Etiket arşivi: Prof. Dr. Mustafa Nutku

Bir zamanlar böyleydi…

14 daireli apartmanın kapısından giren biri genç diğeri orta yaşlı iki kişi, apartmanın giriş holünün karanlığında bekleyen birkaç adam gördü ve onlar başka hiç bir şey söylemeden, sadece kendilerine yukarı katlara çıkmamalarını ve biraz beklemelerini söylediler. Kendilerine bunu söyleyenlere, genç olan:

“–Bir cinayet falan mı olmuş?” diye sordu, cevap alamadı. Tekrar sordu:

“–Yukarıya niçin çıkılmıyor? Bir hırsızlık mı var?”

Bu sorulara cevap vermeyen o adamlardan biri, o sorulara kendisi de bir soru ile mukabele etti:

“–Siz kaçıncı daireye gidecektiniz?”

“–Giriş katına…”

“–Öyleyse, çal zilini..”

Genç adam giriş katının zilini çaldı. Tekrar çaldı. Açan olmadı. Giriş katının penceresinde hiç ışık görünmüyordu. Saatine baktı. “Herhalde yatmışlar, uyuyorlar dedi. Birlikte geldiği kişiyle oradan  ayrılmağa teşebbüs ederlerken, polis olmaları muhtemel adamlar onlara:.

“–Biraz bekleyin” dediler.

Genç adam bu defa sebebini sormadı. Belki apartmanın üst katlarında kumarhane, kaçakçılık veya başka kanun dışı işlerin yapıldığı polisler tarafından öğrenilmiş bir daire vardı. O polisler belki bir suç şebekesini kıstırmışlardı. Suçlularla suçsuzların karışmasını önlemek istiyorlardı. Kim bilir, belki de bir suçla ilgili yaptıkları baskının zaptı tutuluncaya kadar o bina polis tarafından kontrol altına almış olabilirdi.

Bu gibi düşüncelerle genç adam sırtını bir duvara dayadı; beklemeğe başladı. Gecenin bu geç vaktinde dışarıda tatlı bir serinlik, sokakta tam bir sükûnet vardı. Yalnız karşı kaldırımdaki sokak lambasının ışığı onu bu bekleyiş müddetince meşgul edebildi. Elektrik lâmbasından çıkan ışık, bazen tek ışın gibi görünüyor bazen de bir aydınlık hâlesi olarak intiba husule getiriyordu. Zihni bir an çağrışımla ona ışık hakkındaki fizik bilgilerini hatırlattı. Newton’un, Loui De Broglie’nin, Planck’ın ışık teorilerini düşündü. Bir fizik formülü ile tabiattaki bir hadiseyi izah ettiğini zanneden, bunun da ötesinde o hadise hakkında fikren, ruhen tatmin olma iştiyaklarını köreltmeğe çalışan, buna da ”akılcılık ve fencilik” adını verip, hiçbir şey bilmediğini bilecek kadar bile feraset gösteremeyenleri hatırladı. Kendi kendine düşündü:

“İlmin manâsı geniştir. Bütün ilimlerin başı olan marifetullah, Allah’ı bilmek ilmi de ilmin manâsına dahildir. Fen ilimleri, tabiatta vuku bulan olaylarda müşahede, tecrübe, deney, hesap gibi kendine mahsus metotlarla çalışarak açıklamalar yapmaya çalışan, formüller bulan, mevcut olan tabiat nizamının kanunlarını bu nevi usullerle keşfetmeye çalışan ilim nevileridir. Fen, “en hakikî mürşit” asla olamaz!. Ama, ilim güneşi büyük sahabî Hz. Ali’nin ‘Hayatta en hakikî mürşid ilimdir’ sözüyle bahsettiği ilmin ne demek olduğunu bilmeyerek, onu değiştirip söyleyen çok sayıda adamlar da var.” diyerek iç geçirdi.

   *  *  *

Sokak lambasının ışığı, karanlığı yırtmağa çalışıyor gibiydi. O lamba ışığını elektrik santralından alıyordu. Elektrik santralından dağıtımı yapılan elektrik enerjisiyle insanların yerleşim yerlerinde ayni anda binlerce ampuller ile karanlık deliniyordu. Bir ampulün ömrü bitse, yerine başkasını takıyorlardı.. Karanlık menfî bir şey olmalı.. Gündüz, güneş; gece ise lambalar ve güneşin ışığını aksettiren ay…

*  *  *

Polis olması çok muhtemel o adamlardan biri, apartmanın giriş holünde beklettiklerinden son gelen ikisine tekrar sordu:

“–Siz kime gelmiştiniz?”

“–Biz gazeteciyiz.”

“–Hangi gazeteden?”

“–(…) dan.”

Soru soran adam bir an durakladı. Sonra yukarıya çıktı, indi.

“–Gazeteciler gidebilir”, dedi. Şu anda hiçbir şey öğrenemezler. Diğerleri de. İsterlerse gitsinler.”.

Gazeteci olduklarını söyleyen genç, onunla birlikte gelen orta yaşlı adam ve diğer bekleyenler gittiler.

*  *  *

O gece gittiği apartmanın kapısında bekletilen genç adam, ertesi gün ve daha sonraki günlere ait gazetelerde, basılan kumarhane, fuhuş yeri, yakalanan katil, hırsız, kaçakçılar ve diğer polisiye suçlarla ilgili haberleri inceledi. O gece gittiği apartmanda polisler çok önemli bir baskın yapmış olmalıydılar.. O apartmanın semtinde ise böyle bir baskın ile ilgili hiçbir haber göremedi. Yalnız o semtte, kendisinin gittiği apartmana çok benzeyen büyük bir apartmanda dinî kitap okuyan 100 kişiyi tutuklayıp nezarete götürdüklerine ve ifadelerini alıp mahkemeye sevk ettiklerine dair bir haber gördü.. Buna biraz hayret etti, üzülür gibi oldu. Kendi kendine bu olayı izaha çalıştı. “Cinayet, kumar, fuhuş, hırsızlık, sahtecilik vb suç ama dindarlık da mı suç?” diye düşündü.

