açıkça gösterdiği gibi, İblis ‘yaratma’ fiilini kabul etmekte, kendisinin ve insanın ‘yaratıldığı’nı ifade etmekte, dolayısıyla ‘Yaratıcı’yı tanımaktadır. Allah’ın varlığını bilmektedir. Üstelik O’nu kendi Yaratıcısı olarak bilmektedir. Âdem’i yaratanın da O olduğunu kabul etmektedir. Ayrıca, kendisinin ateşten, Âdem’in çamurdan yaratıldığı da doğrudur.

Fakat, her biri doğru ve hakikat olan bu sözler, ‘kibirlenip kâfir olan’ birinin sözleridir. Allah’ın varlığını tasdik ettiği ve O’nu gerek kendisinin, gerek başka herşeyin Hâlıkı olarak kabul ettiği halde, İblis ‘şeytan’ ve ‘kâfir’ olmuştur.

Bu ince çizgi, aslında, hepimizin dikkat etmesi gereken bir noktadır. Şeytanı kâfir yapan, hâşâ, “Allah yoktur. Beni yaratan da O değildir” demesi değildir. O, Allah’ı Yaratıcı olarak kabul etmektedir. Ama tüm bu kabuller, tüm bu doğru sözler arasında, belki ilk anda kolayca farkedilmeyen şöyle bir anlayış vardır: “Ben daha hayırlıyım.” Neden? “Beni ateşten yarattın; onu ise topraktan.”

Kısacası, tâ Âdem’in yaratılışıyla başlayan, bütün bir insanlık tarihini kuşatan ve sonu Cehennem’e ulaşacak olan o büyük isyanın temelinde ne Allah’ı inkâr vardır; ne de O’nun yaratışını inkâr.

Herşey ‘üstünlük’ vehmiyle başlamıştır. İblis “Ateşten yaratılan, çamurdan yaratılandan üstündür” diye bir zan üretmiştir. Onu kibire sevkeden, o kibirle Sâniinin emrine isyana yönelten, sonuç itibarıyla onu kâfir kılan budur: Allah’ın yarattıkları arasında, kendi kafasınca bir ‘altlık-üstlük’ sıralaması yapma. İkisi de Allah’ın mahluku olan ateş ile toprak arasında bir üstünlük ayrımına girme. Kendisinin yaratıldığı ateşin topraktan üstün ve hayırlı olduğu felsefesi geliştirerek, kendisini Âdem’den üstün tutma. Ve, en önemlisi, kendisini Âdem’den üstün görme uğruna, Allah’a kusur ve noksan izafe etme. Kendisini insandan üstün görebilmek için, Allah’ın bazı şeyleri mükemmel biçimde yaratamadığı vehmini üretme.

Bütün bir tarihin en keskin ayrımının düğüm noktası, işte buradadır.

Ve Kur’ân, bu hususu tekrar tekrar zikrederek, bize de birşeyler söyler. Allah’ın varlığını kabul etmekle, O’nu kendimizin ve herşeyin Hâlıkı bilmekle meselenin hallolmadığını gösterir. Bu durumda dahi, isyan, kibir ve sonuçta küfür tehlikesi vardır. Tam anlamıyla mü’min olup küfürden gereğince uzak kalmak, “Beni ve herşeyi yaratan Allah’tır” demenin ötesinde, herşeyimizle O’na teslim olmayı; O’nun emirlerine tam bir itaati; O’nun mahlukatına karşı kendi kafamızdan ‘üstünlük’ yorumları üretmemeyi gerektirir. Yoksa “ben”cilik, meselâ İblis örneğinde ateşçilik—ateşi, kendisini, toprağı ve insanı yaratanın O olduğu kabul edilse bile—imandan koparıp küfre götürmektedir.

Bizler ‘ateşçi’ değiliz. Çünkü ateşten değiliz. Üstelik, herşeyi yakıp yandırarak ademi ve yok oluşu hatırlatan ateş bizi biraz da ürkütüyor.

Keza, ‘toprakçı’ da değiliz. Nedense, ayağımızın altındaki toprak, bize de hakir gözüküyor.

Ama içimizde yine de ‘üstünlük’ şeytanları dolaşıyor. Sözgelimi, pek çok insan, her nasılsa ‘Türklük şuuru ve gururu’ taşıyarak yaşıyor. Başkaları başka bir ırkın şuur ve gururunu taşıyor. Öyle veya böyle, içinde kendisinin yer aldığı milliyeti, içinde kendisinin bulunduğu devleti, ırkı, şehri ve aileyi yücelten; onu diğerlerinden ‘üstün’ gören milyarlarca insan bulunuyor.

Ve tüm bu yüceltmeler, içinde aynı ortak noktayı barındırıyor: BEN!

Ait olduğum milliyet, içinde ben olduğum için üstün oluyor. Ait olduğum şehir, ben oralı olduğum için, dünyanın en iyi insanlarını barındıran en güzel şehir oluyor. Ait olduğum toprak parçası, dünyanın en güzel yeri oluyor. Şu yeryüzünde, bizden iyisi, akıllısı, mükemmeli bulunmuyor!

