Etiket arşivi: mevt

İnsanın, bu dünya gemisiyle gideceği yer, ölüm istasyonudur

Üzerinde bulunduğumuz bu dünya gemisi, çok süratli bir şekilde, gece gündüz durmadan ahirete doğru hareket etmektedir. İnsan bu gemiye kendi iradesiyle binmediği gibi, yolculuğu da kendi iradesi ile değildir. Ona Allah’ın (c.c.) iradesiyle bindiği gibi, yolculuğu da yine  O’nun iradesiyle devam etmektedir. Bunun aksini iddia etmek beş para etmez. Zira, bir kimse bu gemi içinde hangi tarafa koşarsa koşsun ve ne gibi iddialarda bulunursa bulunsun, gideceği yer, ölüm rıhtımıdır. Oraya gitmemek, karşı koymak, hiç kimsenin irade ve ihtiyârında  değildir.

 İnsan  ruhunu bu fani dünyada cisim ile buluşturan Allah, ruhu bu cisimden ayırıp, daha sonra ebedi bir aleme layık yeni bir cisimde ebediyen devam ettirecektir.

 “Nevm nasıl ki bir rahat, bir rahmet, bir istirahattir; hususan musibetzedeler, yaralılar, hastalar için.. öyle de: Nevmin büyük kardeşi olan mevt dahi, musibetzedelere ve intihara sevk eden belalarla mübtela olanlar için ayn-ı nimet ve rahmettir.” [1]

Bediüzzaman Hazretleri  Hz. Yusuf’un (a.s) kıssasından alınması gereken dersi şöyle nazara verir:

“Ahsen-ül kasas olan Kıssa-i Yusuf Aleyhisselâm hatimesini haber veren  تَوَفَّنِي مُسْلِماً وَأَلْحِقْنِي بِالصَّالِحِينَ “Benim canımı Müslüman olarak al ve beni salih kulların arasına kat!” [2] âyetinin, ulvî ve latif ve müjdeli ve i’cazkârane bir nüktesi şudur ki: Sair ferahlı ve saadetti kıssaların âhirindeki zeval ve firak haberlerinin acıları ve elemi, kıssadan alman hayalî lezzeti acılaştırıyor, kırıyor. Bahusus kemal-i ferah ve saadet içinde bulunduğunu ihbar ettiği hengâmda, mevtini ve firakını haber vermek daha elimdir; dinleyenlere “Eyvah!” dedirtir. Halbuki şu âyet, Kıssa-i Yusuf’un (A.S.) en parlak kısmı ki; Aziz-i Mısır olması, peder ve vâlidesiyle görüşmesi, kardeşleriyle sevişip tanışması olan, dünyada en büyük saadetli ve ferahlı bir hengâmda, Hazret-i Yusuf’un mevtini şöyle bir surette haber veriyor ve diyor ki: Şu ferahlı ve saadetli vaziyetten daha saadetli, daha parlak bir vaziyete mazhar olmak için, Hazret-i Yusuf kendisi Cenab-ı Hak’tan vefatını istedi ve vefat etti; o saadete mazhar oldu. Demek o dünyevî lezzetli saadetten daha cazibedar bir saadet ve ferahlı bir vaziyet kabrin arkasında vardır ki; Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi hakikat-bîn bir zât, o gayet lezzetli dünyevî vaziyet içinde gayet acı olan mevti istedi, tâ öteki saadete mazhar olsun.”

“İşte Kur’an-ı Hakîm’in şu belagatına bak ki, Kıssa-i Yusuf un hatimesini ne suretle haber verdi. O haberde dinleyenlere elem ve teessüf değil, belki bir müjde ve bir sürür ilâve ediyor. Hem irşad ediyor ki: Kabrin arkası için çalışınız, hakikî saadet ve Iezzet ondadır. Hem Hazret-i Yusuf’un âlî sıddıkıyetini gösteriyor ve diyor: Dünyanın en parlak ve en sürurlu haleti dahi ona gaflet vermiyor, onu meftun etmiyor, yine âhireti istiyor.”[3]

Mehmed Kırkıncı

Dipnotlar:

[1] Nursî, B.S Mektubat, Birinci Mektup.
[2] Yusuf Suresi, 12/101.
[3] Nursi, B.S. Mektubat, Yirmi Üçüncü Mektup.