*  *  *

Kendi kendine bu konuda biraz düşünüp neticeye varamayınca, vaktiyle bir arkadaşının göndermiş olduğu mektup aklına geldi. “Orada galiba bunun izahı ile ilgili cümleler olacaktı.” dedi. Üşenmedi, o mektubu aradı; buldu. Mektup, 19 Mayıs 1966 da Berlin Teknik Üniversitesinde talebe lokalindeki bir konferanstan bölümler almıştı:

“İnkâr edilemez ki: Kâinatta dindarlık ile dinsizlik Hz. Âdem (a.s.) zamanından beri cereyan edip geliyor ve kıyamete kadar devam edecektir.

Dinsizliğe karşı dindarlığın bu zamanda takip edebileceği en selâmetli bir yol ve hareket tarzı: Aynen ihtiyar bir annenin evlâdlarını büyük bir tehlikeden kurtarmak için fedâkarca didinmesi gibi, akılları tenvîr ve kalpleri mutmaîn etmek için yılmadan şefkatle yapılacak ‘Nuranî bir müdafaa’ olabilir.

Tabiatçı felsefenin zulümâtı ile, medeniyetin seyyiatını mehâsin zannederek, beşeri sefahate ve dalâlete sevk eden Avrupa’nın bozuk kısmının tesiri altında bütün dünyanın, bilhassa İslâm âleminin ekser yerlerinde din, çeşitli tazyikler altında tutulmakta veya ihmâle uğramaktadır.

Dindarların, zalim düşmanlarına ve dinde alâkasızlara karşı aynen zalimlerin tarzında ve hattâ her çareye başvurarak haklarını müdafaa ve hâkimiyetlerini idame ettirmek ve dinde alâkasızlığı kırmak için; izafî adaletle iktifa, siyaset topuzuyla hareket ve menfî bir şekilde maddî ve manevî tahripten kaçınmayarak boğuşmaya atılmaları; çekici, fakat pek tehlikeli, gürültülü ve korkulu olup kazanç ihtimâli az olmakla beraber zarar ihtimâli pek fazla olan bir yoldur!.

‘Tam ve mutlak adalet’ dersiyle içtimâî hayatta emniyet, selâmet, insaf, uhuvvet ve muhabbeti temin ile ‘Kur’anî ve nuranî isbatlarla insanları ikna ve irşad etmek’ suretiyle tamirci ve müsbet bir tarzda gitmeliyiz.

Bununla beraber:

‘Vazifemiz hizmettir. Muvaffakiyet, muzafferiyet vazifemiz değildir. O, vazife-i İlâhiyedir. Vazife-i ilâhiyeye karışmak haddimiz değil.’ deyip dindarlığın özü olan ihlâsla Allah rızası için îman hakikatlerine hizmet etmekte maddî muvaffakiyeti esas tutmamalı; sırf ‘uhrevî neticeye’ müteveccih olunmalıdır.

…Bu milletin ve bu vatanın hayat-ı içtimaiyesini anarşilikten kurtarmak ve büyük tehlikelerden halâs etmek için beş esas lâzımdır ve zarurîdir:

Birincisi       : Merhamet

İkincisi         : Hürmet

Üçüncüsü    : Emniyet

Dördüncüsü: Haramı helâli bilip,  haramdan çekinmek

Beşincisi      : Serseriliği bırakıp itaat etmektir.”

Bunları okuyunca, sanki zihnini bir anda istila eden birçok soruya birden cevap bulmuş gibi derin bir nefes aldı ve haline şükretti. Sonra, iki gün evvel giriş katındaki arkadaşını ziyarete teşebbüsü gibi, bu defa da ayni apartmanın üst katlarından birindeki polis tarafından baskın yapılan o dinî toplantıya ev sahipliği yapanın kim olduğunu öğrenmek, üzüldü ise onu teselliye, üzüntüsünü gidermeye çalışmak ve ona “Geçmiş olsun!” diyebilmek için, aynı adrese doğru evinden yola çıktı.
Prof. Dr. Mustafa Nutku

Bir topaçtan bile alınabilecek hakikat dersi vardır

Prof. Dr. Mustafa NUTKU

İnsanın akıl, idrak melekelerini iyi ve yerinde kullanmasının; hayatını iyi yaşamanın şuuruna ermiş olarak yaşamasının bir icabı da, içinde yaşadığı ve kendisi de onun bir parçası olduğu bu “kâinat kitabı”nı okumaya çalışması, onu iyi müşahede ile tefekkür etmesidir.

İnsanların içinde yüzdüğü, onu bir sel gibi önüne katmış bir sona (ve o son ile başka bir başlangıca) doğru sürükleyen, kendisi görülmeden varlığını kabul ettiren, gecelerin gündüzlere, gündüzlerin de gecelere uzayarak ve kısalarak ard arda değişmeleriyle, insanlara çok esrarengiz gibi gözüken bir “zaman” mefhumu vardır.

Akışı bir bakıma, gençlerdeki gelişme ve yaşlılardaki yıpranma seyri ile müşahede edilebilen, “zaman.”

Bazılarının geçirmeye ve bazılarının da geçirmemeye ve her dakikasını değerlendirmeye çalıştığı, “zaman.”

Bazılarının, bir buldozerin paleti önündeki toprak yığınları gibi önünde  şuursuzca sürüklendiği; bazılarının ise, “kâinatın mümtaz misafirleri” sıfatlarıyla fildişi taht-ı revanlarla ebedî cennet köşklerine doğru içinde seyran ettiği ”zaman.”

Ölçü aletlerine göre hep aynı olsa da; bazılarına çok kısa, bazılarına ise çok uzun gibi gelebilen ”zaman.”

İnsanların ekseriya, onu ezelden ebede doğru uzanan düzgün bir hat üzerinde bir noktanın hareketi gibi zannetmesine rağmen; aslında  küçük bir  zerreden büyük bir gezegene ve yıldıza kadar çeşitli varlıklarda, kapalı yörüngeler içinde döne döne devrini tamamlamaya çalışan, ”zaman.”

Günlerin kısalması ve uzaması, gece ve gündüz, mevsimler  olmasaydı zamanın akışını fark etmek belki de daha güç olurdu. Dünyanın 23 derece 27 dakikalık açısal eğimle kendi ekseninde ve güneş etrafında dönme hareketiyle ard arda gelen günlerin kısalmasını ve uzamasını, geceleri, gündüzleri,  mevsimlerin birbirini takip etmesini dünya hayatları esnasında mükerrer olarak görüp yaşadığı halde, “zamandan çok gafil” olan insanların bu halleri çok ibret verici değil midir?

