Etiket arşivi: 2. Abdülhamid

II. Abdülhamid Han’ın Tahttan İndirilişi Ve Bediüzzaman

Evvela belirtelim ki, Bediüzzaman’ın Abdülhamid’in tahttan indirilmesinde herhangi bir rolü bulunmamaktadır. Bu konudaki iftiralar, hiç bir belgeye dayanmamaktadır. Biraz sonra bunları anlatacağız. Veliyyullah dediği bir Padişah’ın tahttan indirilmesini İslam’a vurulan bir darbe olarak açıklamaktadır. Hatta Abdülhamid’in tahttan indirilmesine Kur’an’dan işaretler nakletmektedir. Şimdi ayrıntıları görelim ve Ahmed Şimşirgil gibilerin yalanlarına şahid olalım:

1. Abdülhamdi’in Tahttan İndirilmesine Dair Fetva

Bu fetvada Bediüzzaman’ın asla imzası bulunmamaktadır ve hatta hazırlık safhasında da uzaktan yakından alakası yoktur.

1908 yılında II. Abdülhamid’in şahsî idâresi 30. yılını bulmuştu. Bu idârenin devlet ve millet açısından müreffeh ve felâketsiz, ama özellikle son zamanlara doğru kısmen baskıcı bir yapıya büründüğünü biliyoruz. İktidarın uzaması, az da olsa bazı baskıların yapılması, Anayasanın sadece Meclis ve seçimlerle alakalı maddelerinin yürürlükte olmaması ve en önemlisi de iç ve dış düşmanların II. Abdülhamid aleyhine ittifak etmeleri, yeni bir muhâlefet hareketinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur ki, bunlar Midhat Paşa hayranı olan İttihâd ve Terakki Cemiyeti mensuplarıdır. Eskiden beri devam eden Yeni Osmanlılar Hareketinin aşırı fikirleri, Abdülhamid zamanında engellenmişti.

İşte II. Abdülhamid’e karşı biriken bu nefret, 93 felâketine zemin hazırlaması, şahsen müstebid olması ve devletin yapısını bilmemesi gibi menfi özelliklerini unutturarak Midhat Paşa hayranlığını gündeme getirdi. Osmanlı Devleti’nin dünya siyâseti üzerindeki etkinliğinin azaldığını gören Mehmed Âkif gibi İslâmı esas alan bazı mütefekkirler, Türk milliyetçiliğini esas alan Ziya Gökalp gibi edibler ve hatta Osmanlıcıyım diyen bazı yazarlar, istemedikleri halde II. Abdülhamid aleyhtarlığında ittifak eder gibi göründüler. İttihâdcıların aksine, özellikle Osmanlıcılar ve İslâmı referans alanların hedefi, hastalanmış olan mevcut rejim yerine, şer’î hürriyetin sınırları içinde kalan meşrûtî bir hükûmetle yaraları sarmaya gayret etmekti. Ancak maksat ne olursa olsun, neticede hepsi de, II. Abdülhamid muhâlifi gibi gösterilmeye çalışılıyordu. 1908’de 66 yaşına gelen II. Abdülhamid, içten ve dıştan yapılan baskılarla yorgun düşüyor ve yeni bir anayasa için hazırlıklar yapmanın zamanı geldiğine inanıyordu. Muhâlifler, 1876 Kanûn-ı Esâsî’sinin devleti parçalayacağını göremiyorlardı. Hâlbuki II. Abdülhamid’in bütün derdi buydu.

Dış ve iç baskılara rağmen 30 yıl Osmanlı Devleti’ni büyük sıkıntılarla ayakta tutan II. Abdülhamid, bu idâreyi devam ettirmek için bazı zecrî tedbirlere baş vurmak mecburiyetinde kalmıştı. Ancak bundan da önemlisi, Ermeni ve Yahudi meselesi yüzünden bütün basın ve Avrupa kamuoyu tamamen aleyhine geçmişti. Bu aşırı propagandalara rağmen, Müslüman halk, veli bildiği Padişaha itaat etmeyi ibadet telakki ediyordu. Ancak menfi güçlerin tahriki ile genç aydınlar ve askerler arasında, 93 felaketi ile memleketi sürüklediği uçurum unutularak, körü körüne bir Midhat Paşa hayranlığı yeniden başlamıştı. Yeni Osmanlılar veya Genç Türklerin fikirleri yeniden dirildi.

1890 yılında bir kısım Harbiye ve Askerî Tıbbıye talebelerinin teşebbüsü ile gizlice kurulan İttihâd ve Terakki Cemiyeti, II. Abdülhamid’in azlini gaye edinen bir hareket idi ve asker siyâsete yine karıştırılmıştı. Ermenilerin ortaya attığı Kızıl Sultan iftirası, bunlar tarafından da kullanılmaya başlandı. Daha sonra anlatacağımız gibi, İttihâdcı Prens Sabahaddin Bey, Abdülhamid’in Ermeni kâtili olduğunu söyleyecek kadar azıttı. III. Ordudaki Tal’at Bey, En-ver Bey, Niyazi Bey ve benzeri genç subayları da arasına katan İttihâd ve Terakki Cemiyeti, kazandığı gücü teröre transfer edecek kadar dengeyi kaybetti. Hareketlerine karşı koyanlara mürteci damgasını vuran İttihâd ve Terakkiciler, II. Abdülhamid’e temel hükümleri zaten yürürlükte olan Kanûn-ı Esâsî’yi tamamen yürürlüğe sokmak ve Meclis’i açmak üzere baskı yaptılar.

24 Temmuz 1908’de II. Meşrûtiyet ilân edildi. Bu iç kargaşadan istifade eden Bulgaristan ve Bosna-Hersek Osmanlı Devleti’nden ayrıldı ve İttihâdçıların ittihâd-ı anâsır fikrinin ilk acı meyvesi bu oldu. İttihâdcıların basiretsizlikleri yüzünden, 240 üyeli meclisin sadece 140’ı Türk olmak üzere Meclis-i Meb’ûsân 17 Aralık 1908’de açıldı. Azınlıklar, demokrasi geldi diye devlete bağlanmadılar ve bilakis devlete isyan etmeye başladılar. Müslümanların kanına giren Sırplar, Bulgarlar, Ermeniler ve benzeri azınlıklar için af ilân edildi. İstanbul’da Ermeni ihtilâli yapıldı; ama suçlu Müslümanlar oldu. Bunu fırsat bilen İngilizler ve diğer Osmanlı düşmanları, Üçüncü Ordudan İstanbul’a sevk edilen avcı taburları tarafından 31 Mart Vak’ası denilen ihtilali çıkardılar. Asker ve bunlara katılan hamallar gibi sıradan insanlar, Şerî’at elden gidiyor diyerek devlete karşı ayaklandılar. İttihâdçıların hem II. Abdülhamid’den kurtulmak ve hem de muhâliflerini ve samimi dindarları ezmek için tertip ettiği bu olay, İstanbul’a gelen Hareket Ordusu tarafından kanlı bir şekilde bastırıldı.

Neticede Meclis’i toplayan İttihâdcı Tal’at Bey, 27 Nisan 1909 tarihinde, silah tehdidi al-tında Meclis’den II. Abdülhamid aleyhine hal’ kararını çıkardı ve içinde hiç Müslüman Türk bulunmayan dört kişilik heyetle (Yahudi Emanuel Karaso, Ermeni Komitecisi Aram Efendi, Arnavud Es’ad Toptani Paşa ve Gürci Ârif Hikmet Paşa) hal’ kararını II. Abdülhamid’e tebliğ ettirdi. Böylece Osmanlı Devleti’nin yıkılış trendi, maalesef hız kazanmıştı.

Bedîüzzaman bu meselenin Kur’an’ın işarî manaları arasına girecek kadar ehemmiyetli olduğunu ve Kur’an’ın hem II. Abdülhamid ve hem de Sultan Abdülaziz dönemindeki önemli hâdiselere işâret ettiğini şöyle açıklamaktadır:

Âlem-i İslâm için en dehşetli asır altıncı asır ile Hülâgu fitnesi ve onüçüncü asrın âhiri ve ondördüncü asır ile harb-i umûmî fitneleri ve neticeleri olduğu münasebetiyle bu cümle ma-kam-ı ebcediyle altıncı asra ve evvelki cümle gibi اَلْعَزِيزِ الْحَمِيدِ kelimeleri ile bu asra, Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamid devirlerine îma eder.