Ölümün Gerçek Yüzü

  “ Mevt, vazife-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekândır, bir tahvil-i vücuddur, hayat-ı bâkiyeye bir davettir, bir mebde’dir, bir hayat-ı bâkiyenin mukaddimesidir.”[1]

“(Mevt) Ağırlaşmış olan vazife-i hayattan ve tekâlif-i hayatiyeden âzad edip, yüzde doksan dokuz ahbabına kavuşmak için, Âlem-i Berzah’ta bir visal kapısı olduğundan, en büyük bir nimettir.”[2]

      Ölüm, ruhun  beden denilen ceset kafesinden ayrılıp, tebdil-i mekân etmesi, yani bu fani dünyadan ebedi âleme göç etmesidir. Ölüm, ebedi hayat için yaratılan insanı,  âhirete göre bir gölge ve bir han hükmünde olan bu dünya menzilinden çıkarıp,

“… bin sene mes’udane hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatın”a ve o Cennet hayatın”nın dahi bin senesi, bir saat rü’yet-i cemaline mukabil gelmeyen bir Cemil-i Zülcelal’in daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna…. ve ziyafetgâh-ı ebedîsi olan Cennet’e”[3] kavuşturur.

      Dünya ve içindekiler geçici, fani ve zevale mahkum olduğundan,  gelen her insanın buradan başka ve daimi bir memlekete göç etmesi yaratılışın icabı, hikmet-i İlahiyenin muktezası ve imtihanın bir gereğidir. Dünya bir darul hikmet ve  bir imtihan salonu olduğundan bu solonda imtihanını bitirenler, yerini başkalarına bırakırlar.

     Bu dünyaya bir memur ve misafir olarak gönderilen insanlar, buradaki vazifelerini ikmal ettikten sonra, ölüm ile yeni bir âleme geçecek ve ebedi bir hayatın başlangıcı olan kabir, berzah ve  haşirden  sonra  ya ebedi saadete kavuşacaklar yahut  ebedi şekavete  düçar olacaklardır.

“Âyâ bu insan zanneder mi ki, başı boş kalacak? Hâşâ!.. Belki insan, ebede meb’ustur ve saadet-i ebediyeye ve şekavet-i daimeye namzeddir. Küçük-büyük, az-çok her amelinden muhasebe görecek. Ya taltif veya tokat yiyecek.”[4]

     Hasenatları ağır gelen müminler, Allah’ın lütfüyle O’nun cemalî isimlerinin tecellisi olan ebedi cennete,  kafirler, münafıklar ve mürtedler  ise  celâlî isimlerinin  tecelligâhı olan sonsuz cehenneme gireceklerdir. Günahları sevaplarından ağır gelen mü’minler ise, cehennemde geçici bir süre kalıp cezalarını çektikten sonra tekrar cennete gireceklerdir. İnsanların dünyada yaptığı bütün iyilikler cennet, günahlar ise cehennem çekirdeği hükmünde olup, âhirette o çekirdekler ya “Tuba-i Cennet” veya “Zakkum-u Cehennem” ağacı olacak ve  çeşitli meyveler verecektir.

“… o gün) bir grup cennette, bir grup cehennemde [çılgın ateşte].”[5]

ayeti de bunu ifade etmektedir.

“Hattâ dünyada yediğin meyve üstünde söylediğin ‘elhamdülillah’kelimesi, cennet meyvesi olarak tecessüm ettirilip sana takdim edi(lecektir)”[6]

     İnsanın, öldükten sonra dirilip, huzur-i ilâhiye çıkacağı, ameline göre mükâfat veya azap göreceği muhakkaktır.  Zira,  istidatça en cami, kâinatın  en mükemmel meyvesi, ve Cenab-ı Hakk’ın en sevgili muhatabı olan insan, ebed için yaratılmış ve ebede gidecektir

 “İnsanın fıtrat-ı zîşuuru olan vicdanı, saadet-i ebediyeye bakar, gösterir. Evet, kim kendi uyanık vicdanını dinlerse “Ebed!.. ebed!” sesini işitecektir. Bütün kâinat o vicdana verilse, ebede karşı olan ihtiyacının yerini dolduramaz. Demek o vicdan, o ebed için mahluktur.” [7]

      Yüz yirmi dört bin peygamber, yüz yirmi dört milyon evliya ve bütün semavi kitaplar, kıyamet ve âhiretten kesin olarak haber verdikleri gibi, Kur’an’ın  dörtte biri de haşir ve âhiretten bahseder; bin ayetiyle onun  kesin bir gerçek olduğunu ispat eder ve haber verir.

      Cenab-ı Hakkın bütün isimleri,  ebedî olan âhiretin vücudunu iktiza ederler. Zalimlerin yaptıkları zulümler, mazlumların maruz kaldığı eza ve cefalar, Cenab-ı Hakk’ın Âdil isminin tecellisini ister. Rahman, Rahim ve Hakim isimleri cenneti istediği gibi, Kahhar ve Cebbar isimler de cehennemin vücudunu ister. Zira birçok isimler dünyada tam tecelli etmiyor. Onun için bir Mahkeme-i Kübra ve sonsuz bir âlem lazımdır ki,  Cenab-ı Hakk’ın bütün isimleri orada  kemaliyle tecelli etsin. Eğer mücazat ve mükafâtın mahalli olan ahiret olmasaydı insan ile hayvan, mü’min ile kâfir, iyi ile kötü, hayır ile şer, hak ile batıl aynı seviyede kalırdı. Demek ki,  dünyanın ve insanın ehemmiyeti ancak âhiretin vücudu ile tahakkuk eder.