İnsanlar dünya hayatlarında sanki zaman denizi içindeymiş gibi ve dünya hayatları esnasında onun dışında olmak, insanlar için hiç söz konusu bile değil. Onların bu hâli bir şairimizin “Ol mâhiler ki, deniz içredürler; denizi bilmezler” (O balıklar ki, denizin içindedirler; denizi bilmezler) sözlerini hatırlatıyor.

Fakat zaman denizi içindeki insanlar -balıkların denizdeki hâllerinden farklı  olarak- sağdan sola dönmekle alçalan; soldan sağa doğru dönmekle ise yükselen bir varlığa benziyor; durduruluncaya kadar dönebilmekte ve bu dönüşünün yönünü de aklıyla  seçebilmekte bu dünya imtihanında serbest bırakılmış…

*  *  *

Sokaklarda oynayan çocukların, tahta bir topaca “kaytan” dedikleri ipi sardıktan sonra, ipin ucundan hızla çekmek suretiyle topacı yere bırakarak onu döndürmesine  çok rastlanır. Topaç döner, döner ve nihayet devrini tamamlar ve  dönmesi bir yana yıkılarak durur.

Mahalle arasındaki bazı çocukların oyuncağı olan basit, cansız ve akılsız bir topaç bile, o lisan-ı hâliyle bizlere sanki  büyük bir gerçeği de anlatmaya çalışır. İnsanların ekseriyeti ise onda, “şimşir ağacından yapılmış koni şeklinde bir oyuncak” olmaktan ötede bir hususiyet görmemek için sanki inat etmişlerdir!

*  *  *

İçinde yaşadığımız ve küçültülmüş numuneleri olduğumuz bu kâinatta sayılamayacak kadar çok sayıdaki zerreler ve yıldızlar devrî bir hareket içinde devrediyorlar. Basit bir topaç bile kendiliğinden dönmeye başlamazken; bu  kâinattaki o topaçtan çok küçük veya çok büyük olup çok daha büyük bir nizam içinde hareket eden o zerrelerin ve yıldızların hareketleri, nasıl “kendi kendine ve sahipsiz” oluyormuş gibi zannedilebilir?

Basit bir topacın dönebilmesi için bile onu döndüren bir elin lüzumunu kabul eden insan, bu kâinattaki devamlı dönme hareketleri içinde olan, zerrelerden yıldızlara kadarki maddî varlıkların “her şeye kadir bir el” ile döndürüldüğünü kabulden; O’nun gönderdiği peygamberlerine ve kitaplarına imandan ve O’nun yasaklarından kaçınmaktan nasıl uzak kalabilir?

Kur’an-ı Kerim’de (mealen):

“Geceyi, gündüzü, güneşi ve ay’ı yaratan O’dur. Her biri bir yörüngede yüzmekte(dönerek gitmekte)dirler.” (Enbiya Sûresi, 33).

“Ne güneş aya erişir (geceyi önler) ne de gece gündüzü geçer (zamansız gelir). (Güneş, ay ve yıldızların) hepsi de bir felekte (bir yörüngede) yüzmektedirler.” (Yâsin Sûresi, 40).

“Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize/istifadenize verdi. Yıldızlar da O’nun emrine boyun eğmişlerdir. Şüphesiz ki bunların her birinde aklını kullanan bir toplum için deliller/ibretler vardır.” (Nahl Sûresi, 12).

“Göğü de (düşmekten ve bozulmaktan) korunmuş bir tavan yaptık. Onlar  (inkâr edenler) ise, bunun alâmetlerinden yüz çevirmektedirler.” (Enbiya Sûresi, 32).

İnsanlar, yukarıda mealleri nakledilenler gibi Kur’an âyetlerinde Allah’a ve O’nun inanmamızı istediklerine imana ve O’nun kâinat kitabındaki kudret ayinelerini tefekküre davet olunmaktadır.

O’nun bize emanet olarak verdiği akıl nimeti iyi kullanılabilse; basit bir topaca gelinceye kadarbu kâinatta ibret dersi alabileceğimiz çok şeyler görebiliriz!..

*  *  *

Topaç sürekli dönmüyor; nihayet devrini tamamlıyor ve bir yana yıkılıyor.. Böylece dünyanın ve onun üzerinde muayyen bir müddet hayat verilen insanların ömürlerinin, geceler ve gündüzler üzerinden döne döne devrini tamamlamakta olduğunu, insanların dünya hayatlarının sonundaki ebedî hayatlarına hazırlanmaları gerektiğini, sanki o çok basit hâlleri ve hareketlerinin lisanıyla da bize hatırlatıyor!

Halbuki topaç, Allah’ın yeryüzündeki delillerinin en basitlerinden biri.. Onun gibi lisan-ı hâlleriyle insanlara hakikat dersi verebilecek sayısız mevcudât, devamlı olarak göz, kulak, gibi duyu organları vasıtasıyla insanların akıllarına onların dünya hayatları müddetince hitap ediyorlar. Görebilecek kabiliyette göz, işitebilecek kabiliyette kulak nimetlerini taşırken, “körler” gibi görmemezliğe, “sağırlar” gibi işitmemezliğe gelmenin faydası ne olabilir, zararı ne olabilir; çok iyi düşünülmelidir!

*  *  *

İnsanlar, hem Allah’ın Kur’an ile hitabından, hem de O’nun “kâinat kitabı”ndakilerin lisan-ı hallerinden hakikat derslerini almaya, o dersleri anlamaya ve o derslere göre dünyada yaşamaya çalışmalıdırlar. Kâinattaki mevcudâta sadece kendileri hesabına: “Ne güzeldirler”, “Ne muntazam çalışıyorlar.” şeklinde (manâ-yı ismî ile) bakmayıp, onlara Sanatkârı ve Yaratıcısı namıyla (manâ-yı harfî ile) bakarak: “Ne güzel yaratılmışlar..”, “Nasıl hikmetle idare olunuyorlar.” diyerek düşünebilseler, “bir saati bir senelik nafile ibadete bedel olan tefekkürle” çok kârlı bir âhiret ticaretini kazanabileceklerdir.

*  *  *

İnsanların ömürleri birer günlük kısımlara bölünmüş; dünyanın, kendi etrafındaki devrini her tamamlayışında, insanların ömür binalarından da bir taş daha düşüyor ve dünyevî ömürleri sonuna biraz daha yaklaşıyor. Onların bu dünyadaki fâni hayatlarında ömürleri ne kadar uzun da olsa, bu dünyada bir gün daha yaşamaları “dünyadaki ölümlerine de bir gün daha yaklaşmaları” değil midir? Hayatı yalnız dünya hayatından ibaretmiş gibi zannedenler; dünya hayatındaki ölümü de “yok olmak ve hiçlik” gibi görenler, bu sebeple daha dünyadayken cehennem hayatı yaşamaya başlamaktadırlar!

