Etiket arşivi: Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

Lozan Andlaşması, Bedîüzzaman’ın Tepkileri ve Haim Nahum

Bedîüzzaman Hazretleri, bu andlaşmanın, Mustafa Kemal ve İsmet İnönü ile İngiliz Hükümeti arasında yapılan gizli pazarlıklar ve Türkiye’nin ma’nevî alanlarda (hilâfetin kaldırılması, Latin Harflerinin kabulü ve benzeri meseleler) yaptıkları pazarlıklar ve verilen tavizler sonucunda olduğuna inananlardandır. Bütün taviz görüşmelerini gayr-i Müslimler adına Türk Hükümeti ile pazarlıkları İngiliz Hükümeti ve eski Başhaham Haim Nahum yürütmüştür.
Türkiye’yi Dışişleri Bakanı İsmet İnönü başkanlığında Sosyal Güvenlik Bakanı Rıza Nur ve Trabzon Milletvekili Hasan Saka’dan oluşan bir heyet temsil etti. İnönü başkanlığındaki heyetin, savaştan galip ayrılmamıza rağmen verdiği tavizler ve gösterdiği diplomasi zaafları nedeniyle kaybettiğimiz önemli topraklar ile ekonomik kayıplar verdik.

4 Şubat 1923, Pazar akşamüstü, Lozan’da görüşmeler çıkmaza girmiş, barış konferansı kesintiye uğramıştır. Görüşmeler sırasında İngiltere, Fransa ve İtalya’ya büyük tavizler veren İsmet Paşa, kaldığı otelin lobisinde Türk ve yabancı gazetecilere düzenlediği basın toplantısında diyor ki: “Büyük fedakârlıklar yaptım, her şeyi kabul ettim…”.

Bedîüzzaman’ın şu ifadeleri öncelikle önemlidir:

Nur’un bir mahrem parçası şimdiki zaman tamamıyla tayin ettiği bir hadîsin hakikatını tefsir bahsinde, şeflerin başı Lozan Muahedesinde hiçbir zaman hiçbir Müslüman hakikî Türk’ü, hiçbir Nasraniyete ve Yahudiliğe ve başka dine girmeyen ve İslâm kahramanları olan Türkler’i Protestan yapmağa malûm hahambaşı ile ittifak ederek re’y veren o adam, bütün ulemâ-yı İslâm’ın “Cevazı yok” diye ittifaken hükmettikleri halde, on cihetle kanunlarla onu bütün bu vatandaki masum Müslümanlara cebren giydirdiği ve tarih-i beşerde bu çeşit ma-nasız acib bir cebr-i umumî yapmak ve hiçbir kanuna uymayan keyfî kanun namına kanun ile onu bu millet-i İslâmiyeye cebren giydirmek; elbette o adam, o Lozan Muahedesinde verdiği dehşetli fikrini isbat etmiş ki, Din-i İslâm’a gayet muzır olarak hadîsin haber verdiği adam bu zamanda o şeftir.
Bizim en mühim suçumuz, Risâle-i Nur’un mahrem bir parçasında elli sene evvel bir hadîsin tefsirinde, cebrî kanunlarla şapkayı giydiren ve Din-i İslâm’ı bu mübarek Türk Milletinden kaldırmak için Lozan Muahedesinde söz veren ve pek şiddetli ve dehşetli hücumlarına rağmen hiçbir hakikî Müslüman-Türk’ü protestan yapamayan ve Millet-i İslâm için pek çok zararlı olduğunu ef’aliyle isbat eden ve hadîs-i şerifin haber verdiği o müdhiş şahıs kendisi olduğunu hayat ve mematıyla gösteren Mustafa Kemal’e bir mahrem eserde “Din yıkıcı Süfyan” dediğimizi…..

Bizim en mühim suçumuz olarak gösterdikleri eski partinin bir kısım şeflerine hakikat namına itirazımızın yüz misli ziyade şimdiki dinî mecmualar, resmî cerideler aynı itirazı şiddetle vurdukları halde, Risâle-i Nur’un bir mahrem parçası şimdiki zaman tamamıyla tayin ettiği bir hadîsin hakikatını tefsir bahsinde, şeflerin başı Lozan Muahedesinde hiçbir zaman hiçbir Müslüman hakikî Türk’ü, hiçbir Nasraniyete ve Yahudiliğe ve başka dine girmeyen ve İslâm kahramanları olan Türkler’i Protestan yapmağa malûm hahambaşı ile ittifak ederek re’y veren o adam, bütün ulemâ-yı İslâm’ın “Cevazı yok” diye ittifaken hükmettikleri halde, on cihetle kanunlarla onu bütün bu vatandaki masum Müslümanlara cebren giydirdiği ve tarih-i beşerde bu çeşit manasız acib bir cebr-i umumî yapmak ve hiçbir kanuna uymayan keyfî kanun namına kanun ile onu bu millet-i İslâmiyeye cebren giydirmek; elbette o adama, o Lozan Muahedesinde verdiği dehşetli fikrini isbat etmiş ki, Din-i İslâm’a gayet muzır olarak hadîsin haber verdiği adam bu zamanda o şeftir.

Bedîüzzaman Hazretleri Büyük Doğu Mecmuasında konuyla alakalı çıkan makaleyi aynen kabul ederek, Emirdağ Lâhikasına almıştır:
Büyük Doğu’nun yirmidokuzuncu sayısında; “Lozan’ın İçyüzü” diye yazılan makaleden:

İngiliz murahhas heyeti reisi Lord Curzon, nihayet en manidar sözünü söyledi. Dedi ki: “Türkiye İslâmî alâkasını ve İslâmı temsil rolünü kendi eliyle çözer ve atarsa, bizimle hulûs birliği etmiş olur ve Hristiyan dünyasının hürmet ve minnetini kazanır; biz de kendisine dilediğini veririz.”

Lozan’da Türk murahhas heyeti başkanı bulunan ve henüz hakikî kasıdları anlayamayan İsmet Paşa, bir aralık bütün Hristiyan emellerinin Türkiye’yi mazisindeki ruh ve mukaddesatı kökünden ayırmak olduğunu sezdiği halde, şu gizli ivaz ve teminatı veriyor ve diyor ki:

“Eskiden beri kökleşmiş ve köhne engellerden (yani an’ane-i İslâmiyet’ten) kurtulmak hususunda besledikleri (yani İsmet’in beslediği) azmin, inkâr edilmez delilidir.”
Haim Nahum Efendi, yakında Ankara’ya bir seyahat edecektir. Haim Nahum’un Ankara’ya uzandığını söyleyen Bedîüzzaman haklı çıkıyor,

Harfi harfine iktibas ettiğimiz bu sözlerle, Türk başmurahhasının yani İsmet’in, eskiden kökleşmiş ve köhne olmuş engellerden kurtulmak hususunda Türk milletine beslediği kat’î azimle ne kasdettiğini ve bunu hangi maksad altında İslâmiyet düşmanlarına ivaz diye takdim ettiğini sormak lâzımdır.

Konferansın birinci defasında Türk başmurahhası, bizzât karar vermek vaziyetinde ol-madığı ve büyüğüne, yani Mustafa Kemal’e bildirmek zorunda olduğu için, memlekete dönüyor; kendisini Haydarpaşa’dan Ankara’ya götüren tren ve devlet reisini (Mustafa Kemal) İzmir’den Ankara’ya götüren trenle Eskişehir’de buluşuyor. Bir arada ve başbaşa seyahat… Sonra Ankara gizli meclis toplantıları… Fakat esas mes’elelerde daima başbaşa. Mustafa Kemal ile İsmet beraber içtimaları ve karar: “Din öldürülecektir.”

