Etiket arşivi: Mustafa Nutku

Balık Yağı Jelatinleri Helal Mi ?

“Zarf” denilince hemen aklımıza postaya veya kargoya vereceğimiz mektup veya diğer yazılı kağıtları içine koyup kapattığımız kağıttan yapılmış kap, kılıf, muhafaza gelir. “Mazrûf” da zarf kelimesinden gelir, fakat günlük hayatımızda daha az kullanılır: Zarflandırılmış, zarfa konulmuş gibi manâları yanında, mecazî olarak da; iç, asıl, muhteva manâlarındadır. Mektup zarfının içine konulmuş mektup, mazrûftur.

İlaç sanayiinde “zarf”ı jelatin, “mazrûf”u balık yağı veya başka bir ilaç olan İngilizce “softgel” denilen kapsüller vardır. Evvelce, eczanelerde balıkyağı, yalnız  şişelerde sıvı şeklinde satılır ve şurup şeklindeki ilaçlar gibi, şişeden kaşığa (ölçeğine) dökülerek kullanılırdı. İlaç teknolojisindeki ilerleme ile, ağır tadlı ve hoş olmayan kokulu balıkyağı, belli ölçekte, jelatin kapsül içinde ambalajlanmış hale de getirildi. Bu haliyle, ağır tadını ve hoş olmayan kokusunu hissetmeden, balıkyağını hap gibi yutabilmek mümkün oldu.

Ancak, sadece mazrûfunun balıkyağı oluşuna odaklanıp, onun kabı olan ve onunla birlikte yutulan zarfının mahiyetine kayıtsız kalmak, bir Müslüman için hata olur. Balıkyağı ve başka bazı ilaçların zarfı olarak kullanılan jelatin, İslâm şeriatına göre “helal” kabul edilebilecek cinsten (helal sertifikalı) değilse, haramdır ve yutulmamalıdır. Çünkü, başlıca domuz deri ve kemiğinden veya İslâm şeriatına göre boğazlanmış (zebiha) olmayan, leş sayılan, domuz dışındaki hayvanların deri ve kemiğinden mamuldür.

Bazı İslâm ülkelerinin talebiyle, sığır jelatini de yapılmaktadır. Fakat, kemik ve derisinden jelatin elde edilecek sığırların İslâm şeriatına göre boğazlanmış olmaktan başka, kan veya başka bir hayvanın eti ile beslenmemiş, bazı maksatlarla hormon verilmemiş olması da lâzımdır.

Helal jelatin konusunda halkımız bilinçli olmadığından, jelatin kapsülü, “Omega-3 yağ asidi (veya ilaç) alıyorum.” diye jelatin kapsülüyle birlikte bilinçsizce yutuyor! Yuttuğu jelatin kapsülün (bilhassa, kapsüller eğer gayrimüslim ülkelerden ithal malı ise), çok büyük bir ihtimalle haram menşeli jelatinden olabileceğinden habersiz bulunuyor.

Bu durumda, ne yapılması lâzımdır?
1 – Ya, bu jelatin kapsüllü ilaçlar, haram jelatinden olan zarfı sebebiyle hiç yutulmamalıdır;
2 – Veya, jelatin kapsülü iğne ile delinip iyice sıkılarak, içindeki (mazrûfu) madde sulu yemeklere, salata vs ye boşaltıldıktan sonra, jelatinden olan zarfın kendisi çöpe atılmalıdır.

“-Jelatin kapsüllü ilaçlara ve balıkyağına, temasta kaldığı haram jelatin maddesi bulaşmış ve onları da haram hale getirmiş olamaz mı?” şeklinde bir soru da akla gelebilir.

Fakat, bu soru aslında bir vehim olmaktan ileri gidemez. Çünkü, yıllarca durduğu halde böyle ilaçların ve balıkyağı kapsüllerinin delinmeden veya dağılmadan ayni stabil halini muhafaza etmesi, jelatin kapsülle onun içindeki ilaçlar veya balıkyağı arasında ne fiziksel ne de kimyasal, karşılıklı bir etkileşimin olmadığını gösterir. Jelatinin fiziksel ve kimyasal özelliklerine dair literatür bilgileri de bunu teyid eder.