Oysa, şeytanla ilgili Kur’ân âyetleri, tam da bu düğümü açıyor. Kendini merkez edinen, herşeye kendine göre ‘altlık-üstlük’ biçen, Allah’ın yarattığını dahi kendi ekseninde bölen, parçalayan ve sonunda küfür adına yutan bir tavra dikkat çekiyor. Kur’ân, kendine bir kibir imkânı sağlamak için Allah’ın yarattığına noksanlık izafe eden, bunun ardından ‘ene’ şirkine kapılarak Saniine isyan eden, o isyanında inat ederek hakikati örtmeye, yani ‘küfr’e saplanan İblis örneğinde, bizi bekleyen büyük bir tehlikeye karşı hepimizi tekrar tekrar uyarıyor. Allah’ın varlığını kabul ediyor olsak bile, kendimizi eksen alıp pekâlâ putlar dikebileceğimizi; işin dosdoğru inkârdan değil, kibir ve şirkten başladığını gösteriyor. Bu minvalde, ‘atalarını yücelten’ müşrikleri, kendilerini ‘seçilmiş’ tutan Yahudileri, malı üstünlük vesilesi kılan şükürsüz zenginleri, evlatlarının sayısıyla övünen babaları… şiddetli tokatlarla uyarırken, İblis’in düştüğü çukura bizim de düşmemizin ne denli muhtemel olduğunu öğretiyor. Kendimizi, ait olduğumuz aileyi, milliyeti, sosyal sınıfı… putlaştırma; pis bir nefsanî gurur uğruna Allah’ın mülkünü bölüp parçalama, O’na kusur ve noksan izafe ederek sonuçta tamamen küfre ve isyana düşme tehlikesine dikkat çekiyor.

İlk insan Âdem’di ve insanlık Âdem’le başladı; bunu hepimiz biliyoruz. Âdem ise bir kul ve peygamberdi; Onu yaratan Rabbine uyarak yaşadı—ne kendini ‘üstün’ gördü, ne de buna göre felsefeler geliştirdi. ‘Üstünlük’ iddiasına dayalı tüm fikir ve ideolojilerin, meselâ milliyetçiliğin, ırkçılığın, sosyalizmin, aristokrasinin, elitizmin, burjuvazinin, sülaleciliğin, halkçılığın, devletçiliğin… ilk adresini bulmak için başka birinin ismini kaydetmek gerekiyor.

Kur’ân, milliyetçiliği de, elitizmi de… başlatanın, bütün derdi kendini yüceltmekten ibaret olan İblis olduğunu bildiriyor.

Metin Karabaşoğlu / moralhaber.net

Âdem(as)’in Çocukları..

İçinde yaşadığımız şu günlerde, ülkemizin bazı etnik problemleri aşamamış olması, hamiyet sahibi her insanı düşündürmeli ve çözüm için gayrete getirmeli.

İslâmi açıdan etnik problemi – diğer adıyla ırkçılığı – ele alacak olursak bu anlayışın ne dinde ve ne de insanlıkta yeri olmadığını göreceğiz.

Hiçbir insan, doğduğunda ırkını seçmemiştir. Çünkü farklı ırkların olması, ilahi bir tercihtir. İnsanların farklı ırklarda yaratılmalarının hikmeti ise Yüce Yaratıcı’nın Kelamı olan Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade edilir:

Biz sizi taife taife ve millet millet olarak yarattık ki tanışıp kaynaşasınız diye. Yoksa birbirinizi inkâr edesiniz diye değil”( Hucurat suresi – 13. ayet )

Irklar, insanlık kilimindeki farklı renk ve desenlerdir. Renk ve desenler farklı olsa da ancak dokuyanı ve boyayanı birdir ve bir elden çıkmıştır.

Mesela: Bir otomobil fabrikası, farklı model ve renklerde otomobil üretir. Sadece model ve renk farkından dolayı onlar için farklı fabrikalar aramayız.

Aynen öyle de Cenab-ı Hak, Hz. Âdem ve Havva’yı çeşitli ırkları netice verecek bir özellikte yaratmış ve zamanla da farklı ırklar meydana gelmiştir. Ayrıca aynı topraktan rengârenk çiçekleri yaratan Allah, Hz. Âdem ve Havva’dan da farklı ırk ve renkteki insanları yaratması O’nun kudretine zor gelmez.

İslamiyet; ırkı değil; ırkçılığı reddeder. Kimin ırkı neyse bunu ifade etmesinde bir sakınca yoktur. Ancak ırkını üstün görüp bunu dava haline getirmeyi İslamiyet ve insaniyet kabul etmez.

İnsanlık âleminde örneğimiz olan Peygamber Efendimiz de bir insandı ve ırkı vardı. Fakat O, “ üstünlük ancak takva iledir” diye buyurmuştur. Takva ise Allah’tan korkmak ve O’na yakın olmak demektir.

Üstün olmak istiyorsak maddi ve manevi anlamda fazilet sahibi insanlar olmalıyız. Zaten en büyük dava da budur. Yani “insanın geride güzel bir iz bırakıp kabre de imanla girmesidir.” Böyle bir hayat, insana iki dünya saadetini kazandırır.

Irk cesetle ilgilidir. Çünkü ruhun ırkı yoktur. Cesedin de kabirdeki akıbeti mâlumdur. Önemli olan ruhu; imanla, ibadetle, marifetle, muhabbetle ve ilimle zenginleştirmek ve terakki ettirmektir.

İnsanlık âleminde önemli olan, faydalı ve iyi birer insan olabilmektir. Faziletli ve faydalı bir insan, hangi ırktan olursa olsun sevilir ve sayılır. Kötü ve zararlı bir insan, öz kardeşimiz bile olsa kabul görmez ve sevilip sayılmaz. Örnekte de görüldüğü gibi ırkçılık anlayışı, insanlığa da yakışmayan bir fikirdir.

