Etiket arşivi: reenkarnasyon

Her Kitap Okunmaz, Her Film Seyredilmez

Nasıl ki kişi yediği yemekten giydiği kıyafete, oturduğu evden, okuduğu okula, hatta sohbet ettiği kişilere kadar seçici oluyorsa, aynı şekilde okuduğu kitaplarda, seyrettiği film ve tiyatro gibi edebi eserlerde de seçici olmak zorundadır.

Zararlı gıdaların midemize zarar verdiği hakikati kadar, zararlı yayınlarında fikrimize zararı olduğu gerçeğini göz ardı edemeyiz.

Kâmil insanlar çocukça heveslerden ve sefih şeylerden hoşlanmadıkları gibi, aynı şekilde süfli, sefih, nefsi, şeytani ve şehvani şeylerle beslenenlerde ruhun zevk aldığı gıdaları bilmezler ve onlardan sıkılırlar. Namaz kılmak onlara çok sıkıcı gelir, oruca sabretmeleri çok zordur, saatlerce tv seyreder bir sayfa Kur’an oku desen okumaz.

Avrupa’dan ülkemize sokulmuş bazı roman ve sair edebiyat eserleri ülkemiz insanına, gençliğine, Müslüman neslimize zarar vermiş onları Kur’an dan ve ibadetten alıkoymuştur.

Üstad Bediüzzaman Hazretleri edebiyatta üç hareket alanı olduğunu söyler.

Bunlar ya aşkla hüsündür (güzellik), ya hamaset (kahramanlık) ve şehamet (cesurluk), ya tasviri hakikat (gerçeği anlatmak).

İslami tanımayan edebiyatçı hangi kahramanlığı anlatacak, ondan Çanakkale’de ecdadımızın kahramanlığını anlatmasını bekleyemeyiz. 

Yıkılmış yığınlar yer yer tüten dumanlar arasındaki kulübeciğinden çıkan ninenin, kurtuluş savaşında Dumlupınar’da Conk bayırında babaları şehit olmuş torunlarına

– Gazanfer, Muzaffer, Mücahit, hadi çorba hazır, diye seslenişini anlatmasını bekleyemeyiz.

Ondan kurtuluş savaşında askerimizin ve ecdadımızın nasıl kahramanca savaştığını, bir karış toprak vermemek için nasıl mücadele ettiğini, istiklali için istikbalinden vazgeçen üniversite talebelerini anlatmasını bekleyemeyiz.

On beş yaşındaki evlatlarını kınalayıp cepheye gönderen anaları, Seyit onbaşıyı, Nine hatun’u, Kara Fatma’yı, nice kahramanı bilemez onlar.

Onlar He-man, örümcek adam, Noel baba gibi sahte, tamamen hayal ürünü olarak ortaya attıkları kahramanları anlatmaya çalışırlar kitaplarında, filmlerinde.

Gölgelerin gücü adına derler, Allah’ın adına diyemez onlar.

Herkesin uykuya çekildiği gece vakitlerinde fakir fukaranın evlerini gezen ve kapılarına çuvalla yiyecek bırakan Zeynel Abidin Hazretleri ‘ni yazamaz onlar. Onlar zenginden çalıp fakire dağıtan Robin Hood u yazarlar.

Hakiki aşk Allah aşkını bilemedikleri için aşkı sadece karşı cinse olan ilgi ile anlatmaya çalışırlar.

Leyla ile Mecnun, Mark Antony ile Cleopatra, Ferhat ile Şirin Napolyon ile Josephine, Kerem ile Aslı’nın aşkını anlatırlar.

Oysa bu güne kadar verdiğimiz milyonlarca şehidimizden, Allah için Allah aşkı, vatan aşkı için canını hiçe sayanlardan bahs etmezler.

Hatta satır aralarında şehvet uyandıran kelimelerle, sahnelerle pis duygu ve düşüncelerini nefislere zerk etmeye çalışırlar.

Gerçeği, hakikati anlatma noktasında da kâinata ilahi bir sanat, Allah’ın yarattığı bir eser olarak bakamadıkları için, bu konuda da yanlış ve zararlı tasvirlerle insanımızı Müslümanları iman ve itikattan uzaklaştırmaya çalışmaktadırlar.