2. Bediüzzaman’a göre Meşrûtiyetin İlanı ve Hilâfet-i İslâmiye’ye Yapılan Hücumlara Dair Kur’anî İşaretler: 1324/1908

Bedîüzzaman, daha sonra kaleme aldığı eserlerde Meşrûtiyetin ilânı ve Hilâfet-i İslâmi-yeye karşı yapılan hücum ve plânlarla alakalı Kur’anî işâretler bulunduğunu açıklamıştır.
.
Diğer tarafdan yine Bedîüzzaman’a göre Kur’an 1324 tarihine işâret ederek, “Avrupa zâlimleri devlet-i İslâmiyenin nurunu söndürmek niyetiyle müdhiş bir sû’-i kasd plânı yaptık-ları ve ona karşı Türkiye hamiyetperverleri, hürriyeti yirmidörtte ilânıyla o plânı akîm bırak-mağa çalıştıkları halde, maatteessüf altı-yedi sene sonra, harb-i umûmî neticesinde yine o sû’-i kasd niyetiyle Sevr Mu’âhedesinde Kur’an’ın zararına gayet ağır şartlarla kâfirane fikirlerini yine icra etmek olan plânlarını akîm bırakmak için Türk milliyetperverleri cumhuriyeti ilânla mukabeleye çalıştıkları tarihi olan bin üçyüz yirmidörde, tâ otuz dörde, tâ ellidörde tam tamı-na tevâfuk etmektedir”. “Şimdi İslâmlar içinde Nur-u Kur’ana muhâlif haletlerin ekserisi, o sû’-i kasdların ve Sevr Mu’âhedesi gibi gaddarane mu’âhedelerin vahîm neticeleridir”.

Sure-i Tevbe’de: يُرِيدُونَ اَنْ يُطْفِئُوا نُورَ اللّٰهِ ِباَفْوَاهِهِمْ وَيَاْبَى اللّٰهُ اِلاَّ اَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ (Tevbe: 32; Allah’ın Nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar; ancak Allah kâfir-ler istemesede Nurunu tamamlamaya irâdesi hasıl olmuştur ve tamamlayacaktır) âyetindeki نُورَ اللّٰهِ ِباَفْوَاهِهِمْ وَيَاْبَى اللّٰهُ اِلاَّ اَنْ يُتِمَّ نُورَهُ cümlesi, kuvvetli ve letafetli münasebet-i mane-viyesiyle beraber şeddeli “lâmlar” birer “lâm” ve şeddeli “mim” asıl kelimeden olduğundan iki “mim” sayılmak cihetiyle bin üçyüz yirmidört (1324) ederek, Avrupa zâlimleri devlet-i İslâmi-yenin nurunu söndürmek niyetiyle müdhiş bir sû’-i kasd plânı yaptıkları ve ona karşı Türkiye hamiyetperverleri, hürriyeti yirmidörtte ilânıyla o plânı akîm bırakmağa çalıştıkları halde, maatteessüf altı-yedi sene sonra, harb-i umûmî neticesinde yine o sû’-i kasd niyetiyle Sevr Mu’âhedesinde Kur’an’ın zararına gayet ağır şeraitle kâfirane fikirlerini yine icra etmek olan plânlarını akîm bırakmak için Türk milliyetperverleri cumhuriyeti ilânla mukabeleye çalıştık-ları tarihi olan bin üçyüz yirmidörde, tâ otuz dörde, tâ ellidörde tam tamına tevâfukla, o herc ü merc içinde Kur’an’ın nurunu muhafazaya çalışanlar içinde Resail-in Nur müellifi yirmi-dörtte (1324) ve Resail-in Nur’un Mukaddemâtı otuzdörtte (1334) ve Resail-in Nur’un nu-ranî cüzleri ve fedakâr şakirdleri ellidörtte (1354) mukabeleye çalışmaları göze çarpıyor. Hattâ hakikat-ı hali bilmeyen bir kısım ehl-i siyâseti telaşa sevkettiler ve bu itfa sû’-i kasdına karşı tenvir vazifesini tam îfa ettiklerinden bu âyetin mana-yı işarîsi cihetinde bir medar-ı na-zarı olduklarına kuvvetli bir emaredir. Şimdi İslâmlar içinde Nur-u Kur’ana muhâlif haletlerin ekserisi, o sû’-i kasdların ve Sevr Mu’âhedesi gibi gaddarane mu’âhedelerin vahîm neticeleri-dir.

Her asra hitab ettiği gibi, bu asrımıza daha ziyâde bakan وَ الْعَصْرِ اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَفِى خُسْرٍ (İkindi vaktine (yahur son asra) kasem ederim ki, insanlık büyük bir zarar ve hüsrân içindedir) âyetin-deki اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَفِى خُسْرٍ (şedde ve tenvin sayılır) makam-ı cifrîsi bin üçyüz yirmidört (1324) edip, hürriyet inkılâbıyla başlayan tebeddül-ü saltanat ve Balkan ve İtalyan Harbleri ve Birinci Harb-i Umûmî mağlubiyetleri ve dehşetli mu’âhedeleri ve şe’âir-i İslâmiyenin sarsılmaları ve bu memleketin zelzeleleri ve yangınları ve İkinci Harb-i Umûmî’nin zemin yüzünde fırtınaları gibi, semavî ve arzî musibetlerle hasaret-i insaniye ile اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَفِى خُسْرٍ âyetinin bu asra dahi bir hakikatı, maddeten aynı tarihiyle gösterip, bir lem’a-i i’câzını gösteriyor.

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

Sultan Abdülhamid’in Görevden Alınmasını Meşrû Gösteren Hilal Gazetesi ve Hal’ı ile alakalı Bazı Fetvalar, Hilal Gazetesi, No: 2, 8 Nisan 1324.

Bediüzzaman, 2. Abdülhamid’e Mu’ârız ve Muhâlif mi?

Bedîüzzaman II. Abdülhamid’e mu’ârız ve muhâlif mi? Cahil ve Ahmak Gazeteciye Değil, Arkasındaki Saf Akıllılara Cevap Veriyorum!

Bu iddia sahipleri,[1] Bedîüzzaman ve Mehmed Âkif gibi İslâm âlimlerinin meşrû dairedeki hürriyet ve meşrûtiyeti istemeleri ile Abdülhamid düşmanlığını birbirine karıştırmışlardır. Elbette ki o dönemin çok mühim simaları, özellikle Hafiye Teşkilâtının son zamanlardaki baskı idâresini tenkid etmişler ve Abdülhamid’in kurduğu hükûmetlerin, bazan istibdâd denebilecek faaliyetlerini tenkid eylemişlerdir. Ancak Abdülhamid’in de devletin devamını sağlamak için yürüttüğü şahsî idâre sistemini, her yönüyle meclis-i şûrâ esaslarına uygundur demek mümkün değildir.[2]

Özellikle Bedîüzzaman ile ilgili iddialara gelince, Bedîüzzaman-Abdülhamid münasebetlerini kısaca özetlemekte yarar vardır:

1907’de İstanbul’a gelen Bedîüzzaman, Meşrûtiyetin ilânından evvel söylediği bir nutkunda, Sultan Abdülhamid’i, “Yaşasın yaraları tedavi etmek fikrinde olan Halîfe-i Peygamberî” diye vasıflandırmaktadır. 1909 Mart’ında kaleme aldığı bir makalede ise, ona şu tavsiyelerde bulunmaktadır:

Ömrünün zekâtını Ömer bin Abdülaziz gibi sarf et. Ta ki, bi’atın manası gerçekleşsin. Meşrûtiyeti kansız kabul ettiğin gibi, Yıldız’ı da mahbûb-ı kulûb eyle. İstibdâd, kalb-i memalik olan İstanbul’da kan bırakmadı­ğın­dan hüsn-ü niyeti göster. Pür-şefkat ile meşrûtiyeti kansız kabul etti­ğin gibi; menfur olmuş Yıldızı mahbub-u kulûb etmek için, eski zebanîler yerine melâike-i rahmet gibi muhakkikîn-i ülemâyı doldurmak… ve Yıldızı Dâr’ül-Fünûn gibi etmek… Ve ulûm-u İslâmiyeyi ihyâ etmek ve meşihat-ı İslâmiyeyi ve Hilâfeti, mevki-i hakikisine is’ad etmek… Ve milletin kalb hastalığı olan za’f-ı diyânet ve baş hastalığı olan cehâleti, servet ve ikti­darınla tedavi etmekle Yıldızı Süreyya kadar i’lâ et. Tâ Hânedân-ı Osmanî ol burc-u hilâfette pertevnisâr-ı adâlet olabilsin. Hem de havaîc-i zaruriyeye iktisad et. Tâ alıştırılmış olan israfa iktidarı olmayan biçare millet de iktida etsin. Madem ki, İmâmsın…”.[3]

Bedîüzzaman’a göre, Abdülhamid zamanında yapılan bütün istibdâdlar onun şahsına verilmemelidir. Maalesef İttihâdcılar bunu yapmıştır. Zira o şefkatli bir Sultandır. Başka bir eserinde de, Abdülhamid’in şahsî idâresini anlatırken, “Abdülhamid’in mecbur olduğu istibdâd” ifadesini kullanmaktadır. Namık Kemâl’in Abdülhamid’i tenkit ettiği Hürriyet kasidesini değerlendiren Bedîüzzaman, 1930’lu yılların idâresini kasdederek, meseleyi bütün yönleriyle gözler önüne sermektedir:

Şu hürriyet perdesi altında müthiş bir istibdâdı taşıyan şu asrın gaddâr yüzüne çarpılmaya layık iken, o tokada müstehak olmayan, gayet mühim bir zatın yani Abdülhamid’in yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilâne şu sözün;

Ne mümkün zulm ile bîdâd ile imhây-ı hürriyet

Çalış, idrâki kaldır, muktedirsen âdemiyyetten.”[4].