*  *  *

Ömrün birer günlük birimleri hangi îman, niyet, gaye ile ve hangi işleri yaparak geçirilirse, ömür de öyle geçirilmiş olmaktadır. Buna göre hayat, içinde yaşanılan günden ibaretmiş gibi görülmeli; ona göre yaşanmalıdır. Dünya hayatındaki zaman, geçirilmeye değil; değerlendirilmeye çalışılmalıdır. Bir saatin akrep ve yelkovanını veya dijital bir saat ise onun saati ve dakikayı gösteren rakamlarını el ile geriye döndürmek mümkündür; fakat insanların gafletle geçen saatlerini, dakikalarını tekrar yaşamak için zamanlarını geri döndürebilmek imkânları bulunmamaktadır… Onun için de, bu dünyada geri dönmemek üzere geçen zamanları israf edilerek tüketilmek yerine, çok kârlı bir âhiret ticaretini kazanmak için dikkatle sarf edilmelidir.

*  *  *

Küçük esnaftan büyük tüccara kadar ticaretle meşgul olanlar, ekseriya her günlerinin akşamında o günkü ticaretlerinin günlük bilançolarını da çıkarmaya ve o günkü ticarî durumlarını öğrenmeye çalışırlar. Her insanın da, en büyük sermayeleri olan “ömür” sermayeleriyle yaptıkları “âhiret ticaretlerinin” bilançolarını günü gününe çıkarmaya; o günkü zararlarına sebep olan yanlış işlerini tesbit edip onlardan pişmanlık göstererek telafi etmeye, müteakip günlerde de aynı hataları yapmamaya çok ihtiyaçları vardır. Aksi halde, “en önemli ticaretleri” olan dünya hayatlarında “en büyük sermayeleri olan ömürlerini” kullanmakta “en büyük iflasla batmak” tehlikeleri vardır.

*  *  *

Sokaklarda topaçla oynayan çocuklar görmesek de, topacın şimşir ağacından yontulmuş koni şeklinde basit bir çocuk oyuncağı olmaktan ötede bize verebileceği çok basit ve kolay anlaşılır ibret derslerini birer emsal olarak hatırlayarak, gördüğümüz eşyaya, yaşadığımız hadiselere “hikmet” nazariyle bakmaya, onlardan Allah’a tahkikî bir şekilde iman etmek için ibret dersleri almaya, böylece Allah’ı ve âhireti “görür gibi” iman etmenin icab ettirdiği vazifeleri büyük bir şevk ve gayret ile yapmaya çalışabiliriz. Bunun neticesinde belki, dünyevî hırsların ve emellerin, yersiz korku ve vesveselerin köleliğine düşmeyebiliriz. Böylece, bize bu dünyada “en mühim imtihanın müddeti” olarak verilmiş ömrümüz, gündüzlerin ve gecelerin ard arda gelişlerinin sayıları kadar döne döne devrini tamamlayıp durunca da, kendimizi fayda vermeyecek bir “son pişmanlık” içinde bulmayabiliriz, İnşâAllah. 

Kısalan günlerde düşünmek

Prof. Dr. Mustafa NUTKU

        Üzerinde bulunduğumuz kuzey yarımküresinde yıl sonuna doğru yaklaşırken, ard arda gelen günler gittikçe kısalmaya başladı. İnsanın “Niçin kısalır ki şu günler? Hep bir kararda gitse ne olurdu?” diyeceği geliyor. Ard arda gelen günlerde gündüz vakitlerinin gittikçe daha kısa hale geldiğini, havanın daha erken karardığını görenlerin ve her gün kılınması gereken beş vakit namazın çoğunun gündüz vakitlerinde olması sebebiyle, gündüz vaktinin gittikçe daha kısa hale gelmesiyle namaz vakitlerindeki değişmeleri daha sık kontrol etmek ihtiyacını duyan insanların akıllarından bunu söylemek de geçebiliyor.

        Fakat bu mevzuda bir istek veya temenni olarak değil de, aynı soruyu “meraklı bir sual” olarak tekrarlasak:

        “Acaba günlerin uzunluğu artıp eksilmeden, bir yılın her gününde hep aynı kalsaydı ne olurdu?”

        *  *  *

        Günlerin uzayıp kısalması, mevsimlerin de değişmesiyle birlikte meydana gelir. Mevsimlerin değişmesinin ise, dünyanın kendi etrafındaki dönüş ekseninin 23 derece 27 dakikalık açısal eğimiyle ilgili olduğu coğrafya kitaplarında bildirilmektedir.

        Demek ki günlerin uzayıp kısalması olmasaydı, mevsimler de olmazdı. Çünkü iki hadise de, dünyanın kendi etrafındaki dönüş ekseninin 23 derece 27 dakikalık açısal eğimi sebebine bağlıdır.

        Bu açısal eğim olmasaydı meydana gelebilecek diğer bir hadise de, denizlerden hâsıl olan su buharının sadece kuzeye ve güneye gitmesi ve bunun neticesinde de, her iki kutupta muazzam buz kıtalarının teşekkülü olabilecekti!

        Dünyanın dönüş eksenine bu eğimi veren ve muhafaza ettiren ve buna bağlı olarak da mevsimleri, günlerin uzayıp kısalmasını husule getiren Müsebbibü’l-esbâb (bütün sebeblere sahip olan, bütün sebebleri meydana getiren) Allah’tır.