Doğa ve tabiat gibi tabirleri akıllara sokarak, hatta telkin ederek maddeperestlik hissi uyandırarak kalplerden Allah’ın Halık ismini, Rezzak ismini, Rahman ismini dahası bütün o güzelim Esma-i Hüsna’sını unutturmaya çalışmaktadırlar.

Allah korusun böyle eserlerle fazla meşgul olmuş kimselerin dalalete kapılmış ruhlarının ızdırabına sakinleştiriciler ve uyuşturucular bile fayda vermez oluyor.

Bediüzzaman Hazretleri bu içerikli kitaplara hayyı meyyit(yaşayan ölü) sinemalara da müteharrik emvat(hareket eden ölü) demiştir.

Ölü hayat veremez.

Bir tehlike daha var!

Tiyatrolarda sahnelenen reenkarnasyon fikirli gösterimler. 

Hiç utanmadan, sıkılmadan ruhların beden değiştirdiklerini anlatır dururlar, böyle yapmakla haşri, ahreti, öldükten sonra dirilmeyi, cenneti, cehennemi inkâr ederler ve Müslüman neslimize bunları inandırmaya çalışırlar.

Onlar güneşi Allah’ın emrinde olan bir vazifeli olduğundan çok öte, tapılması gerekecek bir tanrı addederler, nitekim halen yeryüzünde güneşe, ateşe, puta hatta binlerce nesneye tapan onları tanrı bilen milyonlar yaşamaktadır. Tahribat büyük.

Yine dikkat edilmesi gerekir ki; Size sefahatı anlatırken zaralıdır, fenadır, insanlık dışıdır derler, fakat kitaplarında yazarken, film sahnelerinde oynarken, tiyatro gösterimlerinde sahnelerken, ağzının suyunu akıtır derecede teşvik edercesine, istek uyandırırcasına, coştururcasına tasvir eder. İştahı kabartır hevesi heyacana getirir, hisleri, nefsi, aklı söz dinlemez hale sokar.

Oysa Kuran-ı Kerim edebi, boş isteklere, geçici heveslere, zararlı ve günaha iten istek ve özentilere asla müsaade etmez, cezası vardır der cehennem var der. Daha dünyada iken bu yola tevessü edenlerin ne hale geldiklerini gösterir ve vaz geçirir.

Allah’ı tanıtır, yaratıcının ikramlarını gösterir, hakkı öğretir, manevi güzelliğin üstünlüğünü öğretir, fakire yardım etmenin, ihtiyara, hastaya bakmanın zevkini anlatır, başa gelen her türlü musibete sabretmeyi ve ardından gelecek güzel şeyleri Allah’ın ona bahşedeceği mükâfatlardan söz ederek hem dünyada hem ahrette mesut ve bahtiyar yaşamasını sağlar.

Tabiyattan değil Allah’dan bahsederek Allah’ın sanatını tanıtır, eserlerinin mükemmelliğini anlatır. İkramlardan, vücudumuzdan, hücrelerimizden an ve an vakti vaktine bahşedilen rızıklarımızdan bahs eder, yeryüzünden, bitkilerden buluttan, yağmurdan, nasıl zamanında ihtiyacı olanlara yeteri kadar verildiğinden, hayvanlardan bahseder, insan yavrularından bahseder, şefkatten, rahmetten anlatır akıllara, ruhlara ferahlık verir.

Allah’ın nurunu gösterir ayetlerini okutur, zaman zaman hüzünlendirir ama bir tabiatçı, felsefeci, Avrupa edibi gibi değil. 

Ölümü bile kısa bir ayrılık diye söyler, bir yok oluş olmadığını, terhis teskeresidir der, tebdili mekândır der, ölümü sevdirir.

Sahipsiz olmadığımızı, her an ve her zaman bizi düşünen, bütün ihtiyaçlarımızı temin eden, rızkımıza kefil olan, bizi cennetine alacak olan Rabbimizden söz eder.

Hayatı bir mücadele değil yardımlaşma olarak tanıtır, annenin yavrusuna şevkati, tavuğun yavrusunu koruma hissini, en canavar hayvanların bile yavruları için yaptığı fedakârlıları anlatır.

Ümit var olunuz der en yüksek seda İslam’ın olacak diyerek gayret ve çalışmamız gerektiğini telkin eder.

Ruhlara heyecan verir, şeref verir şevk ve coşku verir.

Her türlü günahlardan da uzak durmamızı ister.

Çetin KILIÇ

Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin Lemaat adlı eserinden ilham alınarak yazılmıştır.
Kusur bizimdir.