      İmtihanın bir gereği olarak, bu misafirhanede iman-küfür, hayır- şer, güzel- çirkin,  kâr- zarar gibi şeyler beraber bulunurlar. Burada Cenab-ı Hakk’a iman edenler, O’nu hakiki sevenler, rızasına uygun yaşayıp O’nun istediği gibi hareket edenler,  O’nun emir ve yasaklarına riayet edip  nefsini ıslah edenler, şahadetnamelerini alarak ebedî bir hayatta nihayetsiz nimetlere ve saadetlere mazhar olacaklardır, biiznillah. Bir ayette mealen şöyle buyrulur:  

“İyi iş, güzel amel yapanlara daha güzeli ve daha fazlasıyla karşılık vardır. Yüzlerine ne kara bulaşır, ne de aşağılanırlar. Cennet ehli işte bunlardır. Orada ebedî kalacaklardır.”[8]

     “… hayat-ı uhreviye, bütün kâinatın neticesidir. Eğer bu hayat olmasa, kâinatta hakikat denilen her şey, zıddına inkılab eder. Meselâ: Nimet nıkmet olur, akıl  belâ olur, şefkat yılan olur.”[9]

“Ey insan, hiç mümkün müdür ki: Sana bu sîmayı veren ve o sîmada böyle bir sikke-i rahmeti ve bir hâtem-i ehadiyeti vaz’eden zât seni başıboş bıraksın, sana ehemmiyet vermesin, senin harekâtına dikkat etmesin, sana müteveccih olan bütün kâinatı abes yapsın, hilkat şeceresini meyvesi çürük, bozuk, ehemmiyetsiz bir ağaç yapsın? Hem hiçbir cihetle şübhe kabul etmeyen ve hiçbir vechile noksaniyeti olmayan, güneş gibi zahir olan rahmetini ve ziya gibi görünen hikmetini inkâr ettirsin? Hâşâ!”[10]

       Evet, bu fani âlem, Cenab-ı Hakk’ın sonsuz rahmetine ve isimlerinin tecellisine tam ayna olamıyor. Çünkü  rahmet nihayetsiz, insanların ömürleri kısa ve dünya fanîdir. Bunun için başka ebedi bir âlem lazımdır ki, rahmet devam etsin ve O’nun zenginliğinin aslı orada kemaliyle tezahür etsin. Çünkü dünyadaki bütün nimetler numune ve gölgedir, asıllar ise âhirettedir.

“Ölüm, saadet-i ebediyeye mukaddemedir; bu itibarla nimet sayılabilir. Çünkü nimetin mukaddimesi de nimettir. Ölüm, muzır hayvanlarla dolu bir hapisten, geniş bir sahraya çıkmak gibidir. Binaenaleyh ruh, ceset kafesinden çıkarsa necat bulur.”[11]

     Peygamber Efendimiz (s.a.v); “Dünya dar-ül meşakkattir.” buyurmuştur. Bu bakımdan, dünyada  rahat, huzur ve gerçek saadet yoktur, olamaz da.Çünkü onların mekânı bura değildir. İnsan asıl saadet ve sürurun mahiyetini bilmediğinden, buradaki bazı şeylerden zevk alır ve saadeti onlar zanneder.  Halbuki  asıl zevk ve sürur alem-i ahirette olacaktır.

       Bir ayette şöyle buyrulur:

“Bu dünya hayatı sadece bir oyun ve oyalanmadan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte asıl hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı.”[12]

    Oyun ve eğlencenin süresi azdır, çabuk geçer. İşte bu hayatta aynen öyledir.  Oyun ve eğlenceyle genelde çocuklar ve cahiller meşgul olur.  Akıllı kimseler fani ve geçici oyunlarla oyalanmaz ve onlara itibar etmezler. Dünyada insana zevk ve lezzet veren şeyler hem değersiz hem de geçicidir,  ahirete ait olan hakikatler ise daimidir, kıymetlidir ve şereflidir. Nice güçlü ve saltanat sahibi kimseler vardır ki, kısa bir zaman sonra ya toprak altına girmiş veya zavallı bir duruma düşmüşlerdir. İnsan bu dünyada elde ettiği mal ve servetten faydalanıp faydalanmayacağını bilemez.  Velev ki, belli bir süre fayda görse  bile yine bir gün  onlar  elinden çıkacaktır.

     Peygamber Efendimiz (s.a.v);

“İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar.”

buyurarak, dünyanın bir uyku alemi olduğunu asıl zevk ve sefanın ise ahirette olacağını ifade etmişlerdir.  Bir insanın rüyasında iki kilo kebap yemesi mi daha iyidir, yoksa uyanık iken yüz gram kebap yemesi mi?