Bediüzzaman Hazretleri, ırkçılık için “frenk illeti” tabirini kullanır. Yani ırkçılık, Avrupa’nın içimize soktuğu bir hastalıktır.Tarih buna şahittir. Gerçekten de tarihe ibretli bir nazarla baktığımızda göreceğiz ki 1789 Fransız İhtilali ile bu fikir, ecdadımız olan Osmanlı’ya ve coğrafyasına yayılmış ve bu muhteşem medeniyet imparatorluğunun yıkılmasında en önemli etkenlerden birisi olmuştur.

Mesela Emevilerin ırkçı politikası yine aynı olumsuz neticeleri doğurmuştur. Örneğin; Kerbela olayı gibi… Zaten aynı hatalar aynı sonucu verir. Tarihteki hatalardan ders almalı. Dolayısıyla da ülkemizin ve birbirimizin değerini bilmeli.

Biz Anadolu milletini birbirine bağlayan o kadar ortak noktalarımız var ki…

Dinimiz, bizi iman bağıyla birbirimize bağlamış ve “İslam kardeşi” yapmış. Nitekim şu ayet de bu manayı vurgulamaktadır: “Muhakkak ki inananlar kardeştir”.

Bir kimse Müslüman olduktan sonra hangi ırktan ve milletten olursa olsun onunla bir nevi kardeşliğimiz var. Din, iman ve Kur’an kardeşliği…

  • Çünkü Allah’ımız bir,
  • Dinimiz bir,
  • Peygamberimiz bir,
  • Kıblemiz bir
  • Kitabımız bir ve hakeza…

Bütün bu bir birler, bizi birbirimize bağlamalıdır. İnşallah… Demek oluyor ki bir insan, Müslüman olsun yeterli. Hatta insan olması bile yeterli. Gönül dostu Yunus, ne güzel ifade etmiştir bu manayı. “Yaratılanı severiz; Yaratandan ötürü”. Biz de insan olan bütün insanları sevmeliyiz. Zaten biz bütün insanlar; Allah’ın kulları ve Âdem’in çocukları değil miyiz?

İbrahim Yardım / İlahiyatçı – Yazar

Kaynak: www.NurNet.Org

Sahabe Kimdir? Sahabeler Diğer İnsanlardan Üstün Müdür?

Sahabe-i kiram efendilerimizin faziletlerine geçmeden önce Sahabe ne demek? Üstünlükleri nereden geliyor? Kur’an-ı Kerim ve Resullullah Efendimiz (SAV) Sahabe Efendilerimiz hakkında ne buyurmuşlar?

Hz. Peygamber’i (SAV) gören, O’na iman edip kendisiyle birlikte hareket eden ve bu inancını koruyarak vefat eden kimseye sahabe denir. (1)

Essebebü ke’l fâil” (sebep olan yapan gibidir) hadisi şerifinden yola çıkarak Kur’anı kerimin ayetlerinin ve Peygamber efendimizin(sav) Hadis-i Şeriflerinin bize kadar taşınmasına sebep olan sahabe efendilerimiz, dünyadaki tüm müslümanların ibadetlerinde hisse sahibidir diyebiliriz.

Kur’anı Kerim’de Sahabe-i Kiram Efendilerimiz;

Fetih süresinde “Muhammed Allah’ın Rasulü’dür. Onunla beraber bulunanlar ve O’nun maiyetinde olanlar ise, küfre ve kafirlere karşı çok çetindirler” buyuruyor.

Muhacirlerden ve ensardan o ilkler, o önde gidenler ve birde ihsan şuuruyla onlara tabi olanlar var ya, Allah onlardan razı,onlarda Allah’an razıdır.” (Tevbe,9/100)

Onlarda (muhacirlerden)evvel orasını (Medine’yi) yurt ve iman ocağı edinmiş olan (ensar-ı kiram), kendilerine hicret edip gelenlere sevgi beslerler, severler onları. Onlara verdiklerinden dolayı kalplerinde en ufak bir hacet, talep, elem, pişmanlık da duymazlar. Kendileri fakru hacet içinde bile olsalar, onları öz canlarından daha üstün tutar, öz canlarına tercih ederler. Kim nefsinin hırsından ve cimriliğinden korunursa, işte böyledir muradına erenler, onlardır kurtulanlar.” (Haşr,59/9)

Ayet-i Kerimeler sadece bir kaçıdır.

Hadis-i şeriflerde Sahabe-i kiram Efendilerimiz;


“Ashabım hakkında uygunsuz sözler söylemeyin.Eğer sizden birinin Uhud dağı kadar altını olsa ve bunun tamamını Allah yolunda infak etse,bu,onların bir-iki avuçluk infakına, hatta yarısına bile mukabil gelmez.
” (2)

“Onları seven,beni sevdiği için sever;onlara buğzeden,bana buğzettiği için buğzeder. Onlara eziyet veren, bana eziyet vermiş, bana eziyet veren Allah’a eziyet etmiş sayılır. Allah’a eziyet vereni de, Allah hemen cezalandırır.” (3)

“İnsanların en hayırlıları, benim şu içinde bulunduğum asırda yaşayanlardır. (Ak çağ bu aydınlık çağdır) sonra onların peşinden gelenler(Tabiin), daha sonra da onların peşinden gelenler (Tebe-i Tabiin). Onlardan sonra(kötü) bir nesil gelecek. Birinin şahadeti yeminini, yeminide şahadetini geçecektir.” (4)

Allah kendisine kulluk serfiraz olanların kalplerine baktı, baktı da Hz. Muhammed’i (sav)seçti ve mahlukatına nebi olarak gönderdi. Sonra da insanların kalbine baktı (ve O’na ümmet olabilecek, kendisi gibi ısmarlama insanlar olarak) O’nun ashabını seçti; Onları dininin yardımcıları ve peygamberinin vezirleri yaptı.” (5)

Hadisi şerifler yine Sahabe efendilerimizi anlatan bir çok hadisi şeriften sadece birkaçıdır.

