Etiket arşivi: Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

Nurlar Aleyhinde Yapılan İtiraz Ve Hücumlara Nasıl Cevap Vermeli?

NUR TALEBELERİ, GAZETE VE TV’LERDE NURLAR ALEYHİNDE YAPILAN İTİRAZ VE HÜCUMLARA NASIL CEVAP VERMELİ?

 

ÜSTAD’IN TALİMATIYLA 1959 ARALIK AYINDA AĞABEYLERİN NEŞRETTİĞİ MEKTUP BİZE ÖRNEK TEİKİL ETMELİ VE MÜSBET HAREKET TERKEDİLMEMELİDİR

Sene Aralık 1958. İnönü’nün Gazetesi Akis Mecmuası Aralık 1958 sayılarından birinde Bediüzzaman ve Nurlar aleyhinde 5 sayfalık hücum ve hakaret yazısı neşrediyor. Bediüzzaman ve talebeleri cevaplar veriyor. Ancak Kahraman Nur Talebesi Mehmed Kayalar’ın Akis Mecmuasına cevap olmak üzere kaleme aldığı sert üsluplu Manzume Üstad’ın hoşuna gidiyor; ama o zaman neşredilmesine müsbet hareket mesleğine uygun bulmuyor. Üstad’ın talimatıyla Ağabeylerin yazdığı mektup her zaman için Nur talebelerine dersler ihtiva ediyor:

Aziz Sıddık kardeşimiz!

Mustafa Birlik, geçen hafta aleyhte yazan Akis Mecmuasına dair Diyarbakır’daki Yüzbaşı Mehmed Kayalar’a  gönderilen cevabın suretini aşağıya yazıyoruz. Manisa ve lüzum eden yerlerdeki kardeşlerimize okusunlar.

Bismihi Sübhânehû

Aziz Sıddık kardeşimiz!

Bu defa gönderdiğiniz mektubunuz ve Nurlar hakkında yalanlar neşreden Akis Gazetesinin yazısına karşılık yazdığınız manzumenizi aldık.  Üstâdımız okudu. Üstâdımız size ve Risâle-i Nurla alakadara selam ve dua ediyor. Manzumenizi saklarız. İnşaallah bir vakit neşredeceğiz.

Evvela, Nurlar ve müellifi hakkında yalanlar uyduran Mecmuanın neşriyâtının hiç ehem-miyeti yok ve hatta meşgul olmaya dahi değmiyor. Risâle-i Nur müellifi, değil öyle Nur talebelerinin fevc fevc çoğaldığı ve Nur Mecmuaları Ankara’da tam serbestiyetle intişârı zamanında, belki küfr-ü mutlakın ve dalaletin en dehşetli vakitlerinde dahi ehemmiyet ve beş para kıymet vermiyordu. Risâle-i Nur şimdi dört müthiş komitenin belini kırmış; daha bu gibi ehemmiyetsiz neşriyâta ehemmiyet verip gazetede cevaplar vermek onlara ehemmiyet veri-yormuşuz gibi göstermek bu zamana kadar inâyet-i ilahiyye ile muvaffakıyetli hizmetimizin tarzında olmuyor. Hem sizin o havalideki kahramanca hizmetiniz ve fedâkâr arkadaşlarınızla sırr-ı ihlas dairesinde harekâtınız kâfidir ki, bu zamana kadar yaptığınız hizmet ve kazandığınız muvaffakıyyet ile Kur’an ve iman hesabına büyük netâic elde edilmiş ve Risâle-i Nurun himet-i imaniyesi içerisindeki hizmetimiz umum dünyaya bakıyor. Böyle kudsî ve şumullü hizmetin yanında ehemmiyetsiz yalanlara ehemmiyetli bakmak ve meşgul olmaya tenezzül etmiyoruz. Şimdi Ankara’nın Nur Mecmualarını tab’ ve neşr etmesi herşeye cevabdır.

Sâniyen, Akis varakpâresi hücumdan ziyade ancak hakkımızda yalan uydurabilmiş; gazetelerinin fazla satılmasını temin için Nurlar’dan bahsetmiş; kendine revac verdirmek ve ziyade okuyucu’ temin etmek için yazmış. Sizin gibi bir kahramanın o havalide hizmet-i ima-niyee bulunması ve her gece üçyüz kişiye Nur dersini vermesi bizi menfî hareketten müstağni kılıyor.

Hem hatırımıza geldi ki, müsbet olarak hizmet-i imaniyede bulunan hâs Nur talebelerini menfî harekete sevk etmek, bu suretle hizmetlerine zarar vermek planını tatbik eden mason-ların Akis gibi mecmuacıları iğfâl ederek çalışmak ihtimali var.

El-Bâkî hüv’el-Bâkî

Kardeşiniz Tahirî, Zübeyr, Sungur, Ceylan, Bayram.

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

www.NurNet.org

Elleri Bağlı Bir İhtiyara, Ordular Sevkediliyor

Birinci Bölüm: Bu bölümde Bedîüzzaman’ın 24-07-1934/30-5-1935 tarihleri arasında Isparta’da geçirdiği 10 aylık İkinci Isparta hayatını kaleme aldık. Bedîüzzaman Hazretlerinin, Barla’da bütün dünyaya hitap edecek bir Medreset’üz-Zehrâ kurduğunu ve Kemalist rejimin bütün bu olan bitenleri takip ederek onun hakkında planlar hazırladıklarını, hem kendi ifadelerinden ve hem de devletin arşivindeki belgelerden araştırarak ortaya koymaya çalıştık. “Elleri bağlı bir ihtiyâra, ordular sevkediliyor” sözünü tasdik eden belgeleri ve Bedîüzzaman’ı takip için Vilâyetlerle bakanlıklar ve vilâyetlerle vilâyetler ve kazalar arasında yazıları teker teker inceledik.