Kur’an-ı Kerim’de reenkarnasyonun olduğunu iddia ediyorlar; bu konuda nasıl cevap vermeliyiz?

reenkarnasyon_kuranKur’an Işığında Reenkarnasyonun Reddi

Kur’ân-ı Kerîm’de, çoğu kere iade kavramıyla ifade edilen yeniden diriltmenin kıyamet günü olacağı, bu diriltmenin bir defaya mahsus olduğu ve ölümden sonra tekrar dünyaya dönüşün asla mümkün olmayacağı konuları hiçbir şüpheye yer bırakmayacak kadar açık bir şekilde dile getirilmiştir.

Reenkarnasyon lügatte tenasüh, tekammüs, tecessüd-ü cedîd1, ölümden sonra rûhun bir bedenden başka bir bedene, kimi kez de insandan hayvana, hayvandan insana geçmesi, rûh göçü2 manâlarına gelmektedir. Kelimenin kökü, bedenlenme, bir bedene bürünme manasındaki enkarnasyon’dur. Buna göre reenkarnasyon, tekrar bedenlenme manasına gelmektedir. Renaissance (tekrar doğuş) da aynı manadadır.

Lügatte tenasühle aynı manaya gelmesine karşılık, bilhassa günümüzde bu fikri savunan bazı gruplara göre reenkarnasyon, tenasühten farklı ve daha husûsi bir manâda kullanılmaktadır. Buna göre, reenkarnasyonda bir gerileme ve hayvan bedenlerine intikal söz konusu değildir. Bu yönüyle reenkarnasyon, daha çok doğu öğretilerinde görülen ruhun başka bir varlığın bedenine geçmesini ifade eden tenasüh ve ruh göçünden, başka bir ifadeyle métempsychose ve transmigration’dan3 tamamen farklıdır. Yeni tenasühçüler olarak da isimlendirebileceğimiz bu kişilere göre, reenkarnasyonun Hint felsefe ve dinlerindeki tenasüh ile esas ve amaç bakımından hiç bir ilgisi yoktur. Çünkü, tenasühte tekâmül fikri yoktur. Cezâ ve mükâfat esasına göre bir geliş-gidiş vardır. Reenkarnasyonda ise, dünyevî bağlardan kurtulamamış rûhların tekâmül için dünyaya tekrar gelmesi vardır. Varlık, dünyaya her bağlanışında geçmiş hayatlarının toplu ürünü olan bir durumla karşılaşır. Tekâmülde hiç bir zaman aşağı seviyelere dönülmeyeceği (tedennî olmayacağı) kabul edilmiştir.4

Günümüzde daha çok ruhçu akımlar tarafından desteklenen bu batıl iddiaya göre, ruhen tekâmül etmemiş ve olgunluğa ulaşamamış ruhlar, tekâmül edinceye kadar tekrar tekrar dünyaya geleceklerdir. Halbuki yakînen incelendiğinde günümüzdeki reenkarnasyon anlayışlarının da, daha çok Hint dinlerinde görülen ve eski bir hurâfe olan tenasüh inancının çağdaş kılıflar içinde sunulmuş yeni bir şekli olduğu görülecektir.

Türkiye’de reenkarnasyonu savunan bazı kimseler, Batı’da aynı fikrin temsilcileri olan insanların Tevrat ve İncil’in bir takım âyetlerini reenkarnasyon teorisine uygun düşecek bir tarzda yorumlamalarından etkilenerek, Kur’ân’dan bu konuya uygun bir şekilde tevil edebilecekleri âyetler arayarak, bu ayetleri gerçek manalarıyla hiç ilgisi olmayan tuhaf tevillerle kendi görüşleri istikametinde yorumlamaya çalışmışlardır. Geçmişte, tenâsüh için yapılan benzer çabalar da onlar için ayrı bir dayanak noktası olmuştur. Halbuki Kur’an, reenkarnasyonu açık bir şekilde reddetmekte ve hiçbir açık kapı bırakmamaktadır. Bu konuda apaçık âyetler ortada varken, onları görmezlikten gelerek başka âyetlerden zorlamalı yorumlarla bu teoriye destek aranmasının ne derece yanlış bir yaklaşım olduğu açıktır.