Jelatin; sıcak su, gliserin ve asetik asit içinde çözünebilir. Organik çözücülerde çözünmez. Jelatin kapsül zamanla delinmiyor veya dağılmıyorsa, içindeki ilaç veya balıkyağı jelatinle temas halindeyken, zarf ve mazrûfu her ikisi de, aslî bileşimlerini muhafaza ediyorlar demektir.

Balıkyağı ile onun içinde bulunduğu jelatin kapsülü göz önüne alındığında da, balıkyağı akışkan ve sıvı, onun kabı olan jelatin kapsülü ise oda sıcaklığında akışkanlık özelliği bulunmayan, toz halinde de olmayan yekpare bir katı olduğu için balıkyağı, içinde bulunduğu jelatin kapsülün temas yüzeyinde kısmen tutulur; fakat kapsülün jelatini, balıkyağıyla temas yüzeyinde balıkyağı tarafından tutulmaz ve birbirlerinden ayrıldıklarında, helal olan balıkyağı, jelatin kabından “haram bulaşmış” hale gelmez.

Prof. Dr. Mustafa Nutku

www.NurNet.Org

Helal Gazoz Nasıl Yapılır ?

Bazılarına, “Şunu yapma” demek yerine, ‘yapmaktan vazgeçmek istemediği’ ne iyi bir mecra vermek daha tesirli olabilir. Gazoz içmek alışkanlığı olan ve bu alışkanlıklarına bilhassa sıcak geçen Ramazan’larda daha fazla meyledenler için, küreselleşmiş ve iletişim teknolojileri çok gelişmiş dünyamızda bir asırdan fazla zamandır bu mevzudaki reklamlarla yapılan beyin yıkamalarının tesiri birden bertaraf edilemiyor ve bu meyillerinin önü kesilemiyorsa, ona zararsız bir mecra vermek yoluna gidilebilir.

Şöyle ki: Aslında herkes kendi gazozunu kolaylıkla yapabilir veya çocuklarına veya torunlarına yaptırabilir..

İki su bardağının her birisine yarıya kadar su konur. Birine bir çay kaşığı (silme) karbonat, 2 çay kaşığı şeker konur; diğerine de biraz limon sıkılıp birkaç damla gülsuyu damlatılır. İki bardaktan biri diğerine ilave edilirse, mahiyeti bakımından helalliğinde şüphe olmayan, köpüklü bir gazoz olur. Bunda da, şişe ve kutu gazozdaki gibi, köpüren karbondioksittir; bunun suda erimiş hali hazmı kolaylaştırır. Soğuk su kullanılmışsa, soğuk gazoz olur. Hem de bunu çocuklara yaptırmanın eğitici ve eğlendirici ayrıca başka faydaları da olabilir. İsterseniz hemen bu akşam iftarda bunu yapmayı deneyin.

(Sade maden suyunu limon sıkarak içmek de gazoz ihtiyacını (!) pekala giderebilir. Hem de terleyerek kaybettiğimiz mineralleri almamızı sağlar.)

Not: Aşağıdaki 9. Yorum, Kimya Profesörü yazarımız Mustafa Nutku’ ya aittir.

www.NurNet.Org

Helal Gıda Hatıraları – 3

İstanbul Üniversitesi Kimya bölümü öğrenciliğimde, IAESTE teşkilatının organizasyonuyla yurt dışında yaz dönemi teknik stajı için o ders yılının yaz mevsiminde trenle İstanbul’dan Madrid’e hareket etmiştim.

Madrid’de staj yapacağım fabrikayı bulup onun yakınındaki bir öğrenci yurduna yerleştim.Yurtta benden başka, ayni fabrikaya benim gibi staj için gelmiş Seyfettin isimli bir Türk öğrenci ve değişik ülkelerden öğrenciler vardı.

Staj yaptığım o fabrikada, öğle yemeğinde herkese birer şişe bira da veriyorlardı, fakat ben oraya gelmeden önce Türkiye’de edindiğim bilgilerle, yiyeceğimin helal olabilmesi için dikkatle daha ince detaylar üzerinde dururken, her öğle yemeğinde verilen o birayı da tabii ki, hiç  içmiyordum. Öğlen fabrikada, akşam da kaldığım öğrenci yurdunda mutfağa girip aşçılara ekseriya temiz bir kapta zeytinyağında yumurta pişirtmek gibi yiyebileceğim basit ve hazırlanması kolay bir çeşit helal yemek hazırlatmağa çalışırken, benim için özel ve helal yiyecek yapılışına nezaret de ediyordum.