Bedîüzzaman Hazretleri’nin kullandığı Isparta Muhbir ve Mülhidleri tabirini belgelerle açtık. Bedîüzzaman Hazretleri, gerçi Eskişehir hâdisesinde yaptığı mahkeme müdâfa’alarında, “Isparta muhbirleri veya münafık muhbirler” tabirlerini daha sonra Isparta’daki çok kıymettar, hamiyetkâr talebelerinin hatırı için ta’dil etmiş, umûmî bir tabirle değiştirmiştir. Lâkin hâdisenin başlangıcında Isparta’nın beceriksiz belki kasıtlı MİT muhbirleri, ya münafıklıklarından veya aczlerinden habbeyi kubbe yaparak mes’eleyi yalandan, iftiradan mürekkeb sözlerle şişirmişler ve yanlış değerlendirmelere sebebiyet vermişlerdir. Bunların şu muhbirlerden teşekkül ettiğini ortaya koyduk:

  1. Mustafa Kemal’in Yakın Arkadaşı Hıfzı Nalbantoğlu
  2. CHP İl Teşkilatı ve Halk Evleri
  3. Isparta Erkân-ı Devleti; Vâlîlik, Başsavcılık ve Zabıta Kuvvetleri
  4. Cumhurbaşkanı, Başbakan, Dâhiliye Bakanı ve kısaca Ankara’daki Muhbir ve Mülhidler (Zındıka Komitesi)

Bu bölümde Bedîüzzaman Hazretlerinin nezârete alınması ve tevkifi için çevrilen dolapları ortaya koyduk. Devletin bu gayeyle onu ve kendisini ziyaret edenleri adım adım izlettiğini gördük. Bir tek belgeyi takdim etmek istiyoruz:

Dâhiliye Vekili, 21 Şubat 1935 tarihli resmî yazıyla Isparta Vâlîliğinin, Bedîüzzaman’ın hizmetlerinin engellenmesini emrediyor:

3.cilt

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kemalist hükümetin Bedîüzzaman’ın evini defalarca aradığını belgelerle ortaya koyduk. Bu arada Bedîüzzaman’ın iman ve Kur’ân hizmeti, önü kesilemez bir Nur nehri gibi akmaya devam etmekte ve önüne gelenleri boğacak güce kavuşmuş bulunmaktadır. İster ücrâ bir köye ve isterse en büyük vilâyete sürgün etseler, Kemalist hükümet onun dostlarını ve iman hizmetini durduramamaktadır. Evvela Ankara ve civarına sürgün edilmesi düşünülmüştür. Ancak onlara göre tamamı Türk nüfustan oluşan ve o günün şartları açısından küçük bir çevre olan Kastamonu’ya sürgün etmeye karar vermişlerdir. Hem de Bakanlar Kurulu Kararı ile.

Sonra da 25/4/1935 tarihli Bakanlar Kurulu Kararnâmesi ile ve Mustafa Kemal’in Cumhurbaşkanı olarak verdiği imza ile sürgün kesinleştirilmiştir:

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Artık Nur Talebeleri ve Üstâdları için yeni bir hayat safhası başlamıştır. Polisin Bedîüzzaman ve arkadaşlarını sorgulamaları ve fezlekenin hazırlanması aynı gün gerçekleşmektedir: 25/4/1935. Bedîüzzaman ve arkadaşları evleri aranıp gözaltına alındıktan sonra, hemen polis sorgulaması başlıyor ve ne tesadüftür ki, aynı gün Ankara’da Kastamonu’ya sürgün edilmesi ile alakalı Bakanlar Kurulu Kararnâmesi çıkıyor.

İlk defa Bedîüzzaman ve talebelerinin polis tahkikatı sırasında verdikleri ifadelerini neşrediyoruz. Bedîüzzaman ile birlikte dokuz talebesinin ifadelerini devletin arşivlerinden çıkararak inceledik. Bu arada İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, bir taraftan “Bu bir zâbıta vak’asıdır” diye beyânât verirken diğer taraftan çok sayıda polis özel kuvveti ve jandarma ile gelişini de belgelerle ortaya koyduk:

Dâhiliye Vekili Şükrü Kaya bir an önce Bedîüzzaman’ın takip edilerek Isparta’ya gönderilmesi için teyiden talimatlar vermektedir. Bunu Bedîüzzaman daha sonra şöyle dile getirmektedir.

Şükrü Kaya’nın ne derece asılsız evhama kapılıp garaz ettiğine delil şudur ki: Benim gibi kimsesiz ve üç-dört bîçare arkadaşlarımı mahkemeye vermek için, kendisi Ankara’dan yüz jandarma ve onbeş-yirmi polis beraber alıp, güya Isparta’daki jandarma kuvveti ve bir fırka asker kâfi gelmiyormuş gibi ortalığa bir dehşet vermesidir. Acaba bir tek polisin ve bir tek jandarmanın eli ile yapılacak bir vazifeyi, millete iki-üç bin lira zarar verdirip, sonra tahliye edilen bîçare masumları; Isparta’dan tâ Eskişehir’e beşyüz lira nakliyata sarfettirmek ve o bîçareleri binlerce zararlara uğratmaktan başka, hayat-ı içtimaî arasındaki mevkilerini sarsıntılara düçar etmek gibi mühim hâdiseleri icad etmekle, ne derece Dâhiliye Vekâleti’nin tedvirine ve asayişi temine ve bu bîçare milletin istirahatla çalışmalarına zarar verdiğini gösteriyor. Demek bil’iltizam, hiçten büyük bir hâdiseyi icad etmek garazıyla o vaziyeti göstermiş; habbeyi yüz kubbe yaparak, dâhiliyenin en ziyade sükûnete muhtaç olduğu bir zamanda böyle her tarafı sarsacak bir vaziyeti icad etmek ve kanunsuz kanun namına amel etmek, kanunca mühim bir cürüm yaptığını iddia edip, Şükrü Kaya’nın şahsını, Dâhiliye Vekili olan Şükrü Kaya Bey’e şekva ediyoruz.[1]

Bu arada Isparta Müdde’î-i umûmîsinin 2 Mayıs 1935 tarihinde hazırladığı iddianâmeyi ilk defa gün ışığına çıkarmış bulunuyoruz. Bedîüzzaman ve talebelerinin tevkifi ve cezaevine konması bu İddianâmeye dayandırılmıştı. Ancak Bedîüzzaman ve talebelerinin 8 Mayıs 1935 tarihinde kamyonlarla Eskişehir’e gönderildiği günden bir gün sonra yani 9 Mayıs 1935 tarihinde Mustafa isimli aynı savcı daha geniş bir İddianâme hazırlamış ve Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesine göndermiştir. Elimizde Eskişehir’deki savcının iddianâmesi olmaması sebebiyle, Isparta Savcısının bu iddianâmesinin esas alındığını söylemek mümkündür. Zira itham ve isnadlar, Bedîüzzaman’ın verdiği cevaplarla da uyuşmaktadır. İddianâme gayet açık olduğundan özetlemeye bile ihtiyaç duymuyoruz. Ancak 13. Maddede, Eskişehir Mahkemesinin ceza verme sebebi olarak zikrettiği Tesettür Risâlesine vurgu yapması manidardır.