Doğru olan yaklaşım ise, bir konuda manası açık (muhkem) ve bunun yanında bazı kapalı (müteşabih) âyetler olduğu takdirde, manası açık olanları esas alarak diğer âyetleri onların ışığında yorumlamaya çalışmaktır. İşte bu makalede takdim edeceğimiz âyetlerin çoğu bu konuda açık olup dünyaya tekrar dönüş olmadığını ifade etmektedir.5

A. Dünyaya Tekrar Dönüş İsteklerinin Reddedilmesi

Kur’ân-ı Kerîm’de, çoğu kere iade kavramıyla ifade edilen yeniden diriltmenin kıyamet günü olacağı, bu diriltmenin bir defaya mahsus olduğu ve ölümden sonra tekrar dünyaya dönüşün asla mümkün olmayacağı konuları hiçbir şüpheye yer bırakmayacak kadar açık bir şekilde dile getirilmiştir. Bu hususta pek çok âyet vardır. Bu âyetlerin bazısında ölüm anında, bazısında mahşer yerinde hesap verme esnasında, bazılarında cehennem görüldüğü esnada, bazılarında ise cehenneme girdikten sonra inkarcıların dünyaya tekrar dönme istekleri dile getirilmiş, hepsinde de bu isteklere karşılık red (hayır!) cevabı verilmiştir.

     1. Ölümden Sonra Dünyaya Dönüş İsteğinin Reddi

Birinci durum, yani ahiret aleminin giriş kapısı hükmünde olan ölüm anında dünyaya tekrar döndürülme isteğinin reddedilişi çeşitli âyetlerde ifade edilmiştir. Şu âyet bu konuda çok açık ve kesindir:

“Nihâyet onlardan birine ölüm gelip çattığında der ki, Rabbim beni geri gönder! Ta ki boşa geçirdiğim dünya hayatımda artık iyi ameller işleyeyim. Hayır! O, söylediği boş bir laftan ibarettir. Onların arkalarında ise, yeniden diriltilecekleri güne kadar bir berzah vardır.” (Mü’minûn, 23/99-100)

Dünyaya yeniden gelmenin asla söz konusu olamayacağını açık ve kesin bir şekilde ifade eden bu ayet-i kerimede dünyaya yeniden dönüş isteğinin boş bir laf olduğu ifade edilirken, tekid sadedinde “o, söylediği boş bir laftan ibarettir” buyrulmuş,6 böylece Allah’ın böyle bir va’di olmadığına ve bu yakarışın asla kabul görmeyeceğine dikkat çekilmiştir.

“Onların arkalarında ise, yeniden diriltilecekleri güne kadar bir berzah vardır” ifadesi de diriltilecekleri güne kadar önlerinde bir berzah7 (dünyaya dönmelerine mani olan bir engel) olup böylece dünya ile ahiret arasında farklı bir hayat boyutunda olacaklarını, dünyaya dönemeyeceklerini belirtmektedir.

“Nasıl ki ana rahminden çıkan bir çocuk tekrar oraya dönemiyorsa, bu dünya hayatından çıkarak kabir hayatına giden bir ruh da oradan çıkıp geriye tekrar dönemeyecektir.”8

Böylece bu âyetteki berzah kelimesi de dünyaya tekrar dönüşün olmayacağını bildirmektedir.

Nitekim, dünyaya tekrar dönüş inancının çok yaygın olduğu coğrafyadan bir insan olarak İkbal, “Kur’ân-ı Mübin’de iyice açıklanmış ve hiçbir fikir karmaşasına yer vermeyecek mahiyette olan üç noktaya dikkat etmemiz gerekir.” dedikten sonra, ikinci noktada “Kur’ân-ı Kerîm’e göre bu dünyaya yeniden gelmek imkânsızdır. Bu husus aşağıdaki âyette gâyet sarih bir şekilde açıklanmıştır.”9 diyerek yukarıda takdim ettiğimiz âyeti zikretmiştir.