Benim gibi stajyer olarak oraya gelmiş, Ankara Üniversitesinin Kimya bölümünden isminden bahsettiğim Türk öğrenci ise, maalesef bu mevzuda hiçbir hassasiyet göstermeden oradaki ortama uyuyordu. Halbuki, biz ömür boyu sürecek , aklımız ve irademizle bir dünya imtihanındaydık. Buluğ ve mükellefiyet çağımızın başladığı 15 yaşlarımızdan itibaren, bu dünya hayatımızda önceliklerimizi iyi tesbit etmiş olmamız ve o önceliklerimize hassasiyetle riayet etmemiz gerekirdi. Benim de onun da, o fabrikada yaz tatilinde yapılacak bir kimya stajından daha öncelikli mevzularımız vardı ve o mevzulara gereken önem verilerek de o fabrikada Kimya stajı yapılabilirdi.        

Staj yaptığım İspanya’nın Madrid şehrindeki o fabrikanın laboratuar şefi biraz şakacı genç bir adamdı. Benim hem kendilerinden, hem de diğer Türk stajyer öğrenciden biraz farklı davranışlarımı ve İslâm’a göre helal gıdayı arayışlarımı bir müddet izledikten sonra, bana ne cevap vereceğimi de belki bildiği halde, bir gün laboratuarda istirahat zamanımızda:

“-İçki içiyor musun?”

“-Sigara içiyor musun?”

şeklinde başlayarak, İslâm dininin yasakladığı  başka kötü menhiyâtı da yapıp yapmadığımı sırayla sordu. Ben, onun saydığı o menhiyâtın her biri için ayrı ayrı:

“-Hayır..”

cevaplarını peşpeşe verince de, ayni menhiyâtı bu defa tekrar topluca saydı ve bana o şakacı tavrıyla:

“- Bunları yiyip içmediğine, kullanmadığına ve yapmadığına göre, sen yaşamıyorsun..” dedi.

Ben de, ona  cevap vermek için sözü aldım ve;  

“-Yaşamak, eğer bu saydığınız yiyecek ve içekleri yiyip içmek ve İslâm dininin yasakladığı diğer kötü diğer fiilleri de işlemekse; evet ben yaşamıyorum.” dedim.

Bu sözüm üzerine tebessüm etti; bana hiçbir mukabelede bulunmadı ve o fabrikadaki stajım, olması gereken şekliyle ve çok şükür, bilhassa helal gıda ile ilgili dinî önceliklerimden tâviz vermeden tamamlandı.

İspanya’daki, komşusu Portekiz’deki ve İspanyolların çok olduğu Güney Amerika’nın bazı ülkelerindeki, başka kaynaklarda da bahsedilen boğa güreşlerinin geniş tasvirini ve tahlilini burada yapmağa girişmeyeceğim. Fakat, orada bizim ülkemizde zamanla çok yaygın hale gelen futbol okulları gibi, futbol yanında ve ondan daha da fazla önem verilen boğa güreşçisi okulları da olduğunu, boğa güreşçilerinin (matador) henüz çocukluk çağlarındayken bu okullara alınarak yıllarca yetiştirildiklerini ve futbol yıldızları gibi boğa güreşlerinin de yıldızları olduğunu görmüştüm.

İspanya’da bulunduğum yıllardaki en meşhur boğa güreşçisi El Cordobes’ti;  onunla ilgili gazete ve dergi sayfaları, afişler, kitaplar, broşürler ve kartpostallara her yerde rastlanırdı. Bizdeki fanatiklerin futbol gevezeliği gibi, orada hem futbol ve hem de boğa güreşlerinin gevezeliği yapılırdı. Birkaç ay evvel tramvayda rastladığım İspanyol turistlerden birine El Cordobes’i sordum. Çok seneler önce öldüğünden bahsetti. Çocukluktan itibaren iyi bir boğa güreşçisi olarak yetişmeğe odaklanmış; her arenaya çıkışında birkaç boğa öldürürken kendisi boğa tarafından öldürülmemeğe çalışmış; bu “başarısı” (?) ile İspanya’da büyük şöhret ve servet kazanmış, fakat kendisine mukadder olan ölümü öldürememiş efsanevî bir İspanyol boğa güreşçisi…