9 Mayıs 1935 tarihi itibariyle soruşturmanın çevre illere de yayıldığını belgelerle ortaya koyduk ve 120 maznunu ilk defa isimleri, doğum tarihleri ve adresleri ile birlikte açıkladık. Bedîüzzaman ve talebelerinin 8 Mayıs 1935 günü kamyonlarla nasıl Eskişehir’e gönderildiklerini belgelerle açıkladık ve bunları yazarken bazan gözlerimiz yaşardı. Bursa, Afyon, Denizli, Muğla ve benzeri vilâyetlerden maznunların hangi itham ve iftiralarla Eskişehir’e sevk edildiklerini belgelerle ortaya koyduk. Bedîüzzaman’ın şu ifadelerini anlamak için bu çalışmanın yapılmasının zaruret olduğunu gördük:

Beni bu belaya sevkeden gizli komitenin yaptığı tedabir ve ettiği propaganda ve entrikalar bu hali gösteriyor. Çünki hiçbir hâdisede görülmemiş bir tarzda umûmî bir propaganda, bir entrika ve bir dehşet aleyhimize döndüğüne delil şudur ki: Altı aydır yüzbin dostum varken hiçbiri bana bir mektub ya’zamadı, bir selâm gönderemedi. Hükümeti iğfale çalışan entrikacıların ihbaratıyla, Vilâyât-ı Şarkıyeden tâ Vilâyât-ı Garbiyeye kadar her yerde istintaklar, taharriyatlar devam ettiğidir.

İşte bu entrikacıların çevirdikleri plân, benim gibi binler adamı en ağır cezaya çarpacak bir hâdiseye göre tertib edilmiş. Hâlbuki en âdi bir adamın en âdi bir hırsızlığı gibi bir hâdiseyi andıracak bir ceza vaziyetini netice verdi. Yüzonbeş adamdan onbeş masumlara beş-altı ay ceza verildi. Acaba dünyada hiçbir zîakıl, elinde gayet keskin elmas bir kılınç bulunsa, müdhiş bir arslanın veya bir ejderhanın kuyruğuna hafifçe iliştirip kendine musallat eder mi? Eğer maksadı tahaffuz veyahut döğüşmek ise, kılıncı başka yere havale eder.[2]

Bu arada, bütün bu sıkıntılara rağmen Isparta’da telif edilen Nur Risâleleriyle alakalı ayrıntılı bilgi verdik.

 

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

www.NurNet.org

Üçüncü Cildi Takdim Ederken 

 “Arşiv Belgeleri Işığında Bedîüzzaman Said Nursî ve İlmî Şahsiyeti” adlı eserimizin Üçüncü Cildini tamamlamaya muvaffak eden Allah’a hamd ve O’nun şanlı Peygamberi ile ashâbına salat ü selam olsun.

Kitabın bu cildi Bedîüzzaman’ın 1934-1944 yılları arasındaki hayatını ve daha önemlisi de bu dönem Cumhuriyet tarihini doğrudan ilgilendirmektedir. Bedîüzzaman’ın 24.07.1934 günü Isparta’ya getirilişinden 09.08.1944 tarihinde Bakanlar Kurulu kararı ile Afyon Emirdağ’a sürgün edilmesi sebebiyle, Denizli’den ayrılışına kadar geçen kadar geçen hayatı ve mücadelesi hakkında, sağlam kaynaklara ve en önemlisi de doğrudan devletin arşiv belgelerine dayalı bir çalışma olmuştur. Risâle-i Nur Külliyâtından yaptığımız iktibaslar ise, Envar Neşriyâtın yayınları esas alınarak yapılmaya çalışılmıştır.

Kitabın bölümlerine geçmeden evvel üç noktayı açıklamak bizim temel vazifemizdir:

Birinci Nokta: Bedîüzzaman’ın bu hayat dönemini ikiye ayırmak gerekmektedir:

Birinci safha, Kemalist hükümetlerin kendisine musallat olduğu dönemdir. Bu dönemde Mustafa Kemal etkilidir. Çalışmamızın İkinci Cildinde belgelerle ortaya koyduğumuz gibi, 1934 yılından 1936 yılına kadar Mustafa Kemal’in Cumhurbaşkanı olduğu Kemalist hükümet, beş önemli teklif ve tavizlerle Bedîüzzaman’ı yanına çekmek istemiştir. Bedîüzzaman, Mustafa Kemal’e aslâ taviz vermemiştir. Halbuki kuvây-ı milliye lehine Bedîüzzaman gibi çalışan Şeyh Sünusîler, Abdülhâkim Arvasîler ve de Şeyh Şerâfeddinler, Mustafa Kemal’in aldatmacalarına aldanarak onun yanında çalışmışlar ve hatta bunlardan bazıları Bedîüzzaman ve Risâle-i Nur’u çürütmek için Mustafa Kemal’in siyâsetine âlet olmuşlardır.

Bir zaman sonra Mustafa Kemal iki defa şifre ile Van Vilâyetinin eski vâlîsi ve benim dostum Tahsin Bey’in vasıtasıyla beni -neşredilen Hutuvât-ı Sitte’ye mükâfaten taltif için- Ankara’ya celb etti, gittim. Şeyh Sünusî Kürdçe lisanı bilmediğinden beni onun yerinde üçyüz lira maaşla Vilâyât-ı Şarkıye vaiz-i umûmîsi, hem meb’us, hem diyânet riyâseti dairesinde Dâr’ül Hikmet a’zalarıyla beraber eski vazifem ile memnun etmek ve benim Van’da temelini attığım Medreset-üz Zehra ve şark Dâr’ül fünunuma Sultan Reşad’ın verdiği ondokuz bin altun lira -ikiyüz meb’us içinde yüzaltmışüç meb’usun imzasıyla- yüzellibin banknota iblağ edilerek kabul edildiği halde; ben Beşinci Şu’a aslının verdiği haberin bir kısmını, orada bir adamda gördüm. Mecburiyetle o çok ehemmiyetli vazifeleri bıraktım. Ve bu adamla başa çıkılmaz, mukabele edilmez diye, dünyayı ve siyâseti ve hayat-ı içtimaiyeyi terk edip yalnız imanı kurtarmak yolunda vaktimi sarfettim.[1]

İkinci safha ise Milli Şef hükümetleri dönemidir. 1936 yılının başından 1944 yılının Ağustos ayına kadar da Milli Şef hükümetleri, Bedîüzzaman’ı ortadan kaldırmağa çalışmıştır.