Bu apaçık beyana rağmen “Bu âyet, ruhun ayrıldığı bedene dönmeyeceğini ifade ediyor, dünyaya dönmeyeceğini değil.”10 veya “reenkarnasyonun olmadığını değil sürekli dünyaya geri gidip açığını kapatmak isteyenlerin bu isteklerinin reddedildiğine delildir”11 gibi iddiaların tutarsızlığı açıktır. Çünkü âyette ne eski bedene dönme isteğine ne de bu sözü söyleyenin dünyaya birkaç defa geldiğine dair her hangi bir işaret yoktur. Eğer bu istek dünyaya birkaç kere gelmiş bir kimse tarafından yapılmış olsaydı o zaman cevap olarak, defalarca dünyaya gönderilmedi mi?!… gibi bir üslup kullanılırdı. Nitekim benzer bir âyette pişmanlığını dile getiren inkarcıya şöyle cevap verilmiştir:

“Size düşünüp taşınacak kimsenin düşüneceği kadar bir ömür vermedik mi?! Hem size peygamber de gelip uyardı.” (Fâtır, 35/37)

Bu âyette de insana düşünüp taşınacağı ve öğüt alacağı kadar ömür verildiğinden bahsedilmiş, birkaç kere dünyaya gelmekten bahsedilmemiştir. Böylece her insana öğüt alacağı, düşünüp taşınacağı miktarda –uzun veya kısa- bir süre verildiği belirtilmiştir. Eğer bu süre yeterli olmasa ve yeniden dünyaya gelme ihtiyacı olsaydı âyette bu ifadeler kullanılmazdı.

Yukarıdaki âyete benzer başka âyetler de vardır:

“Kendilerine azabın geleceği ve kâfirlerin Rabbimiz bize birazcık mühlet ver de davetine uyalım ve elçine tabi olalım diyecekleri gün hakkında insanları uyar.” (İbrahim, 14/44),

“Sizden birinize ölüm gelip çatmadan önce, size nasib ettiğimiz imkânlardan Allah yolunda harcayın! Ölüm gelip çatınca: ‘Ya Rabbî, az mühlet ver bana, bak nasıl hayırlar yapacağım, tam takvâ ehlinden olacağım!’ diyecek olsa da Allah, vâdesi gelen hiçbir kimsenin ecelini ertelemez. Allah yaptığınız her şeyden haberdardır” (Münâfikûn, 63/10-11)

Bu âyetler dünyaya tekrar dönmenin olmadığını göstermektedir. Çünkü reenkarnasyondan maksat tekâmülü tamamlamak olduğuna göre, eğer bu iddia doğru ise, böyle bir talepte bulunana salihlerden olma fırsatı verilmeli değil miydi?! Halbuki değil dünyaya tekrar gelme, ecelin ertelenmesine dahi izin yoktur. Bu durum: “Allah, eceli gelmiş bir kimseyi asla ertelemez…” ayetiyle açık bir şekilde ifade edilmiştir. Şu âyet de bu hususu desteklemektedir:

“Allah’ın belirlediği vakit geldiğinde artık ertelenmez.” (Nuh, 71/4).

Bu âyetler reenkarnasyon olmayacağını çok açık bir şekilde bildiriyor. Çünkü ölmek üzere olan kimsenin eceli tehir edilmediğine, ek süre verilmediğine göre, artık ölüm gelip çattıktan sonra yapılacak böyle bir talep asla kabul edilmez. Yani böyle bir istek kabul edilseydi, ölmeden önce gerçekleştirilirdi.

Allah tarafından dünyaya tekrar dönmeye izin verilmeyince, artık insanların kendi gayret ve çabalarıyla da böyle bir şeyi elde etmeleri mümkün değildir. Şu âyette ifade olunduğu gibi:

“Haydi görelim sizi, can boğaza geldiğinde, O vakit can çekişenin yanında bulunan sizler bakar durursunuz. Biz ise, ona sizden daha yakınız, ama siz göremezsiniz. Haydi bakalım eğer âhirette vereceğiniz hesap yoksa, iddianızda tutarlı iseniz, çıkmakta olan o rûhu geri döndürsenize!” (Vakıa, 56/83-87).

Dünyaya tekrar dönüş olmadığını ifade eden bu üslup, bu yöndeki ümit kapılarını tamamen kapamaktadır.

     2. Mahşer Gününde Dünyaya Dönüş İsteğinin Reddi

Şu âyette ise, inkarcıların kıyamet gününde amellerinden hesaba çekildikleri sırada dünyaya tekrar dönme isteklerinin boş bir temenniden ibaret olduğu dile getirilmektedir:

“… Acaba şimdi bizim için şefaatçiler var mı ki şefaat etsinler, ya da dünyaya geri gönderilsek de yapmış olduğumuz amellerden başkasını yapsak. Onlar kendilerine yazık ettiler ve uydurdukları şeyler de kaybolup gitti.” (A’raf, 7/53).

