Etiket arşivi: Ömer Baldık

Kalbe gelen kuruntular: “Nedir Şu Vesvese?”

İnsanın olgunlaşması için şeytan nasıl lazımsa, onun vesvese ve şüpheleri de öyle lazımdır. Şeytanın kalbe attığı şüphe ve vesveseler, aslında vücuda bağışıklık kazandıran aşı gibidir.

Nasıl ki aşıda güçsüz mikroplar kana zerk edilerek vücudun savunma mekanizmaları harekete geçirilir, aynı şekilde kalbe gelen şüphe ve vesveseler de kalpteki imanı sınayarak onu güçlendirir. Nitekim, Al-i İmran Suresi’nin 154. ayetinde “Allah gönüllerinizde bulunan şeyi denemek ister” ifadesi bu manaya işaret eder. Denenmeyen şeyin güçlendirilmesi mümkün olamayacağı gibi, güçlü olduğu da anlaşılamaz.

Ama eğer kişinin bağışıklık sistemi çok zayıfsa —aşırı hassas evhamlı bir kişiliğe sahipse— o zaman şüphe ve vesvese gibi aslında tesir bakımından zayıf olan virüsler kişiyi hasta edebilir. Vesvesenin takıntı haline gelerek ruhsal dengesini bozduğu kişiler böyle kimselerdir.

Fakat normalde şüphe ve vesvese zayıf etkenlerdir. Öyle olmasaydı, Peygamber Efendimiz “Şeytanın hilesini vesveseye dönüştüren Allah’a hamd olsun” buyurmazdı! (Müslim, İman: 209) Bu ilginç ifade, Allah’ın mü’min kulunun kalbine koyduğu imanı kolayca yerinden edecek bir şeytanî hileye izin vermediğini gösterir. Bu mana, ayetle de sabittir: “Muhakkak şeytanın hilesi zayıftır.” (Nisa, 76)

Ayrıca kalbe şeytan vesvese verdiği gibi, melekler de ilham ederler. Meleklerin ilhamı, şeytanın vesvese ve şüphelerini dengeleyici bir işlev görür. Fakat son tahlilde her ikisi de insanın iradesi üzerinde hüküm koyucu bir kuvvete sahip değildir.

Vesvese kimlerde sıkıntı oluşturur?

Her şeyden önce vesvese, mü’minlerin kalbine üflenir. Öyleyse vesvese dediğimiz rahatsızlık mü’minlerin başına gelen bir şeydir. Zaten şeytanın kendi yolunda olan birini şüphe ve kuruntuya düşürmeye ihtiyacı yoktur.

Vesveseli mü’minlerde en temelde dikkat çeken özellik, hassas ve mükemmeliyetçi bir kişilik yapısına sahip olmalarıdır. Ruhsat-azimet diye bilinen dengede, bu kişiler hemen hemen daima azimet yönünde tercihlerini kullanırlar. Yani, her türlü dinî uygulama ve ibadetlerde en iyisini, en kusursuzunu yapma eğilimi gösterirler.

Abdest alıyorlarsa, yıkadıkları uzuvlarda toplu iğne başı kadar bir yer bile kuru kalmamalıdır. Namaz kılıyorlarsa, en küçük bir hataya düşmemeli, rekâtları tam ve doğru olarak kılmalıdırlar. Eğer hatalı kılarlarsa, bu tip kişileri son rekâttaki sehiv secdesi bile kesmez. Mutlaka yeni baştan kılmayı tercih ederler.

Bütün bu eğilimlerin arkasında, vesveseli mü’minlerin kendi fıtratlarını zorlayarak melekleşme çabasına girişmeleri yatar. Hatadan kusurdan bütünüyle arınmış bir mü’min olma hassasiyeti taşımaları nedeniyle şeytanın vesveseleri bu kişilerde büyük rahatsızlıklara sebep olur.

Buradan da anlaşılmaktadır ki, vesvese imanın varlığından ve dinî hassasiyetten ileri gelse de, kişinin din kavrayışında bir dengesizlik (aşırılık) bulunduğunu ele verir. Dinin vasat üzerine yaptığı vurgu es geçilmektedir.

Ayrıca bu kişiler insan fıtratı ve çalışma biçimi hakkında da yeterli bilgiye sahip değillerdir. Ve tam da bu nedenle, inandıkları “itikat” ile sahip oldukları “fıtrat” arasında ciddi bir uyuşmazlık ve gerilim yaşamaktadırlar.

Mutezile örneği

Bir örnek vermek gerekirse, felsefenin akılcılık (rasyonalizm) akımının etkisinde kalan Mutezile mezhebi, zorlayıcı bir itikat örneği olarak, dinî ibadetlerin sıhhatini “nefsü’l-emirde geçerli olma” şartına bağlar. Yani, eğer bir mü’min namazda dört rekât kıldığını zannederek üç rekât kılmışsa, nefsü’l-emirde üç rekat kıldığı için o namazı —ilahî planda kabul olunsa dahi— hakikat-i halde sahih değildir.

Halbuki vasatı esas tutan ehl-i sünnet mezheplerinde ibadetlerin sahih olmasından çok, kabul olunması önemlidir. Yani, nefsü’l-emir şartı değil Allah’ın kabul şartı esastır. Eğer kişi dört rekât kıldığını düşünüyorsa, üç rekât kılmış olsa bile, namazı kabul olunabilir. Veyahut, abdestinin bozulduğuna dair hafızasında bir kayıt yoksa, abdestli sayılır ve namaza durabilir.

Dış âlemdeki gerçekliğe değil kişinin zihnindeki gerçekliğe (olgu) itibar eden ve daha da önemlisi kabul veya red işini —dış gerçeklikte düşünülen birtakım maddî kriterler yerine— Allah’ın iradesine teslim eden bu yaklaşımın çıkış noktası, şu ayetlerdir: “Biz Kur’an’ı sana zahmet çekesin diye indirmedik” (Taha, 2); “Allah size kolaylık diler; zorluk dilemez” (Bakara, 185); “Allah hiç kimseye gücünün yettiğinden fazlasını yüklemez” (Bakara, 286).