     Evet dünyanın zevkleri ve lezzetleri meşru da olsa fanidir, anidir, geçicidir, gölgedir ve rüyada yiyip içmek gibidir. Ahirete ait olan her şey ise, ebedidir, daimidir, sürurludur, nurludur, zevklidir  ve şevklidir. Ona ait bir zerre ebedi olduğundan, dünyadaki bütün  nimetlerden daha kıymetlidir, daha âlidir. Allah’ın rızasına mazhar olmak ise bunların hepsinden daha büyüktür.

“Allah’ın rızası ise hepsinden büyüktür. İşte asıl büyük kurtuluş da budur.”[13]

       Bir başka ayette mealen şöyle buyrulur:

“Şüphesiz senin için son olan, ilk olandan (ahiret dünyadan) daha hayırlıdır.”[14]

      Bu ayet  Peygamber Efendimizin (s.a.v) davasında muvaffak olacağını, her zaman terakki edip nice nimetlere nail olacağını, izzet ve şanının yükseleceğini ve dünyada  her zaman muvaffakiyetlere nail olacağını mucizene bir şekilde haber vermiştir. Evet  İslâmiyet’in ilk tesis ve intişarı yıllarında başta amcası olmak üzere en yakınları ve Kureyş’in en ileri gelenleri  Hz. Peygamber’e ve ona tabi olanlara  düşmanlıkları ve hücumları şiddetli olduğu,  Peygamber Efendimiz’in şahsına, ailesine ve sahabelerine  karşı  dayanılmaz eza ve işkence ettikleri halde, o   İslâm’ın ilanında akılları hayrette bırakacak bir şekilde sabır, metanet, sebat ve kararlılıkla davasında muvaffak olmuş,   fetihlere imza atmış,  nam ve şöhreti, sıdk ve emniyeti, kemalat ve fazileti, vakar ve ciddiyeti, Şark ve Garb’a yayıldı.  Bu ayet Allah Resulünün ve ona tabi olanların âhirette de her türlü nîmetlere ve tecellîlere mazhar olacağını müjdelemektedir.  Hz. Peygamberî (s.a.v) kendine rehber edinen ve onun sünnetine uyanlar, onun gölgesi sayesinde  dünyada huzur ve saadetle yaşarlar,  ahrette de yine onun vesilesi ile  ebedi sürurlara  mahzar olurlar.

     Bir ayette şöyle buyrulur:

“O gün, cennet halkının kalacakları yer daha hayırlı, dinlenecekleri yer çok daha güzeldir.”[15]

     Başka bir ayette ise şöyle buyrulur:

“Orda ebedi olarak kalıcıdırlar; o, ne güzel bir karargah ve ne güzel bir konaklama yeridir.”[16]

      İşte Cenab-ı Hak, o daimi ve güzel olan ebedi hayatı kimin kazanacağını ve kimin daha güzel işler yapacağını imtihan etmek üzere ölümü ve hayatı yaratmış ve insanı imtihan etmek için bu dünyaya göndermiştir.  Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur:

“O, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstündür, bağışlayandır.”[17]

“Nasıl ki hayatın dünyaya gelmesi bir halk ve takdir iledir; öyle de, dünyadan gitmesi de bir halk ve takdir ile bir hikmet ve tedbir iledir.”[18]

    Her bahar mevsiminde yer yüzünü bir anda dirilten ve toprağın altında  çürüyen   bir çekirdekten  koca bir ağacı çıkaran ve basit tohumlara binlerce  sümbül  verdiren bir Hafız-ı Zülcelal, bu kadar ehemmiyet verdiği ve en çok sevdiği mahlukunun toprak altında çürüyüp yok olmasına hiç  müsaade eder mi? Elbette onu toprak altında kısa bir süre durdurur ve sonra huzuruna alır.

Evet, “ çekirdeğin mevti, sümbülün mebde-i hayatıdır; belki ayn-ı hayatı hükmünde olduğu için, şu ölüm dahi, hayat kadar mahluk ve muntazamdır.”[19]

      Bağında veya bahçesinde her bir yaprağı bir trilyon lira değerinde güller yetiştiren bir kimyagerin, o bağ ve bahçesinin kapısını açık bırakmak suretiyle, yetiştirdiği gülleri, hayvanlara yedirmesi akla ve hakikate uygun olmadığı gibi, Cenab-ı Hak da bu dünyanın en mükemmel bir meyvesi olan ve her bir azası trilyonlarla mukayese edilmeyecek kadar kıymetli olan bu insanı toprağa atıp böceklere yedirmesini hiçbir  akıl kabul etmez.

      Bir şeker fabrikasının sahibi, ürettiği şekerleri nehre  döküp, onları balıklara yedirerek zayi eder mi? Böyle yapması, o fabrikanın kuruluş gayesine hiç  uygun olur mu?