Lozan Konferansı’nın ikinci sahifesi: …Artık herşey Türkiye hesabına çantada hazırdır. Yani dini terk ile herşey yapılacak. Yeni hizbin (Kemalizm ve İsmet hükûmeti) bundan böyle bu millette, İslâmiyet’i katletmek prensibiyle hareket etmekte, hasım dünyanın kumandanlarından, yani düşman ehl-i salib kumandanlarından, dini vurmakta daha hevesli olduğu ve ör-nekler vereceği ve bilhâssa hudud dışı değil de, hudud içi ve millî irade yaftası altında çalışacağı şübheden vârestedir.

Nihaî Vesika

Lozan Muahedesinden sonra, İngiltere Avam Kamarası’nda “Türkler’in istiklalini ne için tanıdınız?” diye yükselen itirazlara, Lord Cürzon’un verdiği cevab: “İşte asıl bundan sonraki Türkler bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları ma’neviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz.” Yani Mustafa Kemal ve İsmet’in verdikleri karar, Türk Milletini İslâmiyet ve din cihetinden öldürmek kararıdır. Artık bunun üzerine herşey apaçık anlaşılıyor değil mi?..

Gizli anlaşmanın entrikası:

Türkler’e dinlerini ve din temsilciliğini feda ettirmek şartıyla, sun’î istiklal işinde gizli an-laşmanın müessiri, tek kelime ile Yahudiliktir. Buna memur-u müşahhas kimse de, şimdi Mısır Hahambaşısı bulunan Hayim Naum’dur. Bu Hayim Naum, bu korkunç teşebbüse evvelâ Ame-rika’da Türkler lehinde bir seri konferans vermek ve emperyalizma şeflerine, Türk’ün mad-desini serbest bırakmaları, buna mukabil ruhunu, tâ içinden ve kendi öz adamlarına yıktırma-ları fikrini telkin etmek suretiyle başlamıştır. Yani masonluk hasebiyle Kur’an’ın ahkâmını kaldırmak, milleti dinsiz yapmak. Hayim Naum müdhiş plânının zeminini Amerika’da hazırla-dıktan sonra İngiltere’ye geçmiş ve hâlis Yahudi olan Lord Curzon ile temas ederek şu teklifte bulunmuştur:

“Siz Türkiye’nin mülkî tamamiyetini kabul ediniz. Onlara ben İslâmiyet’i ve İslâmî temsilci-liklerini, ayaklar altında çiğnetmeyi taahhüd ediyorum.” Aynı Hayim Naum, Türk murahhaslar heyetine müşavir sıfatıyla sokulmanın da yolunu bulmuş, yani Mustafa Kemal ve İsmet’i ken-dine dost bulmuş. Onun için üçü birleşmiş ve artık arada santralın intizamla işlemesine hiçbir mani’ kalmamıştır.
Hayim Naum o sırada Ankara’ya kadar da uzanarak plânın muvaffakıyeti için gereken en mühim ve merkezî şahıs nezdinde -yani Mustafa Kemal yanında- emin bulunduğu tesirinin derecesini ölçmek istemiştir. Öyle ki bu tesir, mahud mevzuda Hayim Naum’dan daha he-veskâr ve gayretli bir İslâmiyet düşmanına tesadüf etmekle muradına ermiş ve artık Türk’ü içinden vurmanın plânını gerçekleştirmek için her unsur tamamlanmıştır.

İşte bu ehemmiyetli vesika, tam tamına Risâle-i Nur tercümanının kırk küsur sene evvel hadîs-i şerifin ihbarına dair beyan ettiği hâdiseyi tasdik ettiği gibi; ve Şerî’at-ı Ahmediye’ye ihanet eden o dehşetli şahsın mühim bir kuvveti Yahudi olduğu, Yahudi olan Lord Curzon ile Hayim Naum o ihbarın hakikatını gösterdiklerini ve yirmibeş seneden beri Nurcuların imha-sına keyfî kanunlarla dehşetli zulümlerin hikmetini tam gösteriyor.

Özetleyecek olursak, Bedîüzzaman Hazretleri Ankara’ya ilk teşrifleri sırasında, yani Meclisi ziyaret ettiği gün olan 22 Kasım 1922’de İngilizler, Türkleri Lozan Konferansı’na davet etmişlerdi. Lozan Konferansı’na Türk hükûmetini temsilen heyet baş murahhası olarak İsmet İnönü gönderildi. Lozan Konferansı’nın ilk açılış konuşmasını yapan İngiliz heyeti başkanı olan, İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon idi. Bu adam konuşmasında: “Türklere istiklâliyetin tanınması için dört şart lâzımdır” diyordu. şartlar şunlardı:

1 Hilâfetin tam manasıyla Türkiye’den ilga edilmesi.
2 Halifenin hudut dışına sürülmesi.
3 Halifenin tüm mal varlığına el konulup müsadere edilmesi.
4 Türk Devleti’nin laikliğe dayandığını resmen ilân etmesi.

Lozan Konferansı’nda, Türkiye hakkında ileri sürülen bu şartların, yani İngiliz Dışişleri Bakanı’nın gösterdiği doğrultuda, Türk heyeti orada iken benimseyip benimsemediğini, ayrıca Türk hey’eti başkanı İsmet İnönü’nün bu şartlara karşı tepki gösterip göstermediği, yahut da olduğu gibi şartları kabul edip etmediğini de bilemiyoruz. Lâkin takib eden aylarda Türk Hükûmetinde yapılan icraat, Lozan Konferansı’nda ileri sürülmüş mezkûr şartların ka-bulü anlamını gösteren, çıkan kanunlar göstermiştir.

Lozan Konferansı’ndan dönen Türk heyeti ve başta İsmet İnönü Ankara’da uzun müşavereler ve mülâhazalardan sonra; evvela 3 Mart 1923 günü Meclis’ten Hilâfeti ilga kararını geçirdiler. Bu kanunla birlikte ve onun zımnında, dinin devlet işlerinden ayrılması da o ka-nunla hükme bağlanıyordu. Mezkûr kanun mucibince, Mustafa Kemal Paşa İstanbul valisine: “Bu gece sabaha kadar behemahal Halife’nin Türkiye’yi terketmesi lâzımdır” emrini verdi. Bu emir üzerine, İstanbul valisi Osmanlıların son halifesi Emir Abdülmecid’i Türkiye’den ihrac etti. Bu hadiseden iki gün sonra da, yine Ankara’nın emriyle bütün âl i Osman (Osmanoğulları) toplattırıldı ve hudut dışı edildi.

8 Mart 1923 günü de, Türkiye Dışişleri Bakanı sıfatıyla İsmet İnönü İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a; istediği tüm şartlarının yerine getirildiğini mektupla bildiriyordu. Bu-nun üzerine 23 Nisan 1923’de yeniden Lozan Sulh Konferansı çalışmalarına başladı ve 24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Sulh Antlaşması imzalandı.

Ancak “50 Yılın Tutanağı” adındaki kitapta, Lozan Konferansı’yla Hilâfetin ilgası kararları aynı sene içinde değil, belki konferansdan bir sene sonra, yani 15 20 şubat 1924’de bu hususlara dair plânlar düşünülüp konuşulduğu; 3 Mart 1924’de, o zamanki Urfa Milletvekili Şeyh Safvet ve elli arkadaşı tarafından meclise verilen önerge ile Hilâfet’in resmen kaldırılıp, Osmanlı Hânedânının memleket dışına çıkarılması hakkındaki karar mecliste görüşülerek kabul edildiği yazmaktadır. Kanun numarası 431’dir. Karardan sonra, 15 Nisan 1924’de de Lozan Antlaşması İngiliz kralı tarafından imzalandı demektedir.