Her iki dönemde de, devletin bütün imkânları kullanılarak adlî, askerî ve siyasî baskılarla Bedîüzzaman bir taraftan susturulmaya çalışılırken; diğer taraftan defalarca zehirlenerek, soğuk ve yaşanması zor tecrid odalarında tutularak, karakolların karşısında ikamet ettirilip defalarca evi aranarak ve en önemlisi onun hayat damarı olan talebeleriyle muhaberesi ve Nur hizmetlerini sekteye uğratmaya çalışarak psikolojik ve fizikî baskılara maruz bırakılmıştır.

Bütün bu baskılar Nur hizmetini durduramayınca, bu sefer Müslümanlar nezdinde makbul bazı şeyhleri ve âlimleri Bedîüzzaman’ın aleyhinde kullanarak Nurların ehl-i iman nezdindeki tesirini kırmaya çalışmışlardır. Mustafa Kemal virüsünden kurtulamayan bu gruba iki önemli misal vermek gerekmektedir. Yani Kemalist Rejim, Bedîüzzaman’ı adlî, askerî ve mülkî tedbirlerle bertaraf edemeyince, yen bir yol denemişlerdir. O da yanlarına çekebildikleri, dîn âlimleri ve bazı şeyhler vasıtasıyla, Bedîüzzaman’ın ilmî itibarını çürütmek ve Risâle-i Nurlara itiraz oklarını atmaktır.

Birincisi, Şeyh Şerâfeddin’dir ki, Eskişehir Hapsinde istismar edilmiştir. Bu zatı 120 kişilik nur maznunları ile birlikte göstermelik bir şekilde Eskişehir hapsine atan rejimin ana hedefi, Nur Talebelerini kandırarak Bedîüzzaman’dan ayrımaktır. Bedîüzzaman’ı tek hücrede tecrid eden rejim, onu kırk kişilik Nur Talebelerinin bulunduğu koğuşa koymuş ve sonra da tahliye etmiştir. Onun müridlerinden olan Şeyh Nazım Kıbrısî’nin Mustafa Kemal sevgisi ve Nurlara dil uzatması bu hâdiseye dayanmaktadır.

İkincisi ise, Eskişehir Hapsinin meyvesi olan ve 1936 yılında telif edilen 33 Kur’ân âyetinin Nurlar’a işârî olarak işâretini açıklayan Birinci Şu’a’yı vesile yapan ve Mustafa Kemal’e yakınlığı ile bilinen Seyyid Abdülhâkim Arvasî, şuursuzca Bedîüzzaman’a itiraz eylemiş ve onun müridleri, kısmen de olsa, bu itirazda kendisini takip etmişlerdir. Necip Fazıl’ın ve son zamanlarda Osman Ünlü adlı bir biçarenin itirazlara buna dayanmaktadır.[2]

İkinci nokta ise, Bedîüzzaman’ın bütün bu baskılara ve zulümlere karşı Kemalist hükümetlere ve Milli Şef hükümetlerine karşı takındığı tavır ve muhâlefet tarzıdır. Evvela onun asıl tavrını ortaya koyalım: ilmî muhâlefet

Evet ben, neseben ve hayatça avam tabakasındanım. Ve meşreben ve fikren “müsâvât-ı hukuk” mesleğini kabul edenlerdenim. Ve şefkaten ve İslâmiyetten gelen sırr-ı adalet ile, burjuva denilen tabaka-i havâssın istibdad ve tahakkümlerine karşı eskiden beri muhâlefetle çalışanlardanım. Onun için bütün kuvvetimle adalet-i tâmme lehinde, zulüm ve tagallübün ve tahakküm ve istibdadın aleyhindeyim.

İşte ey ehl-i dünya! Dünyanıza hiç karışmadığım ve prensiplerinizle hiçbir cihet-i temasım bulunmadığı ve dokuz sene esaretteki bu hayatımın şehadetiyle yeniden dünyaya karışmaya hiçbir niyet ve arzum yokken, bana eski bir mütegallib ve daima fırsatı bekleyen ve fikr-i istibdad ve tahakkümü taşıyan bir adam gibi yapılan bunca tarassud ve tazyikiniz, hangi kanun iledir? Hangi maslahat iledir? Dünyada hiçbir hükümet böyle fevk-al kanun ve hiçbir ferdin tasvibine mazhar olmayan bir muameleye müsaade etmediği halde; bana karşı yapılan bu kadar bed muamelelere, yalnız değil benim küsmem, belki eğer bilse nev’-i beşer küser, belki kâinat küsüyor! [3]

Bedîüzzaman’a göre muhâlefet iki kısımdır: Birincisi, ilmen ve fikren muhâlefetdir ki, Bedîüzzaman bu muhâlefeti yapmaktan asla geri durmamıştır. İkincisi ise, siyâseten ve kuvvetle muhâlefettir ki, bunun yolları siyasî parti kurmak yahut isyan etmektir ki, Bedîüzzaman bütün hayatı boyunca müsbet hareketi tercih ederek bu yolun caiz olmadığını her zaman haykırmıştır.

Bir şeyi reddetmek ayrıdır, kalben kabul etmemek ayrıdır… Ve amel etmemek bütün bütün ayrıdır. Ehl-i hükümet ele bakar, kalbe bakmaz. İdare ve asayişe ilişmeyen şiddetli muhalifler her hükümette bulunur. Hatta Hazret-i Ömer’in (R.A.) taht-ı hâkimiyetindeki Hıristiyanlar, kanun-u şeriatı ve Kur’ânı inkâr ve Peygamber Aleyhissalatü vesselam’a adavet ettikleri halde onlara ilişmiyordu. Hürriyet-i fikir ve serbestiyet-i vicdan düsturu ile Risâle-i Nur’un bir kısım şakirdleri idareye dokunmamak şartıyla, rejim ve usulünüzü ilmen kabul etmezse ve muhalif âmel etse, hatta rejimin sahibine adavet de etse, onlara kanunen ilişilmez.

Eğer başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa, her gün biri kesilse; hakikat-ı Kur’âna feda olan bu başı, zındıkaya ve küfr-ü mutlaka eğmem. Ve bu hizmet-i İmaniye ve nuriyeden vazgeçmem ve geçemem.[4]

Bedîüzzaman’ın siyâsetle olan münasebetlerini ve muhâlefet anlayışını şu ifadeleri en güzel şekilde ortaya koymaktadır:

“Ne için siyâsetten çekildin? Hiç yanaşmıyorsun?”