Peygamber Efendimiz de (a.s.m.) aşağıdaki hadisle bu ayetleri şu şekilde tefsir eder: “Bu din kolaylıktır. Hiç kimse kaldıramayacağı mükellefiyetlerin altına girerek dini geçmeye çalışmasın; (insan ne yaparsa yapsın yine de mutlaka bir kısım eksik ve kusurları vardır ve) galibiyet dinde kalır.” (Buharî, İman: 29)

Bu hadis ve önceki ayetlerin çizdiği çerçeveden bakılırsa, bir mü’minin yaptığı ibadetin nefsü’l-emirdeki karşılığını bilme çabasına girmesi ve yaptığı ibadetlerin tam ve kusursuz olması iddiasına kapılması, kaldıramayacağı bir mükellefiyetin altına girmiş olması anlamına gelir.

Çünkü hiç kimse, kendi algı mekanizmalarının dışına çıkarak, nefsü’l-emre dair bir hüküm veremez. Bir şeyin nefsü’l-emirde tam olarak neye denk geldiğini ve nasıl bir hükme bağlandığını kendi dışına çıkıp tespit edemez. Dolayısıyla böyle bir durumda kadere rıza gösteren bir mü’mine düşen şey, ancak ibadetlerinin —hatalarıyla kusurlarıyla— kabul olmasını Allah’tan dilemesidir. Daha fazlası değil!

Ne var ki Mutezile’nin yanlış itikadî yaklaşımını benimseyen ve aslında bu yüzden vesveseye müptela olan kişiler, nefsü’l-emre dair hüküm vermek gibi boylarından büyük bir işe kalkıştıklarının farkında değillerdir.

Üstelik bu tavırlarının —yakından incelenirse— Allah’a karşı müstağnilik (“Ben namazımı doğru kıldım, kabul olunmak zorunda!”) gibi bir sapkın eğilim için anlamlı olabileceği de görülecektir. Eğer böyle bir netlik ve standartlaştırma arayışı söz konusu değilse, nefsü’l-emir üzerinde bu kadar ısrarla durmanın bir manası yoktur.

Ayrıca, hata ve kusuru bitirmeyi hedef gösteren böyle bir yaklaşım ilahî merhamete sığınma, af dileme ve istiğfarda bulunma gibi dinin en temel ubudiyet hallerini devre dışı bırakmayacak mıdır? Dua ve niyazı boşa çıkarmayacak mıdır?

Oysa dinin özü abdin acziyetini bilmesi, kusurlarının farkında olması, ne yaparsa na yapsın mutlaka eksik ve kusur izi taşıyacağını kavraması ve bunlar için Allah’tan af ve mağfiret dilemesidir. Bunları yapmayacaksa, nasıl bir ubudiyetten söz edilebilir?

Dolayısıyla, vesvese hastalığının kökeninde yanlış (aşırı) itikat ve insan fıtratına dair yanlış ya da eksik kavrayış yatmaktadır. İkisi birleştiğinde, şeytanın vesveselerinin vücudî bir mahiyete bürünüp ruhî dengeyi alt üst etmesi kaçınılmaz olmaktadır. Çünkü dini azimet anlayışı çerçevesinde en üst limitlerinde kavrayıp o şekilde uygulama cehdine düşen bir mü’mine şeytanın “Namazın olmadı!” “Abdestin tam olmadı!” şeklinde verdiği vesveseler, o mü’minin kalbinde deprem etkisi meydana getirir. Derin bir suçluluk duygusu oluşturur. Vasat ve ruhsat yaklaşımına da sahip olunmadığı için gelinen noktada kişi kendini düşkün bir mü’min olarak telakki etmeye başlar.

Vesveseyle nasıl baş edilir?

Vesveseyle baş etmenin birinci şartı iyiliğin ve kötülüğün, güzelliğin ve çirkinliğin kaynağının eşyanın zatında yatmadığını, Allah’ın emrine tabi olduğunu bilmektir.

O’nun iyi ve güzel dediği iyi ve güzel, kötü ve çirkin dediği kötü ve çirkindir! Mutezile, kötülüğü ve çirkinliği Allah’a vermemek için böyle bir yaklaşım benimsemiştir, ama görüldüğü gibi, kaş yapayım derken itikadî bakımdan göz çıkarmıştır. Müslümanları ruhsat yerine azimeti uygulamaya zorlayan bir yaklaşıma kapı aralamıştır.

O nedenle, özellikle ibadetleri ve duaları konusunda kalbine şüphe ve kuruntu ilişen kimseler, kendilerine “Sahih oldu mu?” sorusu yerine, “Kabul oldu mu?” sorusunu sormalıdırlar. Ve Allah’ın merhametiyle —kasten yapmadıktan sonra— eksik ve kusurlu olan ibadetleri de kabul edeceğine inanmalıdırlar. Böyle inanırlarsa, ibadetin sahihliği konusunda aşırı endişeye kapılmak yerine, ahirette belli olacak olan kabule dair ümitli bir beklenti içine gireceklerdir.

İkincisi, her Müslüman kendi fıtratı, ruhî yapısı, akıl, kalp ve hayalinin çalışma biçimi hakkında asgari birtakım bilgilere sahip olmalıdır.

Bunlar içinde özellikle şeytanın şüphe ve vesveselerinin doğrudan kalp içindeki imana temas etmediğini, kalbin de içinde bulunduğu “sadr” denilen bölüme geldiğini bilmek gerekir. Hakim et-Tirmizî, bu sadr ile kalbin ilişkisini göze benzetmektedir. Sadr gözün beyaz kısmı, kalp gözün karası gibidir. Dışarıdan gelen toz ve çöpler gözün beyazını (sadrı) etkiler, orada kızarıklığa yol açar, ama gözün karasını (kalbi) etkilemez, göz görmeye devam eder.

Çünkü kalp Allah’a iman nurunun bulunduğu yerdir. Ve iman bütündür, parçalanamaz. İman çıkarsa, kalpten ya tamamen çıkar ya da çıkmaz. Dolayısıyla, vesveseyle inancına halel geldiği kaygısına düşen bir mü’min, bizatihi bu kaygının kalbinde imanın hâlâ mevcut olduğunu gösterdiğini düşünmelidir.