1952 yılında bazı kimseler, Bedîüzzaman’ın sanki İttihâdcıları destekleyerek Sultan Abdülhamid’e muhâlif olduğu iddialarını yaymaya başlayınca, talebelerine kaleme aldırdığı Lâhika Mektubunda aynen şunları ifade etmektedir:

“1) Bir adamın kusuru ile başkası mes’ul-olamaz. Dolayısıyla Abdülhamid’in hükûmetlerinin hataları ona verilemez.

2) Bedîüzzaman, II. Meşrûtiyetin başında, hürriyet-i şer’iyyeyi teşvik etmiş, bazı siyasi muhâliflerinin istibdâd adını verdikleri, Abdülhamid idâresi için de, “mecburî, cüz’î ve hafif istibdâd”, İttihâdcıların zulmu için ise, “pek şiddetli külli istibdâd” tabirlerini kullanmıştır. Şu cümlesi meşhurdur: “Eğer meşrûtiyet, İttihâdcıların istibdâdından ibaret ise ve Şerî’ata muhâlif hareket demek ise, bütün dünya şahid olsun ki, ben mürteciyim.”

3) Hürriyet, İslâmi terbiye ile terbiye olunmazsa, çok şiddetli bir istibdâda dönüşeceğini haykırmıştır ve maalesef öyle de olmuştur.

4) Abdülhamid’in yabancı düşmanlara karşı gösterdiği dehası, İslâm âleminin tam bir Halîfesi olması, Şark Vilâyetlerini Hamidiye Alayları ve İslâm kardeşliği ile Ermenilere karşı koruması; İslâm’ın bütün hükümlerini hayatında yaşaması ve Yıldız Sarayında manevi şeyhini eksik etmemesi sebepleriyle bir veli olduğunu açıkça ifade etmiştir.

5) Ancak insan hatasız olmayacağından, onun da bazı hataları olduğunu ve ancak bu hataların mecburiyet altında işlenen hatalar bulunduğunu açıkça beyan eylemiştir.”.

O halde başta Bedîüzzaman ve Mehmed Âkif olmak üzere, büyük İslâm âlimlerinin Abdülhamid’e muhâlif oldukları ve hatta aleyhindeki hal’ fetvâsını hazırladıkları şeklindeki iddialar doğru değildir. Fetvâyı zamanın Fetvâ Emini Hacı Nuri Efendi imzalamamıştır; ancak maalesef İttihâdcıların kuklası haline gelen Şeyhül-İslâm Mehmed Ziyâuddin Efendi imzalamıştır. Bu fetvâdaki hal’ gerekçeleri tamamen iftiradır. Zira Sultan Abdülhamid’in 31 Mart Vak’asına sebep olduğu zikredilmiştir ki, tamamen yalan olduğu ortaya çıkmıştır. Dini kitapları yaktırdığı iddia edilmiştir ki, tam bir iftiradır; zira en çok dini kitap onun zamanında basılmıştır. Devlet hazinesini israf ettiği söylenmektedir ki, Abdülhamid gibi dindar bir Padişaha bunu isnad etmeye şeytan bile yaklaşmaz. Zâlim olduğu ileri sürülmüştür ki, iktidarı boyunca idam cezasını uygulamadığı herkesin malumudur.[5]

Dilekçede görüldüğü gibi, Bedîüzzaman, şark vilâyetlerine ma’ârifi götürmek istemesiyle, pek çok faidelerin yanında, Osmanlı Devleti’nde karışıklığı önlemek ve âşâ’irin birbirine karşı sarf ederek kırıp bitirdikleri büyük kuvveti toplattırıp hükûmetin eline vermekle, dış düşmanlara karşı o kuvveti kullanmak ve neticesinde hal‑i hazırdaki vahşet ve cehâletleri ile birlikte, medeniyet ve ma’ârife kabiliyetli bir millet olduklarını, lâkin fıtratlarında mevcud bu kabiliyet ve isti’dat ma’denini ma’ârif ile işletmekle o muazzam netice elde edilebileceğini ve o zaman bu milletin adâlete nasıl istihkak kesbedeceğinin bilineceğini söylüyor. Fakat yukarıda belirtildiği üzere, Mâbeyn paşaları bu maksad ve neticeleri göremiyerek veya görmezlikten gelerek, dilekçesinde gösterilen o muazzam hizmeti nazar‑ı ehemmiyete almıyor. Lâkin buna rağmen Bedîüzzaman’ın ümidi kırılmıyor. İnkisar‑ı hayale uğramıyor. Yine aynı maksad üzerinde çalışmasına devam ediyor.

Bu kısa izahları biraz daha açalım:

Bedîüzzaman’ın Eski Eserleri, Yeni Eserleri ve Hatıralarında II. Abdülhamid ile İlgili Tesbitleri

Bu mesele belli mihraklar tarafından çok tahrif edildiği ve kaşındığı için konuyu, bütün yönleriyle ele almak istiyoruz:

1. Bedîüzzaman’ın Eski Eserlerinde II. Abdülhamid

1‑ Meşrûtiyetin il’ânının ilk günlerinde söylediği nutkunun son bölümünde: “Yaşasın yaraları tedavî etmek fikrinde olan Halîfe‑i Peygamber”[6] demek suretiyle, onun şahsiyet ve makâmının ne olduğunu ortaya koymaktadır.

2‑ 23 Mart 1909’da gazetelerde yayınlanan “Dağ meyvesi acı da olsa devadır” başlıklı makalesinin yedinci maddesinde:

Hilâfete dair bir rû’yadır. Âlem‑i menamda Padişah’ı (Sultan Abdülhamid’i) gördüm dedim: Sen zekât’ül-ömrü, Ömer‑i Sânî (Ömer bin Abdülaziz) mesleğinde sarfet! Tâ ki, Meşrûtiyet riyâsetine lâzım ve bi’atın ma’nâsı olan teveccüh‑ü umûmiyeyi kazanasın!

Padişah dedi: “Ben onun yolunda gideyim. Siz de ol zaman ehlini taklid edebiliyor musunuz?.. Bir de sizde, onlardaki kuvvet‑i İslâmiyet ve safvet ve ahlâk…

Ben dedim: Bizdeki tenbih‑i efkâr‑ı umûmî ve tekmil‑i mebâdî ve vesâ’it ve ihata‑i medeniyet, o noktaların yerini tutmakla, hem o noktaları istihsal, hem de netice‑i matlub olan terakkiyi intac edebiliyoruz. Düvel‑i ecnebiyenin adâleti bunu ispat eder.

O dedi: Nasıl yapacağım? Dedim: İstibdâd, kalb‑i memalik olan İstanbul’da kan bırakmadığından, hüsn‑ü niyeti göster. Pür‑şefkat ile Meşrûtiyet’i kansız kabul ettiğin gibi, menfur olmuş Yıldız’ı mahbub‑u kulûb etmek için, eski zebanîler yerine, melâike‑i rahmet gibi muhakkikin‑i ülemâyı doldurmak ve Yıldız’ı Dârul‑Fünûn gibi etmek; Ve ulûm‑u İslâmiyeyi ihyâ etmek ve meşihat‑ı İslâmiye’yi ve hilâfeti mevki‑i hakikisine is’ad etmek.. Ve milletin kalb hastalığı olan za’f‑ı diyânet ve baş hastalığı olan cehâleti, servet ve iktidarınla tedavî etmekle; Yıldız’ı süreyya kadar i’la et! Ta, Hânedân‑ı Osmanî ol burc‑u Hilâfette pertev-nisâr‑ı adâlet olabilsin. Hem de havâic‑i zaruriyeye iktisad et, ta alıştırılmış olan israfa iktidarı olmayan biçare millet de iktida etsin. Madem ki İmâmsın!.. Birden uyandım, gördüm ki; asıl bu âlem‑i yakaza rü’yadır. Asıl uyanmak (uyanıklık) ve hakikat o rü’ya imiş.[7]

İşte Bedîüzzaman Hazretleri, rüya diye tavsif ettiği ve onu gazetelerde bir çeşit açık mektub tarzında neşrettiği ve onun sonunda. “Asıl uyanıklık ve hakikat o rüya imiş” dediği makalesinde, merhum Sultan Abdülhamid’in İslâm Halîfesi olduğunu açıklamaktadır. Ayrıca Hazret‑i Osman Radiyallahü anhuya benzer bir tarzda, elinde gücü, kuvveti, askeri varken, kan dökülmemesi için, Jön Türklerin ve İttihâdçıların Selânik’te 21 Temmuz 1908’de i’lân ettikleri anayasayı ve Manastır’da yer‑yer hâdiseler çıkararak, işi kuvvete döktükleri sırada, Sultan Abdülhamid’e bağlı kuvvetler, ordu ve askerlerin başındaki yüksek rütbeli âmirler, defalarca ona yalvararak, karşı koymaları için izin istedikleri halde, sonunda 31 Mart hâdisesinde Yıldız Sarayı’nı çeviren Hareket Ordusu’na karşı, bilhâssa onun tüfekçi başısı Arnavut Halil Bey ayaklarına kapanıp hüngür‑hüngür ağlayarak izin istediği halde, onun merhamet ve şefkati kan dökülmeğe rıza göstermemesini hatırlatmaktadır. Bütün bunlara rağmen, Hareket Ordusu şehri işgal ettikleri zaman, Padişah’ın Tüfekçibaşısı’nı yakalayıp, getirip onun Saray’ının bahçesinin kenarında asmışlardır. Bu da gösteriyor ki; Bedîüzzaman’ın “Pür‑şefkat ile Meşrûtiyet’i kansız kabul ettiğin gibi…” ifadesiyle bu ve buna benzer hâdiseleri ifâde etmektedir.