Elcevab: Dokuz-on sene evveldeki Eski Said, bir mikdar siyâsete girdi. Belki siyâset vasıtasıyla dine ve ilme hizmet edeceğim diye beyhude yoruldu.. ve gördü ki; o yol meşkuk ve müşkilâtlı ve bana nisbeten fuzuliyane, hem en lüzumlu hizmete mani ve hatarlı bir yoldur. Çoğu yalancılık ve bilmeyerek ecnebi parmağına âlet olmak ihtimali var.

Hem siyâsete giren, ya muvafık olur veya muhalif olur.

Eğer muvafık olsa; madem memur ve meb’us değilim, o halde siyâsetçilik bana fuzulî ve malayani bir şeydir. Bana ihtiyaç yok ki, beyhude karışayım.

Eğer muhalif siyâsete girsem, ya fikirle veya kuvvetle karışacağımEğer kuvvet ile ve hâdise çıkarmak ile muhâlefet etsem, husulü meşkûk bir maksad için binler günaha girmek ihtimali var. Birinin yüzünden çoklar belaya düşer. Hem on ihtimalden bir-iki ihtimale binaen günahlara girmek, masumları günaha atmak; vicdanım kabul etmiyor diye Eski Said, sigara ile beraber gazeteleri ve siyâseti ve sohbet-i dünyeviye-i siyasiyeyi terketti.

Buna kat’î şahid, o vakitten beri sekiz senedir birtek gazete ne okudum ve ne dinledim. Okuduğumu ve dinlediğimi, biri çıksın söylesin. Halbuki sekiz sene evvel, günde belki sekiz gazete Eski Said okuyordu. Hem beş senedir bütün dikkat ile benim halime nezaret ediliyor. Siyâsetvari bir tereşşuh gören söylesin. Halbuki benim gibi asabî ve اِنَّمَا الْحِيلَةُ فِى تَرْكِ الْحِيَلِ düsturuyla, en büyük hileyi hilesizlikte bulan pervasız, alâkasız bir insanın, değil sekiz sene, sekiz gün bir fikri gizli kalmaz. Siyâsete iştihası ve arzusu olsaydı; tedkikata, taharriyata lüzum bırakmayarak top güllesi gibi sadâ verecekti.[5]

Üçüncü nokta, Genel Bilgiler başlığı altında iki önemli konuyu özetledik. Birincisi, 1934-1944 yılları arasında başta Isparta, Kastamonu ve Denizli olmak üzere Bedîüzzaman ve davasını ilgilendiren coğrafî bölgelerin mülkî âmirlerini ve devletin önemli erkânını anlattık. Ta ki, Bedîüzzaman’ın hayatı ile alakalı meselelerin hangi makam tarafından yürütüldüğünü araştırmacı daha rahat kavrayabilsin. İkincisi, arşiv belgelerine dayanarak ve kendi bilgilerimizi de ilave ederek, Bedîüzzaman ve Nurlar ile alakalı açılan davaların; Bedîüzzaman’ın ikametgâhında yapılan aramaların ve nihâyet Bedîüzzaman’ın ne zaman ve nereye seyahat ettiğinin kronolojik tarihini takdim eyledik.

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

www.NurNet.org

Rahmet Okumanın Hassaslığı; Bediüzzaman Ve Fevzi Çakmak

Mustafa Fevzi Çakmak (12 Ocak 1876, İstanbul – 10 Nisan 1950, İstanbul), Osmanlı paşası ve Türkiye’nin ikinci ve son mareşalidir. Türkiye’nin Mustafa Kemal Paşa’dan sonraki ikinci mareşalı, ilk Milli Savunma Bakanı ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin cumhuriyet dönemindeki ilk genelkurmay başkanıdır. Ömrü boyunca Mustafa Kemal’in Genelkurmay Başkanlığını yapmıştır. Ayrıca kendisi beş vakit namazını kılan dindar bir askerdir.

Ancak Mustafa Kemal’in yaptığı bütün manevi tahribatın yanında yer almış ve hatta dindarlığı sebebiyle millet ile aralarında paratoner görevini ifa etmiştir.

Bütün bunlara rağmen Zındıka Komitesinin dört reisinden üçüncüsü olmaktan kurtulamamıştır. İşte Allah rahmet etsin hatırası.

Sene 1950’dir ve Bediüzzaman Emirdağ’da ikinci hayat safhasını yaşamaktadır. Tahiri Mutlu Ağabey İstanbul’da Nur’un neşriyatı ile meşguldür. Gerisini Mustafa Sungur Ağabey’den dinleyelim:

Bir gün Tahiri Mutlu Ağabey İstanbul’dan geldi. Emirdağ’da Üstad’ın yanına girince, Üstadımızın ilk sorusu şu odu:

–        Tahir Kardeşim, ahvâl-i âlemde ne var ne yok?

Bu soru üzerine Tahiri Ağabey:

–        Üstadım! Fevzi Çakmak Hazretleri vefat eyledi. Üstad hiç cevap vermedi ve sustu. Tahiri Ağabey tekrar:

–        Üstadım! Fevzi Çakmak Hazretleri vefat eyledi. Üstad yine hiç cevap vermedi ve sustu. Tahiri Ağabey tekrar:

–        Üstadım! Fevzi Çakmak Hazretleri vefat eyledi.

Üçüncüden sonra söyledikleri bizleri şaşırtmıştı:

–        Kardeşim, beni zorlama, “Allah rahmet eylesin” diyemiyorum.

Çünkü Fevzi Çakmak, dindarlığına rağmen yapılan manevî tahribatların ortağı olmuştu.

 

Şimdi burada bazı gerçekleri anlatmak gerekmektedir:

Osmanlıdan beri ölen insanlarla alakalı bazı prensipler bulunmaktadır:

1)    Eğer vefat eden gayr-ı Müslim ise genelde “Allah toprağını bol eylesin” denilir. Bu cümleyi Nur’un kahramanı Abdülkadir Badıllı hakkında söyleyenleri telin ediyorum.

2)    Eğer vefat eden Müslüman ancak açıktan zalim ve itikadı bozuk ise “Allah lanet eylesin” denilir.

3)    Eğer vefat eden Müslüman ve ama günahkâr birisi ise “Allah taksiratını affetsin” denilir. Bu cümle genel manada da söylenilebilir.