Ancak vesvese ve kuruntular —bunlar şeytan tarafından olabileceği gibi, nefis tarafından da olabilir— sadr denilen bölümde uzun süre tutulur da, o mü’min Allah’a sığınarak sadrını hak ve hakikatle doldurmak suretiyle batılı sadrından def etmezse, oraya yerleşen vesvese virüsleri imana zarar verebilir.

O nedenle, sadrının (göğsünün) daraldığını hisseden bir mü’min, derhal bunun farkına vararak, nefsinin veya şeytanın hücumuna uğradığını düşünmeli ve “Allah’ı anmak suretiyle” sadrını genişletmeli ve kalbini yeniden mutmain bir hale getirmelidir.

Sadrda özellikle kin, öfke, haset, dünyevî kaygılar, rızık kaygıları ve vesvesede olduğu gibi aşırı dinî kaygılar tutmamaya özen göstermek gerekir. Eğer sadr bu şekilde temiz tutulursa ve daralmasına müsaade edilmezse, ne vesvesenin ne de başka şeylerin kişide rahatsızlık oluşturması söz konusu olmayacaktır.

Not: Vesvese konusunda kişinin kendi “irade alanı”nı da iyi tahlil etmesi gerekir. Özellikle hayalde gerçekleşen tasavvurların (kötü çirkin görüntülerin) irade dışı olduğu, tasdik anlamına gelmediği de vesvesenin rehabilite edilmesinde son derece önemlidir.

İbadetleri ve duaları konusunda kalbine şüphe ve kuruntu ilişen kimseler, kendilerine “Sahih oldu mu?” sorusu yerine, “Kabul oldu mu?” sorusunu sormalıdırlar. Ve Allah’ın merhametiyle —kasten yapmadıktan sonra— eksik ve kusurlu olan ibadetleri de kabul edeceğine inanmalıdırlar.

Vesveseli mü’minlerde en temelde dikkat çeken özellik, hassas ve mükemmeliyetçi bir kişilik yapısına sahip olmalarıdır. Ruhsat-azimet diye bilinen dengede, bu kişiler hemen hemen daima azimet yönünde tercihlerini kullanırlar. Yani, her türlü dinî uygulama ve ibadetlerde en iyisini, en kusursuzunu yapma eğilimi gösterirler.

Ömer Baldık

Moral Dünyası Dergisi

Hüsün, nezaket ve Müslüman..

Felsefî aklın en çok zorlandığı konuların başında hüsün (güzellik) konusu gelir. Sırf bu alanı çalışan estetiğin güzelliğe bir tarif getirme gayretleri ise genel anlamda başarısızlıkla sonuçlandı.

Bunda en önemli sebebin, güzelliğe “zahirperest” ve “bencil” bir bakış açısıyla yaklaşmanın etkili olduğunu düşünüyorum. Zira bir şeyin zahirine veya kendi menfaatinize uygunluğuna bakıp “güzel” diye tarif ettiğinizde, aynı şeyi başka bir zaman yine siz -başkası değil!- çirkin diye tanımlayabilirsiniz. Bir yolcunun otobüse binerken içeridekilerin kendisine yer açmamasına kızıp, bindikten sonra otobüse binmeye çalışanlara kızması gibi bir şey bu. Kişinin durduğu yere göre değişen böyle bir “güzellik” anlayışından, müşterek bir payda çıkmayacağını ise söylemeye bile gerek yok.

“Zahirperest” bakışa gelince, en belirgin özelliği, güzelliği (ya da çirkinliği) bizatihi eşyaya vermesidir. Mesela, bu bakışa göre gül bizzat güzeldir. Ama solup çürüyen bir gül çirkin olarak da tanımlanabilir. Ya da gülün o güzelim yaprakları yerine dikenlerine odaklanan biri, daha solmadan da gülün çirkin olduğunu öne sürebilir.

İslam, işte zahire göre hüküm veren tüm bu kısır ve nispî değerlendirmelerin önünü, güzelliği (“hüsün” ve “cemal”) bizzat Allah’a vererek keser: “Şüphesiz Allah güzeldir, güzelliği sever.” (Müslim, 91) Bu anlamda kâinatta görünen her çeşit güzellik, bizzat güzel değil, O’nun güzelliğinin bir yansıması, bir tecellisidir. Güzelliği bu şekilde Allah’ın zatından bilince, tek tek insanların sübjektif ve bencil güzellik anlayışlarından, başka bir ifadeyle, “Ben güzele güzel demem, güzel benim olmayınca” anlayışından kurtulmak mümkün olur. Çünkü güzellik bizim (ve tüm eşyanın) dışında yüce bir makam ve anlam kazanır.

Sırr-ı tevhit ve vahdet

Güzelliğin temel kaidesine gelince: “Bir şeyin hüsün ve cemali, o şeyin mecmuunda görünür. Cüzlere ayrıldığı vakit, mecmuunda görünen hüsün ve cemal, parçalarında görünmez.” (İşaratü’l-İ’caz) Yani gözünüzü sırf gülün dikenine odaklarsanız, o diken size batar. Ama dikenin gülün güzelliğini korumak üzere vazifeli olduğunu düşünürseniz, o gül size -dikensiz halinden bile- daha güzel ve kıymetli görünür. Veyahut, bir cümlenin kelimeleri hep aynı manaya bakar şekilde kurulduğunda, ondan güzellik doğar. Hele bir de, o cümle mukteza-yı hale mutabık şekilde kullanılmışsa, edebî güzellik anlamına gelen “belagat” güneş gibi parıldar.