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

23 Kasım 1923, Vakit Gazetesi Haberi

Görüntünün olası içeriği: 2 kişi

II. Abdülhamid Han’ın Tahttan İndirilişi Ve Bediüzzaman

Evvela belirtelim ki, Bediüzzaman’ın Abdülhamid’in tahttan indirilmesinde herhangi bir rolü bulunmamaktadır. Bu konudaki iftiralar, hiç bir belgeye dayanmamaktadır. Biraz sonra bunları anlatacağız. Veliyyullah dediği bir Padişah’ın tahttan indirilmesini İslam’a vurulan bir darbe olarak açıklamaktadır. Hatta Abdülhamid’in tahttan indirilmesine Kur’an’dan işaretler nakletmektedir. Şimdi ayrıntıları görelim ve Ahmed Şimşirgil gibilerin yalanlarına şahid olalım:

1. Abdülhamdi’in Tahttan İndirilmesine Dair Fetva

Bu fetvada Bediüzzaman’ın asla imzası bulunmamaktadır ve hatta hazırlık safhasında da uzaktan yakından alakası yoktur.

1908 yılında II. Abdülhamid’in şahsî idâresi 30. yılını bulmuştu. Bu idârenin devlet ve millet açısından müreffeh ve felâketsiz, ama özellikle son zamanlara doğru kısmen baskıcı bir yapıya büründüğünü biliyoruz. İktidarın uzaması, az da olsa bazı baskıların yapılması, Anayasanın sadece Meclis ve seçimlerle alakalı maddelerinin yürürlükte olmaması ve en önemlisi de iç ve dış düşmanların II. Abdülhamid aleyhine ittifak etmeleri, yeni bir muhâlefet hareketinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur ki, bunlar Midhat Paşa hayranı olan İttihâd ve Terakki Cemiyeti mensuplarıdır. Eskiden beri devam eden Yeni Osmanlılar Hareketinin aşırı fikirleri, Abdülhamid zamanında engellenmişti.

İşte II. Abdülhamid’e karşı biriken bu nefret, 93 felâketine zemin hazırlaması, şahsen müstebid olması ve devletin yapısını bilmemesi gibi menfi özelliklerini unutturarak Midhat Paşa hayranlığını gündeme getirdi. Osmanlı Devleti’nin dünya siyâseti üzerindeki etkinliğinin azaldığını gören Mehmed Âkif gibi İslâmı esas alan bazı mütefekkirler, Türk milliyetçiliğini esas alan Ziya Gökalp gibi edibler ve hatta Osmanlıcıyım diyen bazı yazarlar, istemedikleri halde II. Abdülhamid aleyhtarlığında ittifak eder gibi göründüler. İttihâdcıların aksine, özellikle Osmanlıcılar ve İslâmı referans alanların hedefi, hastalanmış olan mevcut rejim yerine, şer’î hürriyetin sınırları içinde kalan meşrûtî bir hükûmetle yaraları sarmaya gayret etmekti. Ancak maksat ne olursa olsun, neticede hepsi de, II. Abdülhamid muhâlifi gibi gösterilmeye çalışılıyordu. 1908’de 66 yaşına gelen II. Abdülhamid, içten ve dıştan yapılan baskılarla yorgun düşüyor ve yeni bir anayasa için hazırlıklar yapmanın zamanı geldiğine inanıyordu. Muhâlifler, 1876 Kanûn-ı Esâsî’sinin devleti parçalayacağını göremiyorlardı. Hâlbuki II. Abdülhamid’in bütün derdi buydu.

Dış ve iç baskılara rağmen 30 yıl Osmanlı Devleti’ni büyük sıkıntılarla ayakta tutan II. Abdülhamid, bu idâreyi devam ettirmek için bazı zecrî tedbirlere baş vurmak mecburiyetinde kalmıştı. Ancak bundan da önemlisi, Ermeni ve Yahudi meselesi yüzünden bütün basın ve Avrupa kamuoyu tamamen aleyhine geçmişti. Bu aşırı propagandalara rağmen, Müslüman halk, veli bildiği Padişaha itaat etmeyi ibadet telakki ediyordu. Ancak menfi güçlerin tahriki ile genç aydınlar ve askerler arasında, 93 felaketi ile memleketi sürüklediği uçurum unutularak, körü körüne bir Midhat Paşa hayranlığı yeniden başlamıştı. Yeni Osmanlılar veya Genç Türklerin fikirleri yeniden dirildi.

1890 yılında bir kısım Harbiye ve Askerî Tıbbıye talebelerinin teşebbüsü ile gizlice kurulan İttihâd ve Terakki Cemiyeti, II. Abdülhamid’in azlini gaye edinen bir hareket idi ve asker siyâsete yine karıştırılmıştı. Ermenilerin ortaya attığı Kızıl Sultan iftirası, bunlar tarafından da kullanılmaya başlandı. Daha sonra anlatacağımız gibi, İttihâdcı Prens Sabahaddin Bey, Abdülhamid’in Ermeni kâtili olduğunu söyleyecek kadar azıttı. III. Ordudaki Tal’at Bey, En-ver Bey, Niyazi Bey ve benzeri genç subayları da arasına katan İttihâd ve Terakki Cemiyeti, kazandığı gücü teröre transfer edecek kadar dengeyi kaybetti. Hareketlerine karşı koyanlara mürteci damgasını vuran İttihâd ve Terakkiciler, II. Abdülhamid’e temel hükümleri zaten yürürlükte olan Kanûn-ı Esâsî’yi tamamen yürürlüğe sokmak ve Meclis’i açmak üzere baskı yaptılar.

24 Temmuz 1908’de II. Meşrûtiyet ilân edildi. Bu iç kargaşadan istifade eden Bulgaristan ve Bosna-Hersek Osmanlı Devleti’nden ayrıldı ve İttihâdçıların ittihâd-ı anâsır fikrinin ilk acı meyvesi bu oldu. İttihâdcıların basiretsizlikleri yüzünden, 240 üyeli meclisin sadece 140’ı Türk olmak üzere Meclis-i Meb’ûsân 17 Aralık 1908’de açıldı. Azınlıklar, demokrasi geldi diye devlete bağlanmadılar ve bilakis devlete isyan etmeye başladılar. Müslümanların kanına giren Sırplar, Bulgarlar, Ermeniler ve benzeri azınlıklar için af ilân edildi. İstanbul’da Ermeni ihtilâli yapıldı; ama suçlu Müslümanlar oldu. Bunu fırsat bilen İngilizler ve diğer Osmanlı düşmanları, Üçüncü Ordudan İstanbul’a sevk edilen avcı taburları tarafından 31 Mart Vak’ası denilen ihtilali çıkardılar. Asker ve bunlara katılan hamallar gibi sıradan insanlar, Şerî’at elden gidiyor diyerek devlete karşı ayaklandılar. İttihâdçıların hem II. Abdülhamid’den kurtulmak ve hem de muhâliflerini ve samimi dindarları ezmek için tertip ettiği bu olay, İstanbul’a gelen Hareket Ordusu tarafından kanlı bir şekilde bastırıldı.

Neticede Meclis’i toplayan İttihâdcı Tal’at Bey, 27 Nisan 1909 tarihinde, silah tehdidi al-tında Meclis’den II. Abdülhamid aleyhine hal’ kararını çıkardı ve içinde hiç Müslüman Türk bulunmayan dört kişilik heyetle (Yahudi Emanuel Karaso, Ermeni Komitecisi Aram Efendi, Arnavud Es’ad Toptani Paşa ve Gürci Ârif Hikmet Paşa) hal’ kararını II. Abdülhamid’e tebliğ ettirdi. Böylece Osmanlı Devleti’nin yıkılış trendi, maalesef hız kazanmıştı.