       Cenab-ı Hak, bütün kâinattan süzüp hassas mizanlarla yarattığı ve nihayetsiz nimetlerle beslediği en mükemmel meyvesini ve en sevgili mahlukunu toprağa gömüp yokluğa atar mı? Onu böceklere yedirerek  zayi eder mi?

“Size böyle nimet eden zât, sizi başıboş bırakmaz ki, kabre girip kalkmamak üzere yatasınız.”[20]

      Bir mektep ve bir tâlimgâh olan bu dünyaya gönderilen insanlardan kulluk vazifesini hakkıyla ifa edenler, yani salih amel işleyenler, ebedi cennet saraylarına girmeye liyakat kesbedecek, iradelerini yanlış yolda kullanıp, ömrünü  isyan ve sefahatte geçirenler de müstahak oldukları cezayı göreceklerdir.

     Osmanlı padişahları saraya alacakları insanları önce Enderun mektebinde yetiştirir,  sonra saraya kabul ederlerdi. Çünkü sarayın nizam ve intizamı; ahenk ve huzuru her şeyden önce Enderun’da aldıkları eğitim ve öğretime bağlıdır.   Cenab-ı Hak bu dünyayı, insanın ubudiyeti için bir mektep, talimgâh ve bir kışla olarak yaratmıştır. Öyle ise bu talimgâha ve mektebe gelenler, buradaki kulluk vazifelerini en iyi şekilde tekmil edip cennete layık bir insan olabilmenin azmi ve gayreti içinde olmalıdırlar.

       Evet, insanın asıl kemali ölümden sonra başlar.  Mevt, zahiren hüzünlü ve kederli görünse de insanı ıstıraplı, meşakkatli, kederli ve hüzünlü bir hayattan, saadetli, sürurlu, nurlu,  neşeli  ve ebedi bir hayata kavuşturan ölüm,  elbette zarûrîdir, sevimlidir ve güzeldir.

  “Ölümün peçesi gerçi karanlık, siyah, çirkin ise de; fakat mü’min için asıl sîması nuranîdir, güzeldir…”[21]   

   “Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber,
Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber.” (N. Fazıl)

     Bir insan, hastalandığı zaman tedavisi için lazım gelen ilacı mide yoluyla alır. O hasta, faraza gözüm iyi olsun diye doktorun verdiği ilacı gözüne sokarsa, şifa bulması bir yana gözünün kör olmasına sebep olur. Demek ki, gözün tedavi edilmesinin yolu mideden geçer.  Bir insanın da alem-i ahirette  ebedi saadetlere mazhar olması için ölüm köprüsünden geçmesi zaruridir.

    Evet, her güzel şey, kahharane bir fırtınanın peşinden geliyor. Gök gürültüsü ve şimşeğin ardından yağmurun gelmesi gibi, annenin çektiği azîm sancı da evlâdı meyve veriyor. Aynı şekilde, toprak altında  parçalanıp dağılan bir çekirdeğin kalbinden de muhteşem bir ağaç vücuda geliyor.

    Dünyaya yeni gelen bir çocuk, diş sahibi olmak için damaklarının yarılmasına rıza gösteriyor ve çektiği o acının sonunda inci gibi dişlere sahip oluyor. Ve nihayet insan da bu dünyada çeşitli eza ve cefalara, bela ve musibetlere duçâr oluyor, neticede vefat edip, toprağın altına giriyor ve orada cesedi çürüyüp dağılıyor. İşte ebedî saadet de, iman ve sabır kaydıyla bu fırtınaların semeresi olarak tezahür ediyor.

  “Çünki, nuranî âlemlere giden yol kabirden geçer ve en büyük saadetler büyük ve acı felâketlerin neticesidir. Meselâ: Hazret-i Yusuf, Mısır azizliği gibi bir saadete, ancak kardeşleri tarafından atıldığı kuyu ve Zeliha’nın iftirası üzerine konulduğu hapis yoluyla nâil olmuştur. Ve keza, rahm-ı maderden dünyaya gelen çocuk, mahud tünelde çektiği sıkıcı, ezici zahmet neticesinde dünya saadetine nâil oluyor.”[22]

      Evet ölüm, bir daha ölmemek üzere dirilmektir.  Bu hakikat bir ayette şöyle ifade edilir:

“Orda, ilk ölümün dışında başka ölüm tatmazlar. Ve (Allah da) onları cehennem azabından korumuştur.”[23]

   “Öleceğiz müjdeler olsun, müjdeler olsun!
Ölümü de öldüren Rabbe secdeler olsun!”     

   “Kapı kapı, yolun son kapısı ölümse;
Her kapıda ağlayıp o kapıda gülümse!
O demdeki perdeler kalkar, perdeler iner,
Azrail’e hoş geldin, diyebilmekte hüner…”    

    “O dem çocuklar gibi sevinçten zıplar mısın?
Toprağın altındaki saklambaçta var mısın?
Ölüm ölene  bayram;  bayrama sevinmek var;
Oh ne güzel, bayramda tahta ata binmek var.”