Güzellik ya da hüsün, cüzleri aşan bir “sırr-ı tevhit ve vahdet” bakışından doğar. Dolayısıyla, biz yaratılışa bir bütün olarak bakabildiğimiz ölçüde güzellik ve hüsnü temaşa edebiliriz. Yani, güzellik, hüsün ve cemal Allah’ın zatına doğru yaklaştıkça kendilerini belli eder, O’ndan uzaklaştıkça gizlenip kaybolurlar. Bir başka ifadeyle, güzellik, hüsün ve cemal Allah’ın zatında toplanır, O’ndan uzaklaştıkça da dağılıp parçalanır. Bu sebeple, biz mücerret bir imanla yönümüzü Allah’a çevirerek “sırr-ı tevhit ve vahdet yolunda” birleşebildiğimiz oranda, güzelliğe ve hüsne şahit olur ve kendimiz de onun bir parçası haline gelebiliriz.

Bu bağlamda, Allah’ın uluhiyetinin icaplarını yeryüzünde sergilemesine karşılık, Nebî aleyhisselatu vesselamın önderliğinde muvahhid iman sahiplerinin kalplerini aynı manevî iklimde buluşturup, özellikle cuma ve cemaat namazlarında sayısız dillerden aynı zikir seslerini çıkararak Mabud-u Ezelî’nin uluhiyetine karşı toplu bir ubudiyet sergilemeleri, güzelliğin ve hüsnün en üst mertebedeki görünümüdür. Çünkü sırr-ı tevhit ve vahdet gerçekleşmektedir. Yine, Kâbe’nin etrafında her ırktan, her ulustan, her mezhepten, her meslek ve sınıftan insanın dönüşü, mücerret hüsnün en güzel surette müşahhas hale gelişidir. Çünkü mücerret iman güzelliğiyle birleşen kalpler, Halık-ı Zülcemal’e mukabele ederek hem zahiren hem batınen tevhit ve vahdeti gerçekleştiriyorlar.

Öte yandan, sırr-ı tevhit ve vahdetin, mimari alanda da ilginç yansımaları söz konusudur. Mesela, bir bina kendi içinde ne kadar güzel olursa olsun, asıl güzelliğini, üzerine konuşlandığı araziyle veya yakınındaki binalarla arasında kurduğu bütüncül uyumdan alır. Bu açıdan günümüzde birbirinden habersiz görünen, hatta acımasız bir rekabete konu olan bencillik timsali beton yığınları, güzelliğin ne olmadığına verilebilecek en güzel örnektir. Bu çirkinliğin arkasında, müteahhidin ellerini ovuşturarak sadece kendi arsası üzerindeki ranta odaklanıp etrafındaki yapıları âdeta ezercesine yüksek bina yapma gayreti vardır. Halbuki, Osmanlı mimari anlayışında evler birbirlerinin güneş ışığını engellemeyecek ve birbirlerinin avlusunu görmeyecek şekilde yapılırdı. Yani, insanlar bir toplum içinde yaşadıklarını unutmazlar ve komşusuna karşı komşu hukukunu gözetirlerdi. Ayrıca, cami ve külliye gibi dinî yapılar ebediyeti sembolize eden taştan, evler ise faniliği anımsatan ahşaptan yapılırdı ki, bu da sırr-ı tevhit ve vahdet anlayışının çok latif bir tezahürüydü.

Nezaketin özü ve kaynağı

Tüm bunlardan da anlaşılacağı üzere, İslam’da manevî estetiğin kaynağı sırr-ı tevhit ve vahdet anlayışıdır. Yani, İslam anlayışına göre Allah’tan gayrı her şey fanidir ve yoktan yaratılmışlardır. Dolayısıyla, hiçbirinin yeri garanti olmadığı gibi, bu konuda bir hak iddia edemez. Bu sebeple de, yaratılmış hiçbir fani, kendisine verilenleri sahiplenemeyeceği gibi, başkasına verilenleri de sahiplenmeye yeltenemez. Sadece güneş ışığının üzerinde parıldadığı su damlası misali, kendi üzerindeki tecellileri gösterir ve bunu kendisine lütfettiği için Allah’a şükreder.

İşte, İslam’da nezaket anlayışı da, bu “vazgeçilebilirlik”ten doğar. Herkesin kendisini vazgeçilebilir hissettiği bir mecliste, bir başkasının hakkını gasp etmeye yönelmesi için herhangi bir gerekçesi veya motivasyonu kalmaz. Bu motivasyonsuzluk hâli, nezaket deyince hemen ilk akla gelen “Efendim, önce siz buyurun! Yok efendim, önce siz…” diye bildiğimiz meşhur repliğin hayata geçmesini sağlar.

Yine aynı vazgeçilebilirlik hali gereği, bir mecliste hiç kimse, bulunduğu yeri temellük edercesine oturamaz veya oturan bir kimseyi yerinden kaldıramaz. Tam aksine, sırr-ı tevhit ve vahdet gereği, yeni gelen birine yer açmaya hazır bir şekilde oturur: “Biriniz kendisinin oturması için kimseyi yerinden kaldırmasın. (Sizler) meclisi genişletip (yeni) gelene yer açın ki, Allah da size yerinizi genişletsin.” (Buhari, Müslim)

Veyahut, aynı yaklaşımın bir başka görünümü olarak, hiçbir Müslüman İslam’ı sanki kendi malıymış gibi görüp farklı mezhepten veya yeni Müslüman olmuş birilerine “dışlayıcı” ve “hor” bir bakışla bakamaz. Hatta Müslüman olmayan kimselere bile ölçüsüz bir nefret duygusu besleyemez: “Sevdiğini ölçülü sev! Çünkü o (sevdiğin) bir gün nefret ettiğin kişi olabilir. Nefret ettiğinden de ölçülü olarak nefret et! Çünkü bir gün dostun olabilir.” (Tirmizî) Buradaki hassasiyet, Allah’ın kullarına vereceği hidayete bizim sınır koymaya hakkımızın olamayacağının idrakinde olmamızdır. Çünkü Allah’ın henüz Müslüman olmamış çok günahkâr birinin bile, kalbindeki küçücük iman çekirdeğini ne zaman filizlendireceğini biz bilemeyiz.