Bedîüzzaman bu meselenin Kur’an’ın işarî manaları arasına girecek kadar ehemmiyetli olduğunu ve Kur’an’ın hem II. Abdülhamid ve hem de Sultan Abdülaziz dönemindeki önemli hâdiselere işâret ettiğini şöyle açıklamaktadır:

Âlem-i İslâm için en dehşetli asır altıncı asır ile Hülâgu fitnesi ve onüçüncü asrın âhiri ve ondördüncü asır ile harb-i umûmî fitneleri ve neticeleri olduğu münasebetiyle bu cümle ma-kam-ı ebcediyle altıncı asra ve evvelki cümle gibi اَلْعَزِيزِ الْحَمِيدِ kelimeleri ile bu asra, Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamid devirlerine îma eder.

2. Bediüzzaman’a göre Meşrûtiyetin İlanı ve Hilâfet-i İslâmiye’ye Yapılan Hücumlara Dair Kur’anî İşaretler: 1324/1908

Bedîüzzaman, daha sonra kaleme aldığı eserlerde Meşrûtiyetin ilânı ve Hilâfet-i İslâmi-yeye karşı yapılan hücum ve plânlarla alakalı Kur’anî işâretler bulunduğunu açıklamıştır.
.
Diğer tarafdan yine Bedîüzzaman’a göre Kur’an 1324 tarihine işâret ederek, “Avrupa zâlimleri devlet-i İslâmiyenin nurunu söndürmek niyetiyle müdhiş bir sû’-i kasd plânı yaptık-ları ve ona karşı Türkiye hamiyetperverleri, hürriyeti yirmidörtte ilânıyla o plânı akîm bırak-mağa çalıştıkları halde, maatteessüf altı-yedi sene sonra, harb-i umûmî neticesinde yine o sû’-i kasd niyetiyle Sevr Mu’âhedesinde Kur’an’ın zararına gayet ağır şartlarla kâfirane fikirlerini yine icra etmek olan plânlarını akîm bırakmak için Türk milliyetperverleri cumhuriyeti ilânla mukabeleye çalıştıkları tarihi olan bin üçyüz yirmidörde, tâ otuz dörde, tâ ellidörde tam tamı-na tevâfuk etmektedir”. “Şimdi İslâmlar içinde Nur-u Kur’ana muhâlif haletlerin ekserisi, o sû’-i kasdların ve Sevr Mu’âhedesi gibi gaddarane mu’âhedelerin vahîm neticeleridir”.

Sure-i Tevbe’de: يُرِيدُونَ اَنْ يُطْفِئُوا نُورَ اللّٰهِ ِباَفْوَاهِهِمْ وَيَاْبَى اللّٰهُ اِلاَّ اَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ (Tevbe: 32; Allah’ın Nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar; ancak Allah kâfir-ler istemesede Nurunu tamamlamaya irâdesi hasıl olmuştur ve tamamlayacaktır) âyetindeki نُورَ اللّٰهِ ِباَفْوَاهِهِمْ وَيَاْبَى اللّٰهُ اِلاَّ اَنْ يُتِمَّ نُورَهُ cümlesi, kuvvetli ve letafetli münasebet-i mane-viyesiyle beraber şeddeli “lâmlar” birer “lâm” ve şeddeli “mim” asıl kelimeden olduğundan iki “mim” sayılmak cihetiyle bin üçyüz yirmidört (1324) ederek, Avrupa zâlimleri devlet-i İslâmi-yenin nurunu söndürmek niyetiyle müdhiş bir sû’-i kasd plânı yaptıkları ve ona karşı Türkiye hamiyetperverleri, hürriyeti yirmidörtte ilânıyla o plânı akîm bırakmağa çalıştıkları halde, maatteessüf altı-yedi sene sonra, harb-i umûmî neticesinde yine o sû’-i kasd niyetiyle Sevr Mu’âhedesinde Kur’an’ın zararına gayet ağır şeraitle kâfirane fikirlerini yine icra etmek olan plânlarını akîm bırakmak için Türk milliyetperverleri cumhuriyeti ilânla mukabeleye çalıştık-ları tarihi olan bin üçyüz yirmidörde, tâ otuz dörde, tâ ellidörde tam tamına tevâfukla, o herc ü merc içinde Kur’an’ın nurunu muhafazaya çalışanlar içinde Resail-in Nur müellifi yirmi-dörtte (1324) ve Resail-in Nur’un Mukaddemâtı otuzdörtte (1334) ve Resail-in Nur’un nu-ranî cüzleri ve fedakâr şakirdleri ellidörtte (1354) mukabeleye çalışmaları göze çarpıyor. Hattâ hakikat-ı hali bilmeyen bir kısım ehl-i siyâseti telaşa sevkettiler ve bu itfa sû’-i kasdına karşı tenvir vazifesini tam îfa ettiklerinden bu âyetin mana-yı işarîsi cihetinde bir medar-ı na-zarı olduklarına kuvvetli bir emaredir. Şimdi İslâmlar içinde Nur-u Kur’ana muhâlif haletlerin ekserisi, o sû’-i kasdların ve Sevr Mu’âhedesi gibi gaddarane mu’âhedelerin vahîm neticeleri-dir.

Her asra hitab ettiği gibi, bu asrımıza daha ziyâde bakan وَ الْعَصْرِ اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَفِى خُسْرٍ (İkindi vaktine (yahur son asra) kasem ederim ki, insanlık büyük bir zarar ve hüsrân içindedir) âyetin-deki اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَفِى خُسْرٍ (şedde ve tenvin sayılır) makam-ı cifrîsi bin üçyüz yirmidört (1324) edip, hürriyet inkılâbıyla başlayan tebeddül-ü saltanat ve Balkan ve İtalyan Harbleri ve Birinci Harb-i Umûmî mağlubiyetleri ve dehşetli mu’âhedeleri ve şe’âir-i İslâmiyenin sarsılmaları ve bu memleketin zelzeleleri ve yangınları ve İkinci Harb-i Umûmî’nin zemin yüzünde fırtınaları gibi, semavî ve arzî musibetlerle hasaret-i insaniye ile اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَفِى خُسْرٍ âyetinin bu asra dahi bir hakikatı, maddeten aynı tarihiyle gösterip, bir lem’a-i i’câzını gösteriyor.

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

Sultan Abdülhamid’in Görevden Alınmasını Meşrû Gösteren Hilal Gazetesi ve Hal’ı ile alakalı Bazı Fetvalar, Hilal Gazetesi, No: 2, 8 Nisan 1324.

İçki ve Osmanlı Padişahları; Osmanlı’da Meyhaneler ve Rakı Fabrikası Meselesi

Önemle ifade edelim ki, bu konuda konuşanlar Osmanlı Devleti’nin bir Müslüman Devlet olduğunu düşünmeden konuşmaktadırlar. Onun için aşağıdaki izahları okumak zaruridir.

İslam Hukukuna göre, çoğunluğunu gayr-i Müslim nüfusun teşkil ettiği mahallelerde içki satmak caizdir. Ancak Müslümanlara satılması yasaktır. Bu manada Beyoğlu gibi o zamanlar gayr-ı Müslimlerin çoğunlukta olduğu mekanlarda Meyhaneler de vardır. Hatta Kanuni Sultan Süleyman zamanında getirilen ve gayr-i müslimlerce kullanılan hamr ithalat yasağını II. Selim kaldırmış ve gayr-i müslimler için olsa meyhânelerin açılmasına tekrar ruhsat vermiştir. Tekrar önemle beyan ediyoruz ki, bütün bunlar gayr-i müslimler içindir. Ancak Kanuni Müslüman gençlerin de kaçamak olarak bu yerlere gittiğini bildiğinden ve duyduğundan böyle bir yasağa gerek duymuştur.