Ayrıca, bu hakikatli rü’yanın şu parağrafında biraz daha açık ifadeyle:

Nefret edilen Yıldız Sarayını kalplerin sevgilisi haline getirmek için, zebani gibi olan istihbaratçılar yerine, rahmet melekleri gibi âlimleri doldur. Yıldız Sarayını Üniveriste haline getirmek, İslami ilimleri ihyâ etmek, Şeyhülİslâmlığı ve Hilâfeti hakiki mevkiine ulaştırmak; milletin kalp hastalığı olan dindeki zafiyet ve baş hastalığı olan cehâleti, servet ve iktidarınla tedavî etmekle, yıldızı Süreyya kadar yükselt! Ta, Hânedân‑ı Osmanî ol Hilâfet burcunda adâlet yıldızlarını parlatsın.[8]

demek suretiyle, Osmanlı Hânedânı’nın ebedî kalması ve daima hilâfet burcunda kalarak, etrafında adâlet saçmak için Halîfeye yol gösteriyor ve irşad ediyordu.

3‑ “Kürdistan ülemâ ve meşâyih ve rûesâ ve efrâdına Meşrûtiyet’e dair telkinatıdır” başlıklı yazısında, Bedîüzzaman, Padişah Abdülhamid için şöyle diyor:

Şimdiye kadar Padişaha iktida ettiniz ki; milletin vahşetinden dolayı, tedennî ve inkirazın mahkumu olan kuvvet ve cebri millette isti’mal lüzum gördünüz. Şimdi de Padişah yine size İmâmdır, iktida ediniz ki, o ömr‑ü ebedîye mazhar olan ma’rifet ve adâleti ile milletini idâre edecek. Elhasıl: Efendimiz o kadar haşmetli ağalık kürkünü milletine bağışladı. Siz de o eski ve köhneleşmiş ağalık abasını bir hulle‑i adâlete tebdil ediniz![9]

Bedîüzzaman Hazretleri Padişah’a ve hilâfet‑i İslâmiye cihetinden Halîfeye, şarklı vatandaşlarını, itaate, i’tidale, iktidaya davet etmekle beraber; Meşrûtiyet dönemi icabatından olan ma’rifet ve akıl yolunda yürümelerini, zulüm ve cebri bırakmalarını, milleti istihdam etmek değil, ona hizmet etmelerini tavsiye ediyor ve Meşrûtiyet şerefinin esasını yine Sultan Abdülhamid’e veriyor.

Aynı yazının devamında ise, şöyle diyor:

İstibdâdın ma’den ve menbiti olan şeref ve haysiyet ve i’tibarî rütbeden istimdat ve milleti istihdam.. ve hatır ve tahakküm ve tarafdarî rabıta etmekdir ki; vahşetin ağalığı budur. Ümmül‑ağavat olan Yıldız’da, Eb’ül-ağavat olan Sultan Abdülhamid bu ağalıktan vazgeçti. Nerede kaldı başka sivri sinekler![10]

Burada gerçi Bedîüzzaman, Şark’taki ağalık ve zorbalığın şeref ve haysiyyet cihetiyle milleti istihdam etmeklik şekline vurması içinde, Sultan Abdülhamid’in ismi de bil-münasebe geçmektedir. “Ağaların Babası” şeklinde bir ta’bir vardır ve gerçekten de Sultan Abdülhamid, bir zamanlar Şark’taki aşiretleri kendisine, dolayısıyla Osmanlı saltanatına bağlamak maksadıyla büyük aşiret reislerine, kimisine paşalık, kaymakamlık, kimisine binbaşılık rütbesi vermiştir. Neticesinde o aşiret çöl paşalarının çok zulümleri ve vahşetleri vaki’ oldu. Fakat bu, Sultan Abdülhamid’in, o zamanki şartlara göre devlet idâresindeki bir siyâsetiydi. Yanlış ve hatalı olabilirdi. Ama Padişahın, o reislere paşalık ve rütbeler bahşederken “gidin millete zulmedin, yağma edin” şeklinde bir emri, işâreti yoktu ki, o suçların tamamı ona yüklensin, Onun niyeti dağınık, dağ ve derelerde yaşayan o reislere birer rütbe vererek, hükûmete karşı itaatlerini te’min idi. Ayrıca, Üstâd Bedîüzzaman aynı yazısında “Sultan Hamid bu ağalıktan vazgeçti” diyerek onu bu suçtan tebrie etmektedir.

4‑ 31 Mart 1909’da Dîvân‑ı Harb‑i Örfi’deki müdafaatının Onbirinci cinâyetinde, Sultan Abdülhamid’le ilgili kısmında şöyle der:

İstibdâdlar umumen Sultan‑ı Mahlû’a isnad edildiği halde, onun Zabtiye Nâzırı ile bana verdiği ma’âşı ve ihsan denilen rüşvet ve hakk‑ı sükûtu kabul etmedim, reddettim. Milletimin nâmını lekedar etmedim. Aklımı feda ettim, hürriyetimi terk etmedim. O şefkatli Sultan’a boyun eğmedim.[11]

Bedîüzzaman “İstibdâdlar umumen Sultan‑ı mahlû’a isnad edildiği halde…” sözüyle, Jön‑Türk hareketinin başladığı zamanları kasdetmektedir. Gerçekten o zamanlar, başta Namık Kemâl, Ziya Paşa ve sonra Mehmed Âkif gibi mücahid, edib şâ’irler, hürriyetperverler, Sultan Abdülhamid’e şiddetli hücum ettikleri ve bütün istibdâd ve tahakkümleri onun şahsından bilip itiraz ettikleri bir gerçektir. Lâkin Hazret‑i Üstâd Bedîüzzaman ise; “… isnad edildiği halde” diyor. Yani gerçek olarak değil, belki o zamanlar öyle telâkkî ve kabul ediliyordu demek istiyor. ve “O şefkatli Sultan’a boyun eğmedim” sözüyle Sultan Abdülhamid’in şefkatli, merhametli ve dindar bir insan olduğunu kaydediyor.

Ayrıca, Bedîüzzaman Hazretleri o zamanki en heyecanlı nutuk ve makalelerinde, hiç bir zaman Sultan Abdülhamid’in şahsiyetine, makâmına ve şahsî, insanî ahvâline ‑sair hürriyet‑perver mücahidler gibi‑ hakaretâmiz sözlerle ilişmemiş, hücum etmemiştir. Ancak nasihat tarzında bazı şeyler söylemiştir.

5‑ Meşrûtiyet’in i’lânından iki sene sonra, 1910 yılının sonu ve 1911 yılının başında te’lif ve tab’ettirdiği Münâzârat isimli eserinde, istibdâd ve meşrûtiyeti ta’rif ederken, Sultan Abdülhamid’in bahsi münasebetiyle şöyle der:

Zira sabıkta Padişah kendi yerinde mahbus gibi oturuyordu. Biçare milletin halini anlamıyordu.. Veyahut za’f‑ı kalb ve kuvvet‑i vehm ile anlamak istemiyordu. Yahut mütehevvisane ve mütekeyyifane ve mütekalkıl olan tabiatı anlattırmağa müsa’id değildi.[12]

Burada Sultan Abdülhamid’in şahsiyyetine zâhirde bir ta’riz görünmektedir. Lâkin dikkat edilirse, birkaç ihtimali birden nazara veriyor. En baştaki ihtimal, “kendi yerinde mahpus gibi oturuyordu” ifadesiyle, Mâbeyn’deki paşaların aldatmaları veyahut onu bir çeşit ablukaya almalarıyla “mahpus gibi” yani sağını solunu tam ma’nasıyla haberdar olarak bilmiyordu. Aldığı malumat da “Mâbeyn”den geçerek kendisine ulaşmaktaydı. Sondaki ihtimal ise, Onun beşerî ve insanî ve fıtrî bazı hallerinden ve za’if olan bazı damarlarından bahsediyor ki, onun tamamen beşeriyetine yöneliktir. Yaratılış itibariyle vesveseli, hassas, tereddütlü olabilirdi. Fakat bunlar, onun kötü niyetliliğine, kasdî olarak onları işlediğine delâlet etmez. Bedîüzzaman da ahirki zaif ihtimal ile birazcık onun fıtrî beşeriyetine ve zaif damarına vuruyor.