Üstad Bediüzzaman Hazretleri de “Enbiyadan sonra nevi beşerin en eftali Sahabedir” buyurmaktadır.

“Bunun sebebinin üç hikmeti bulunduğunu söyleyen Bediüzzaman Hazretleri, bunlardan,

birinci sebep;  Sohbet-i Nebeviye öyle bir iksirdir ki, bir dakikada ona mazhar bir zât, senelerle seyr ü sülûke mukabil, hakikatın envarına mazhar olur. Çünki: Sohbette insibağ ve in’ikâs vardır. Mâlûmdur ki: İn’ikâs ve tebaiyetle, o Nur-u âzam-ı Nübüvvetle beraber en azîm bir mertebeye çıkabilir. Nasılki, bir sultanın hizmetkârı ve onun tebaiyeti ile öyle bir mevkiye çıkar ki, bir şah çıkamaz. İşte şu sırdandır ki, en büyük veliler sahabe derecesine çıkamıyorlar.

ikinci sebep; Çünki o zamanda, o inkılâb-ı azîm-i İslâmîde hayır ve hak bütün güzelliğiyle, şer ve bâtıl bütün çirkinliğiyle görülmüş ve maddeten hissedilmiş. Şer ve hayır ortasında öyle bir ayrılık ve kizb ve sıdk mabeyninde öyle bir mesâfe açılmıştı ki, küfür ve îmân kadar, belki Cehennem ve Cennet kadar beynleri uzaklaştı. Kizb ve şer ve bâtılın dellâlı ve nümunesi olan Müseylime-i Kezzâb ve maskaraca kelimeleri olduğundan, fıtraten hissiyat-ı ulviye sahibi ve maâlî-i ahlâka meftun ve izzet ve mübahatâ meyyal olan sahabeler, elbette ihtiyarlarıyla, kizb ve şerre ellerini uzatıp, Müseylime derekesine düşmemişler. Sıdk ve hayır ve hakkın dellâlı ve nümunesi olan Habibullah’ın (A.S.M.) a’lâ-yı illiyyîn-i Kemâlâtındaki makamına bakarak, bütün kuvvet ve himmetleriyle, o tarafa koşmak mukteza-yı seciyeleridir.

üçüncü sebep; Nübüvvetin velâyete nisbeti, Güneşin ayn-ı zâtıyla, âyinelerde görülen Güneşin misâli gibidir. İşte daire-i nübüvvet, daire-i velâyetten ne kadar yüksek ise, daire-i nübüvvetin hademeleri ve o güneşin yıldızları olan sahabeler dahi, daire-i velâyetteki sulehâya o derece tefevvuku olmak lâzım geliyor. Hattâ velâyet-i kübrâ olan veraset-i nübüvvet ve sıddîkıyet ki, sahabelerin velâyetidir; bir veli kazansa, yine saff-ı evvel olan sahabelerin makamına yetişmez.(6) buyuruyor.

Şüphesiz her sahabi aynı değildir

Mekke’de iman eden ilk Müslümanlar,  Aşere-i Mübeşşere, Hz. Hatice ve Bilal el-Habeşî gibi, Hz. Ömer’in İslam’a girişinden sonra Müslüman olan Dâru’n-nedve ashabı, Peygamberliğin beşinci yılında Habeşistan’a hicret edenler, bu tabakaya Birinci Habeş Hicretine katılan 11 erkek ve dört hanım ile İkinci Habeş Hicretinde yer alan yaklaşık 83 sahabi dahildir. Birinci Akabe Biatinde bulunanlar, Birinci Akabe Biatinden sonra Müslüman olup İkinci Akabe Biatine katılanlar, Hz. Peygamber daha Kuba’da iken Medine’ye giren Muhacirler, Bedir Harbine iştirak eden sahabiler, Bedir Harbi ile Hudeybiye Anlaşması arasında hicret edenler, Hudeybiye’de ağaç altında Hz. Peygamber’e biat edenler, Hudeybiye Anlaşması ile Mekke’nin fethi arasında hicret edenler, Mekke’nin fethi esnasında Müslüman olanlar, Mekke’nin fethinde ve Veda haccında Rasûl-i Ekrem’i gören çocuklar… diye katogorilere ayrılmaktadırlar.

Sahabe-i Kiram efendilerimiz çok namaz kılardı. Onların alınlarında ve yüzlerinde secde izini görebilirdiniz .Allah, onlara altlarından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır.

Hicret eden Sahabe Efendilerimiz yurtlarından,yuvalarından vazgeçmiş ve Mekkeden Medineye göç etmişlerdir. Medineli Sahabe Efendilerimizde onlara bağırlarını açmış kucaklamış, onları o günkü imkanlarının en iyisiyle barındırmışlardır .O nasıl barındırmak, o nasıl kucak açmak ki kendi aç yatmış misafirine ikram etmiş, iki eşi olanlar birini arkadaşına teklif edecek kadar fedakarlıkta bulunmuşlardır. Bu gününün insanının anlayamayacağı seviyede insanlık sdersi vermişlerdir.