Bu manada gayr-i Müslimler tarafından kurulan ve II. Abdülhamid zamanına rastlayan (1880) ilk Rakı Fabrikası da doğrudur. Ancak tamamen gayr-ı Müslimlere yöneliktir. Sapla samanı birbirine karıştırmamak gerekir.

Fransa gibi bir Avrupa ülkesinde Müslümanlar için Helal Gıdayı yasaklayacak kadar zorbalaşn dünya ile, Osmanlı Devletinin gayr-i Müslimler için tanıdığı hak ve hürriyetleri, kötüye yorumlayanların kulakları çınlasın.

Meyhaneden çıkmayan bazı yazarları, “Herkes kendi ayninesinin mişahedatına tabidir” kaidesince, II. Abdülhamid gibi bir veli Padişaha dil uzatmaktadırlar.

Burada şu gerçeklerin bilinmesinde fayda mülahaza ediyoruz:

A) Osmanlı Devletini teşkil eden fertler ma‘sûm ve günahsız değillerdir. İçlerinde I. Murad, II. Murad, Fâtih, Yavuz ve II. Abdülhamid gibi “veliyyullah“ denilen fertler bu-lunduğu gibi, içki ve benzeri günahları irtikâb eden şahıslar da bulunabilir. Nazarî plânda İslâm’ın bütün düsturlarının kabul edilerek tatbik edildiği bir vâkı’adır. Ancak tatbikatta bu esaslara muhâlefet edenlerin bulunduğu da bir vâkı’adır. Her ikisini de inkâr etmek mümkün değildir. Her şeyde olduğu gibi, Osmanlı Devleti’nin iyilikleri de vardır, hataları da vardır. Ancak 600 sene boyunca hasenâtının seyyiâtına ağır bastığı içindir ki, kader-i İlâhi bu uzun süre içinde İslâm’ın bayraktarlığı ünvanını onlara ihsân etmiştir. Seyyiâtı hasenâtına ağır basınca da, bu şerefli ünvan yine kaderin hükmüyle ellerinden alınmıştır. En kötü zamanlarında bile, değil içki gibi İslâm’ın açık bir hükmüne muhâlefet, içtihadî meselelerde dahi şer’î hükümlere ri‘âyet etmek için elden gelen gayreti gösterdiklerini, sayıları milyonları bulan arşiv belgeleri isbat etmektedir.

B) Maalesef, Osmanlı tarihi ve edebiyatında geçen bazı tabirler, Osmanlı Devleti’nde içkinin tamamen serbest olduğu mâ’nâsına gelecek şekilde te’vil ve izah edilmek istenmektedir. Bu tâbirlerden bazılarına dikkat çekmek istiyoruz. “îş ü işret“, bunların başın-da gelmekte ve tarihlerdeki “padişah, îş ü işreti severdi “ tarzında geçen ifadeler, içki ve sefâhet hayatı yaşardı şeklinde yorumlanmaktadır. Halbuki bu ifadenin asıl mânâsı, îş=yaşama, işret=keyifli hayat ve eğlence demektir. Yaşamanın tadını çıkarma ve keyifli hayat, meşrû dairede olduğu gibi, gayr-i meşrû dairede de olabilir. O halde, bu tâbir-leri, başka karîne olmadan gayr-i meşrû hayat diye izah etmek, peşin fikirlilik olur. Ancak Yıldırım Bâyezid gibi bazı devlet adamlarının içki içtiğine dair açık deliller varsa, bunu başka türlü yorumlamak da doğru olmaz.

“Sâkî“ kelimesi de manası çarpıtılan kelimelerdendir. Kelime manası, keyif meclisle-rinde kadehle içilecek şeyleri takdim eden şahıs manasını ifade eder. Ancak mevlidde şerbet dağıtana sâkî dendiği gibi, meyhânede şarap dağıtana da aynı ad verilir. Sâkî kelimesini, her yerde, içki kadehini dağıtan diye açıklamak, elbette ki kasıtlı bir peşin fikirliliktir. Osmanlı Sarayında sâkîler elbette vardır. Ancak bunların, içki kadehlerini dağıtan ve dolduran kişiler olduklarını, serbestçe içki dağıttıklarını ve bunun açık bir şekilde yapıldığını söylemek insafsızlık olur.

“Şarap“ kelimesi de öyledir. Aslında her çeşit içecek demek olan bu kelime, günü-müzde haram olan ve Arapça’da “hamr“ kelimesiyle ifade edilen içki karşılığında kullanılmaktadır. Halbuki Osmanlı döneminde, şerbet ve su da dahil olmak üzere bütün içilecek şeylere yani bugünkü karşılığıyla meşrubâta “şarap“ dendiği bir vâkı’adır. İslâm hukukunun yasakladığı sarhoşluk verici içkileri içenlere, hadd-i şirb denilen şer‘î cezayı uygulayan devlet adamlarının kendilerinin, açıkça bu fiili işlemeleri mümkün değildir; ancak kanunlarla tatbikat arasında fark bulunabilir. Böyle bir fiili işleseler bile, bunun açıktan işlenen bir günah olmadığı kesindir. Nitekim Dimitri Kantemir’in II. Selim’le ilgili beyânları da bunu teyid etmektedir.

Bu arada, mezkûr kelimelerin tasavvufdaki manaları ile bir kısım metinlerde kullanıldığını da unutmamak icab etmektedir.

C) Türkler Müslüman olduktan hemen sonra, İslâm’a muhâlif olan bütün âdetlerini de kâideten ve nazarî olarak tamamen terk etmişlerdir. İslâm’ın te’siri altında ve ilk Müslüman Türk Devleti olan Karahanlılar devrinde (X. asır) kaleme alınan Kutadgu Bi-lig’deki şu cümleler, bunun en bâriz misâlidir: “Bey içki içmemeli ve fesatlık yapmamalıdır; bu iki hareket yüzünden, sonunda ikbâl elden gider. Dünya beyleri şarabın tadına ulaşırlarsa, memleketin ve halkın bundan çekeceği zahmet çok acı olur. Bey içki içer ve oyunla vakit geçirirse, memleket işini düşünmeğe ne zaman fırsat kalır?”. Daha sonraki Müslüman Türk Devletlerinin içki hakkındaki tutumlarını ise, kendilerine resmî kod olarak kabul ettikleri fıkıh kitaplarında ifadesini bulan şer‘î hükümler ortaya koymaktadır.
Osmanlı hukukçuları, içki hakkındaki hükümlerde İslâm hukukçularının kabul ettikleri esasları aynen benimsemişlerdir. Bütün İslâm hukukçuları ise, başta şarap (hamr) olmak üzere, sarhoşluk verici içkilerin azının ve çoğunun haram, yani kesin olarak dinen yasak olduğunu kabul etmişlerdir. Ancak İslâm’ın tesbit ettiği ve had denilen cezayı gerektire-cek içki içme suçunun târifinde farklı görüşler ortaya çıkmıştır. İmam-ı A‘zam Ebu Hanife’ye göre, az veya çok şarap (hamr) içmek yahut sarhoş edecek kadar diğer içkileri kullanmak, had cezasını gerektiren bir suçtur. Diğer İslâm hukukçuları ise, her çeşit içkiyi, az veya çok içmenin had cezasını gerektiren bir suç olacağını açıklamışlardır. Ebu Hanife şarap demek olan hamr ile diğer içkileri ayırt ederken, diğer İslâm Hukukçuları hepsini aynı hükme tâbi kılmaktadırlar.