Futbol maçları gibi biletle para ödeyerek girilen arenalarda her biri 15 dakika kadar süren 6 boğa güreşi ard arda yapılır. Çok nadir olarak boğanın matadoru öldürebildiği de olur, o zaman boğa kazanmış kabul edilir ve arenada hayatına son verilmez. Fakat bu, boğaya karşı insanların, orantısız güçle yaptığı bir karşılıklı mücadeledir; boğa orantısız güçle kendisinin hayatına kasteden matador, atlı pikadorlar ve diğer yardımcıları ile onların ellerindeki mızrak, ok ve kılıca, o insanların akılları ve kabiliyetleriyle yıllarca bu mevzuda ve kendisini 15 dakikada öldürebilmek programıyla eğitilmiş olmalarına karşı, arenada tek başına mücadeleyle karşı karşıyadır.

Boğayı kırmızı renk nedense çok kızdırır ve matadorun elinde tuttuğu kırmızı örtüye boynuzlamak için hücum eder. Boğa iyice yaklaşıp geliş hızıyla son anda manevra yapamayacak duruma gelince, matador kırmızı örtüsüyle aniden yana çekilir. Defalarca tekrarlanan boğanın hücumunu böyle boşa çıkarmak işlemi ile yorulan ve matador yardımcılarının bir programa uygun olarak ard arda yaralamaları ile hücum gücü kırılan boğayı, iyice yorulup hareketsiz durduğu bir anda, matadorun nişan alıp kılıcını boğanın boynundan kalbine sokmasıyla, boğa olduğu yere devrilir ve böylece 15 dakika içinde “boğa güreşi” (?) biter.

Bunun ardından, seyircilerin “Ole!” (Yaşa!) vahşi çığlıkları  arasında, çok orantısız güç kurbanı boğanın ölüsü, koşumlu bir çift ata bağlanıp yerde sürüklenerek, boğa güreşinin yapıldığı arenanın alt katındaki “leş kasabı”na götürülür ve orada derisi yüzülüp parçalanarak “leş eti” halinde ona müşteri çıkanlara satılır.

Şair Mehmet Âkif Ersoy’un “Medeniyet dediğin, tek kişi kalmış canavar” sözünün bir misali de belki budur.

Madrid’de kaldığım öğrenci yurdunda sığır etinden biftek çıktığında, tabii ki yemiyordum ve bundan sakınırken, İslâm dininin âyetle açıkça yasakladığı “leş eti” olmasıyla ilgili asıl dinî sebebleri yanında, o bifteğin sofraya gelinceye kadarki geçmişiyle bir boğa güreşinin muhtemel ilişkisini de düşünüyordum.

Yaya geçitlerinde kırmızı ışık yanarken geçen araçlara bizim ülkede trafik cezası verilir; yayaların kırmızı ışıkta geçmeleri de araçlar gibi yasak olmasına rağmen, Türkiye’de trafik polisinin gözü önünde bile yayalar kırmızı ışıkta geçer ve trafik polisinin onlara ceza uygulaması fevkalade nadirattandır. Bu şekilde kırmızı trafik ışığında geçmek, günlük hayatımızın vazgeçemediğimiz bir alışkanlığı gibidir. İspanya’daki o staj dönemimde bir defa kırmızı ışık yanarken yaya geçidinden geçmeğe teşebbüs etmiş, trafik polisinin bana ceza kesmesinden çok zor kurtulabilmiştim.

Belki bunda, o dönemde İspanya’da devlet başkanı olan ve ölünceye kadar 40 yıl müddetle iktidarda kalan diktatör General Franko idaresinin otoritesinin de rolü olabilirdi. Gazete haberi olarak okuduğuma göre, General Franko 40 yıllık iktidar döneminin son zamanlarında hastalanıp yatağa düşmüş, onu sağlığına kavuşturmak için dünyanın en iyi doktorları çağırılmış; onlar gece-gündüz başında nöbet tutmuşlar, konsültasyonlar yapmışlar ve bildikleri tedavileri uygulayıp onu iyileştirmeğe çalışmışlar. Kendisi de, bazen büyük bir güç sarfıyla yatağından kalkıp bir koltuğa oturuyor ve koltuğa sımsıkı tutunarak, azmini ve iradesini ölüme karşı koymak için yoğunlaştırmaya çalışıyormuş, ama ne çare..