İlk ikisi bedduadır ve kötü konuşmaktır. Ölülerimiz hakkında kötü konuşmama emri bunlar için geçerlidir.  Ancak “Allah rahmet etsin” bir duadır. Duayı isteyen istediğine yapar.

Kaldı ki, Allah’ın rahmeti geniştir. Kimsenin tekelinde de değildir.

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

www.NurNet.org

“Arşiv Belgeleri Işığında Dahiliye Nezareti Tarihi” Kitabı Neşredildi!

Yeni Zelanda’lı bir devlet adamı, İçişleri Bakanlığı için “mülkî idâredeki bölümlerin anası = the mother of all departments” vasıflandırmasını yapmıştır. Gerçekten de öyledir. Zaten günümüzde İçişleri Bakanlığının mülkî idâre arasındaki yerini ve önemini kimse tartışamaz. Ancak bakanlık şeklindeki teşkîlâtlanma, insanlık tarihi açısından yeni sayılabilir. Bu demek değildir ki, devlet mekanizması içinde içişleri bakanlığının fonksiyonlarını ifa eden kurumlar, mülkî idâre tarihinde mevcut olmamıştır.

Tarih boyu farklı devletlerde ve muhtelif idâre şekillerinde bu makâmın karşılığı bulunmuştur. Fakat bakanlık şeklindeki teşkîlâtlanma yenidir ve farklı ülkelerde muhtelif şekillerde kendini göstermiştir. Bazı ülkelerde Ülke Güvenliği Sekreterliği (The Department of the Home Land Security) adı altında (Amerika gibi), bazı devletlerde Adâlet Bakanlığı (Ministry of Justice) çatısı altında (yine Amerika’da ve Filipinlerde olduğu gibi) ve çoğu ülkelerde de doğrudan İçişleri Bakanlığı (Interior Ministery yahut Ministery of Internal Affairs) adıyla vücut bulmuştur. Adâlet Bakanlığı ile İçişleri Bakanlığının aynı çatı altında birleştirildiği (Ministry of Interior and Justice) devletler de bulunmaktadır (Hollanda kısmen böyledir).  Osmanlı Devletinde ise, II. Mahmud ile bakanlık teşkîlâtı Batı’dan taklit edilmeye başlanınca, Umûr-ı Mülkiye Nezâreti ve Dâhiliye Nezâreti ünvanları kullanılmıştır. Cumhuiyet döneminde bu tabir, evvela Dâhiliye Vekâleti ve sonra da İçişleri Bakanlığına çevrilmiştir.

İçişleri Bakanlığının teşkîlâtlanma şekli ve ismi kadar, kuruluş zamanları ve tarihleri de, devletlere göre farklılık arzetmektedir. Ancak bakanlık tarzındaki teşkîlâtlanma XVIII. yüzyılın sonuna doğru başlamıştır. Çoğunlukla farklı devletlerdeki bakanlık teşkîlâtları, XIX. yüzyılın içinde gerçekleşmiştir. Birleşik Krallıkta Home Office’in kuruluşu 27 Mart 1782’dedir; Rusya’da bu tarih 28 Mart 1802’dir; Almanya’da ise 1870’li yılları beklemek gerekmektedir.

Önemle ifade edelim ki, genç nesillerin önemli bir kısmı bilmese de, bizim tarihimiz her konuda olduğu gibi bu konuda da ilklerle ve imtiyâzlı idarî gelişmelerle doludur. Osmanlı Devleti, en uzun ömürlü Müslüman Türk devletidir ve Türkiye Cumhuriyetinin selefi olması hasebiyle Türk mülkî tarihi açısından birinci derecede önemi haizdir. Osmanlı Devletinin bu konudaki zenginliği üç sebepten ileri gelmektedir:

Birincisi, Emevi Devleti ve Abbasi Devleti zamanında şekillenen İslam mülkî idâresinin temel esaslarını, isim ve teşkîlâtlanma tarzı farklı da olsa taklid etmiş olmasıdır.

İkincisi ise, tarih boyu Hun, Göktürk ve elbetteki kendileri gibi Müslüman olan Selçuklu Devleti gibi büyük devletler kuran Türk mülkî idâresinin mirasçısı olmalarıdır.

Üçüncü bir zenginlik de, komplekse düşmeden Bizans yahut başka devletlerdeki iyi çalışan devlet mekanizmalarından istifade edebilme vizyonudur.

Vurgulamakta yarar görüyoruz ki, bizde İçişleri Bakanlığının tarihçesi, asla 1836 tarihi ile başlatılamaz. Farklı isimler altında da olsa, bütün Müslüman Türk devletlerinde ve özellikle de Osmanlı devletinde mülkî idârenin temelleri çok eski tarihlere uzanmaktadır. Şu anda Osmanlı Arşivinde bu mülkî idârelerle alakalı yüzbinlerce evrak bulunmaktadır. İşte bu eser, tarihimiz boyunca ve husûsan Osmanlı Devletindeki içişlerine dair kurum ve kuruluşları, temel kaynaklar ve arşiv belgeleri ışığında incelemek gayesiyle kaleme alınmıştır.

Kitâbımızda yer verdiğimiz bilgilerin bir kısmı elbetteki elde mevcut kaynaklarda ve hatta web sayfalarında dahi bulunabilir. Ancak bu kitâp mevcut bilgileri belgelendirme ve bilinmeyen husûsları ortaya çıkarma noktasında bir ilk sayılabilir.

Her meselede olduğu gibi, İçişleri Bakanlığının kuruluşu konusunda da, arşiv belgelerinin ortaya koyduğu gerçeklerden farklı şeyleri biliyoruz. Çünkü yıllardır eğitim müesseselerinde anlatılan bu teşkîlâta ait bilgilerin çoğu, sadece Batı hukûk tarihi yahut Tanzîmât sonrası tarihimiz açısından doğru olanı yansıtmaktadır. Bizim tarihimizdeki İçişleri teşkîlâtı, kaynaklarda 1836 tarihinde başlatılmaktadır. Hâlbuki İçişleri Bakanlığının tarihini bu tarih ile başlatmak tamamen yanlıştır. Zira İçişleri Bakanlığı (Umûr-ı Mülkiye Nezâreti), daha önceki benzeri kurumların devamıdır ve bu tarihden önce de bu tür müesseseler vardır. O kadar ki, Fâtih Sultân Mehmed’in Kânûnnâme-i Osmânîsinde, tam sadâret kethudâsı makâmını karşılamasa da, bazı fonksiyonlarını ifa eden kapucular kethudâsı diye geçen bu makâmın (kapucılar kethüdasının) protokoldeki yeri de belirlenmiştir:

5. Ve ağalardan yeniçeri ağası sâir ağaların büyüğüdür. Baş yeniçeri ağası, anın altına mîr-i alem, anın altına kapucıbaşı, anın altına mîrahûr, hâlâ mîrahûr Devlet-i Pâdişahîde iki olmuşdur. Mîrahûr-ı sânî altına çakırcıbaşı, anın altına çaşnigîrbaşı, anın altına sipâhi oğlanları ağası, altına silahdârlar ağası, altına sâir bölük ağaları, anların altına çavuşbaşı, anın altına kapucılar kethudâsı, anın altına cebecibaşı, anın altına helvacıbaşı ve anın altına topçubaşı oturur.