Dolayısıyla, Müslüman’ın sevgisi ve nefreti insana değil, onun küfrî sıfatlarınadır. Bu çerçevede bir Müslüman, her insanı kazanmaya, meclisinde her insana yer açmaya uğraşır. Bunun çarpıcı bir örneğini Said Nursî’nin milliyetçilerle olan diyaloğunda görebiliriz. Üstad, hiçbir zaman milliyetçilere, belli bir mesafeden konuşarak, “Şu milliyetçiliği bırakınız!” dememiştir. Onun yerine,”Ey Türk kardeş! Senin milliyetin İslamiyet’le imtizaç etmiş; ondan ayrılması mümkün değil. Ayırsan, mahvolursun. Bütün senin geçmişteki gurur duyduğun şeyler İslamiyet defterine geçmiş. Bunları, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle kalbinden silme!” demiştir. Halbuki, Üstad kendi zâtında milliyetçiliğin Avrupa menşeli bir frenk illeti olduğunu düşünüyordu. Eğer milliyetçilere “Ey Türk kardeş! Şu frenk illetini bırakınız!” dese, muhatabını baştan kaybedeceği belliydi. Onlara öyle bir nezaket dili kullandı ki, hem kutsal saydıkları fikre doğrudan ilişmemiş, hem de onları hakikat yoluna doğru sevketmiştir. Ki bu da, sırr-ı tevhit ve vahdet anlayışının iletişim alanındaki muhteşem yansımalarından biridir.

Nezaket ve hak kavramı

İslamiyet’te bu derece yüksek nezaket anlayışının serpilmesinin arkasında, Hak isminin tecellisinin çok önemli payı vardır. Özellikle “kul hakkı” konusunda son derece hassasiyet geliştirmiş olan mü’minler, bir hakkı savunurken başka birisinin hakkını yemiş olmamak veya gelecekte hakikate dönebileceğini düşünerek başkalarının hukukuna karşı dikkatli olmak konusunda aşırı titizlik gösterirler. Bu titizliğin uygulanabilmesi ise, duygularını kendi bencil egolarından kurtarabilmeleriyle mümkündür ki, tam da bu nedenle, “amellerin en üstünü, Allah için sevmek, Allah için nefret etmektir.” (Ebu Davud)

Gelgelelim, İslamiyet’teki bu nezaket anlayışı, bencilliğini örtme uğraşısındaki Batılı nezakette olduğu gibi, hiçbir zaman çıtkırıldım bir yapmacıklığa da dönüşmez. Bazen olur, nezaket uyarmayı ve korkutmayı da gerektirir: “İçlerinde günah işleyen bir adam bulunup da (insanlar) onu önlemeye muktedir oldukları halde önlemezlerse, mutlaka Allah onlara ölümlerinden önce, onun yüzünden ceza verir.” (Ebû Davud) Başka bir hadiste de, Allah’a bir göz ucu kadar isyan etmeyen bir kul bulunduğu halde, bir memleketin altının üstüne getirildiği haber verilir. “Çünkü onun [o kulun] yüzü, (onların yaptıklarına karşılık) bir an olsun değişmemiş, yani Allah için onlara kızmamıştır.” (Taberanî) Halbuki bu olaylarda nezaket, uluhiyet-ubudiyet buluşmasından doğan sırr-ı tevhit ve vahdetin, toplumda yaşatılması konusunda nazik olunmasını gerektiriyordu; bencilce kendi köşesine çekilmeyi değil! Aynı mantıkla, Hz. Peygamber (a.s.m.) “Zalim kardeşine yardım et! Zalimi zulmünden alıkoymakla ona yardım etmiş olursun” diye buyurmuştur. (Buharî ve Tirmizî)

Velhasıl, daha bunlar gibi pek çok hadis-i şerifte sırr-ı tevhit ve vahdet prensibinden doğan hüsün ve nezaket ışıltılarını görmek mümkündür. Müslümanların birbirleriyle selamlaşmaları, kalplerindeki kinin gitmesi için el sıkışmaları, birbirlerinin ırz ve mallarını korumaları ve cimrilikten sakınmalarından tutun, Hz. Peygamber’in (a.s.m.) mescide girdiğinde kendisinin Acem kralları gibi ayağa kalkılarak karşılanmasını ya da Hıristiyanların Hz. İsa’yı övmesi gibi övülmesinden insanları men etmesine kadar daha pek çok hadis, aslında bize sırr-ı tevhit ve vahdetten doğan hüsün ve nezaketi anlatmakta ve ona davet niteliği taşımaktadır.

Bu o kadar önemli bir şeydir ki, Sevgili Peygamberimizin bile belki de en çok çekindiği şey, insanların kendisini olduğundan daha farklı bir yere koymasıydı: “Beni Allah’ın bana verdiği mevkiden daha yukarı çıkartmanızı istemiyorum. Ben Abdullah’ın oğlu Muhammed’im; O’nun kulu ve Resulü’yüm.” (Rezîn) Hz. Peygamber’in -onun arzusunun hilafına- olduğu mevkiden daha yukarıya çıkartılması, sanki onun bencil bir hisle (haşa!) daha yüksek bir mevki isteğinde bulunduğu gibi bir tablo ortaya koyup, Allah ile insanlar arasındaki tevhit ve vahdetin bozulması gibi bir neticeyi sonuç vereceği için yakışıksız bir durumdu.

Sonsöz olarak

Sonuç itibariyle, Müslüman dediğimiz insan, hüsnü ve nezaketi kendi kişiliğinde içselleştirmiş olması beklenen kişidir. Mücerret hüsün anlamına gelen imanıyla başkalarına karşı nazik davranışlar sergilemekle yükümlüdür. Hatta yükümlülükten ziyade, bu onda ikinci bir tabiat haline dönüşmeli ve doğal bir şekilde zuhur etmelidir.

Yeni kuşakların hüsün ve nezaket konusunda iyi yetişebilmeleri noktasında ise önümüzdeki en büyük engel, halihazırda iyi örneklerine pek rastlamadığımız gündelik şehir hayatıdır. Maalesef, toplum hayatımızda binaların birbirlerine bigane duruşları ile insanların birbirleriyle ilişkileri arasında tam bir paralellik bulunmaktadır. Tıpkı binalar gibi insanlar da birbirlerine kayıtsız ve güvensiz, komşular birbirlerini hiç tanımıyor, insanlar birbirlerine selam vermiyor, cimrilik alabildiğine yaygınlaşmış, kimse kimsenin derdiyle dertlenmiyor. Ve herkes, kendi bencil dünyasına gömülmüş gibi görünüyor.