Kendisiyle alâkalı bir anekdot, ölümünün üzerinden uzun yıllar geçmesine rağmen hâlâ çeşitli ülkelerde ve bilhassa futbol bahsiyle alâkalı olarak, yeri geldikçe hâlâ anlatılır:

General Franko’ya 40 yıl İspanya’yı idare etmeye nasıl muvaffak olduğunu sormuşlar. General Franko:

“- Büyük futbol sahalarında ve büyük arenalarda onları uyutarak..” cevabını vermiş.

Prof. Dr. Mustafa Nutku

Helal Gıda Hatıraları – 2

Üniversitedeki kimya tahsilimde, Milletlerarası Teknik Stajyer Öğrenci Mübadele Birliği (İngilizcesinin kısa adı: IAESTE) vasıtası ile bir yaz tatilinde yurt dışında bir kimya fabrikasında staj yapmak hakkını kazanınca, orada helalinden nasıl gıda alabileceğim konusu, gitmeden önce aylarca beni düşündürmüş ve o zaman imkânlarımın müsaadesi nisbetinde bunun araştırmasını yaptıktan sonra staj yerime giderek, orada helal gıda ile ilgili daha önce öğrendiklerimle yaşamağa çalışmıştım.

Bunu, o üniversite öğrenciliği yıllarımda bana gelen bir ilham sebebiyle yapmıyordum; içinde yaşadığım cemiyette ve hatta kendi akrabalarım arasında bile, benim dikkatimi çeken ve bu mevzuda hassasiyete sevkeden mühim misallerin İslâmî ölçülere göre değerlendirilmesi bana dehşet veriyor; beni bu mevzu üzerinde ibretle ve teyakkuzla düşünmeğe sevk ediyordu.

Tanzimat dönemindeki yanlış “Batılılaşma” cereyanının kurbanlarından saydığım, yurt dışına eğitim için gönderilmiş fakat orada batının sadece bizden daha iyi seviyedeki fennini almakla kalmayıp bizden daha kötü seviyedeki ferdî yaşayış tarzını da almış, helal-haram tefrikini hiç düşünmeden ve bununla ilgili tercihlerini ve seçimlerini yapmadan ömrünü belli bir sona doğru tüketen insanlara bilhassa İstanbul gibi büyük şehirlerde o zaman da çok rastlanıyordu. Şimdi de buna çok rastlanmaktadır ve insanlar arasındaki bu tercih ve yaşayış farklılığı, iman ve küfür gibi, belki kıyamete kadar devam edecektir.

Bahsini ettiğim Tanzimat devrinin “Batılılaşma” felaketinin manevî kurbanlarından bir akrabam, babamın doktor ve dahiliye mütehassısı olmasına rağmen gittikçe kendisinin dinî hayatı yaşamağa daha çok ehemmiyet verir oluşunu daima yadırgar; babamın o halini her görüşmemizde tenkid eder;

“-Sakın siz de babanız gibi olmayın!”

gibi sözlerle, güya yaşça büyüğün yaşça küçüklere gerekli bir nasihatini yaptığını zannederdi.

O akrabam, babamın tıp mesleğinde başarılı birkaç lisanı değişik seviyelerde bilen, kendi kendine öğrendiği Almancasıyla o devrin dahiliye hastalıkları mevzuunda en mühim temel kitabı kabul edilen Almanca bin sayfalık bir kitabı gündüz resmî görevi ve özel muayenehanesinde çalışması yanında gece mesaisiyle iki yılda tercüme edip bizzat yayınlamış  dahiliye mütehassısı bir doktor olarak nasıl dinî hayata öncelik vermek hayat seyri içine girdiğini hiç anlayamazdı.

O akrabam babamı dünyada ayakları yere basmayan veya başka bir gezegenden gelmiş bir canlı gibi görürdü. Hayat sanki sadece dünya hayatından ibaretmiş gibi, o akrabam  babamın ahirete ciddî hazırlanmak gayretlerini kendi kendine izaha çalışırken kırk yaşından sonra bazı insanlarda mühim değişiklikler olabileceğinden de bahsederdi.

Aslında, belki de bu mevzuda bir hadis duymuş da onu kendine göre tevile çalışıyor da olabilirdi:

“Kırk yaşına geldiği halde, sevabı günahından fazla olmayan kendini ateşe hazırlasın.”