        Kur’an-ı Kerim’de günlerin uzayıp kısalması hadisesi üzerinde insanları düşünüp ibret almaya teşvik eden müteaddid âyetler vardır. O âyetlerin mealleri şöyledir:

        “Muhakkak ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün ‘birbiri ardınca gelip gitmesinde’ (ve uzayıp kısalmasında) akl-ı selîm sahipleri için (Allah’ın birliğine ve kudretine ait ibret verici) deliller vardır.” (Âl-i İmrân, 3/190)

        “Gece ile gündüzün, (uzayıp kısalarak) birbiri ardınca gelmesinde, Allah’ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde (düşünen ve) Allah’a saygı duyup,  emrine uygun yaşamak isteyen bir toplum için elbet (O’nun birliğine ve kuvvetine dair) nice âyetler (ibretler) vardır.” (Yunus Suresi,10/ 6)

        “Gece ile gündüzün, (aydınlık ve karanlık, kısa ve uzun vaziyetlerle) değişmesinde, Allah’ın gökten bir rızık (sebebi) indirip onunla, ölümünden sonra yeryüzüne can vermesinde, rüzgarları (türlü hallere) evirip çevirmesinde, aklı erip anlayan bir toplum için nice işaret ve (ibretler) vardır.” (Câsiye Suresi, 45/5)

        “Geceden (bir kısmını) gündüzün içerisine katar (böylelikle gündüzler uzar). Gündüzden de gecenin içerisine katar (böylelikle geceler uzar). O sînelerin özünü hakkiyle bilendir.” (Hadîd Suresi, 57/6)

        *  *  *

        Fenlerin en önemli faydasının, yukarıda mealleri verilmiş olanlar gibi bazı Kur’an âyetlerinin işaret ettiği delillere dair açıklayıcı geniş bilgiler vermesiyle o bilgiler üzerinde akl-ı selîm ile düşünebilenlere, bir saati -farzlar dışındaki- bir sene ibadetin sevabını kazandırabilecek şekilde onların tefekkür ufuklarını genişletmesi olabileceği söylenebilir…

        Bir Hadis-i Şerifte, “Tefekkür gibi ibadet yoktur”, diğer bir Hadis-i Şerif’te ise, “Yazık o kimseye ki, böyle âyetleri okur da, bunlarda tefekküre dalmaz” buyurulmuştur.

        *  *  *

        Gece ile gündüzün, büyüyüp küçülerek, arka arkaya değişip durmasındaki ve Allah’ın göklerde ve yerde yarattığı bütün varlıklardaki O’nun varlığının, birliğinin, kudretinin ve diğer Esma-i Hüsnâsının bazı tecellîleri, fenlerin verdiği malumat ibret nazarıyla tetkik edildiğinde açıkça görülür; fakat o delillere dair  verilen misallerin sayısıyla da tahdit edilemez.

        *  *  *

        Günlerin kısalması ve havanın erken kararmasıyla güneşin ısı ve ışığından daha az istifade edilebilmesi olayı, her yılın sonuna yaklaşılırken mevsimlerin değişmesiyle birlikte sürekli olarak tekrarlanır.

        Günlerin kısalması, “gecelerin de uzaması” demektir. O uzun maddî gecelerde manevî güneşlerden aydınlanmağa çalışılabilirse; vicdanlar dinî ilimlerle ziyalandırılıp, akıllar da fennî ilimlerle nurlandırılarak bu ikisinin imtizacıyla Esma-i İlahiye’nin tecellîlerine ayna olunabilinirse, o kısalan günlerin ardındaki maddî karanlıklı uzun geceler en sonunda “ebedî, nurlu ve saadetli gündüzleri” semere verecektir, İnşâAllah…

Bir koronavirüs hastasının, yoğun bakım günlerinde oluşan düşünceleri

Prof. Dr. Mustafa NUTKU
Risale-i Nur talebesi bir koronavirüs hastası, “18 günlük yoğun bakım günlerinde oluşan düşüncelerini” benim de katılımcısı olduğum bir “WhatsApp” grubunda paylaşmış. Başkalarına da faydası olabileceğini düşünerek, onları ben de onun ağzından –sadece bazı imlâ, kelime düzeltmeleri ve paragraf düzenlemeleri yaparak- aşağıda  paylaşıyorum.

    “Giriş

    Haktan olmaz şikâyet, belki maksat hikâyet kabilinden, öncelikle ifade etmem gereken, tedavi süreci hakkında kısa detaylardır zannederim. Yoğun bakımda kaldığım süre boyunca asıl amaç, oksijen konsantrasyonumu belli bir seviyeye (yüzde 90-95) yükseltmek idi. Bunun yanında immün plazma tedavileri, antibiyotik tedavileri; günlük kan sulandırıcı, mide koruyucu iğneler, klasik serumlar, vitaminler, serumlar vb. uygulanıyordu.

    En önemli kısım olan teneffüsteki oksijen oranımı yükseltmek için kullanılan 2-3 farklı aparat var. Akciğer, kovidden dolayı yeterli oksijen alamadığı için, sürekli oksijen takviyesi gerekiyor. İnanabiliyor musunuz, 18 gün × 24 saat × 60 dakika × (ortalama 20-25 defa nefes), “yaklaşık 500 bin defa nefes takviyesi” demek bu. Sürekli olarak oksijenin yeterli alınamadığı aralarda da, bol öksürüklü, nefes (oksijen) krizleri.

    ***

    1-Öğrendiğim en önemli ilk şey

Her an, her saniye “O’nun kayyumiyeti ile nefes alabildiğimi, nefesimi benden çektiği an nefes alamadığımı”, nefes ve öksürük krizleri ile sürekli hakkelyakîn olarak bana anlatması (tabiri caizse, sürekli kafama vurması) oldu.

    2-Tevhid, Şükür, Dua

    -Şifa nimetini yalnız O’ndan bilmek, şifa için yalnız O’na minnettar olmak, şifayı yalnız O’ndan istemek.

    – Sürekli Allah’a yalvarmak, sürekli Allah’a sığınmak hâli.

    – Nokta-i istinad, nokta i istimdad arıyorsun; Allah’a imandan başka yok! Âhirete imandan başka yok! Halis, riyasız dualar, yapmacıklık yok; olamıyor!

    3- Hikmet, ilim, ibret, tefekkür

    “Yeryüzünü size döşek yapmış.”

    Yoğun bakımda 1,5 metrekarelik döşekte, ihtiyaçlarının çoğu en az 10 kişilik bir ekiple karşılanıyor. Ne kadar zahmetli; ne kadar masraflı…

    7,5 milyar insanın tüm ihtiyaçlarını bir arz döşeğinde karşılamak.

    Allah-u Ekber…

    (Not: Tüm sağlık çalışanlarının hakkı, emeği gerçekten ödenmez. Allah razı olsun hepsinden. 18 gün boyunca tüm sağlık çalışanlarını istisnasız gayretli, fedakâr gördüm. Arka planda maneviyatları olmadan da bu işler olamaz gibi. Devletin özellikle sağlık sarf malzemelerine harcadığı paranın da haddi hesabı yok gibi. Allah devlete, millete zeval vermesin. Âmîn.)