                                                (N. Fazıl Kısakürek)

Mehmed Kırkıncı

Dipnotlar:

[1]  Nursî, B.S Mektubat, Birinci Mektup.
[2] Nursî, B.S Mektubat.
[3] Nursî, B.S Mektubat, Yirminci Mektup.
[4] Nursî, B.S Lem’alar.
[5] Şûrâ Suresi, 42/7.
[6]  Nursî, B.S  Sözler, Otuz İkinci Söz.
[7] Nursî, B.S Sözler, Yirmi Dokuzuncu Söz.
[8]  Yunus Suresi, 10/26.
[9] Nursî, B.S İşarat-l İ’caz.
[10]  Nursî, B.S Lem’alar.
[11]  Nursî, B.S İşarat-l İ’caz.
[12] Ankebut Suresi, 29/64.
[13] Tövbe Suresi, 9/72.
[14] Duha Suresi, 93/4.
[15] Furkan Suresi, 25/24.
[16] Furkan Suresi, 25/76.
[17] Mülk Suresi, 67/2.
[18] Nursî, B.S Mektubat, Birinci Mektup.
[19] Nursî, B.S Mektubat, Birinci Mektup.
[20] Nursî, B.S Sözler.
[21] Nursî, B.S Lem’alar, Yirmi Altıncı Lem’a.
[22] Nursî, B.S Şuâlar, Yirmi Dokuzuncu Lem’adan 2.Bâb.
[23] Duhan Suresi, 44/56.

“Ey nefis! Başta Habibullah, bütün ahbabın kabrin öbür tarafındadırlar”

 Evet, mevt hayat kadar belki ondan daha büyük bir nimettir. Zira onun vesilesi ile ebedi ve sonsuz, kedersiz, meşakkatsiz ve sürurlu bir hayata mazhar olunacak, başta Peygamber Efendimiz (s.a.v) olmak üzere bütün peygamberlere, mürşit ve müceddidlere, ahbap ve akrabalara kavuşulacaktır. Bu bakımdan, kâmil bir mümin, kabirden korkmaz ve dünyadan göç ettiğine üzülmez. Çünkü ehli iman için; “Kabir cennet bahçelerinden bir bahçedir.”

Hem

“ Kabir, âlem-i âhirete açılmış bir kapıdır. Arka ciheti rahmettir, ön ciheti ise azabdır. Bütün dost ve sevgililer o kapının arka cihetinde duruyorlar. Senin de onlara iltihak zamanın gelmedi mi? Ve onlara gidip onları ziyaret etmeğe iştiyakın yok mudur? Evet vakit yaklaştı. Dünya kazuratından temizlenmek üzere bir gusül lâzımdır. Yoksa onlar istikzar ile ikrah edeceklerdir.”

       “Eğer İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî bugün Hindistan’da hayattadır diye ziyaretine bir davet vuku’ bulsa, bütün zahmetlere ve tehlikelere katlanarak ziyaretine gideceğim. Binaenaleyh İncil’de “Ahmed”, Tevrat’ta “Ahyed” Kur’anda “Muhammed” ismiyle müsemma, iki cihanın güneşi, kabrin arka tarafında milyonlarca Farukî Ahmedler ile muhat olarak sâkindir. Onların ziyaretlerine gitmek için niye acele etmiyoruz? Geri kalmak hatadır.” [1]

   Evet bir kişinin sevdiği zatlardan yüzde doksan dokuzu İstanbul’a gitse ve sadece birisi Erzurum’da kalsa, bu şahsın İstanbul’a seve seve gitmesi lâzım gelir. Eğer bu şahıs, o kadar sevdiği zatları hatırına getirmeyip Erzurum’dan ayrılmak istemezse, padişah bazen lütfüyle bir memurunu gönderir ve ona birkaç kamçı vurdurarak İstanbul’a gelmeye icbar eder. O kimse ilk anda her ne kadar yediği kamçılardan rahatsız olursa da, İstanbul’a ulaştığında bütün ıstırabını unutur ve Erzurum’da kalan ahbabının da bir an önce oraya gelmesini arzu eder.

      Hastalıklar birer kamçı hükmünde olup, insanları gafletten uyandırır. Eğer ölüm o hastalık sebebiyle gelirse, yüzde doksan dokuz ahbabın bulunduğu âhiret âlemine gitmeye vesile olur.