Kırk yaş, elbette mühim bir yaştı, fakat o akrabamın kendine göre tevile çalıştığı gibi değildi. Peygamberimize de (Sallallahu aleyhi ve sellem) âhirzaman peygamberliği vazifesi de kırk yaşında verilmişti.

Hastalıkların mikroplar vasıtası ile yayıldığını ilk defa keşfeden kişi olarak batılı kaynaklarca laik eğitim sistemimizde de kabul ettirilmeğe çalışılan, fakat İslâmî kaynaklarımızın bu propagandanın asılsızlığını gösterdiği  Pasteur adlı Fransız  doktor ile babam arasında, o akrabamız bir kıyas-ı maal fârık (geçersiz, yanlış bir kıyas) da yapar ve:

“- Babanız, başarılı bir doktordu; Pasteur gibi olabilirdi; fakat böyle oldu..”

şeklinde çok haksız, tehlikeli ve zararlı küçümseme ifadeleri bile kullanırdı.

Onun bu sözleri çok haksız, tehlikeli ve zararlıydı; çünkü, kâinatta en yüksek hakikat ve en büyük mertebe Allah’a (c.c.) ve onun inanmamızı Peygamberi (s.a.s.) ve kitabıyla bildirdiklerine inanmaktı. Pasteur’un şahsı ve mahiyetini iyi bilmediğimiz imanı bir yana,  “Hastalıkların mikroplar vasıtası ile yayıldığını ilk defa keşfeden olmak” sıfatının hakikî sahibi olduğu farzedilse bile bu sıfat, babamın o zamanki İslâm imanını taşımak ve yaşamağa çalışmak sıfatına asla üstün tutulamazdı.

Babamın çocukları olarak bizim de babamız gibi olmamamız için, o akrabam erken yaşlarda Batı ülkelerine gitmemizi ve Batılıların yaşayışını görmemizi çok defa bize tavsiye ederdi.

Sevabı ile günahıyla âhirete gitmiş olan o akrabamın kendisi hakkında elbette nihaî hüküm ifade eden sözler söyleyemeyiz; bu mevzuda hüküm Allah’a (c.c.) aittir. Fakat buna benzer sözler sarfeden başkaları da bu devirde çok olabildiği için, kendisinin bazı yanlış sözlerinin tahlilini burada yapmakta ve doğrusuna dikkat çekmekte mahzur yoktur. Hem de, helal gıda ile alâkası da bulunan bu mevzuda yapılacak böyle kısa bir tahlilde lüzum ve fayda vardır:

Tıp bilimi, değişik kilolardaki insanlara göre sayısı farklı olmakla birlikte, insan vücudunda ortalama yüz trilyon hücre bulunduğunu ve bunların çeşitli doku ve organlardaki ömürleri ve yenilenme süreleri farklı olsa da, ortalama bir insan ömründe hücrelerinin yaklaşık olarak ikiyüz defa yenilenebileceğini bildirmektedir.

İnsan vücudunu meydana getiren hücrelerin yenilenmesi, alınan gıdalardan gelen moleküllerin yapı taşı olarak kullanılması suretiyle olur. Helal gıda  almağa dikkat etmeden yenilir ve içilirse, haram gıdalardan gelen moleküllerle insan vücudunun hücreleri yenilenir ve insan bedeni helal maddelerden mamül halde  değil; haram maddelerden inşa edilmiş haram bir beden olur. Haram maddelerden inşa edilmiş haram bir beden ise, başka haramlarla da kolayca ünsiyet eder ve bu hal insanın tüm yaşayışına akisleriyle kendini gösterir.

Mezaristana göçmüş, daha niceleri gibi Tanzimatın yanlış “Batılılaşma” cereyanının kurbanı saydığım o akrabamın, güya bizim iyiliğimiz için nasihat etmek makamında söylediği o yanlış sözleri sebebiyle Allah (c.c.) taksiratını affetsin; fakat o hali, yaşayış tarzı ve sözleri ile bana helal gıda almanın ehemmiyeti mevzuuna, onunkinin zıddına dikkat çekici ve yönlendirici  çok mühim ve müşahhas bir hal dersi verdiğini söyleyebilirim.

Çünkü, “Her şey bir cihette zıddıyla bilinir ve daha iyi anlaşılabilir” ; karanlık olmasa, biz ışığın ne olduğunu bilmezdik; küfür, fısk ve dalâlet ehlinin hali de, imanın ve İslâm’a uygun yaşayışın lüzumunu ve ehemmiyetini bize ders verir.