6‑ Hizanlı Şeyh Selim’in[13] Hürriyet hakkındaki: حُرِّيَّةٌ حَرِّيَّةٌ بِالنَّارِ ِلاَنَّهَا تَخْتَصُّ بِالْكُفَّارِ Arapça şiiri ki, “Hürriyet ancak ateşe lâyıktır. Zira kâfire mahsus bir şiardır” sözünü sual tarzında Bedîüzzaman’a tevcih ettikleri zaman, o da şöyle cevab vermiştir:

O biçare şâir, hürriyeti bolşevizm mesleği ve ibâha mezhebi zannetmiş. Haşa! Belki insana karşı hürriyet, Allaha karşı ubudiyyeti intac eder. Hem de çok adamlar görmüşüm, Sultan Hamid’e Ahrârdan ziyâde hücum ediyordu ve derdi: “Hürriyeti ve Kanûn‑i Esâsîyi otuz sene evvel kabul ettiği için fenadır.”

İşte yahu, Sultan Abdulhamid’in mecbur olduğu istibdâdını hürriyet zanneden ve Kanûn‑i Esâsî’nin müsemmasız isminden ürken (adamların) sözünde ne kıymet olur: Belki böyle diyenler öyledirler. Hem yirmi senelik İslâmiyet’in bir fedaîsi de demiştir:

حُرِّيَّةٌ عَطِيَّةُ الرَّحْمٰنِ اِذْ اَنَّهَا خَاصِّيَّةُ اْلاِيمَانِ

Yani: Hürriyet, insanlara Allah’ın bir atiyyesidir. Çünki îmânın hasiyetidir.[14]

Bedîüzzaman’ın bu, dini rasihâne bilen hakikatli cevabında görüldüğü üzere, o zaman ba’zı müfrit yarı hocalar ve tekfire meraklı hasta mizaçlılar, hemen bir ayetin zahirî ma’nâsına yapışarak, mezkûr Anayasa’yı kabul edenleri, bilhâssa işin başındaki Türkleri küfürle ittiham etmişler. Fakat Bedîüzzaman, o zaman cevab vermiş ve o biçare müfritlerin yanlış fikirlerini ortaya koymuş ve onları susturmuştur.

2. Bedîüzzaman’ın Yeni Eserlerinde II. Abdülhamid

Merhum Sultan Abdülhamid’le ilgili eski eserleri ve makalelerinden alınan mezkûr nümunelerden başka, hayatının ikinci devresi olan Yeni Sa’îd tabir ettiği zamanlarında bu mevzuda söyledikleri kısaca şöyledir:

1‑ 22. Lem’a’da; Sultan Abdülhamid’in ismi zikredilmemiş, ama ona karşı söylenmiş bir şiir’i bir münasebetle kaydederken şöyle diyor:

Evet, şu hürriyet perdesi altında müthiş bir istibdâdı taşıyan şu asrın gaddar yüzüne çarpılmaya layık iken ve hâlbuki o tokada müstahak olmayan, gayet mühim bir zâtın, yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilâne şu sözün

Ne mümkin zulm ile bîdad ile imha‑yı hürriyet

Çalış idrâki kaldır, muktedirsen âdemiyette.”[15]

Bu beyân ile Bedîüzzaman Hazretleri, Sultan Abdülhamid’i “gayet mühim bir zât” şeklinde tavsif ederek, ona karşı yazılan, söylenen tenkidlerin, hücumların yanlış olduğıınu apaçık beyân ediyor.

2‑ Beşinci Şu’â’ Risâlesinin tetimmesinde zulüm ve istibdâd mes’elesi münasebetiyle şöyle demektedir:

Zannederim, asr‑ı ahirde İslâm ve Türk hürriyetperverleri bir hiss‑i kabl‑el vuku’ ile bu dehşetli istibdâdı hissederek oklar atıp hücum etmişler. Fakat çok aldanıp, yanlış bir hedef ve hata bir cebhede hücum göstermişler.[16]

Bu parağrafta Bedîüzzaman Sa’îd‑i Nursî Hazretleri çok açık ve kesin olarak, Sultan Abdülhamid’e atılan i’tiraz oklarının ve hücumların katiyyetle yanlış ve hata olduğunu söylemektedir. Namık Kemâller, Mehmed Âkifler bir hiss‑i kabl‑el vuku’ ile çok sonra meydana çıkacak bir istibdâd ve zulmü hissetmişler, fakat hücum oklarını yanlış bir hedefe atmışlardır, diyor.

3‑ Birinci Şu’â’ Risâlesi, 29. ayetin beyânının sonunda şöyle demektedir:

Âlem-i İslâm için en dehşetli asır altıncı asır ile Hülâgu fitnesi ve onüçüncü asrın âhiri ve ondördüncü asır ile harb-i umûmî fitneleri ve neticeleri olduğu münasebetiyle bu cümle makam-ı ebcediyle altıncı asra ve evvelki cümle gibi اَلْعَزِيزِ الْحَمِيدِ kelimeleri ile bu asra, Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamid devirlerine îma eder.[17]

4‑ Sekizinci Şu’â’nın âhirinde, Hilâfet‑i İslâmiye hakkında gelen hadis‑i şerîfin ma’nâ‑yı işarîlerini yazarken cifrî ve ebcedî hesabiyle, Hicrî 1328, Rumi 1326 (Miladi 1909) ederek hilâfet‑i İslâmiye’nin sona erdiğine işâret ettiğini, ayrıca İslâmiyet’in ilk dört Halîfeleri Hazret‑i Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Âlî -Radiyallahü teala aleyhim ecmain-in isimlerinin beraberce Ebcedî makâmı yine 1326 Rumi (1909) ederek Hilâfet‑i Osmaniye’nin sona ereceğine ve bu tarihten sonra, artık Hilâfet’in şartlarına muvafık tarzda takarrur etmediğine ve etmiyeceğine işâret ettiğini kaydetmekle, Sultan Abdülhamid’in İslâm’ın son Halîfesi olduğuna açıkça işâret etmektedir.[18]

5‑ Rumuzât‑ı Semâniye Risâlesinde, Sûre‑i Alak’ın bazı cümleleri 1322 Rumi‑1324 Hicri ederek yine Hânedân‑ı Osmaniye’nin hal’ ve nasb gibi mühim olaylarına baktığını ve Balkan ittifakiyle zuhura gelen mühim hâdiselere işâret ettiğini kaydetmektedir.[19]

6‑ Başka bir eserinde şöyle diyor:

Hilâfet‑i Abbasiye, Hülagu’nun hücûmiyle hatime verildi. Üç dört asır zaman‑ı fetretten sonra يأتي الله بقوم يحبهم و يحبونه(Mâide: 54; Allah öyle bir millet getirir ki, Allah onları sever ve onlar da Allah’ı sever…) âyetinin sırrına mazhar olan Osmanlı âdil padişahları, hadis‑i şerîfteki istikameti yerine getirmeye çalıştıklarından, hadisin hükmiyle ümmet için bin sene hilâfet‑i İslâmiyeyi ve şer’‑i şerîf üzerine giden hükûmetin idâmesine vasıta oldular.[20]

7‑ 1952 senesinde İstanbul’da Nur talebesi bir muallimin zihnini meşgul eden, Üstâd Bedîüzzaman Hazretlerinin II. Meşrûtiyyet sıralarında, Sultan Abdülhamid’le macerasını ve Üstâd’ın o sıra neşretmiş o-lduğu nutuk ve makalelerindeki bazı ifadelerini, sair hürriyetperverler gibi Bedîüzzaman’ın da bir i’tirazı, bir hücumu ma’nâsında anlaması üzerine, Bedîüzzaman Sa’îd‑i Nursî Hazretleri bu konuda talebelerine bir yazının ana hatlarını dikte ettirmiş ve bir lâhika olarak o zamanlar hem eski harfle hem de yeni harfle teksir ettirerek neşrettirmiştir. O mektubu aynen buraya alıyoruz.

Bir muallim kardeşimiz Sultan Abdülhamid’in hakkında Üstâdımızın hürriyet başında söylediği nutuklarda, Sultan Hamid’e hücum zannetmiş ve o kıymetdar Padişahın kıymetini takdir etmemiş gibi bir şüphe gelmiş?…

Elcevab: Biz Üstâdımızdan aldığımız hakikat‑i hal ile cevab veriyoruz.