Osmanlı Devlet’inde tercih edilen birinci görüşe göre had cezasını gerektiren içki içme suçunun (ki buna şirb denmektedir) iki unsuru vardır:

Birincisi, az da olsa şarap içmek veya diğer içkileri içerek sarhoş olmaktır. Yani bütün içkilerin haram olduğunda ittifak etmekle beraber, had cezasını gerektirecek suçun teşekkülünde küçük bir görüş ayrılığı vardır.

İkincisi, cezâî kasıd ve irâdedir. Zorla içirilen içkiler, had cezasını gerektirmez. Bu unsurlardan biri eksik olduğunda, had cezası tatbik edilmez; ancak devletin tesbit ettiği ta‘zir cezaları uygulanır. Had cezası ise, eksik ve fazla olmadan içki içene sopa ile seksen kırbaç vurmaktır.

Osmanlı Devleti’nin son on yılına kadar, bütün Müslüman Türk Devletlerinde, İslâm’ın içki için tesbit ettiği ceza aynen tatbik edilmiştir. Bunu şer‘îye sicillerinde görmek mümkün olduğu gibi Osmanlı Kanunnâmelerinde de görmek mümkündür. Osmanlı Devle-ti’nde konuyla ilgili şer‘î hükümler, Avrupalı bir hukukçunun diliyle “1810 tarihine gelinceye kadar, mer’î olmuştur. Gerçi bu hükümler, tatbikatta tam icra olunmadığı da söylenebilirse de, naza-riyâtta kuvvetine riâyet olunmuştur”. Araştırmalar, Osmanlı Devleti’nin son on yılına kadar bu tatbikatın devam ettiğini göstermektedir. Ancak Osmanlı Devleti’nin son yıllarında kabul edilen Men‘-i Müskirât Kanunu, içki içenlere verilen cezaları, alternatifli olarak düzenlemiş ve bunlardan birini de hadd-i şer’î olarak zikretmiştir. Bu kanun, devletin içinde ve dışında çok büyük tartışmalara yol açmıştır.

Osmanlı padişahları, çok az istisnalar dışında, hem fiilen ve hem de kavlen İslâm’ın getirdiği içki yasağına uymuşlar ve bu yasağa uyulması için gerekli hukukî tedbirleri almışlardır. Bütün Osmanlı Padişahları bu konuda hassastırlar; ancak bunlardan II. Bayezid’e ait olan bir fermanın, sadeleştirilmiş metnini, sizlere takdim ederek, meseleyi bütün yönleriyle vuzûha kavuşturmak istiyoruz:

“1. Dergâhıma arz olundu ki, sancağınıza bağlı şehir, kasaba ve köylerde, düğünlerde, toplantılarda ve benzeri yerlerde, açıkça şarap içildiği, çeşitli sarhoş edici içkiler kullanıldığı, her türlü rezalet ve sefâhetin irtikâb edildiği görülmüştür. Ayrıca İslâm’ın şe’âirine ri’âyet edilmeyerek fâsıkların bu gibi gayr-i meşrû fiillerinden, bütün Müslümanların ve özellikle de âlimler ve sâlihlerin rahatsız olduğu bildirilmiştir.
3. Emrim size ulaşınca, bu konuda tam ihtimam gösteresiniz. Sen ki, sancak beğisin, kâdîlarsınız. Bizzat bu işin üzerinde durub kazanızdaki halka, şehirlerde, köylerde ve kasabalarda tekrar te’yîd ve tehdît ile yasak edesiniz.
4. Bundan sonra hiç bir yerde, fâsıklar toplanıp açıkça günâh işlemeyeler ve İslâm’ın şe‘airine gereği gibi ri’âyet edeler.
5. Sen ki, sancak beğisin, bu hususu görüp gözetip emrime aykırı hareket edenleri kâdî kararıyla hakkından gelip, şer’î hükümleri ve emirlerimi icrâ edesin. Şöyle bilesiniz ve alâmet-i şerife itimat edesiniz”.

Osmanlı Padişahlarının bu yasaklarına ve şerî‘ate karşı bu hassâsiyetlerine rağmen, açıkça şer‘î hükümleri çiğnemeleri nasıl düşünülebilir? Bu misâlden de anlaşılmaktadır ki, Osmanlı Padişahları hakkında söylenen “sarhoş“ ve “aile hayatı berbat” gibi ithâmlar, tamamen iftirâdır ve belli bir vesikaya dayanmamaktadır.
Şunu da önemle belirtelim ki, bütün bu izahların yanında I. Bâyezid Han, II. Selim ve IV. Murad’ın gençliklerinde bazen içki kullandıkları, bir kısım Osmanlı kaynaklarında açıklanmaktadır. Zaten bizim meselemiz de bütün Osmanlı Padişahlarını ma’sum göstermek değildir .

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

Fâtih Sultân Mehmed’in İstanbul’u Kılıç Gücüyle Alıp Katliam Yaptığı, Yakıp Yıktığı Doğru Mudur?

Fâtih Sultân Mehmed’in İstanbul’u kılıç gücüyle aldığı, başta Ayasofya’yı camiye çevirme olmak üzere, Hıristiyanlara ait mabedleri yok ettiği, şehirde katliam yaptığı ve en önemlisi de İstanbul’u yakıp yıktığı söylenmektedir. Bunlar doğru mudur?

Hemen şunu ifade edelim ki, bu tür iddiaları, bizzat fethe katılan Bizans tarihçileri bile söylemeye cesaret edememiştir. Zira Fâtih Sultân Mehmed, İstanbul’un fethini de ve diğer fetihlerini de, tamamen İslâm Hukukunun hükümleri çerçevesinde yapmıştır. İslâm Hukukuna göre, bil-fiil harp halinde bile, İslâm ordularına düşmanın şahıs ve mallarına karşı bazı fiillerin icrası, yasaklanmıştır. Ecdâdımızı zaferden zafere koşturan en önemli sebeplerden biri, bu esaslara harfiyyen uymalarıdır. Zaten zaferler, bu esaslara uymaları ile doğru orantılıdır.

Yasak fiilleri kısaca sayalım: Zulüm ve işkence ile öldürmek; muhârip sınıfına girmeyen kadınları, küçükleri, sahiplerine hizmet için gelmiş köleleri, sakat ve müzminleri, yaşlıları, hastaları, akıl hastalarını ve dünyadan el etek çekmiş din adamlarını öldürmek yasaktır. Ancak bunlardan biri bedeni, fikri ve malı ile savaşa katılırsa, öldürülebilirler. İnsan ve hayvanların uzuvlarının kesilmesi (müsle) de yasaktır. Verilen söze veya muâhedeye aykırı hareket yasaktır. Savaş zarureti bulunmadan ziraî mahsuller, orman ve ağaçlar yakılmaz. Zina ve gayr-i meşrû münasebetler yasaktır. Rehineler öldürülemez; ölülerin başı ve uzuvları kesilemez ve katliam yapılamaz. Başta baba olmak üzere yakın akraba, savaşla ilgisi olmayan esnaf ve tüccarlar öldürülmez. Daha başka yasaklar da bulunmakla beraber, biz bu kadarıyla iktifâ ediyoruz.

Bu hükümleri, Fâtih’in Kazaskeri olan Molla Hüsrev’in kitabından naklediyoruz. Bu hükümleri resmi kanun hükümleri olarak kabul ve tatbik eden bir devlet adamına, İstanbul’u ve içindekileri yaktı yıktı gibi isnâdlarda bulunmak, sadece delilsiz konuşmanın kötü örneklerini teşkil eder.