O akrabamın aramızdaki konuşmalarda sarfettiği başka yanlış cümleleri, “Bâtıl şeyleri iyice tasvir edip safî zihinleri idlâl” etmemek için nakletmeğe lüzum görmüyorum; fakat onun yanlış sözlerinin tepkisinin de, benim bu mevzuda doğruyu aramak ve yaşamak meylime kuvvet  vermek tesirinin olduğunu zannediyorum.

İşte, o akrabamın kendi maksadıyla uyumlu olmayan şekilde de olsa, ondan aldığım helal gıdanın ehemmiyeti hakkındaki, zıddıyla hal dersi sebebiyle (başlangıçta kullandığım cümleyi tekrar ile bağlantısını kurmak icabederse) “bir yaz tatilinde yurt dışında bir kimya fabrikasında staj yapmak hakkını kazanınca, orada helalinden nasıl gıda alabileceğim konusu, gitmeden önce aylarca beni düşündürmüş ve o zaman imkânlarımın müsaadesi nisbetinde bunun araştırmasını yaptıktan sonra staj yerime giderek, orada helal gıda ile ilgili daha önce öğrendiklerimle yaşamağa çalışmıştım.”

Prof. Dr. Mustafa Nutku

Helal Gıda Hatıraları – 1

“Hatıra” denildiğinde, hatıra gelen; hatırda kalan şey anlaşılır. Günlük hayatımızda ve medyada en çok bahsedildiğine ve yazıldığına rastlanan hatıraların; çocukluk, gençlik, askerlik, öğrencilik,  iş hayatı, gurbet hayatı gibi konularla ilgili oldukları dikkati çeker.

Geçmişte yaşanan şeylerin zihinde kalan izleri, belki de beynimizin ilk teşekkül ettiği andan itibaren beynimizde kaydediliyor ve “hatırlamak” denilen işlemle çağırılıyor. Hafıza ve hatırlamak, üzerinde derinlemesine düşünülmesi ibret alınması gereken çok mühim bir mevzudur. Tıp bilimi şimdiye kadarki gelişmelerine rağmen, görme, işitme, koklama gibi duyu organlarıyla ve hareketlerle ilgili beyindeki çeşitli merkezlerin yerinden bahsederken, hafıza merkezinin beyindeki yerini söyleyebilmiş değildir. Bu bilgi noksanlığını kapatabilmek için de, beyinde “hafıza merkezi” olarak bir yerin belirtilemeyeceği ve beynin tümünün hafıza görevi yaptığı iddiasında bulunabilmektedir.

İnsanın öğrenme ile ilgili tüm faaliyetleri, ancak hafızasına kayıtlarla olabilmekte; hafızaya kayıtların olabilmesi ve o kayıtların çağırılmasıyla ilgili keşfedilmiş bazı hafıza kanunlarının, öğrenme faaliyetinin verimi ve başarıya ulaşabilmesi  için göz önüne alınması gerekmektedir.

Hafızamızın dünya hayatında yaşayabilmemizdeki ehemmiyeti, çeşitli sebeblerle hafızasını kaybetmiş olanların durumu göz önüne alındığında belki çok daha iyi anlaşılabilir. Hafızanın insanın dünya hayatında yaşayabilmesindeki büyük öneminden başka, dünya hayatından sonra âhirette, Haşir’de, Mahkeme-i Kübrâ’da bütün insanların hesabının bir anda görülmesinde de büyük önemi olabileceği düşünülmelidir.

Bugünkü bilgisayarcıların dilindeki “Ana Bellek”e de benzetilebilecek olan “Levh-i Mahfuz”da yer alan, insanın en geç onbeş yaşından itibarenki buluğ çağından itibaren, dünya hayatını terk edinceye kadar akıl ve irade sahibi olarak yaşadığı tüm hayatına ait görüntülü ve sesli kayıtların insanın hafızasındakilerle karşılaştırılmasıyla, Mahkeme-i Kübrâ’nın bir an kadar sürüp sonuçlanmasının çok kolaylıkla olabileceği, dinî kitaplarımızda yazılı bulunmaktadır. Bu sebeble, insan hafızasının dünyadaki büyük öneminden başka, uhrevî bakımdan da büyük önemi olduğunu; onda Allah’ın Adl, Hakem, Hafîz gibi en mühim bazı isimlerinin tecellileri olduğunu ibretle düşünebilmek, tefekkür edebilmek de gerekir.