Sahabe-i Kiram, Allah’a ve Peygamberine(sav) verdiği sözden asla dönmemiş, sadakatlarından zerre miktar taviz vermemişlerdir. Canlarını ve mallarını Allah yolunda seve seve feda etmişler. Vücutları lime lime doğranırcasına şehadete koşmuşlar kefenleri olmamacasına mallarını tasadduk etmişlerdir. İşte Hz. Hamza (R.A.), işte Hz Enes (R.A.) , perde açılsa gayb görünse yakınim artmayacak diyecek kadar imanları hiç ama hiç sarsılmadı, her biri birer yıldızdır onların, yolunu şaşırmış gemiler misali insanlık onlara bakarak onlara uyarak sahili selamete erebilir. Onlar ümmet içinde en temiz kalpli, kullukta en ileri ve dosdoğru olanlardır sadece ahireti düşünürler dünya umurlarında değildir, onlara cehennem ateşi değmeyecektir.”İnandık,tastik ettik ve teslim olduk ey Resulümüz” diyerek teslimiyetin en azami örneğini bizzat yaşayarak göstermişlerdir. Onlar sıradan insanlar değildir Allah katında makamları dereceleri vardır evliyalar asfiyalar gelebilir,büyük insanlar hayır ve fazilet sahibi kişiler gelebilir ama mutlak hayır ve fazilet ashab-ı kirama aittir, bu günün evliyası o makama eremez (Devam edecek..)

Çetin KILIÇ /LÜLEBURGAZ

www.NurNet.Org

(1)ibn hacer,el isabe

(2)Buhari

(3)Tirmizi

(4) Müslim

(5) Ebu nuaym

(6)Risale-i Nur 27.söz

Kaynaklar:

– Kütübü Sittte,

– Son Peygamber,

– Fethullah Gülen sohbetleri

‘Üstün insan’ ‘insan-ı kamil’e karşı

Antik Yunan ve Roma’dan süzülüp gelen ‘üstün insan’ anlayışı ile bugünün Batı kaynaklı ‘kişisel gelişim’ kültürünün şekillendirmeye çalıştığı insan modeli arasında neredeyse birebir paralellikler göze çarpıyor. Mevcut kişisel gelişim kültürü, aynı zamanda bir seküler ahlâkın inşasıdır.

 

 

MEDENİYET DEMEK, çoğu kere, insan demektir. Hem medeniyetin mayasını karmak bakımından, hem de teşekkül eden medeniyetin baş aktörü olması bakımından, insanın yeri tartışılmazdır. Kadim geleneklerin de vurguladığı gibi, yaratılışının kapsamlılığı açısından bakıldığında, her bir insanın kendi başına potansiyel bir medeniyet olduğu bile söylenebilir.

İnsanlık tarihi, her medeniyetin teorik temelleri ve pratik yaşama biçimi ile inşa ettiği ve öngördüğü bir insan tipi olduğunu göstermektedir. Ünlü tarihçi Arnold Toynbee’nin belirttiği üzere, yeryüzünde tarih boyunca her millet medeniyet kuramamış, kurulan medeniyetlerin pek çoğu da ‘ölü’ hale gelmiştir. Kurulan bu medeniyetler arasında canlılığını, bugüne aktardığı mirası ile devam ettiren medeniyetlerin başında ise, birbirinin takipçisi olan Yunan ve Roma (elbette Yunan ve Roma’nın bugünkü temsilcisi olan Batı) uygarlıkları ile İslâm ve özelde Osmanlı medeniyeti gelmektedir.

Sözkonusu medeniyetler, varlıklarını ve kollarını günümüze kadar uzatabilmelerini bir ‘insan modeli’ inşa etmiş olmalarına borçludurlar. Bir insan modelinin inşa edilmesinde gerekli en temel faktör ise, içinde yaşanılan medeniyet havzasının, insanların kendilerini ve içinde barındıkları kâinatı anlayıp açıklamalarını sağlayacak, hayatın temel sorularına cevap bulmalarına yardımcı olacak, kültür ve teknik üretmelerine yol açacak, kendi şahsî ve kurumsal gelişimlerini gerçekleştirmelerine yarayacak bir âlem tasavvuru (ya da dünya görüşü) sunabilmesidir.

Konuyu daha da somutlaştırmak için, yukarıda isimlerini belirttiğimiz medeniyetlerin sundukları âlem tasavvuru ve insan modeline ilişkin kısa bir tasvirden sonra, sözü bugüne getirerek, antik Yunan ve Roma kültürünün kendisinde ilginç bir terkibini bulduğu Friedrich Nietzsche’nin ‘üst/üstün insan’ (über mensch) modeliyle, İslam ve Osmanlı tefekkürünün en parlak simalarından Abdülkerim el-Cîlî ve Azizüddin Nesefî’de karşılığını bulan ‘insan-ı kâmil’ anlayışına karşılaştırmak istiyorum. Zira, özellikle antik Yunan ve Roma’dan süzülüp gelen ‘üstün insan’ anlayışı ile bugünün Batı kaynaklı ‘kişisel gelişim’ kültürünün şekillendirmeye çalıştığı insan modeli arasında neredeyse birebir paralellikler göze çarpıyor. Mevcut kişisel gelişim kültürü, aynı zamanda bir seküler ahlâkın inşasıdır. Modern insana evde, sokakta, işyerinde bir yaşama stili sunmaktadır. İslâm ve Osmanlı’da billurlaşan ‘insan-ı kâmil’ ideali ise, bu zamanın şartlarında yeniden üretilmesi gerektiğini bir süredir vurguladığım ‘insanî gelişim’ ile yakın irtibatı bulunuyor. Ki, insanî gelişim, öncelikle dikey bir boyutta insanı bütün kâinata, ruhuna, âhirete, ıslah-ı nefse ve bir ahlâk-a’lâ’ya nisbet etmeyi öngörmektedir.