Böylece, inkarcıların mahşer meydanında iken dile getirdikleri dünyaya tekrar dönme talepleri bu ayetle de reddedilmiş, artık onlar için ne bir şefaatçinin ne de dünyaya tekrar döndürülmenin olmayacağı bildirilmiştir.

    3. Cehennemi Görme Esnasındaki Dünyaya Dönüş İsteğinin Reddi

“… Yahut azabı gördüğünde, keşke bir kere daha dönme imkânım olsaydı da iyilerden olsaydım diyeceği günden sakının.” (Zümer, 39/58),

“Onların ateşin karşısında durdurulup, ah! Keşke dünyaya geri gönderilsek de bir daha Rabbimizin âyetlerini yalanlamasak ve inananlardan olsak! dediklerini bir görsen! Hayır! Daha önce gizlemekte oldukları şeyler (günahlar) onlara göründü. Onlar dünyaya gönderilseler bile, nehyolundukları şeyleri mutlaka tekrar yaparlardı. Onlar kesinlikle yalancıdırlar.” (En’am, 6/27-28).

Bu âyetteki “Onlar dünyaya gönderilseler bile, nehyolundukları şeyleri mutlaka tekrar yaparlardı. Onlar kesinlikle yalancıdırlar.” ifadesi mevzumuz açısından çok önemlidir. Çünkü bu ifadeyle, faraza onlar dünyaya tekrar gönderilseler dahi yine aynı şeyleri yapıp Allah’ın yasak ettiği şeyleri işleyecekleri bildirilerek, insanların bu dünyaya neden bir daha gönderilmediklerinin gerekçesi ve hikmeti beyan edilmiştir.

     4. Cehennemde İken Dünyaya Dönüş İsteğinin Reddi

“Rabbimiz! Bizi cehennemden çıkar! Eğer bir daha (eski halimize ve günahlara) dönersek o zaman gerçekten zalimlerdeniz. Buyurdu ki, kesin sesinizi! Konuşmayın!..” (Mü’minûn, 23/107-108).

“Rabbimiz bizi çıkar da yapmadığımız salih amelleri yapalım.” (Fâtır, 35/37),

“(Kötülere) uyanlar şöyle derler: ‘Ah! Keşke bir kere daha dünyaya gitseydik de şimdi onların (kötülerin) bizden kaçıp uzaklaştıkları gibi biz de onlardan kaçıp uzaklaşsaydık!’ İşte böylece Allah onlara, yaptıkları şeyleri pişmanlık ve üzüntü kaynağı olarak gösterir ve onlar ateşten çıkacak değillerdir.” (Bakara, 2/167).

Bu son âyet, onların dünyaya dönme talepleri bir yana, ölüp cehennem azabından kurtulma arzularının bile yerine getirilmeyeceğini, aksine, ölümsüz bir şekilde cehennemde ebedî kalacaklarını bildiriyor.

Görüldüğü gibi, bu dört durumun hepsinde dünyaya tekrar dönmek isteyen günahkar ve inkarcıların istekleri kesin bir dille reddedilmiş, böyle bir şeyin yapılmayacağı açık bir şekilde belirtilmiştir. Dolayısıyla bu apaçık âyetlerden sonra bir takım yanlış yorumlara saparak bazı âyetleri aksi manalara hamletmeye çalışmanın çok yanlış bir davranış olduğu ortadadır.

Burada, dünyaya tekrar dönmek muhal olduğuna göre, neden böyle bir temennide bulunuyorlar, şeklinde akla gelebilecek soruya şöyle cevap verebiliriz: Onların bu temennileri, ya böyle bir şeyin imkânsız olduğunu bilmediklerinden, ya da imkânsız olduğunu bildikleri halde, aşırı derecedeki pişmanlıklarını ifade etmekten dolayıdır. Çünkü olmayacak bir şey de temenni edilebilir.12 Şöyle de düşünebiliriz; onlar her ne kadar dünyaya tekrar dönmenin muhal olduğunu bilseler de, karşılaştıkları dehşetli durumlardan kurtulmak için hiçbir çareleri olmadığından, muhal olduğunu bile bile bunu istemek durumunda kalmışlardır.

B. Dünyaya Tekrar Dönüşü Reddeden Diğer Ayetler

Yukarıdaki âyetlerin yanında dünyaya tekrar dönüş olmadığını açık bir şekilde veya dolaylı olarak ifade eden başka pek çok âyet vardır. Şimdi de bu âyetlerden tespit edebildiklerimizi sunmaya çalışacağız.