İşte bütün bu sebeplerle, İçişleri Bakanı ve Müsteşârı seviyesinde böyle bir kitâbın ve hatta daha kapsamlı bir çalışmanın yapılması husûsunda yeterli istek ve irâde mevcut idi. Ancak daha önceki teşebbüsler akim kalınca, kader-i ilahî bizi, İçişleri Müsteşârı Seyfullah Hacımüftüoğlu ile karşılaştırdı ve ilk buluşmamızda bu konu gündeme geldi. Hem rektörlük gibi ağır bir idarî yük ve hem de diğer ilmî araştırmalarımın ağırlığı beni yormasına rağmen, ben kıymetli Müsteşârımızı kıramadım ve İçişleri Bakanlığının Osmanlı Dönemi kısmını üstlendim. Umarım bu çalışma, genç mülkiyelilere ve araştırmacılara anahtarlık vazifesini yapar ve onlar da projeyi geliştirir ve hatalarımızı tashih ederler.

Bu arada ifade etmemiz gereken önemli ve sevindirici bir nokta daha vardır. Genç araştırmacılar, özellikle Osmanlı Dönemine ait her mesele hakkında yüksek lisans ve doktora tezleri hazırlamakta ve kıymetli tarihçiler bu konuda yeni yeni eserler kaleme almaktadırlar. Bunlardan önemli ölçüde biz de istifade ettik ve hatta bu araştırmalardan bazı başlıkları özetleyerek ve kaynak vererek kitabımıza aldık. Bunlar arasında özellikle Sinan Kuneralp’ın kaleme aldığı Son Dönem Osmanlı Erkan ve Ricali (1839 – 1922) Prosopografik Rehber adlı eser; Ali Sönmez Bey’in doktora tezi olarak hazırladığı Zabtiye Teşkîlâtının Kuruluşu ve Gelişimi ünvanlı araştırma; Muzaffer Doğan’ın Sadâret Kethüdalığı: (1730-1836) isimli eseri ve Sâlim Aydüz’ün Tophâne-i Âmire ve Top Döküm Teknolojisi isimli Türk Tarih Kurumu tarafından neşredilen kitabı, mutlaka zikredilmesi gereken kaynaklar arasında yer almaktadır. Bu eserlerden sonuncusu hariç maalesef geriye kalanları kütüphane raflarında basılmayı beklemektedir ve ümit ederiz ki, bir gün basılarak ilim âleminin istifadesine mutlaka sunulur.

Burada bir de teşekkür edilmesi gereken hayatî bazı yayınları daha hatırlatalım. Kıymetli Arşivci Seyit Ali Kahraman ve değerli yayıncı Nuri Akbayar tarafından yeniden düzenlenerek neşredilen Mehmed Süreyya’nın Sicill-i Osmânî adlı muhalled eseri, Tarih Vakfı tarafından bütün araştırmacıların hizmetine yeniden tanzim edilerek sunulmuştur. Yani bizim işimizi kolaylaştırmışlardır. Bu arada Osmanlı Arşivinin yayınladığı muhalled eserler de unutulmamalıdır ki, Osmanlı Arşiv Rehberi bunların başında gelmektedir.

Yukarıda açıklanan sebeplerle, kitâbı beş ana bölüme ayırdık:

Birinci Bölümde, konunun daha iyi anlaşılabilmesi için Osmanlı Devletindeki mülkî idârenin anahatlarını özetledik. Elbetteki Dîvân-ı Hümâyûnu, buna katılan üyeleri, ve sadâret makâmını bilmeden 1836 yılına kadar İçişleri Bakanlığının fonksiyonlarını ifa eden Sadâret Kethudâlığı anlaşılamazdı. Şunu hatırlatalım ki, bu bölümde anlatılan Osmanlı mülkî idâresinin ana hatları, diğer bölümler için bir çeşit alfabe hükmündedir. Zira dîvân-ı hümâyûn, bostancıbaşı, nişancı, defterdâr, çavuşbaşı, sadâret ve benzeri kavramları bilmeden kitabımızın diğer bölümlerini anlamak ve takip etmek mümkün değildir.

İkinci Bölümde, kitâbın ana temelini oluşturan Dâhiliye Teşkîlâtının tarihî gelişimini anlattık. Osmanlı Devletinden önceki Müslüman devletlerde ve Selçuklular gibi Türk devletlerinde bu vazifeyi ifa eden hâciplik ve polis teşkîlâtı demek olan şihne kurumunu özetledik. Daha sonra Fâtih Kânûnnâmesinde yer almasından ta 1836 yılına kadar Osmanlı içişleri bakanlığı diyebileceğimiz Sadâret Kethudâlığı üzerinde durduk. Bunların tayinleri, ma’âşları, seçimlerinde riâyet edilen husûslar ve azilleri konusunda, kanaatimizce yeterli bilgi ve belge sunmaya gayret gösterdik. Bu konudaki araştırmalardan elimizden geldiği kadar istifade etmeye çalıştık.