Kuşbakışı bakıldığında, antik Yunan ve onun devamı olan Roma’da dünya görüşünün omurgasını daima mitolojinin oluşturduğu görülür. Mitolojinin temelini ise, tanrılar, yarı-tanrılar ve tanrılaşmak isteyen insanlar şeklinde sıralanan katmanlı bir model belirlemiştir. Yani, mitolojinin şekillendirdiği dünya görüşü içinde, insan, yapıp etmeleriyle bir şekilde tanrılaşmak isteyen bir varlıktır. Buna karşılık, ta en başından beri, İslam medeniyetinin âlem tasavvuru ‘esmâü’l-hüsnâ’ya, tek olan Allah’ın sonsuz güzel isimlerine dayanmaktadır. Bütün varlık âlemi sürekli yaratılış içinde esmâü’l-hüsnânın bir yansımasıdır. İnsan bu ilâhî isimlerin kendisinde en yoğun biçimde yansıdığı varlıktır ve ‘Allah’ın ahlãkıyla ahlâklanmak,’ yani O’nun isimlerinin cilvesini kendi üzerinde yansıtmak, O’nun güzel isimlerine bir ayna olmak suretiyle, beşerîlikten kurtulup kemale doğru yürümelidir.

Osmanlı toplumuna bakıldığında, esmâü’l-hüsnâ merkezli bu insanî gelişim anlayışının, Tanzimat’la birlikte yükselişe geçen Batıdan ithal hümanizm akımının etkisini hissettirmesine kadar hâkim olduğu görülmektedir. Oysa Batıda, Roma’nın MS 312’de Hıristiyanlık’la evliliğe razı olmasından sonra mitoloji yerini yine mitolojinin tesirinde gelişen Teslis’e bırakmıştır. Teslis akidesi, tıpkı mitolojinin üçlü yapısında olduğu gibi (tanrılar, yarı-tanrılar, tanrılaşmak isteyen İnsanlar), üçlü ve vasıtalı bir model (Baba, Oğul ve Ruhu’l-Kuds) sunuyordu. Bu minvalde Hz. İsa’nın tanrılaştırılması, diğer insanların da tanrılaşabileceği gibi bir imayı içinde barındırıyordu.

Bugünden geriye bakarak, sözkonusu medeniyetlerin âlem tasavvuruna, dünya görüşüne ve sundukları insan modeline ilişkin temel kırılma noktalarını irdeleyecek olursak, Batı medeniyetine nisbetle İslâm medeniyetinde:

• mitolojinin karşısında esmâü’l-hüsnâ’nın,

• teslisin karşısında tevhidin,

• Tanrıya benzeme (teşebbühü bi’l-vacib) çabasının karşısında ise Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmanın (tahallik-ı bi ahlâkillah),

• dünya eksenli yaşayışa karşılık ahiret odaklı yaşamanın,

• herşeyi pratiğe indirgeyip kâinata egemen olma çabasının yerine, kâinatın âhengine katılmaya dayalı bir temaşa anlayışının hüküm sürdüğü söylenmelidir.

Şimdi, geldiğimiz noktadan yirminci yüzyıla sıçrayarak, felsefesini antik Yunan, pagan Roma ve Zerdüşt’ün şahsında sembolize edilen vahiyden mücerred Doğu mistisizmi üzerine kuran Nietzsche’nin çağdaş Batı adına coşkuyla sunduğu ‘üstün insan’ı ile İslâm medeniyetinin sebebi ve sonucu olan ‘insan-ı kâmil’in temel temel özelliklerini ve ayırıcı vasıflarını belirgin kılmamız gerekiyor.

Nietzsche’ye göre, ‘güçlü insan,’ güçlü iradesi olan insandır. İrade gücü, güçlü olmanın yegâne göstergesidir. O, irade gücünü herşeyin üstüne koymakla bütün geleneksel değerler dışlanarak bireysel özgürlüğe giden yolun açılacağını savunur. Bu yüzden, sadece irade gücüne sahip olan insanı âdeta yeniden oluşturmak ister. Ona göre, iyi insan, politik anlamda güçlü olan insan değil; metafizik ve ahlâk (elbette, dindışı ahlâk) anlamında güçlü olan insandır. Fakat, irade gücünün yönünün çok kolay bir şekilde politik güce çevrilebileceğini görmez. Üstün insan, ona göre, hiçbir zaman kendini küçük ve zayıf hissetmez. (Ki tam da bu noktada, insanın en temel iki varoluşsal yarası ve yasası olarak acziyet ve fakrıyetin inkârı sözkonusudur. Nietzscche için, yönünü bulamamış acz ve fakrı reddetmekten başka çare kalmamış gibidir.) Ona göre, ahlâkın işareti, iradenin gücüdür. Ahlâklı olmak, kendisinin efendisi olmaktır. Kendisinin efendisi olmaya giden yolun ilk adımı ise Tanrıyı öldürmekten geçer. Bir diğer adımda ise, onun ‘sürü ahlâkının temeli’ olarak gördüğü geleneksel ahlâk yıkılmalıdır.

Nietzsche, bu görüşünü Böyle Buyurdu Zerdüşt’teki “Üç Dönüşüm” başlıklı yazısında etraflıca açıklıyor. Buna göre, hayvanla Üstün İnsan arasında gerilmiş bir ip olan insanın şu üç basamağı aşması gerekir:

(1) İnsan önce bir deve olacaktır. Deve hayvanların en fazla yük taşıyanıdır. “Sen müstahak olduğun için bu yükü taşımalısın.” Başkalarının ortaya çıkarmış olduğu geleneksel değerleri yük gibi taşır. Bu devrede, gururunu kırabilmek için aşağılanmayı arzu eder. Deve de güdülmeye isteklidir. “Evet” der. Bu ‘evet’in anlamı, düşünmeden itaat edip görevini yapmaktır. Bu ise insan için bir tür esaret tablosudur. Yaşamak için başkasının yardımına ihtiyacı olanların görünümüdür.