Evvela: Üstâdımızın hayatındaki birinci bir düstûru: Kur’an‑ı Hakim’in bir Kanûn‑u esasisidir ki; “Bir adamın cinâyetiyle başkası mes’ul-olamaz!..” Kaide‑i Kur’aniyesiyle o Padişah’ın zamanındaki hükûmetin hataları ona verilmez, diye daima hayatında ona hüsn‑ü zan etmiş. Onun ba’zı zaman mecburiyetle ettiği kusurları onun muarızlarına karşı te’vile çalışmış.

Saniyen: Üstâdımız Hürriyetin başında bütün‑ kuvvetiyle Şerî’at dairesindeki Hürriyet‑i Şer’iye’yi sena etmiş, nutuklarıyla halkı o hürriyete davet etmiş. Ve Hürriyet‑i Şeri’ye’ye muhâlif olanlara demiş ki; Eğer Şerî’at dairesinde olmazsa, istibdâd namı verdiğiniz, bir şahsın mecburî, cüz’î ve hafif istibdâdı, pek şiddetli bir istibdâd‑ı küllî olup inkisam edecek. Herkes bir nevi müstebid olur, istibdâd‑ı mutlak çıkar, binler istibdâd hükmüne dönecek. yani; hürriyet ölecek, bir istibdâd‑ı mutlak çıkacak. Hatta bu mes’elede, Üstâdımız idam için kurulan Dîvân‑ı Harb‑i Örfi’de demiş ki: Eğer Meşrûtiyyet İttihâdçıların istibdâdından ibaret ise ve hilâf‑i Şerî’at hareket ise, bütün dünya şahid olsun ki ben mürteciyim.

Salisen: Üstâdımız o zamanda, bir hiss‑i kable‑l vuku’ nev’inden şimdiki âlem‑i İslâm’ın ecnebî istibdâdından kurtulması ve bir Cemâhir‑i Müttefika‑i İslâmiye tarzında tezahüre başlamasını tasavvur etmiş, ümit etmiş, hissetmiş ve bütün kuvvetiyle bağırmış. Hürriyet‑i Şer’iyeyi takdir etmiş. O zamanki hitabelerinde demiş ki: “Hürriyet, terbiye‑i İslâmiye ile olmazsa ölecek, yerine istibdâd‑ı mutlak çıkacak”.

Rabian: Üstâdımızdan hem işitmişiz, hem halinden anlamışız ki: Ecnebilerin şiddetli desise ve kuvvetlerine karşı gösterdiği sebat ve metanet, hususan âlem‑i İslâmın kısm‑ı azamının Halîfesi olmak; Hem biçare Vilâyat‑ı Şarkiye’nin bedevi aşâirini Hamidiye alayları ile en yüksek bir derece‑i askeriye ve medeniyeye onları sevk etmesi ve Hamidiye camiinde her cuma günü bulunması ve şe’âir‑i İslâmiye’yi elden geldiği kadar müraat etmesi ve daima yıldız dairesinde ma’nevî Üstâd kabul ettiği bir şeyhi var olduğu gibi; çok hasenatı için Üstâdımız bütün hayatında onu Padişahlar içinde bir nevi velî hükmüne geçtiğini kanaat etmiştir.

Hamisen: İnsan hatasız olmaz. Eğer onun hakkında o zaman nutuklarında, bir mecburiyet tahtında şiddetli hataları olsa da, elbette o hatanın hiç bir ehemmiyeti kalmaz. Hem Aşere‑i Mübeşşere içinde, Hazret‑i Ali (R.A.) ile Hazret‑i Talha ve Zübeyir’in birbiri hakkındaki hataları, onların Hakikat‑ı İslâmiye’ye dair uhuvvetlerine zarar vermediği gibi, elli sene evvel Üstâdımızın merhum Padişah’ın hakkında bir hatası medar‑ı i’tiraz olamaz.

Üstâdımızın hizmetinde bulunan Nur Tebeleri[21]

Görüldüğü üzere, bu lâhika mektubunda beş vecihle merhum Sultan Abdülhamid tebrie ediliyor. Ve onun hasenâtı seyyiâtına mutlak şekilde galib olduğundan ma’nevî makâmı ve derecesi yüksek olduğunu belirtiyor. Bedîüzzaman Hazretleri diğer hürriyetperverlerden çok derece hafif, nasihat kabilinden bazı itirazlarını da kendi üzerine alıyor ve Padişah’ı lâyık olduğu nisbette medhediyor.

3. Bedîüzzaman’ın Hatıralarında II. Abdülhamid

Bedîüzzaman Hazretleri’nin son on senelik hayatının en yakın talebe ve hizmetkârlarından nakledilen bir iki rivayeti daha kaydedelim:

1‑ Mustafa Sungur: Üstâd Hazretleri Sultan Abdülhamid hakkında eskiden itirazvarî ba’zı makaleleri için, bir defasında şöyle buyurmuşlardı, eliyle mübarek başına vurarak: “Keçeli Sa’îd, sen şefkatli bir Padişah’a müstebid diye itiraz etmiştin. Onun cezası olarak şu dehşetli istibdâdların zulmünü çek!”

2‑ Mustafa Sungur ve Bayram Yüksel: Bir gün Üstâdımız merhum Sultan Abdülhamid hakkında demişti ki: “Sultan Abdülhamid velidir. Ben onu hususi dualarım içine almışım. Her sabah, ya Rabbi sen Sultan Abdülhamid Han ve Sultan Vahidüddin ve Hânedân‑ı Osmaniye’den râzı ol!” diye dualarımda yadederim” demişlerdi.[22]

İşte konunun başından buraya kadar, gerek yazılı gerek rivayet yollu ifade ve beyânların mecmuundan çıkan netice şudur ki: Bedîüzzaman Sa’îd‑i Nursî Hazretleri eskiden II. Meşrûtiyyet’in i’lânından evvel ve sonrasında, Hürriyet‑i Şer’iyenin gerçek ma’nâda Osmanlı devleti idâresinde yerleştirilmesini ve bu meyanda Hilâfet Saltanatı’nın idâresini, bir kaç paşanın fikir ve tedbiriyle değil, büyük bir millet meclisi ve onun yanında geniş ve büyük bir şûra meclisi tarafından kararlar altına alınmasını istemiş ve bu yolda mücadele vermiştir. Bu mücadeleleri esnasında, bazen bilmünasebe ve dolayısıyla Sultan Abdülhamid’e karşı da i’tirazvari veya nasihat şeklinde sözleri varid olmuştur. Lâkin Bedîüzzaman’ın bu kabil sözleri ise, bir İslâm Halîfesinden bazı hizmetlerin yapılmasını taleb ve bazı nasihat şeklinden ibaret olduğu, yukarıda nakledilen yazılı ifadelerinden açıkça anlaşılmaktadır. Başkaca herhangi bir itiraz, şahsiyyetine bir hücum tarzı yoktur.

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

Rector & President

Description: LogoIslamitische Universiteit Rotterdam

Bergsingel 135, 3037 GC Rotterdam

T +31 (0)10 485 47 21

F +31 (0)10 484 31 47

E akgunduz@iur.nl; I www.islamicuniversity.nl

facebook.com/Prof.AhmetAkgunduz; twitter.com/AhmetAkgunduz

 ***********************

[1] Burada ilk zikretmemiz gereken şahsiyet Necip Fazıl’dır. Onun Risâle-i Nur karşısında yanlış veya eksik bir duruşu vardı. Ehl-i fetret konusunda Bedîüzzaman’ın tespitlerini içine sindirememiştir ve aleyhinde bazı ifadeler kullanınca Mehmed Kırkıncı Hocamız Erzurum’dan gelmiş ve Ebu Hamid Gazali’nin Risâlelerinde benzer ibareleri göstermiş ve Necip Fazıl geri adım atmıştır. Krş. Necip Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Mazlûmları, 18th ed (İstanbul: Büyük Doğu, 1997), sh. 244-245; Necip Fazıl Kısakürek, Bedîüzzaman Sa’îd Nursî, İstanbul, Büyük Doğu Yayınları, 2009.

Bir diğer isim Ömer Faruk Yılmaz’dır. Bkz. Ömer Faruk Yılmaz, Sultan İkinci Abdülhamid Han, İstanbul: Osmanlı Yayınları, 1999, sh. 288-293; Burada Bedîüzzaman’ı da maalesef Sultan Abdülhamid muarızları arasında saymaktadır.

Bir başka şahsiyet ise, muhterem Hocam İhsan Süreyya Sırma’dır. İhsan Süreyya Sırma, II. Abdülhamid’in İslam Birliği Siyâseti, İstanbul, Beyân Yayınları, sh. 113-114. Şöyle iddia ediyor:

“Ancak, bu meşrûtiyetçilerin “meşrûtiyet” anlayışları birbirinden farklılıklar arz ediyordu. Fakat onlar, bu görüş farklılığına rağmen, Abdülhamid’in aleyhinde birleşmesini bildiler: Bedîüzzaman Sa’îd Nursî’den, Mehmed Âkif’e; Enver Paşa’dan, Rıza Tevfik’e kadar… Hatta Tefsir yazarı Elmalılı Hamdi Yazır’a kadar. Ne var ki tarih, bu zevatın bir kaç dönmenin oyununa geldiklerini ayan beyân göstermiştir.”