    Bizim meslekte bir fabrikanın tüm alt kontrol sistemleri, aralarındaki enerji ve veri akışı vb SCADA denilen sistemlerle izlendiği gibi, 18 gün boyunca yoğun bakımdaki sağlık durumum sürekli olarak bir odadan, monitörlerden izlendi.

    Allah beni her an izliyor.

    Maddi ve manevî her şeyimi izliyor…

    “Bunun şuuruna varmak ve gereğine göre davranmak” bana da nasip olur inşâAllah.

    Dua edeceğin, sığınacağın, her anda ve o anda (tabiri caizse) seni beklemekte olan Kâinatın Yaratıcısı.

-Bu duyguyu, bu zevki hissetmek; duanın kendisi kadar, belki daha güzel. Tarif edilmez bir şey.

    -Bu manâdan -ister istemez- zihnim çağrışım yaptı: Mahşerde herkes “nefsî, nefsî” dediği zaman, bana acıyıp şefkat ve re’fetini, “ümmetî, ümmetî” diyerek gösterecek olması sebebiyle, duasıyla birlikte Peygamberimiz’e (asm) bir salavât:

َللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ طِبِّ الْقُلُوبِ و دَائَٓهَا و عَافِهَةِ الْاَبْدَِ و وُور

    “Allah’ım! Kalblerin derman ve devâsı, bedenlerin âfiyet ve şifası, gözlerin nur ve ziyası olan Efendimiz Muhammed’e ve âl ve ashabına salât ve selâm eyle.” (Risale-i Nur Külliyâtı, Lem’alar)

    ***

    18 gün akıllı-akılsız cep telefonunuz yok. E-posta’lar, SMS’ler, WhatsApp mesajları, internet haberleri, sosyal medya ortamları, vs yok. Telefonla arayıp sorabilen yok. (Laf aramızda, dumanla bile iletişim yok.) Sıkıldım mı? Nefsimi o kadar alıştırıp şımartmışım ki, mahrumiyetlerime yüzde 100 desem, sadece yüzde 1’i “gerçek mahrumiyetler” olduğu halde, tiryakilikle müptela olunan yüzde 99’u nefis aramıyor değil!

    Fakat biraz tefekkür ederek; “fırsat bu fırsat” dediğiniz zaman, daha sonra çok zor bulabileceğiniz yeni fırsatlar ortaya çıkıyor:

    “Acz ve zaafınızı hissetmek” için sürekli bir düşünme fırsatı,

    “Nefis Muhasebenizi yapmak” için sürekli bir fırsat,

    “Ölüm gelmeden önce ölünüz” sırrı gereği; “ölüm gelmeden önce ölebilmek” için size bir fırsat,

    Dünyevî lezzetleri tahrip eden (fakat ebedî âhiret lezzetlerini de görmeyi sağlayan) “ölümü çok zikretmeniz” için bir fırsat,

    “Melâikelerin insanın âlemini nasıl şenlendirdiğini” tefekkür etmeniz için bir fırsat,

    “Kadere iman eden, gâm ve hüzünden emîn olur” hakikatini tefekkürünüz için bir fırsat,

    “Küfür ve dalâlet haricinde her türlü hal için Allah’a hamd olsun” hakikatini tefekkür” etmeniz için bir fırsat,

    “Çocuklarınızın, eşinizin vs kıymetlerini; onları Allah için ne kadar sevdiğinizi” anlamanız için bir fırsat, vs…

    Neticede acizane bir dua: “Allah’ım bundan sonraki hayatımda daha iyi bir insan, daha iyi bir mümin, daha iyi bir Müslüman olacağım inşâAllâh.”

    ***

    Günlük işler içerisinde kafanızdaki yüzlerce iş ve planın peşinde koşarken, sağlık sebebiyle bir anda planlarımızın hepsini bir kenara koyarak, kendini bize ihsas eden, “yüzünüzü biraz da bana çevirin artık” diyen bir Rabb-i Rahîmimiz var Elhamdulillâh.

    İşlerimiz ne kadar çok olursa olsun, işler bahane değilmiş. Hiç hesap etmediğimiz bir anda, Allah’ın bizi Kabir-Berzah âlemine alıp, (manen) “Hadi bakalım; bu kadardı imtihanın, şimdi hesap zamanı” demeyeceğinin hangimiz için bir garantisi var?

    “Bugün yarım saat kitabımı okuyabilmeliyim, yarım saat evrad-u ezkârımı okuyabilmeliyim, yarım saat çoluk çocuğumla nitelikli olarak hemhâl olup ilgilenebilmeliyim vs.

    “Mazeretim olmamalı” anlayışını sağlıklıyken inşâAllah sürekli olarak hatırlamak nasip olur.

    4-Kefaret-üz-zünûb tarafı

    Rabb-i Rahimimden niyazımdır: “Allah’ım Sen affedicisin, affetmeyi seversin. Beni de bu vesileler ile affet.”

    5-Hastalık süresince tüm akrabalarıma, tanıdıklarıma ve Müslümanlara, acizâne olarak dualar etmeye çalıştım. Sizlere de bana ettiğiniz dualar için “Allah ebeden sizlerden razı olsun” diyorum.

    6-Din nasihatmiş. Yoksa, bir şeyler yazmak haddime değil.

    Af buyurunuz, eşekten düşmüş birinin, “Aman hâ! Bak böyle, böyle oluyor” demesi gibi düşünün. Eşekten düşmeden de çok mânâ anlaşılıyormuş aslında.

    ***

    Kur’an-ı Kerîm’in imanla ilgili âyetlerinin bu asırdaki en mükemmel tefsiri olan Risale-i Nur eserlerinde bu nevi kuvvetli tefekkürî dersler çok var. Cenab-ı Allah, ihtiyacını, aczini, zaafını hissederek Risale-i Nurları ciddiyetle okuyanlara da, koronavirüs gibi imtihanların içerisine düşmeden, onun neticesinde hâsıl olacak faydaları veriyor. Okumanın bir kıymeti de sır olarak buralarda gizli değil mi? Yanımda Risale-i Nur Külliyatı olduğundan, orada okumak fırsatını buldum, Elhâmdülillâh. Bilhassa İkinci Lem’a ile, Yirmibeşinci Lem’a olan Hastalar Risalesini teberrüken birer defa daha sizin de okumanızı istirhâm ediyorum. Allah maddî ve manevî tüm dertlerinize şifa eylesin.