Gelelim İstanbul’un fethinin hangi yolla olduğuna ve Ayasofya meselesine;

İslâm devletler hukukunun hükümlerine göre, sulh yolu ile fethedilen ülkelerde mevcut olan ehl-i kitâba ait ma’bedlere asla dokunulmaz; ancak yenilerinin inşasına da müsaade edilmez. Eskiden beri var olanlar tamir edilebilir. Savaş yoluyla fethedilen topraklarda ise, durum tam tersinedir. Yani İslâm hükümdarı, isterse, başka dinlere ait bütün ma’bedleri yok eder ve gayr-i müslimleri de sürgün edebilir. İşte İstanbul, tamamen savaş yoluyla feth olunmuştur. Ayasofya’nın ve benzeri bazı kiliselerin camiye çevrilişinin meşruiyet sebebi zikredilen hükümdür. Bu hüküm, İstanbul çapında tatbik edilseydi, İstanbul’daki bütün kilise ve havraların yıkılması gerekirdi. İstanbul’u Allah’ın yardımı ve kılıcının kuvvetiyle fetheden Fâtih Sultân Mehmed, Ayasofya’yı cami haline getirdikten sonra, papaz ve hahamlardan oluşan bir heyeti huzurunda kabul eder. Papaz ve hahamlar heyeti, İstanbul’u savaşla fethettiğini, dilerse İstanbul’da hiçbir kilise ve havra bırakmayacağını bu durumun devletler hukukundan doğan bir hakkı olduğunu Fâtih’e ifade ederler; ancak kendisine, kendilerine ve ma’bedlerine karşı İstanbul’un sulh yolu ile fethetmiş gibi kabul etmesini ve geç de olsa toplu halde huzuruna gelişlerini bu mânâya vesile saymasını ısrarla talep etmişlerdir.

Çevresindeki din âlimlerine danışan Fâtih Sultân Mehmed, bu isteklerini geri çevirmemiş ve camiye çevrilenlerin dışında kalan kilise ve havralara, hakkı olduğu halde müdahale etmemiştir. Günümüze kadar yaşayan kilise ve havraların gerçek sırrının, Fâtih’in din ve vicdan hürriyeti anlayışı oluğunu, Osmanlı Devleti’nin şanlı Şeyhülislâmı Ebüssuud Efendi, verdiği bir fetvâda vuzuha kavuşturmaktadır. Bu fetvânın aslı aynen şöyledir:

“Merhûm Sultân Muhammed Hân hazretleri, Mahmiye-i İstanbul’u ve etrafındaki karyeleri unveten feth eylemiş midir? El-Cevab: Ma’ruf olan unveten (cebr ile) fetihdir. Amma kenais-i kadime (eski kiliseler) sulhen fethe delâlet eder. 945 tarihinde bu husus teftiş olunmuştur. 130 yaşında bir kimesne ve 110 yaşında bir kimesne bulunup Yehud ve Nasara tâifesi el altından Sultân Muhammed Hân ile ittifak edüb Tekfur’a nusret etmeyecek olub Sultân Muhammed dahi anları seby etmeyüb (esir almayub) halleri üzere mukarrer edecek olub bu vechile feth olundu deyu şahadet edüb bu şahadet ile kenâis-i kadîme hali üzere kalmıştır. Ketebehu Ebüssuud”.

Bu anlattıklarımızı, tarihçilerin verdiği bilgi de doğrulamaktadır. Fâtih Sultân Mehmed, 23 Mayıs’da İsfendiyar oğlu Damad Kasım Bey’i elçi olarak Bizans’a göndermiş ve kendisine şu haberleri yollamıştır: İlk umumi hücumda şehir düşecektir. Bu gerçeği tam bir asker olan İmparator da kabul etmelidir. Eğer sulh yolu ile teslim olurlarsa, İslâm Hukukunun kuralları gereği, can ve mala aslâ zarar verilmeyeceğini; cebr ile fethedilirse, hem kan döküleceğini ve hem de sorumluluk kabul etmeyeceğini bilmelidir. Maalesef bu habere rağmen sulhu kabul etmeyince cebr ile feth olunmuş ve buna rağmen yine de anlattığımız gibi muamele yapılmıştır. Ayasofya’daki mozaikleri tamamen tahrip etmemesi ve İstanbul surlarını yıkmaması, Fâtih’in bu konudaki tavrını ortaya koymaktadır.

Görülüyor ki, Fâtih Sultân Mehmed’in Sırbistan’da tatbik edeceğini va’d ettiği “Her caminin yanında birer kilise inşasına müsaade” durumu, İstanbul’da da tatbik olunmuştur. Fener’de Abdi Subaşı Mahallesindeki Caminin bitişiğinde Rum Patrikhanesi ile kilisenin mevcudiyeti, Osmanlı Devleti’nin gerçek mânâda din ve vicdan hürriyetini göstermiyor mu? Edirnekapı Caddesinin son kısmında yer alan Mihrimah Sultân Camii’nin hemen karşısında bir Rum kilisesinin inşasına müsaade etmek, bu hürriyetin maddî delillerinden değil midir?

İstanbul’un harap edilmesi iddiası da doğru değildir. Buna ayrıntılı cevap vermek yerine, İstanbul’un fethini geçen bin yılın en önemli yüz olayı arasında zikreden CNN, Time ve benzeri kuruluşların yaptıkları tesbitden bir cümle nakledelim: İstanbul, Fâtih tarafından fethedilmeden evvel, tam bir harâbe ve ölü şehir idi. Fetihden sonra, hem Avrupa’nın ve hem de Müslüman memleketlerin ticâret merkezi ve mamur bir dünya şehri haline geldi. Nitekim Rus tarihçi Ouspensky bile “Türkler 1453’te, Haçlıların 1204’te yaptıklarından çok daha insanca ve hoşgörüyle davrandılar” diyebilmektedir.

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz (Islamitische Universiteit Rotterdam)

Ermeniler 1 Milyon Müslümanı Öldürdü

Prof.Dr. Ahmet Akgündüz son günlerde yine gündeme getirilen ermeni meselesi ile ilgili bir açıklama yayınladı. İşte o yazı ;

Bu günlerde yine Ermeni meselesi gündemde. Konuyu tarihi belgelere dayanarak ve gerçek sebeplerine inerek izah etme eğilimi zayıf. Bu sebeple konuyu tekrar ele almak gerekmektedir. Meseleyi bir kaç yönden açıklamak icabediyor.

Birincisi; Tarih boyu Ermeniler, millet-i sadıka sıfatıyla Osmanlı ülkesinde zimmi tabir edilen statüde yani Müslüman bir ülkenin gayr-i müslim vatandaşı sıfatıyla yaşamışlar ve Osmanlı Devleti, vatandaşlarına tanıdığı bütün hak ve hürriyetleri onlara da tanımışlardır.

Şunu belirteyim ki, 1071’den yani 909 seneden beri, şayet bu uzun tarih dönemeci içerisinde biz Müslüman Türkler, azınlıkların hak ve hürriyetlerine saygı göstermeseydik, bugün Türkiye’de az da olsa azınlıklardan söz edilebilir miydi? Aynı tarih dilimi içerisinde İspanya’da Müslüman azınlıktan eser kalmaması, Avrupalılar, daha doğrusu Hıristiyan milletler ile bizlerin yani Müslümanların, bu konudaki gerçek tutumlarını göstermektedir.