Bedîüzzaman’ın eserlerini ve değerlendirmelerini okuyanlar bunun ne kadar temelsiz bir tenkit olduğunu anlayacaktır. Biz de ayrıntılı olarak değerlendireceğiz. Muhterem Hocamız, bu mesnedsiz değerlendirmelerine Bedîüzzaman’ın Meşrûtiyet fikrini tam anlamadan devam etmektedir. Bkz. sh. 115 vd. Ayrıca krş. İhsan Süreyya Sırma, Belgelerle II Abdülhamid Dönemi, İstanbul: Beyan Yayınları.

Sultan Abdülhamid ve Bedîüzzaman konusunda Muhterem Kadir Mısıroğlu’nun değerlendirmeleri ise, nazara alınmayacak kadar sathî olduğundan üzerinde durmuyoruz. Kadir Mısıroğlu, Bir Mazlûm Pâdişâh: Sultan II. Abdülhamid adlı eserinin mukaddimesinde çok yakışıksız olan “Sultan II. Abdülhamid’e muhâlefet kendilerine hiç yakışmayacak iki şahıstan biri olan Üstâd Bedîüzzaman Sa’îd-i Nursî, pek geç kalmış dahî olsa, âhir ömründe nedâmet göstermiştir” demekte ve Sultan Abdülhamid’in torunu Nemika Sultan’dan helallik dilediğini iddia etmiştir. Naklettiğimiz vasıflandırması asla doğru olmamakla birlikte, helallik dilemesi şeklindeki manayı reddetmiyoruz; ancak muhtevasından tamamen kuşkuluyuz. Zira Bedîüzzaman’ın Sultan Abdülhamid değerlendirmesini biraz sonra ayrıntılarıyla açıklayacağız.

Muhterem Abdülkadir Badıllı Ağabey, bu manasız iftiralara ilmî ve mantıklı cevaplar ihtiva eden bir makale kaleme almıştır. Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat, c. I, sh. 446; Bediüzzaman Abdülhamid’de Yanıldı mı?.

[2] Bedîüzzaman’ın talebelerinden Muhsin Alev’in hatıralarında anlattığı bir olay, Bedîüzzaman’ın Abdülhamid hakkındaki görüşlerini net bir şekilde ortaya koymaktadır. ‘İstanbul’da Sultan Abdülhamid hakkında kitap yazan bir adam, merhum padişaha çok hücum edip hakaret ediyormuş. Bunu Üstâd duyunca üzüldü. Bize, “Sultan Abdülhamid 60 milyon Müslümanın Halîfesiydi. Ben ona bir veli nazarıyla bakıyorum” diye buyurarak Abdülhamid hakkında bir lahika mektubu neşretmişti.’’ Nur Talebelerinden Ziya ve Muhsin imzasıyla daha sonraları Münâzarât’a eklenen bu lahika mektubunda şu ifadeler bulunmaktaydı: ‘Üstâdımızdan hem işitmiş, hem hâlinden anlamışız ki, ecnebilerin şiddetli desise ve kuvvetlerine karşı gösterdiği sebat ve kanaat; husûsan âlem-i İslâmın kısm-ı âzamının Halîfesi olmak; hem, biçare vilâyât-ı Şarkiyenin bedevî aşâirini Hamidiye Alayları ile en yüksek bir derece-i askeriye ve medeniyeye onları sevk etmesi, Hamidiye Camiinde her Cuma günü bulunması, şeâir-i İslâmiyeye elden geldiği kadar mürâât etmesi, daima Yıldız dairesinde manevî üstâdı kabul ettiği bir şeyhi var olduğu gibi, çok hasenâtı için, Üstâdımız, bütün hayatında onun padişahlar içinde bir nevî velî hükmüne geçtiğini kanaat etmişti.’’. Bkz. Necmeddin Şahiner, Son Şahidler Bedîüzzaman Sa’îd Nursî’yi Anlatıyor, Cilt 1, İstanbul 1994, Yeni Asya Yayınları, s. 307; Münâzarât, sh. 150-151 (Yeni Asya Neşriyât).

[3] Dağ meyvesi acı da olsa devadır, Misbah, 19.9.1324/2.10.1908 tarihli 2. Sayısı. “Misbah” gazetesi 2 Ekim 1908 nüshasında, bu nutkun ilk bölümünün başında şöyle bir tarif koymuştur:

“İstanbulûmuzca Kürd Hoca denmekle ma’ruf, fâzıl-ı şehîr Bedîüzzaman-ı Kürdî Molla Sa’îd Hazretlerinin inkılâb-ı mes’ud ibtidâlarında Dersa’âdet ve Selânik’te kerraren irad edip bilhâssa ga­zetemize ihda eylediği nutk-ı irticâ‘lidir.”

[4] Lem’alar, sh. 171.

[5] Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi, c. I, sh. 618-619; Büyük Türkiye Tarihi, c. VII, sh. 231-233 (Bu konuyu bütün ayrıntılarıyla bu eserlerde bulmak mümkündür); Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, “II. Sultan Abdülhamid’in Hal’i ve Ölümüne Dair Bazı Vesikalar”, sh. 705-748; Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat, c. I, sh. 176-184; Bedîüzzaman Sa’îd Nursî, Âsâr-ı Bedi’iyye, sh. 312, 376, 361, 364, 408, 462; Müntehab Dosya, sh. 56 (Badıllı’dan naklen); Muvaffak Benil-Merce, Es-Sultan Abdül-Hamid, Kuveyt 1984, sh. 410 (Bütün kitap, Abdülhamid ile ilgilidir).

[6] Badıllı, Mufassal Tarihçe, c. I, sh. 217.

[7] Misbah, Dağ Meyvesi Acı da Olsa Devadır, 19.9.1324/2.10.1908, Sayı: 2; Sayfa: 11 vd.; El Yazma Nutuk (Üstâd Tashihli), İstanbul, 1323/1907, sh. 1 vd.; Badıllı, Âsâr-ı Bedî’iyye, sh. 376.

[8] Misbah, Dağ Meyvesi Acı da Olsa Devadır, 19.9.1324/2.10.1908, Sayı: 2; Sayfa: 11 vd.; El Yazma Nutuk (Üstâd Tashihli), İstanbul, 1323/1907, sh. 1 vd.; Badıllı, Mufassal Tarihçe, c. I, sh. 219.

[9] İttihâd ve Terakkî Gazetesi, Yıl: 1, No: 14, sh. 3, 6 Eylül 1908; Badıllı, Âsâr-ı Bedî’iyye, sh. 361.

[10] İttihâd ve Terakkî Gazetesi, Yıl: 1, No: 14, sh. 3, 6 Eylül 1908; Badıllı, Âsâr-ı Bedî’iyye, sh. 364.

[11] Badıllı, Âsâr-ı Bedî’iyye, sh. 312.

[12] Badıllı, Mufassal Tarihçe, c. I, sh. 221.

[13] Şeyh Selim yahut Molla Selim, İtihat ve Teraki Cemiyetine 1913’de ilk isyanı başlatan şahıstır. Daha sonra 1915-1916 Rus harbinde şehit düşmüştür. Ayrıntılı bilgiyi ileride vereceğiz.

[14] Münâzarât, sh. 22-23.

[15] Lem’alar, sh.171,Yirmiikinci Lem’a.

[16] Şu’âlar, sh. 594, Beşinci Şu’â/Tetimme olarak üç küçük mes’ele/İkinci Mes’ele.#1150846-1150993

[17] Şu’âlar, sh. 721, Birinci Şu’â.

[18] Şu’âlar, sh. 506, Ondördüncü Şu’â/Gençlik Rehberi’nin küçük bir haşiyesi.

[19] Rumûzât-ı Semâniye, Osmanlıca, sh. 191-192.

[20] Lem’alar, Osmanlıca, sh. 425.

[21] Müntehab Dosya, sh. 56.

[22] Şahiner, Son Şahitler, c.1, sh. 379‑455.

Engelsiz Tarihimiz!

“Bir âmâyı kırk adım götürene cennet vacip olur” hadisini hayata tatbik eden ceddimiz engelli vatandaşları için sayısız vakıflar kurmuş. Görme engelliler için Sivas’ta vakıf var mesela. Görme engelliler medreselerde hafız yapılmış ve iaşesini devlet karşılamış. Camilere müezzin tayin edilmişler, mevlidhan olmuşlar ve nafakalarını çıkartmışlar.