    Cenab-ı Allah hepimize

    “Hastalık gelmeden sağlığımızın,

    yokluk ve kıtlık gelmeden elimizdeki nimetlerin,

    meşguliyet gelmeden boş zamanlarımızın,

    ihtiyarlık gelmeden gençliğimizin,

    ölüm gelmeden hayatımızın” kıymetini anlamayı ve mucibince ameller etmeyi nasîp eylesin, İnşâAllah.

    Vesselâm-ı alâ menittebe’al HÜDÂ.

    EL-Baki Huvel Baki.

    Ya Baki Entel Baki.

Yeni ders yılının başında söylenebilecekler

Prof. Dr. Mustafa NUTKU

Okul çağında çocukları bulunan Müslüman ailelerinde okula başlayacak çocuklarının okulla ilgili maddî ve manevî meselelerinin meşguliyeti her ders yılı başında tekerrür etmektedir. Okula giden çocukları olan şuurlu Müslüman ana-babalar, bilhassa dinî tedrisat yapılmayan okullarda yeni bir ders yılına başlanırken, belki her yıl bazı endişeleri hissediyorlardır.

Bilhassa köylerimizde, okullarla ilgili şu iki kısa hüküm cümlesinin çatışmasına çok rastlanır:

“– Okula giden, adam olur.”

……………………………..

“– Okula giden, dinsiz olur.”

* * *

Bu çatışan iki hüküm cümlesinin arasında hakemlik yaparak, bir veya birkaç cümle ile meseleyi doğru bir hükme bağlamak kolay değildir. Zira bilhassa dinî tedrisat yapılmayan bir okula giden ve  tahsilini tamamlayanlar arasında “adam” olanlar da, “dinsiz” olanlar da bulunabilir. Hem, okula gitmeyenler arasında “dinsizler” de çoktur.

Meseleyi teferruatlı bir şekilde düşünmeden basit görüşlülükle “kestirip atmak”, yanlış hüküm vermeye sebep olur.

Hem “adam olmanın” ve “dinini muhafaza edebilmenin” şartları nelerdir ki, bunlar üzerinde bir okulun tesirini doğru olarak tespit edebilelim?

“Adam olmak”, hakikî insaniyetini idrâk etmek ve hakikî insaniyetini yaşamak demektir, bu ise İslâmiyet’le olabilir. Bunu gerçekten verebilen bir okul varsa, oraya giden büyük bir ihtimalle “adam” olur. “Böyle bir okul bulamıyoruz” diye büyük bir müşkülpesentlikle okulları tamamen boykot etmenin ise, doğru olacağı iddia edilemez.

Çünkü okulların verebileceği çok şeyler olabilir. İslâmî yaşayıştan taviz vermemek şartıyla bunlardan istifade etmek, aklıselimin icabıdır. Hem de her meslekten dindar ve ahlâklı kişilere İslâm cemiyetlerinin de büyük ihtiyaçları vardır ve o mesleklerle ilgili bilgileri öğrenmek, İslâm dininde “farz-ı kifaye”dir, Müslüman doktor, Müslüman mühendis, Müslüman eczacı, Müslüman hukukçu, Müslüman iktisatçı, Müslüman öğretmen, vd’nin yetişebilmesi için, bilhassa büyük bir insan cemiyetindeki bazı Müslümanların bu mesleklerle ilgili eğitim veren okullara devamları ve mezun olmaları icap etmektedir. 

*  *  *  

Acaba, “Okula giden dinsiz olur.” iddiasının gerçeklik derecesi nedir?

Maalesef, mevcut maarif sistemimiz yıllardır birçok bakımlardan islâh edilmeye  ihtiyaç göstermektedir. Bu sebeple, bilhassa ailelerinden ve onun çevresindeki muhitlerinden iyi bir dinî terbiye almayan, dinî tedrisat da yapılmayan bir okulun öğrenciliği için uzak yerlere gidip oralarda iyi bir okul ve muhit içine giremeyenler arasında, “İslâm dininden çıkmak” halini  gösterenlere de maalesef rastlanabilmektedirBu şekilde okula gittikten sonra “dinsiz” olmak, “Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmak” ata sözümüzün en kötü misallerinden biridir. Bir insan için bu, en kötü bir âkibettir!

 *  *  *

Fenden ve felsefeden gelen dehşetli dinsizlik cereyanlarının İslâm imanının  esaslarına devamlı olarak hücumda bulunduğu bir zamanda yaşıyoruz. Köyde, tarlası ile veya hayvanları ile meşgul olan Müslümanlar bu dehşetli iman-küfür savaşının ileri saflarından bir derecede uzak sayılabilirler; bu sebeble de “İslâm imanı ile onu inkârın (küfrün) savaşından” onların bizzat alabilecekleri yaralar, zararlar ve kayıplar şehir hayatı içindekilere nispeten daha az olabilir ve onlar bu savaşın geri saflarında olmakla bir derecede mahfuz sayılabilirler. Bu manevî savaşın en ileri saflarından biri, belki bütün saflarından da ileride olanı ise, dinî tedrisat yapılmayan okullardır. Dinî tedrisat yapılmayan okullarda İslâm dinini hedef alan küfür (İslâm dinini inkârcılık), çeşitli vesilelerle, çeşitli silahlar ve üniformalar kuşanmış halde ve çeşitli şekillerde, İslâm’ın iman esaslarına saldırır.

*  *  * 

Dinî tedrisat yapılmayan bir okula gittikten sonra evladının değiştiğini, İslâmî inançlarının zayıfladığını, günde beş vakit  namaz kılmayı terk ettiğini, İslâm dininin emir ve yasaklarını tenkide cür’et ettiğini söyleyerek evlatlarının o okullara gittikten sonra onlarda meydana gelen çok yanlış bazı hallerinden şikayet edenler ve bundan sonra da şikayet etmeleri çok muhtemel olan anneler ve babalar, evlatlarını dinî tedrisat yapılmayan okullardaki “manevî savaş” alanına onların “aile içi eğitimini” gerekli ve yeterli şekilde vermeye çalışmadan gönderirlerse, onların o okullarda “manevî yaralar” almaları ve o “manevî yaraları” tedavi edilmez ve iyileştirilmezse de “manevî ölümleri” ile dünya imtihanlarını kaybetmeleri, büyük bir ihtimal dahilindedir

*  *  *

Çünkü dinî tedrisat yapılmayan okullardaki “manevî düşman” bazen “Darwinizm” olur; öğrencilerini Hz. Âdem (a.s.) ile beraber bütün peygamberler silsilesi ile birlikte “kendi insaniyetini” de inkâr ettirmeye (!) ve kendi emsalini insan görünüşünde fakat “konuşan hayvan” gibi görmeye kadar varan bir hale  düşürmeye çalışır!