Bu ise, bir parçalanmışlık görüntüsüdür. Çirkin bir görüntüdür. Parçalanma, bölünme denince herkes Güneydoğu’ya bakıyor, ama asıl parçalanma ve bölünme insanların kalplerinde yaşanıyor. Dolayısıyla bizim yeniden zenginlerin kendilerini sitelere-villalara kapatmadığı, zengin ve fakirin aynı mahallede yaşadığı, insanların kendilerini apartman dairelerine hapsetmediği, birbirlerine selam verdiği, birbirleriyle iyi komşuluk ilişkileri kurduğu bir “tevhit ve vahdet” manzarasına bir şekilde yeniden kavuşmamız lazım.

Bu olmazsa bile, şahsen tevhit ve vahdet manzarasının billurlaştığı camilerde cemaat namazlarına katılmanın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Belki bugün bir ölçüde toplumsal huzurumuzu koruyorsak, bunda camilerde cisimleşen tevhit ve vahdetin payı en büyüktür. Dolayısıyla, camilerde cemaat namazlarına devam etmek gerekiyor.

Ve inşaallah, camilerde cisimleşen bu tevhit ve vahdet, toplumumuzun geri kalan hayatına da yansır da, güzelliğin ve nezaketin daha belirgin hale geldiği bir toplum manzarasına kavuşmuş oluruz.

 Ömer Baldık

Moral Dünyası Dergisi

Allah’ın Nuruyla Bakmak: “Feraset” Ne Demektir? Nasıl Olur?

Ey iman edenler! Allah’tan korkarak hareket eder de takva dairesinde bulunursanız, Allah size hakkı batıldan ve doğruyu eğriden ayıracak bir kabiliyet, bir nur verir.” (Enfal, 29)

Mü’minin ferasetinin kaynağı, Allah’ın kalbine ilka ettiği iman nurudur. İman nuru bir kez mü’minin kalbine düşünce, artık o andan itibaren “dünyayı aydınlatan büyük bir elektrik lambasının düğmesine dokunulmuş gibi” her şey aydınlanmaya başlar. Yirmi Üçüncü Söz’de bahsedildiği şekilde, zayıf ve karanlıklı bir ışık veren “kafa feneri”nin yerine, her şeyin hakikatini gösteren bir Güneş devreye girmiş olur.

Olayları dar açıdan değerlendirenlere “At gözlüğüyle bakma!” deriz. Bu deyim o kadar sık kullanılıyor ki, atların mükemmel bir görüş yeteneği olduğunu bize unutturuyor. Halbuki atlara takılan “at gözlüğü”, onların bu üstün yeteneğine set çekmek içindir.

Gerçekten de, ata gözlerini birbirinden bağımsız kullanabilme kabiliyeti bahşedilmiştir. Yani atlarda her göz, bağımsız olarak ayrı cisimleri görebilir. Bu durum atlara, yanlardan, önden ve arkadan görüntü sağlar. Göz merceği kafa yapısının dışına yerleştirilmiş atın gözlerinin her biri, etrafı 160-170 derecelik açıyla görür. Dolayısıyla toplam 320-340 dereceyi bulan görüş açısıyla at, insanlara kıyasla çok daha geniş bir sahayı aynı anda görme imkânına sahip olur.

İşte atların bu özelliği, Kur’an coğrafyasının önemli bir kavramı olan “feraset”i izah etmektedir. Normalde derin bakış sahibi olmaya basiret dendiği halde, Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) hadis-i şeriflerinde “Müminin ferasetinden sakınınız” diye buyurması elbette boşuna değildir. Feraset kelimesinin kökü olan feras, at demektir; dolayısıyla feraset, atın üstün görüş gücü anlamını içinde barındırır.

OLAY VE KİŞİYE YÖNELİK FERASET 

Feraset kavramının atın görüş gücüyle ilişkisini mü’mine uyguladığımızda, bakılmakta olan şey bir olaysa bu olayın önünü, arkasını (zahirini ve perde arkasındaki sebeplerini) görebilme anlamı kadar; geçmiş, şimdi ve geleceği aynı anda görüp değerlendirebilme anlamı da çıkar. Dolayısıyla feraset dendiği zaman, hem “derinlikli” hem de “kuşatıcı” bir bakışla bakabilme kastedilmiş olur.

Mesela, feraset sahibi biri, herhangi bir olaya baktığında daha sürecin başlangıcında olayın nasıl bir sonla neticeleneceğini görüp sezebilir. Said Nursî’nin “Beşer esirliği parçaladığı gibi ecirliği de (ücretli işçilik) parçalayacaktır” veya daha 1908 yılında söylediği, “Avrupa, bir İslam devletine hamiledir, günün birinde onu doğuracak; Osmanlılar da Avrupa ile hamiledir, o da onu doğuracak” gibi sözleri, ferasetin ne derece keskin olabileceğine dair verilebilecek çarpıcı örneklerdir. Bu derece feraset sahibi olabilmek için mazi, şimdi ve istikbalin çok derin bir kavrayışla aynı anda kuşatılabilmesi şarttır. Ayrıca, fıtrat ve tekamül kanunlarına da çok derin bir şekilde vakıf olmak gerekir.