Bu dönemde görev yapan sadâret kethudâlarının tamamının hayat hikâyesini bu kitaba almak mümkün idi. Ancak bu kitabın muhtevasını lüzumsuz yere arttıracağından, biz nümune olsun diye bazı sadâret kethudâlarının hayatlarını özetle vermeye çalıştık. Özellikle Nevşehirli İbrahim Paşa döneminden sonra, kethudâlar İrâde-i Seniyye ile tayin edildiğinden bu döneme ayrı bir önem verdik. 1836 yılına kadar uzanan bu süre içinde vazife yapmış sadâret kethudâlarının listelerini ve dipnotlar halinde çoğunluğunun hayat hikâyelerini ve şahsî vasıflarını eserimize dercetmeye çalıştık. Ulaştığımız en önemli netice, Hâriciye Nezâreti demek olan reisülküttâblık ile Dâhiliye Nezâretini karşılayan sadâret kethudâlığı konusunda, makama gelen şahsiyetlerin, ilmî ve idârî kabiliyet ve dirâyetleri ile tecrübeleri husûsunda atbaşı gitmeleridir. Yani Osmanlı Devleti sadâret kethudâlığı makamını temel görevler arasında kabul etmiş ve bu makama gelenlerin tamamının hayat hikâyeleri ve me’mûriyet safhalarını arşiv belgeleriyle tesbit eylemiştir.

Üçüncü Bölümde, Batıdaki idarî reformlardan etkilenerek onları taklide çalışan II. Mahmud döneminde başlayan hareketli ve istikrarsız İçişleri Bakanlığı teşkîlâtını, bütün yönleriyle ve belgelerle ortaya koymaya çalıştık. 1836 tarihinde Sadâret Kethudâlığı yerine kurulan ve bir tek bakanla (Pertev Paşa) devam edebilen kısa süreli Umûr-ı Mülkiye Nezâretinin kuruluşu ile alakalı fermân ve hükümler; 1837 yılında bu ismin Dâhiliye Nezâretine çevrilmesi, sonradan yine ilgası ve ikinci kuruluşla alakalı bilgiler ve belgeler; 1869 tarihinde Dâhiliye Nezâretinin tekrar iadesine ve kısa zaman sonra tekrar ilgasına dair gerçekler ve nihayet 1877 yılında yeniden kurulan Dâhiliye Nezâretinin Cumhuriyete kadar devam eden teşkîlâtına ait bilgi ve belgeleri ayrıntılarıyla inceledik.

Bu bölümde Dâhiliye Nezâretine tayin edilen bütün şahsiyetler hakkında bilgi verdik ve Osmanlı döneminde çıkarılan mecmû’aları ve gazeteleri mümkün mertebe tarayarak fotoğraflarını, birisi hariç, kitaba koymaya muvaffak olduk. En önemlisi de Dâhiliye Nezâreti ile alakalı Osmanlı Arşiv belgelerinin tasnifini ve kısa bilgilerini ihmal etmemeye çalıştık. Dâhiliye Nâzırlarının tamamının hayat hikâyesini kitabımıza aldık; ancak dâhiliye nâzırı demek olan sadâret müsteşârlarının hayatlarına da önemli ölçüde değindik.

Şunu itiraf edelim ki, Dâhiliye Müsteşârlarının tam bir listesini verdiğimiz söylenemez. Ancak Osmanlı Arşiv belgeleri arasında bulduğumuz kadarıyla kitaba almaya gayret gösterdik.

Dördüncü Bölümde ise, Osmanlı Devletinde Dâhiliye Nezâretine yardımcı olan yahut onun bazı fonksiyonlarını tarih boyunca ifa eden bazı idârî ve mülkî kuruluşları inceledik. Bunlar arasında ihtisâb teşkîlâtı demek olan belediyeleri; asırlarca İstanbul’un güvenliğinden sorumlu olan Yeniçeri Teşkîlâtı ve bunun yerini alan Makâm-ı Seraskerîyi; Emniyet Teşkîlâtının kısmen de olsa karşılığı olan Subaşılık, Asesbaşılık ve Çavuşbaşılık gibi teşkîlâtları ve bunların Tanzîmât sonrası yeni şekilleri olan De’âvî Nezâreti, Tophâne Müşîriyeti ve Nezâreti, Zabtiye Müşîriyeti ve Nezâreti hakkında doyurucu bilgiler vermeye çalıştık ve kuruluş belgelerini açıkladık.

Burada zikretmemiz gereken bir nokta da şudur: Polis teşkilâtının bu adla kuruluş ve ilk nizâmnâmesinin hazırlanış tarihi 1845 olduğunda şüphe yoktur. Ancak aynı şey Jandarmanın bilinen kuruluş tarihi için geçerli değildir. Bu zamana kadar Jandarma Teşkilâtının kuruluşu 1869 yılına bilinmekte ve asâkir-i zabtiye ilk jandarma olarak değerlendirilmektedir. Bize göre Jandarma Teşkilâtının aynı isimle kuruluşu Sadrazam Said Paşa zamanına yani 1880 yılında ilk Nizâmnâmenin hazırlanışı ve ilk Jandarma Umum Kumandanının tayin edilişi zamanına rastlar. Sadrazam Said Paşa’nın Jandarma adıyla kolluk kuvveti kurulması emri ise, 1979 yılına rastlamaktadır. Ancak asâkir-i zabtiye terimini jandarma olarak yorumlarsanız, 1869 yılı da doğrulanmış olur.

Beşinci ve son bölümde ise, Osmanlı Devletinde ve özellikle de Tanzîmât sonrası vücuda getirilen Dâhiliye mevzuatının temel düzenlemelerini kitâbımıza almaya karar verdik. Ayrıca Zabtiye ve Asâkir-i Zabtiye, Polis ve Jandarma ile alakalı nizâmnâme ve talimâtları da yayına hazırladık. Bunların bazıları yayınlanmaya çalışılmış ise de, bazan yarıya yakını ilmî hatalarla dolu olduğunu esefle müşâhede eyledik. Bu kitabın aynı zamanda kısa da olsa bir Jandarma ve Polis teşkilâtları tarihi olması bizi sevindirmiştir.

Not: Eseri hazırlamaya teşvik eden Seyfullah Hacımüftüoğlu’na; Takdim yazarak bizi şereflendiren Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’a; İçişleri Bakanımız Efgan Ala bey’e; Eserin çıkması için adım adım çalışmalarımı takip eden Selim Çapar bey’e; Türk İdari Araştırmaları Vakfı’na ve Finansör olan Türk Hava Yolları’na teşekkürlerimi arz ediyorum.

Prof. Dr. Ahmed Akgunduz

Rector & President

Islamitische Universiteit Rotterdam

Bergsingel 135, 3037 GC Rotterdam

T +31 (0)10 485 47 21

F +31 (0)10 484 31 47

E akgunduz@iur.nl; I www.islamicuniversity.nl

facebook.com/Prof. AhmetAkgunduz; twitter.com/AhmetAkgunduz