    “Meselâ; şu karyede (yani Barla’da) iki adam bulunur. Birisinin yüzde doksan dokuz ahbabı İstanbul’a gitmişler. Güzelce yaşıyorlar. Yalnız bir tek burada kalmış. O dahi oraya gidecek. Bunun için şu adam İstanbul’a müştaktır, orayı düşünür. Ahbaba kavuşmak ister. Ne vakit ona denilse “Oraya git”, sevinip gülerek gider……Ey nefis! Başta Habibullah, bütün ahbabın kabrin öbür tarafındadırlar. Burada kalan bir-iki tane ise, onlar da gidiyorlar. Ölümden ürküp, kabirden korkup, başını çevirme. Merdane kabre bak, dinle ne taleb eder. Erkekçesine ölümün yüzüne gül, bak ne ister.”[2]

Mehmed Kırkıncı


[1] Nursî B.S Mesnevi Nuriye

[2] Nursî, B.S Sözler ( 14. Sözün Zeyli)

Ölüm Kimin İçin Büyük Acıdır?

Geçici dünya hayatı asıl gaye yapıp; asıl hayat-ı bakiyeyi de geri bırakanlar için ölüm büyük bir ayrılık ve büyük bir acıdır. Ölümün verdiği bu ayrılık ve acıyı dünya hayatını zehir etmeye kâfidir.

Mademki ölüm var, kati öleceğiz, o zaman insanın tek çare ve mutlu olma yolu da Allah’a ve onun kitap ve peygamberlerine intisaptır. Çünkü ebedi ve istirahat yeri ancak ahirettir.

 İman ve ahirete inanmak hem dünya hayatı hem de ahiret hayatının saadetidir. Bediüzzaman On dördüncü söz’ün hatimesinde şöyle buyurur:

“Ey nefsim! Deme, ‘Zaman değişmiş, asır başkalaşmış. Herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder, derd-i maişetle sarhoştur.’ Çünkü ölüm değişmiyor. Firak, bekaya kalb olup başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sür’at peyda ediyor.”

Mademki ölüm var ve ondan kurtuluş yok, o zaman ölüm gelmeden, ona hazırlıklı olmak, yapılan hatalardan tövbe etmek, yanında kul hakkı olanlar biran önce ödemeye çalışmak, hele ölümün keşif kolları yaklaştığı ölüm döşeğinde, hasta dünya ile irtibatını kesip tamamen Allah’ın rahmetine yönelmesi gerekir. Hadis-i kutside yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Ben kulumun bana olan zannı yanındayım. Yani kulum bana olan zannı nasılsa öyle tecelli ederim.” Allah’tan gizli hiçbir şey yoktur. O’ zahiri de bilir, batını da bilir.

Rivayet ediliyor ki: Bir gün Resulullah (asm) sahabelerin bulunduğu bir ortamda tebessüm eder, sahabelerden biri “Ya Resulullah neden tebessüm ettiniz?” diye sorar.

Efendimiz şöyle buyurur: “ Cehennemlik olan birini, cehennem kapısına götürünceye kadar iki de bir geriye döner bakardı, görevli melek merak eder. “ Neden hep arkaya döner bakardın?”

Adam: “Hane Allah (cc) demiş ya! “Kulum benden ümidini kesmesin.” Ben de o ümitle hep arkama bakıyordum. Belki Allah, rahmetiyle muamele eder de beni elinizden kurtarır.

Cehennemlik olan bu adam son ana kadar Allah’tan ümidini kesmediği için, Rahmet-i İlahi tarafından affedilerek, meleklere cennete götürmeleri emredilir. Görüldüğü üzere insan ne kadar günahkâr da olsa Allah’tan ümidini kesmemeli ve günahların affı için tövbe etmelidir.

Ölüm döşeğindeki hastaların yanında güzel sözler konuşulmalıdır. Resulullah (asm) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur:

“Sizler bir hastanın veya ölünün yanında bulunduğunuz zaman hayır söyleyin. Muhakkak ki, melekler sizin orada konuştuklarınıza âmin derler.” Onun için güzel konuşulmalıdır.

Hastaya eziyet vermemek şartıyla sağ tarafına yatırılmalıdır. Sekerat halindeki hastanın ağzı kuruyacağından, devamlı ağzına su damlatılmalı ve hastaya kelime-i tevhid telkin edilmelidir.

 Resulullah (sav) şöyle buyurur: “Siz ölülerinize (yani ölmek üzere olan hastalarınıza) Lailahe illallah’ı telkin ediniz.”

Başka bir hadis-i şerifte: “Kimin ki son sözü Lailahe illallah olursa cennete girer.” buyurmuş.

Ölen bir mü’minin tek teselli kaynağı, geride kalan yakınları tarafından ruhlarına Kur’an’ın okutulması,  hayır ve hasenatlarda bulunulması ve ruhlarına bolca duaların yapılmasıdır.

Cenab-i Allah’tan, ahiret âlemine göç eden bütün mü’minlere mağfiret, imtihan âlemi olan bu dar-i dünyada olanlara da iman-i kâmil dilerim…

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

31.10.2013

www.NurNet.org

Bir Babanın Ölümü Ardından!

olum.mevt Cenab-ı Allah (cc) Kur’an’ı Kerim’de şöyle buyurur: “Her nefis ölümü tadıcıdır.” (Âl-i İmrân, 3/185).  