Feraset ehli, olaylar kadar kişileri de keskin bir nazarla etüt edebilirler. Kişilere yönelik feraset, onların yüzlerine, konuşma üsluplarına ve hallerine bakarak kalpleri hakkında güçlü sezgilere ulaşabilme yeteneğidir. Bu durum ferasetin aynı maksada hizmet eden üç vasıtasının da (göz, kulak ve kalp) en üst düzeyde kullanıldığını ifade eder. Eğer bunlardan biri ya da ikisi eksik olsa, mesela sadece kafa gözüyle bakılsa, bundan feraset çıkmaz; bakılan kişiye yönelik değerlendirme, sadece onun cismi ve zahirî görünümüyle sınırlı kalır. Bu da gösterir ki, ferasetin asıl mahalli kalptir. Mü’min ancak “kalp gözü”yle bakarak, karşısındaki insanın içindeki (kalbindeki) asıl manayı görebilir. Dolayısıyla, feraset dediğimiz şey, özü itibariyle “kalpten kalbe” gerçekleşen bir olgudur. Olayların da bir nevi kalbi (ruhu) olduğunu düşünürsek, burada da yine bir çeşit kalpten kalbe bir kavrayışın söz konusu olduğunu söyleyebiliriz. Ne de olsa kâinat(ın olayları) ile insan(ın hareketleri) arasında bir benzerlik bulunmaktadır.

“MÜ’MİNİN FERASETİ” NE DEMEKTİR? 

Öncelikle belirtmek gerekir ki, her insanın kendine göre bir feraseti olabilir. Bu noktada tecrübe, önemli bir açılım sağlar. Örneğin, tecrübeli bir öğretmen, yıllar içinde kazandığı marifetle öğrencinin ne diyeceğini ve ne yapacağını bilebilir. Ya da tecrübeli bir esnaf, hangi müşterinin malı satın alacağını, hangisinin uzun bir pazarlıktan sonra bile hiçbir şey satın almadan dükkândan çıkıp gideceğini sezebilir. Veya tecrübeli bir devlet adamı, toplum içinde ne tür gelişmelerin ülkenin geleceği açısından sıkıntı oluşturacağını önceden görüp tedbir almayı düşünebilir.

Bununla birlikte, ferasetin maddi âleme ve manevî âleme bakan iki boyutu vardır. Eğer kişi gözünü ve kulağını dört açtığı kadar kalbini de devreye sokarsa, bu her iki boyutta da mesafe kateder ve nazarı keskinleşir. Burada göz, kulak ve kalbin ne kadar ortaklaşa çalıştığı ve aktif biçimde birbirlerine destek verdiği önemlidir. Bunların beraberce çalışması, maddî ve manevî âlemlerin aynı anda algılanması ve birbirleri üzerindeki etkilerinin daha iyi fark edilmesini sağlar.

Bu anlattığım husus, mü’minler kadar, bir dereceye kadar mü’min olmayanlar için de geçerlidir. Özellikle dünyevî meselelerde. Bir örnek vermek gerekirse, hâlâ çözümlenmemiş bir sorun olan başörtüsü sorununda, ehl-i dünyanın başörtünün üniversiteye girmesi halinde bu ülkede bir şeylerin daha geri dönülemez biçimde değişeceğini hissetmeleri, onlar açısından bir tür “feraset” olarak görülebilir. Veya, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında Meclis’e davet edilen ama daha sonra kendisine önerilen görevi kabul etmeyip Şark’ta kendi halinde inzivaya çekilen Said Nursi’nin bir türlü rahat bırakılmaması ve ardından ana gövde itibariyle “iman hakikatleri” hakkında masum kitaplar yazdığı halde, bu kitapların onların yapmak istediklerine ve kurmak istedikleri hayat tarzına en büyük engeli teşkil edeceğini görmeleri de bir tür feraset olarak değerlendirilebilir.

Burada ferasetin hangi kulvarda keskinleştiğini belirleyen husus, kalpte taşınan “kaygı”dır. İnsan neyin kaygısını çekiyorsa, kalbinde ona dair sezgileri güçlenir. Eğer ehl-i dünya gibi bu dünya hayatında nefsin haz ve lezzet anlayışına göre laik bir hayat kurmayı planlamışsanız, kaygı, korku ve hassasiyetlerinizin —dolayısıyla ferasetinizin— bu kulvarda gelişmesi de gayet doğaldır. İşte bu nedenle, ehl-i dünyanın feraseti esas olarak dünyevî meselelerde ama özellikle kendi nefsî arzu ve heveslerine yönelecek maniaların bertaraf edilmesine yönelik olarak keskinleşmiştir.

“ALLAH’IN NURUYLA BAKMAK” 

Mü’minin ferasetine gelince, burada apayrı ve asıl olan ferasetten bahsediyoruz. Çünkü mü’minin ferasetinin kaynağı, Allah’ın kalbine ilka ettiği iman nurudur. İman nuru bir kez mü’minin kalbine düşünce, artık o andan itibaren “dünyayı aydınlatan büyük bir elektrik lambasının düğmesine dokunulmuş gibi” her şey aydınlanmaya başlar. Yirmi Üçüncü Söz’de bahsedildiği şekilde, zayıf ve karanlıklı bir ışık veren “kafa feneri”nin yerine, her şeyin hakikatini gösteren bir Güneş devreye girmiş olur.

Böylece mü’min geçmişi karanlıklar içinde büyük bir mezarlık, geleceği de fırtınalar içinde derin uçurumlar gibi görmekten; etrafının da müthiş canavarlar ve ejderhalarla çevrili olduğu vehminden kurtulur. Geçmişin nuranî insanların taht-ı riyasetinde olan ibadet, hizmet, sohbet ve zikir meclisleri olduğunu, geleceğin de yüksek dağların ardında büyük bir ziyafet ve seyir yerine açıldığını, etrafında canavar ve ejderha zannettiği mahlukların ise insanın hizmetine verilmiş uysal hayvanlar olduğunu anlar.

Bu açıdan bakıldığında, mü’minler olaylara, eşyaya ve insanlara “gündüz gözü”yle bakarken, ehl-i inkâr gece gözüyle bakan kimselere benzerler. Mü’min açısından ortamı gündüz yapan sebep, kalbindeki iman nuru sayesinde hem kendisi ile hem de mahlukat ile Sâni-i Zülcelal arasındaki nispetleri (intisapları) fark ederek, bu bağlantıları okuyabilir hale gelmesidir.