Biliyorsunuz, Şuayb ve Yakup aleyhisselam âmâ idiler. Görme engelli kişilerin nübüvvet makamına çıkarılması ne kadar ilginç ve geleceğe mesaj açısından ne kadar manidar…

Demek oluyor ki, insanın engeli, onun peygamber olmasına bile engel değil.

O zaman hiçbir şeye engel olmamalı.

Zaten Allah insanların şekline değil, kalbine bakar.

Ashabdan görme engelli bir Abdullah bin Ümmi Mektûm var. Peygamber Efendimiz yirmi yedi defa Medine dışına çıkmış ve on üçünde Abdullah bin Ümmi Mektûm’u kendi yerine vekil tayin etmiş.

Hadis-i şerifte, “Bir âmâyı kırk adım götürene cennet vacip olur” buyruluyor. Bir âmâyı, bir engelliyi kırk adım götüren ya da ona yardımcı olan insana cennet vaat ediliyorsa, o engeli yaşayana kim bilir ne nimetler var?

Yazık ki günümüzde çoğumuz bu açıdan bakamıyoruz. Ama Osmanlı bu açıdan yaklaşmış sanırım. Özürlü vatandaşları için sayısız vakıflar kurmuş… Arşivlere girdiğimizde bunları görüyoruz. Görme engelliler için Sivas’ta vakıf var mesela… Siirt’te vakıf var. Ayrıca Osmanlı, görme engellileri medreselerde hafız yapmış ve iaşesini devlet karşılamış. Bu alan görme engelliler için bir meslek alanı olmuş. Camilere müezzin tayin edilmişler, mevlidhan olmuşlar ve nafakalarını çıkartmışlar.

Evliya Çelebi’nin notlarından, 1500-1700’lerde Osmanlı mahkemelerinde hizmet veren bir sağırlar topluluğu olduğunu anlıyoruz.

Dilsizlerin eğitimi için ilk mektep 1889 yılında Sultanahmet’teki Hamidiye Ticaret Mektebi bünyesinde özel bir bölüm olarak açılmıştır.

İlk İşitme Engelliler Okulu, II. Abdülhamid tarafından, 1902’de kuruldu: Yıldız Sağırlar Okulu. Bu okulda, günümüz Türk İşaret Dili’nin muhtemel alt yapısını oluşturan Osmanlı İşaret Dili, öğretmenler tarafından okullarda sözel dille beraber kullanılıyordu. Tıpkı yazılı dilde olduğu gibi, bu okulda kullanılan işaret alfabesi de şu anda kullanılan alfabeden farklıydı. Bu okullarda Batı’da kullanılan işaret dillerinin kullanıldığına dair de hiçbir kanıt yoktur.

Osmanlı’da engellilerin tedavisi

Bedensel engellilere yönelik yardım çalışmaları Osmanlılara hatta Selçuklulara dayanıyor. Selçuklular devrinde bir yardım kurumu olarak faaliyet gösteren Ahilik teşkilatının engellilere de hizmet götürdüğünü çeşitli kaynaklardan öğreniyoruz.

II. Abdülhamit tarafından kurulan Darülaceze bünyesinde kimsesiz, fakir, çalışamayacak olanların yanısıra bedensel engelliler de barındırılmıştır.

Türkiye’de ilk rehabilitasyon çalışmalarına Bursa’da başlanmıştır. Harp sakatlarına protez sağlamak amacıyla 1918 yılında bir atölye açılmıştır. Bugünkü adı Bursa Kara Kuvvetleri Komutanlığı Fizik Tedavi Hidroklimatoloji ve Rehabilitasyon Hastanesi olan Bursa Askerî Hastanesi,1922 yılında Kurtuluş Savaşı’nda yaralananlar ve sakatlar için kurulmuş ve bunların bakımı, tedavisi ve tertipleri yapılmıştır.

Osmanlı dönemi incelendiğinde ruhsal ve zihinsel engellilerin tedavilerine büyük önem verildiği ve tedavileri için her türlü imkânın seferber edildiği görülmektedir.

Aynı dönemlerde Avrupa’da akıl hastaları “içlerinde şeytan var” denilerek yakılırken, Osmanlı’da ruhsal ve zihinsel engelliler müzik ve suyla tedavi edilmekteydi.

Osmanlı döneminde sadece ruhsal ve zihinsel engellilerin tedavi edildiği yerlere “bimarhane” denilmekteydi. Bimarhane kelimesinin zaman içerisinde anlam kayması sonucu “tımarhane” gibi sadece akıl hastanelerinin tedavi edildiği yer anlamına geldiği kabul edilmektedir.

İmparatorluğun en parlak devrinde Mimar Sinan tarafından İstanbul’da inşa edilen, bugüne sağlam durumda ulaşan Haseki Hastanesi (1538-1550), Süleymaniye Külliyesi’ndeki şifahane ile tıp medresesi (1550-1557) ve Atik Valide Hastanesi (1583-1587) her türlü hastanın yanısıra akıl hastalarının da tedavi edildiği ünlü Osmanlı hastaneleridir.

Edirne’deki II. Bayezid Darüşşifası, gerek ilk defa az personelle yüksek randıman almayı amaçlayan merkezî sistemi ve gerekse o döneme göre çok ileri hatta 18-19. yüzyıllardaki hastane yapılarına ışık tutacak kadar mükemmel hastanelerden biridir.

Osmanlı’da “bizebanlar”

Bizebanlar, Osmanlı devlet örgütünde sarayda ve Babıâli’de görevli dilsizler… Farsça “dilsiz” sözcüğünün karşılığı olan “bizeban”dan gelmektedir. Gizli konuşmaların dinlenilmemesi, birtakım sırların dışarı sızmaması için Fatih zamanından beri var olan bir kurum… Kurumda istihdam edilen dilsizler, başdilsizin yönetiminde çalışırdı. Kıdemleri arttıkça, “soyunuk eski” ve “bıçaklı eski” gibi unvanlar alırlardı.

Önceleri yalnızca saraylarda padişahların hizmetinde görevlendirilirken, giderek sadrazamların ve öteki üst düzey yöneticilerin gizli oturumlarında hizmet etmeye de başladılar. Osmanlı Devleti’nin yıkılışına kadar bu gelenek sürdü.

Devletin sırları, konuşma ve işitme engellilere emanetti…

Osmanlı Sarayı’nda padişahın çalışma ofislerinin bulunduğu iç kısımda sağır ve dilsizler görev yapardı; devlet adamları bunlarla anlaşabilmek için dillerini öğrenmek zorundaydı. Bunların anlaşmak için kendilerine mahsus işaretleri ve el hareketleri vardı. Bunlara “dilsiz dili” denirdi. Bütün saray halkı bu dili öğrenmişti.

Padişahın huzurunda konuşmak ayıp sayıldığı için saraylılar bu dille anlaşırlar, hatta başka zamanlarda bile bu dille birbirlerine hikâyeler anlatırlardı. Dilsiz dili sarayda neredeyse moda olmuştu. Sağır-dilsiz görevliler Tanzimat’ın ilanından sonra kurulan meclislerde ve heyet-i vükelâ denilen bakanlar kurulunda kullanıldı.

Saray cüceleri

Genel olarak bu sınıfın saraydaki konumu şöyle açıklanabilir: Tarihte bütün dünyada görülebilen saray soytarısı bulundurma geleneği Osmanlı’da bir başka şekilde ortaya çıkmış ve sarayda cücelerin istihdamı başlamıştır.

Dünyada birçok ülkede görülen saray soytarısı bulundurma geleneği Osmanlı’da pek fazla yer tutmamıştır. Ama cücelere yer verilmiştir. Daha ziyade bedenî mükemmeliyet gerektirmeyen işlere bakarlardı. Mesela Enderun’da hafızü’l-kütüplük, yani kütüphane memurluğu yaparlardı. Kabiliyetli olanları “Pars Kethüdalığı”na yükselerek ülkedeki hastahanelerin gelir ve masraflarına bakarlardı.

Hoş sohbeti, tatlı dili, hatta umumî kültürüyle padişahın nedimi demek olan musahipliğe kadar çıkanları bile vardı.

Görme engelli mimar Carlos Mourao Pereira “İstanbul’a ve Osmanlı mimarisine hayranım, çünkü tarihî mekânlar engelliler hesaba katılarak inşa edilmiş, tüm duyulara hitap ediyor” diyor. “Artık mimarî yapılarda avlu kullanmıyorlar. Oysa avlular görme engellilerin sesleri daha iyi algılayıp rahatsız olmadan bulunabilecekleri mekânlar; Süleymaniye bu anlamda muhteşem.”

İstanbul’da tarihî mekânların birçok duyuya hitap edecek şekilde yapıldığını anlatan Mourao, “İstanbul’daki tarihî mekânlarda bulunmaktan keyif alıyorum. Mimarî öyle olağanüstü ki akustik ve kokular sayesinde mekânı algılayabiliyorum” diyor.

Yavuz Bahadıroğlu / Moral Dünyası Dergisi