(2) İkinci basamakta deve aslana dönüşür. Aslan, geleneksel değerlere karşı isyanın görünümüdür. Aslan “Hayır” der. Değerlerin değişmesini ister. Tanrıların düşmanı olur.

(3) Üçünü basamağa geçince, aslan çocuk olur. Çocuk da “Evet” der. Fakat bu ‘evet’ itaat etme isteğinden gelmez. Kendinin efendisi olma arzusunun ‘evet’idir. Çocuk oyun oynayabilme iradesinin gücüyle ve çocuk saflığıyla ‘evet’ der.

Nietzsche, ‘üstün insan’ın, aynı zamanda üst kültüre sahip olması gerektiğini de düşünmüştür. Böyle Buyurdu Zerdüşt’te bir ip cambazı hikâyesi vardır: Cambaz ip üzerinde yürürken, diğerleri yukarı doğru ona bakar. İp cambazı kayar ve düşer. Ölmek üzere son nefesini verirken, Zerdüşt yanına gelir ve ona doğru yolda olduğunu söyler. Çünkü ip, üstün insan olmaya doğru yürümeyi simgelemektedir. Özgürlüğe tam bir güvenlik içinde yürünemez. Güçlü insan, riskleri seven, riskleri göze alan insandır. (İşte burada, kişisel ve kurumsal gelişim üzerine yazıp konuşanların ‘risk alma’ vurgusunu hatırlayalım.) Zayıf insan ise güvenliği için sürekli dayanak noktaları arar. Güvenlik garantisi arar. İp cambazı simgesi aynı zamanda kendisinin efendisi olma isteğinin simgesidir. Bunun için de ip üzerinde yürüme gibi deneyler gereklidir. İp cambazı ip üstünde yürürken zayıflar sadece onu seyredebilirler; meleyen kuzular sürüsü gibi. Örnekte cambaz düşüyor. Sonuca ulaşamıyor. Fakat Nietzsche için bunun önemi yoktur. Ona göre, cambaz doğru yoldaydı, ilerlemek için ipte yürümesi gerekiyordu. Zaten ‘her zaman ölünmez’ ve ‘bizi öldürmeyen bizi güçlü kılar.’ (Nietzsche’nin ilerleme için ip metaforunu seçmesi de bir tesadüf olmasa gerektir. Çünkü ip mecazı, Batının doğrusal ilerleme anlayışının Nietzsche’de insana uyarlanmış karşılığıdır. Ki, Batı kaynaklı kişisel gelişim kültürü de insan için yatay ve doğrusal bir gelişim önermektedir.)

Nietzsche, ‘üstün insan’a giden yolda en büyük engelin sürü ahlâkı olduğunu söylüyor ve ahlâkı ikiye ayırıyordu: (1) Efendi ahlâkı: aristokratik ırkların, örneğin Romalıların ahlâkı; (2) Köle ahlâkı: aristokratik sınıfa boyun eğerek yaşamış sınıfların, örneğin Yahudilerin ahlâkı. Üstün insan, ona göre, iyinin ve kötünün ötesindedir; mevcut ahlâkî düzeni yadsıyarak kendi değerlerini silbaştan oluşturur.

Tablonun Batı tarafında bu şekilde idealize edilen ‘üstün insan’a karşı, İslâm medeniyetinin kemali hedefleyen insanı, Allah’ın hem yeryüzündeki halifesi (bkz. Bakara: 30) ve O’nun kuludur (bkz. Zâriyât: 56). Bu iki kavram arasındaki ilişkinin, İslâm’ın ortaya koyduğu insan anlayışının doğru anlaşılabilmesi için vazgeçilmez bir önemi vardır. Bu anlayışta insan gelişimini, yani kemalini ancak ve ancak tevhidin gölgesinde bulur. Her yeri ve her şeyi O’nun eseri olarak görüp Allah’ı birleyen insan, herşeyi tanrılaştırmanın yüklerinden kurtularak yükselir. (Zümer sûresindeki şu âyeti hatırlamanın tam sırası: “Allah, çekişip duran birçok ortağın sahip olduğu bir köle ile sadece bir kişiye bağlı olan bir adamı misal verir. Bu ikisi eşit midir? Hamd Allah’a mahsustur. Fakat onların çoğu bilmezler.”)

Bu noktada, Risale-i Nur müellifi, müthiş bir isabetle şöyle demektedir:

“Evet, sırr-ı vahdet ile insan, bütün mahlukat içinde büyük bir kemal sahibi ve kâinatın en kıymetdar meyvesi ve mahlukatın en nazenini ve mükemmeli ve zihayatın en bahtiyarı ve en mesudu ve Hâlık-ı Âlemin muhatabı ve dostu olabilir. Hatta, bütün kemâlât-ı insaniye ve beşerin ulvî maksatları tevhid ile bağlıdır. Ve sırr-ı vahdetle vücut bulur. Yoksa, eğer vahdet olmazsa, insan mahlukatın en bedbahtı ve mevcudatın en süflîsi ve hayvanatın en biçaresi ve zişuurun en hüzünlüsü ve azablısı ve gamlısı olur.” (bkz. “İkinci Şua”)