Mesela, bu okuma yeteneği sayesinde mü’min, yeryüzünde görünen temizlik ile Allah’ın Mütahhir ismi arasındaki bağlantıyı okur. Annelerin şefkatinde O’nun merhametini görür. Canlıların rızıklarının hiç şaşmadan kendilerine ulaştırılmasından rezzakiyetin boyutlarını kavrar. Atomun ve gezegenlerin direksiz duruşlarından, Kayyum ismini idrak eder. Böylece, dünyada meydana gelen olayların aslında manevî âlemden maddî âleme doğru yansıyan neticeler olduğunu anlayarak, bütün işlerin başı ve sonunun kendisine bağlandığı bir Allah tasavvuruna kavuşur. Özellikle O’nun sünnetullahı (âdeti) hakkındaki kavrayışı derinleştikçe de, olaylara dair feraseti artar.

Bu okumada Müslümanların elinden tutup onları ferasetin zirvelerine taşıyan vasıta ise, Kur’an-ı Kerim’den başkası değildir: “Bu (Kur’an), Rabbinizden gelen basiretlerdir (kalp gözlerini açan beyanlardır).” (A’raf, 203) Bir örnek vermek gerekirse, tarihin seyri konusunda mü’minlerin feraseti Kur’an’daki kıssalar sayesinde keskinleşir. Örneğin, ehl-i dünya için bir toplumun rahat ve konfora erişmiş olması hiç de tedbirli olunması gereken bir vakti hatırlatmaz. Çünkü keyif ve eğlence zamanıdır. Ama vahye muhatap olan bir mü’min, şükretmeyen toplumların en rahat ve konfora eriştikleri dönemde ilahî gazabı üstlerine çekerek helak edildiklerini bildiği için —eğer toplum bu özellikleri taşıyorsa— derin bir endişeye kapılır.

“ALLAH’TAN KORKARAK HAREKET ETMEK”

Bu yola girmiş olan en avamî mü’minin bile feraseti, ehl-i dünyanın en havassı olanlardan daha keskin ve daha isabetlidir. Namaz kılmayan insanın nursuzluğu (güvenilmezliği ve istikrarsızlığı), haram yiyen birinin uğrayacağı akıbet ya da zevke sefaya dalan bir topluluğun akıbeti hususunda, en avamî mü’min bile feraset gösterir. Belki buna dair enteresan tarihî örnekleri ya da bilimsel bulguları söyleyemez ama sezgilerinde çok büyük olasılıkla haklı çıkar. Buna karşın, inançsız biri bilgiçliğiyle baskın çıksa da, iddialarının boşa çıktığına zaman içinde kendisi de şahit olur. Çünkü biri Allah’ın nuruyla, ötekisi nefsinin zulmetiyle bakmaktadır.

FERASET VE HÜKÜM 

Peki ferasetin bir sınırı yok mudur? Örneğin, feraset bir ilim gibi görülüp onun üzerine hüküm bina edilebilir mi?

Hemen ifade etmek gerekirse, feraset delil sayılamayacağı için feraset üzerine bir hüküm de bina edilemez. Mesela, mü’min de olsa “Ben ferasetimle şu kişinin kalbinde inkar tohumları taşıdığını görüyorum” diyerek o kişiyi tekfir etmeye yönelemez. Bu konuda Hz. Peygamber’in Üsame’yi “Kalbini yarıp baktın mı?” (es-Sira, VI, 34) diye azarlaması oldukça manidardır. Ayrıca, kendisi de “Ben insanların kalbini açıp bakmak için gönderilmedim” diye buyurmuştur.

O halde, feraset ehli, karşısındaki kimsenin duruşundan, konuşması ve üslubundan nasıl bir insan olduğunu çıkarsa (sezse) bile, bu doğru zanlarını kesin bir delil olarak öne sürme hakkına sahip değillerdir.

Bu konuda icraatta bulunabilmek için Hızır Aleyhisselam gibi gaybî hakikatlere tam bir vukufiyet sahibi olmak gerekir ki, onun bu ilmi de ferasetten ziyade vahyî bir nitelik arz etmektedir. Nitekim, Kehf Suresi’nde Hazreti Musa’ya yaptıklarının izahını yaparken, “Ben bunları kendiliğimden değil, Allah’ın emriyle yaptım” (Kehf, 82) demesi, onun ilminin feraset-üstü bir noktada olduğunu ve âdeta kaderin hükmî tecellileri doğrultusunda istihdam edildiğini göstermesi bakımından oldukça ilginçtir.

Her şeye rağmen, Allah korkusuyla hareket ederek takva dairesi içinde bulunan bir mü’mine Allah’ın hakkı batıldan, doğruyu yanlıştan ayırt edecek bir (sezgi) kabiliyeti vermesi, inananlar açısından çokça şükredilmesi gereken bir husustur.

Mü’minin ferasetinin sakınılacak bir noktaya ulaşmasında iman nuru ve vahiyle birlikte üçüncü önemli unsur ise, takvadır. Nasıl ki ehl-i dünya kalbinde dünyevî ve nefsî menfaatlerinin kaygısını taşıyorsa, mü’minler de kalplerinde Allah korkusu taşırlar. Bu korku ya da kaygı, onları Allah’ın razı olacağı şekilde hareket etmeye, haram ve şüpheli şeylerden sakınmaya, nefsinin arzularını meşru sınırlar içinde tatmin etmeye, maddî ve manevî temizliğe dikkat etmeye, ibadet ve zikirle meşgul olmaya, Peygamber’in (a.s.m.) sünnetine göre yaşamaya yönlendirir. Böylece mü’min, hem nefsinin firavniyetini kırar hem de Allah’ın emir ve yasaklarını kendi nefsi üzerinde tatbik etmekle duygu ve düşünce olarak O’na daha fazla yakınlaşır. Bu mücahede sonucunda mü’minin kalbi, şüphe ve tereddütlerden kurtularak pürüzsüz bir ayna halini alır; ve olaylara ve insanlara Allah’ın baktığı gibi bakmaya başlar ki, “Allah’ın nuruyla bakmak” ifadesinde kastedilen mana budur.

 Ömer Baldık / Moral Dünyası Dergisi