Çeşitli vesilelerle çok kişi tarafından söylendiği gibi, insan yaşlandıkça, nasılsa yakın geçmişinden daha gerideki geçmişini daha kolay hatırlar hale gelmektedir. Bunun bir hikmeti de, Allah’ın (c.c.) rahmetinin bir tecellisi olarak, yaşı ilerlemiş insanı o zamana kadar yaşamış olduğu ömrünün muhasebesini yapmağa teşvik ve buna imkan tanıması olabilir.

Geçmişini daha iyi hatırlayarak yapmak imkânını bulabileceği bu ömür muhasebesinde insan, geçmişindeki hatalı yaşayışlarını tesbit edebilirse, ömrü henüz bitmeden ve dünya imtihanından çıkmadan, onlardan tevbe etmesi hususunda bu şekilde yapılan ilahî gizli ikazın gereğini belki yapabilir. Fakat insanların çok büyük bir çoğunluğu, bu ikazı hiç anlamaz ve gereğini hiç yapmaz; dünyadaki fanî ömrü bittikten sonra, âhirette kendisine hiçbir faydası olmayacak bir “son pişmanlık haline namzet” olarak, vadesi ve mühleti dolunca, dünyadan âhirete göçüp gider!

“Hâtıra”, baştan geçen olayların kaleme alınmasıyla ortaya çıkan eser şeklindeki bir edebî türe de verilen addır ve bu edebî tür, insanların en fazla okumak istediklerinden biridir. İnsanlar, bilhassa meşhur insanlarla ilgili hâtıraları alâka ile okudukları için, bu tür kitaplar çok yazılır. Fakat insanların lüzumsuz ve faydasız beşerî tecessüs duygularını istismar için hatıra kitabı yazılması da, böyle kitapları okumak da en azından zaman israfıdır ve başka zararları da vardır.

İnsanın hatıralarını okumak merakı duyması gerekenleri, öncelikle kendisine örnek alabileceği ve hakikat rehberliği yapabileceklerden seçmesi, onlarınkini önce okuyup anlamağa çalışması, onun bu mevzuda daha faydalı ve akıllıca  bir seçimi olabilir. Bu ölçüye göre, elbette Peygamberimiz’ in (Sallallahü aleyhi ve sellem) hayatı,  sonra da Peygamberler tarihi ve onların yolundaki maneviyat büyüklerinin hayatı, değer sıralarına göre öncelik taşır.

Hatıra konusu ile ilgili  bu genel bazı değerlendirmelerden sonra, “Helal Gıda Hatıraları”nın bu değerlendirmeler içindeki yerinin ne olabileceği merak konusu olabilir. “Helal Gıda Hatıraları” şimdiye kadar duyulmamış bir hatıra türü olarak garip karşılanabilir; fakat özüne inilecek olsa, belki de önemine rağmen hiç duyulmamış veya duyulmuş olsa bile en az bahsi geçen bir hatıra türü olduğu, bu mevzuun önemini bilenler tarafından kabul edilebilir. Çünkü bu, diğer birçok hatıra türü gibi sadece insanların siyasette, ekonomide, sporda vb. alanlarda meşhur insanların  hayatıyla ilgili tecessüslerini tatminden öteye geçmeyen basit hikayeler nevinden değildir; helal gıda ile yaşanması icap eden hayatın nasıl olması gerektiği ile ilgilidir. Bu türden, kendisi için sonradan pişman olunmayacak hatıralar edinebilmek, böyle hatıralardan kendisi için gereken dersleri alabilmek ve o derslere göre yaşayabilmek, aslında insanın bu dünyadaki yaşayış tarzını doğru seçmesi gibi temel meseleleri içine girecek derecede önem arzeder.

Hepimiz, hafızamızı yoklamalı; şimdiye kadarki hayatımızdan hatırlayabileceğimiz helal gıda arayışımızla ilgili hatıralarımız olup olmadığını araştırmalı; eğer yoksa, bundan dolayı üzülüp intibaha gelmeli ve bundan sonraki yaşayışımıza o intibahla da yön vermeğe çalışmalıyız.

Prof. Dr. Mustafa Nutku