Ermenilere temel hak ve hürriyetler tanındığı gibi, İslam Dininin koyduğu prensipler ışığında din ve vicdan hürriyeti de tanınmıştır. Tanzimat’tan sonra ve özellikle de İttihadcılar zamanında, siyasi haklar, Müslümanlar kadar Ermeniler için de kabul edilmiştir. Hatta II. Abdülhamid, maalesef Ermeni katili diye itham bile edilmiştir. II. Abdülhamid döneminde Agop Paşa, Hazine-i Hassa Nazırıdır. İttihadcılar ise, Osmanlı Devleti’ne ihanet eden Gabriel Noradungiyan’ı Hariciye nazırı yapacak kadar basiretsizleşmişlerdir.

Osmanlı Devleti’nin bu davranışlarına mukabil Ermeniler, Rusya’nın tahriklerine kapılarak ve Berlin Muahedesinin 61. maddesine dayanarak devlete isyan etmeye başlamışlardır. Asla çoğunluk teşkil edemedikleri Doğu ve Güneydoğu Vilayetlerinde Müslüman insanları ve özellikle Müslüman Kürtleri kesmeye başlamışlardır. 1886’da kurulan Hınçak Cemiyeti ve bunun gibi bir Ermeni komitesi olan Taşnak Cemiyeti üyeleri, Osmanlı ülkesinde terör estirmeye başlamışlardır.

Bu terörü Hamidiye Alayları ile durduran Abdülhamid, Kızıl Sultan diye itham edilmiştir. 1894’de Sason’da isyan eden Hamparsum Boyacıyan Harput Milletvekili olarak İttihadcılar tarafından Meclis’e bile getirilmiştir. Abdülhamid’i bomba olayı ile yok etmek istemeleri, İstanbul’da arka arkaya patlayan Ermeni ayaklanmaları, onların dış güçlerin emriyle hareket ettiklerini açıkça ortaya koymuştur.

Nihayet 29 Ekim 1914’de I. Cihan Harbine giren Osmanlı Devleti’ni, Doğudaki Ermeniler, Ruslarla birlikte arkadan vurmaya başlamıştır. Hatta Van’ı boşaltan Ruslar, burayı Ermenilere teslim edince, şarkta Müslüman katliamı başlatmışlardır (3.8.1915). İşte bu dönemde bütün Osmanlı topraklarında, Doğu ve Güneydoğu dahil ve abartılı bir rakamla, sadece 1.300.000 Ermeni yaşamaktadır ve bütün Osmanlı nüfusunun da sadece % 5’ini teşkil etmektedir.

Bütün tedbirlere rağmen Ermenilerin Müslümanlara uyguladıkları katliam durdurulamayınca, Nisan 1915’de Dahiliye Nazırı Tal’at Bey, Doğu ve Güneydoğudaki 500.000 civarı Ermeninin, mecburi göçe zorlanması (tehcir) kararını almıştır. Gaye, Rus ordularının yollarından Ermenileri uzaklaştırmaktır. Asker himayesinde Irak, Suriye ve Lübnan’a sürgün edilen Ermenilerden bazıları yolda ağır yol şartlarından ve açlıktan ve bazıları da daha evvel yakınları Ermeniler tarafından katledilen bazı sivil ahali tarafından telef edilmişlerdir.

Ermenilerce katledilen Müslüman sayısı ise 1.000.000 kadardır.

Olayların içinde yaşayan Amerikalı yetkililer ve askerler, Avrupalı devletlerin bütün yaygaralara rağmen, Ermeni Katliamı iddialarını kabul etmemişler; tam aksine Müslüman katliamının olduğunu söylemişlerdir. Bu raporlar, Amerikan arşivlerinde bulunmaktadır.

İkincisi; Başta Osmanlı Devleti olmak üzere bütün Müslüman Türk Devletleri, bütün askeri hareketlerini, tamamen İslam Hukukunun hükümleri çerçevesinde yapmışlardır. İslam Hukukuna göre, bilfiil harp halinde bile, İslam ordularına düşmanın şahıs ve mallarına karşı bazı fiillerin icrası ve hele hele katliam yapılması, yasaklanmıştır.

Ecdadımızı zaferden zafere koşturan en önemli sebeplerden biri, bu esaslara harfiyyen uymalarıdır. Zaten zaferler, bu esaslara uymaları ile doğru orantılıdır. Yasak fiilleri kısaca sayarak katliamın nasıl mümkün olmadığını özetleyelim: Zulüm ve işkence ile düşman askerini dahi öldürmek; muharip sınıfına girmeyen kadınları, küçükleri, sahiplerine hizmet için gelmiş köleleri, sakat ve müzminleri, yaşlıları, hastaları, akıl hastalarını ve dünyadan el etek çekmiş din adamlarını öldürmek yasaktır.

Ancak bunlardan biri bedeni, fikri ve malı ile savaşa katılırsa, öldürülebilirler. insan ve hayvanların uzuvlarının kesilmesi (müsle) de yasaktır. Verilen söze veya muahedeye aykırı hareket yasaktır. Savaş zarureti bulunmadan zirai mahsuller, orman ve ağaçlar yakılmaz. Zina ve gayr-i meşru münasebetler yasaktır. Rehineler öldürülemez; ölülerin başı ve uzuvları kesilemez ve katliam yapılamaz. Başta baba olmak üzere yakın akraba, savaşla ilgisi olmayan esnaf ve tüccarlar öldürülmez. Daha başka yasaklar da bulunmakla beraber, biz bu kadarıyla iktifa ediyoruz.

Bu hükümleri, tehcir kararı alan Tal’at Paşa da bilmektedir. Zaten 1986 yılından sonra bütün Osmanlı Arşivindeki belgeler araştırmacılara açılmasına ve bu konuda iddiası olanların iddialarını isbat etmeye davet edilmelerine rağmen, müslim yahut gayr-i müslim hiç bir hukukçu Osmanlı Devleti’nin katliam yaptığını isbat eden bir tek belgeye rastlayamamıştır.
Üçüncüsü; Tehcir yani mecburi göçün hukuki dayanağına gelince, Hz. Peygamber’in Beni Kurayza Yahudilerini, müşterek vatanları olan Medine’nin düşmanlara karşı korunmasına söz vermelerine rağmen ihanet etmeleri sebebiyle Medine’den tehcir etmiştir. Aynı sebeple tehcir yapmak da caizdir. İşte Nisan 1915’de Osmanlı Devleti tarafından yapılan da budur.
Kısaca aslı astarı olmamasına rağmen, bir asra yakındır Ermeni katliamı iddialarıyla suçlanan Müslüman Türk milletinin katliam yapmadığı halde suçlanmaya devam edilmesi, tarihi ve ilmi değil, sadece siyasidir. Osmanlı Arşivlerini açan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bu iddialara en güzel cevabı vermiştir .

Özetle ifade edecek olursak, kim ne derse desin, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Osmanlı devleti’nin resmi ve tek mirasçısıdır. Bundan kaçmak aslını inkar etmek demektir.

Kaynak ;
Kur’an, Haşr, Ayet 1-2; Elmalı, Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, sh. 4806-4819;
Süslü, Azmi, Ermeniler ve 1915 Tehcir Olayı, Ankara 1990, sh. 61-177;
Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi, c. I, sh. 659-662;
Uras, Esat, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, İstanbul 1987, sh. 149-639;
Sonyel, Salahi R., “Yeni Belgelerin Işığı Altında Ermeni Tehcirleri”,
Belleten, c. XXVI, sayı 141(1972), sh. 31-49;
Sonyel, Salahi R., “Tehcir ve “Kırımlar” Konusunda Ermeni Propogandası Hıristiyanlık Dünyasını Nasıl Aldattı?”, Belleten, c. XLI, sayı 161(1977), sh. 137-175.

Kaynak : Risale Ajans