Hayatını tevhid ekseninde bir kul ve halife olarak algılayan insan ile, ilâhî olana başkaldırmış insan arasındaki fark açıktır. Birinci insan tipi, hakları itibarıyla kendisini bir halife olarak görürken, sorumlulukları itibarıyla kendisini bir kul olarak görür. Bütün âlem ve içindekiler onun nazarında birer emanet olarak kendisine verildiğinden ve dahası Allah’ın âyetleri olduğundan, o, çevresiyle, kâinatla, diğer insanlarla, kendisiyle ve asıl önemlisi Rabbi ile barışıktır. Bu bakış açısının bir neticesi olarak, Müslüman mütefekkirler, modern bilim ve felsefenin tersine, âleme cansız nesnelerden ibaret bir yığın olarak değil, canlı ve anlamlı birer varlık olarak yaklaşırlar. Bu yüzden, kuşlarla, ağaçlarla, rüzgârla, yağmurla konuşmayı öğrenmişlerdir. Sarı Çiçek’le söyleşen Yunus’u, insanının serencamını Ney sembolüyle anlatan Mevlânâ’yı, insanların ebedî saadeti için dünyasını da ahiretini de feda etmeye hazır olduğunu söyleyen Said Nursî’yi, bütün varını yoğunu ilâhî irade karşısında yağma eyleyen Niyazi-i Mısrî’yi bu manevî çerçeveyi bilmeden anlamak mümkün değildir.

Kendisini dünyaya adamış insan, normal bir ruh halinden mahrumdur. Zira, kendisini bir taraftan sıradan bir canlı, arzu ve güdülerine esir olmuş bir varlık olarak görürken öte yandan yeryüzünün efendisi ilan etmek, anormal bir ruh halini gösterir. Buna mukabil, kendisini hem kul hem de halife olarak gören denge insanı, hayatın anlam ve hedefi konusunda tutarlı bir bakış açısına sahiptir.

Yaradılışın nihaî gayesi dünyaya hükmetme değil, Yaratıcının rızasına yükselme olduğundan, denge insanı olmanın yolu ‘insan-ı kâmil’ yoludur. İlâhî isim ve sıfatların kendisinde tecelli ettiği insan-ı kâmil, insan oluşun standardını belirleyen örnek modeldir. Bir başka ifadeyle, insan-ı kâmil, yücelikle acziyetin, halife ile kulun, irade ile teslimiyetin, celâl ile cemalin birleştiği model insanı ifade eder.

İslâm ve Batı medeniyetlerinin taşıyıcısı olan iki insan tipine ilişkin yorumlarda, genellikle modern Batılının aktif ve üretken, geleneksel Doğulunun ise pasif ve taklitçi olduğu söylenegelir. Oysa, bir düşünürün altını çizdiği gibi, Doğu muazzam bir mirasın üzerinde uyuyarak pasif bir şekilde çökmekte, Batı ise sürekli hareket sloganıyla aktif bir şekilde çökmektedir. Gerçekte, hareketten yoksun tefekkür ve teslimiyet ne kadar faydasız ise, sükûnet ve teslimiyetten arındırılmış hareket de o kadar yıkıcıdır.

Kur’ân’ın tasvir ettiği insan, kendi varlığında eşyanın zıt kutuplarını birleştirebilen, böylece onları aşarak kemâl, yani insan-ı kâmil mertebesine ulaşmaya aday olan insandır. Bir yandan aktif, keşfe dönük (burada “Vazifemiz vaz’-ı cedid değil, keşf-i kadimdir” düsturunu hatırlayalım), seçici ve diğergâm, yani celâl sıfatlarının tecelligâhı; diğer yandan cemal sıfatlarının bir tecelligâhı olarak, ilâhî irade karşısında alıcı, temaşa edici ve teslimiyet sahibi. Bu yüzden, mü’min geçici olan ile ebedî olan arasında, yer ile gök arasında, dünya ile âhiret arasında denge kurabilmiş insandır. Yani itidal üzere yaşamasını bilen insandır. Ve insan-ı kâmil anlayışı en billurlaşmış örneğini bu dengeyi en mükemmel biçimde kurmuş ve sergilemiş olan Resûlullah’ta bulmaktadır.

İnsanoğlunun gerçek mânâda insan olması, ancak Rabbine yönelmiş bir seyr-i sülûk içinde olması ile mümkündür. Bu yüzden, İslâm’ın anlayışına göre, tarih geride ve arkamızda değil, önümüzdedir. Peygamberler, evliyalar, alimler, arifler, kâmil insanlar bu yönüyle birer ön-der’dir. Hz. Peygamber aleyhissalâtu vesselamın “İki günü bir olan ziyandadır” hadisi de, bu çerçevede hiç şüphesiz yeryüzünde yalancı bir cennetin kurulmasına değil, dikey, manevî ve ahlâkî bir yükselişe işaret eder. Bu dikey yükseliş, insan-ı kâmile giden yolun ana caddesidir.

İnsan, sözkonusu ana cadde üzerinde, Azizüddin Nesefî’nin İnsan-ı Kâmil’inde ele aldığı dört özelliği kuşanmak durumundadır: İyi akvâl (“Ya hayır söyle ya da sus” hadisinden beslenen bir çizgide, ya hakikat üzere konuşmak ya da susmak); iyi ef’âl (amel-i salih esasından filizlenen iyi fiiller); iyi ahlâk (hilkatteki, her bir mahluktaki edep ve terbiyeye yaslanan, imanın somutlaşmış biçimi olan güzel ahlâk); ve maarif (herşeyden Allah’a giden bir yol bulan bir marifet ve irfan).

İslâm medeniyetinin temel öncüllerine yaslanan bu insan-ı kâmil anlayışı, Batı uygarlığının ‘üstün insan’ının ‘kişisel gelişim’den medet umduğu ama umduğunu bulamadığı şu çağda, yeniden üretilmeyi bekliyor…

 

17/01/2005

© 2010 karakalem.net, Yusuf Özkan Özburun