“Muhakkak ki sen de öleceksin, onlar da ölecekler.” (Zümer, 39/30).

Birinci ayet ölümün şümulüne, ikinci ayet ise imtiyazsız olduğuna işarettir.

Ruh, Allah’ın en mükemmel bir eseridir. Hayat nimetine kavuşmuş bir varlık, bu nimet ve şeref ondan ebediyen geri alınmayacaktır. Berzah âleminde, mahşerde, cennet veya cehennemde de devam edecektir.

Ruhu yaratan Kadir-i Zülcelâl, her ruha uygun bir beden de yaratmış,  bu da O’nun hikmet ve kudretindendir. İşte bedende emanet durdurulan ruh, bedenden çıkıp kendine mahsus bir başka âleme göç etmesi olayına veya ruhun bedendeki tasarrufuna son vermesine ölüm denilir.

Babam da dünya hayatından; Rahman-ı Rahim’in umumi davetine 11.10.2013 günü icabet ederek ahiret âlemine irtihal etmiş, vefatı umumi af ayı olan Zilhicce ayı, Kurban Bayramına üç gün kala ve cuma gününe rastlanması, inşallah hakkında Rahmete vesile olmuştur.

Zaten 92 yaşında imanlı, inançlı ve sağlam bir itikada sahip, sekerat-ı mevti sezdirmeden vefat etmesi, İslami kaynaklarda:‘dünyada yaşarken iyi hal üzere olanların, yani iman edip emir ve yasaklara titizlikle riayet edenlerin ölümlerinin kolay olacağı ve ölüm meleğinin onlara rifk ile (yumuşaklıkla) muamele edileceği’ belirtilmektedir.

Vefatına kadar şuuru taalluk ettiği müddetçe namazını bir şekilde eda eder, sair zamanlarda da zikirle meşgul olurdu. Vefatından sonra da arkasında günlerce dualar ve hatm-i şerifler okunmuştur. Allah rahmet etsin. Âmin…

Bu vesileyle acımızı paylaşmak üzere bizzat evimize kadar gelen, telefonla taziyette bulunan tüm dostlarımıza teşekkür ederim.

Bediüzzaman ölüm için şöyle diyor:

“Nasıl ki hayatın dünyaya gelmesi bir halk ve takdir iledir. Öyle de dünyadan gitmesi de bir halk ve takdir ile bir hikmet ve tedbir iledir.”Mektubat

Yukarıda ifade edildiği üzere: Hayat, ihya fiiline dayandığı gibi, ölüm de imate fiiline dayanıyor. İhya da, imate de ayrı ayrı birer ilâhî ismin tecellisine hizmet ediyorlar. Dolayısıyla ölüm, yeni ve güzel bir hayata atılan bir adımdır, yani berzah âleminin dünya âleminden daha güzel; ahiret âleminin de berzah âleminden daha güzel bir yer olduğunu mü’minlere bildiriliyor.

Mü’min elbette “Ölümü gülerek karşılar.” Belki dünyadan ebedi bir müfarakat için, yakınları üzerinde bir geçici hüzün bırakır, iki üç gün gibi kısa bir zaman sonra Rahman sıfatının tecellisiyle o hüzün de kalkar.

Yani, “Eğer dostlardan mufarakat olmasaydı, ölüm ruhlarımıza yol bulamazdı ki, gelsin, alsın.” Demek, en ziyade insanı öldüren, ahbaptan mufarakattir. Evet, hiçbir şey beni o vaziyet kadar yandırmamış, ağlatmamış. Eğer Kur’ân’dan, imandan medet gelmeseydi, o gam, o keder, o hüzün, ruhumu uçuracak gibi tesirat yapacaktı.” Lem’alar, Yirmi altıncı lem’a

Ölüm, yok olmak ve hiçliğe gitmek anlamında görmemek gerekir. Zaten dünyada sevdiğimiz şeylerden ayrılmanın içyüzü de budur. Yoksa ebedi bir ayrılık ve ebedi bir hasret değildir. Ölüm şu geçici ve meşakkatli dünya hayatından huzurlu ve daimi bir hayata geçiştir.

Şairin algıladığı gibi ölüm ebedi hüsran ve acıklı bir ayrılık değil, tam aksine ebedi bir saadet ve kavuşmanın bir ilk adımı ve bir başlangıcıdır. Allah’a (cc) hakkı ile kul olan, ölümden korkmaz. O’na kul olana ise her şey musahhar ve hizmetkâr olur. Azrail (as)’de musahhar olur. Toprak ta musahhar olur.

Ya İlahi ve Yarabbi! Resul-i Ekrem Aleyhisselatu vesselamın hürmetine bizi onun şefaatine mazhar, sünnetine itiba ve dar-i saadette al ve ashabına komşu eyle, Âmin…

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

22.10.2013

www.NurNet.org