Bazen de, o “manevî düşman”“ilericilik” ve medeniyetçilik” kisveleriyle manevî saldırılar” yaparak, “bizi İslamiyet’e bağlılığın geri bıraktığını, ‘çağdaş milletler seviyesine ulaşmak için’ İslâmiyetten uzaklaşmamız gerektiğini” (Hâşâ), gençlerin kalbine “manevî bir bıçak” gibi saplayarak, ondaki İslâmiyet’i söküp atmağa çalışır!

Okullardaki manevî düşman bazen “tabiata ulûhiyet vererek”, bazen “herşeyi tesadüflere bağlayarak”; bizi yaratan ve yaşatan ve bu “dünya imtihanını” kazanacaklara “ebedî cennet ve ondan bin misli kadar daha büyük Rü’yetullah (cennette Allah’ı görmek) saadetleri vereceğini vaad eden “Allah’ın bazen Hâlıkiyetinin, bazen Rezzakiyetinin, bazen Kayyumiyetinin ve bazen de diğer Esma-i Hüsnâsının bu kâinatta ve bu kâinat içinde bilhassa dünyada görünen tecellilerini yok saymaya ve yok saydırmaya  çalışarak”, çok dehşetli mânevî taarruzlarını da yapar!

*  *  *  

Allah korusun! Memleketimizde “unumî bir bir seferberlik” ile “maddî bir harb” olsa, oğlu o harbe gidenler ne kadar endişeler ve meraklar içinde kalırlar!

Halbuki öyle harbler, niyetinde ve yaptığı işte  İslâm imanı ve onunla ilgili amel-i  olan askerler için “şehitlik” veya “gazilik” sıfatlarının kazanılmasına vesiledir. Şehitler erken veya geç, mutlaka terk edecekleri bu dünya hayatlarını İslâm imanlarıyla Allah için yaptıkları bir savaşta kaybederek âhiret âlemine giderler fakat âhirete gittikten sonra orada, dünyadakinden çok daha iyi ve hem de ebedî bir hayata kavuşurlar. “Manevî harpte kaybedenler ve ölenlerin” , Allah’a ve O’nun gönderdiği İslâm’a imanlarını ve bağlılıklarını kaybetmeleri -bir gün mutlaka ölüp terk edecekleri- bu dünyada muvakkaten bir müddet daha yaşamaları; fakat dünyevî ölümlerinden sonra başlayacak olan ebedî âhiret hayatlarında cehennem azabına müstahak olmalarını netice verebilecek  çok korkunç bir âkibettir!.

Bu “manevî savaşta” mağlup olmamak, yara almamak, telef olmamak için icab edenler: Allah’a tahkikî imanı kazanmaya çalışmak; O’nun emirlerine uyarak yasaklarından sakınmak ve bu dünya hayatlarının sonuna kadar o şekilde yaşamaya ihlâs ile devam etmektir. Okula gidenler de, ancak bu şekilde “Adam” olurlar!

Evlâdının dünyevî istikbalini her şeyin üstünde tutan, “Aman, okusun da…” ile başlayan “yanlış hoşgörü ve tâviz” cümlesiyle, ergenlik yaşını geçmiş olan çocuklarının günde beş vakit namazlarını ihmallerine, onların İslâm dininin emir ve yasaklarına karşı kayıtsızlıklarına karşı pasif bir durum gösteren anneler ve babalar: “Oğlum (veya kızım) ‘falan’ mektepte okuyor…” diyerek çevresindekilere karşı övünmek(!) gayretiyle içine düştükleri hatalı durumu mutlaka fark etmelidirler. O şekildeki öğrencilikle okula gidenler, belki “falan’ veya ‘filân’ mektepten mezun olurlar”, ama bunun yanında belki de hakikî manâda “adam” olmazlar!

*  *  *  

Maalesef yıllardır devam ettiği gibi halen de, maarif sistemimiz -çok az sayıdaki bazı istisnaları hariç- okullarda dinî ve fennî ilimleri birlikte ve birbirleriyle mecz ederek vermiyor. Öğrenciler, ailelerinden ve okul dışındaki İslâmî kaynaklardan alabildikleri dinî bilgileri varsa, onları okulda aldıkları bilgilerle bir arada telif edebilmekte, anlamakta ve hazmetmekte ekseriya güçlük çekiyorlar. Öğrencilere okullarda bazen, ya dinî inançlarını ya da okulda kendilerine öğretilenleri esas kabul edip, sanki “biri için diğerini inkâr etmek” (?) zarureti varmış gibi dersler veriliyor! Dindar öğretmenlerin bulunduğu okullar, tabii ki bahsimizden hariçtir.

İnsanlar için teneffüsle aldıkları temiz havadaki oksijenden de çok daha fazla önemli olan İslâmiyet’in iman esaslarının alınmasını zorlaştıran, bazı okullardaki bu “manevî kirliliğin” mahiyeti ve sebebi üzerinde önemle durmak ve ona karşı koruyucu tedbirler geliştirip uygulamak gerekiyor. Bu yapılıncaya kadar ve hattâ yapıldıktan sonra da bilhassa dinî tedrisat yapılmayan okulların talebelerine ve onların ailelerine düşen iş ve vazife -o okulları boykot etmek yerine- okul dışı zamanlarını değerlendiren faydalı dinî programlarla, o okul  eğitiminin boşluklarını ve yanlışlarını en iyi şekilde telafi etmeğe çalışmaktır. 

*  *  *  

İnsanlar bu dünyaya sadece “dünyevî istikballerini kazanmak”; bunun için de doktor, mühendis, avukat, vd olmak için gelmemiş olduklarından, dinî tedrisat yapılmayan okulların öğrencileri ve onların velileri sadece  “dünyevî istikbali kazanabilmek programı” uygulamağa çalışmakla kalmayarak, “ebedî hayatı, ebedî uhrevî istikbali de kazandırabilecek bir programı” uygulamaya çalışmayı da asla ihmal etmemelidirler!