“Onlardan önce nice kavimler helak ettiğimizi görmüyorlar mı?! Onlar bunlara tekrar dönüp gelmezler.’’ (Yâsîn, 36/31)

âyeti, helak edilen insanların, daha sonra dünyaya tekrar dönmediklerini açıkça ifade ediyor. Helak edilen kavimlerin kusurlu, manevi bakımdan tekemmül etmemiş insanlar olduğu düşünülürse, bu âyetin reenkarnasyon aleyhinde kuvvetli bir delil olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Bir başka âyette ise, bu manada, ‘’Helak ettiğimiz bir şehir halkına tekrar dönmek haramdır.’’ (Enbiyâ, 95) buyrularak, dünyaya dönüşün kesinlikle olamayacağı haram tabiriyle tekitli bir şekilde bildirilmiş, haramdır yani, yasaktır denilerek, dünyaya dönüş hakkındaki bütün ümit kapıları böyle bir beklenti içinde olanların yüzlerine kapatılmıştır.

“Allah sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmez bir vaziyette çıkardı.’’ (Nahl, 16/78)

âyeti de reenkarnasyon aleyhinde kuvvetli bir delilidir. Çünkü bu fikri savunanlara göre, insanın yeniden dünyaya gelmesi tekâmül içindir. Tekâmülün olabilmesi için ise, önceki hayattaki birikimin mevcut olması gerekir. Halbuki bu âyet böyle bir şeyin olmadığını, doğan çocukların hiçbir şey bilmez bir halde dünyaya getirildiğini açık bir şekilde ifade ediyor.

Vakıa suresinin son âyetlerinde ölüm anındaki insanların durumları tasvir olunduktan sonra,

“(Ölen kimse) eğer mukarrebinden ise eğer ashab-ı yeminden ise ve eğer yalanlayıcı ve dalalete düşmüşlerden ise…’’ (Vâkıa, 56/88-94)

buyrularak, öldükten sonra insanların gidecekleri yerler sıralanmış, fakat bunlar içinde tekâmül etmemiş, günahkar ve kusurlu kimselerin tekrar dünyaya döneceklerinden bahsedilmemiş, bilakis yalanlayıcı ve dalalete düşmüş olanların yerinin cehennem olduğu bildirilmiştir:

“Ve eğer yalanlayan ve dalalete düşenlerden ise, ona kaynar sudan bir ziyafet ve cehenneme giriş vardır.’’ (Vâkıa, 56/92-94).

Kıyametin kopup insanların amellerine göre gruplara ayrılmalarının anlatıldığı şu âyette de benzer durum söz konusudur:

“Kıyametin koptuğu gün insanlar birbirlerinden ayrılırlar: İman edip salih ameller işleyenler cennet bahçelerinde sevinç içindedirler. İnkâr edip âyetlerimizi ve ahirete ulaşmayı yalanlayanlar ise azaba maruz kalacaklardır.’’ (Rum,30/ 14-16).

Görüldüğü gibi insanların farklı gruplara ayrıldığından bahseden bu âyetlerde de dünyaya dönüşten bahsedilmiyor.

Şu âyette de benzer bir tablo çizilmektedir:

“Kim Rabbinin huzuruna mücrim olarak gelirse onun için cehennem vardır… Kim de mü’min olarak salih ameller işlemiş bir şekilde gelirse onun için de üstün dereceler vardır: İçinde ebedî kalacakları, alt taraflarından ırmakların aktığı Adn cennetleri! İşte nefsini tezkiye edenlerin mükâfatı budur!” (Tâ-hâ, 20/74-76).

Görüldüğü gibi insanın ölümden sonraki durumunu anlatan bu âyette de cennet ve cehennem dışında başka bir yerden, dünyaya dönüşten bahsedilmiyor.

Cennetlikler hakkındaki

“Orada (cennette) ilk ölümden başka ölüm tatmazlar.’’ (Duhan, 44/56)

âyetinde ölümün bir kereye mahsus olarak yaşandığı ifade edilmiştir. Dolayısıyla birkaç veya birçok defa ölümü gerekli kılan reenkarnasyon bu âyet ile de reddolunmaktadır.

“Her nefis ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürülürler.” (Ankebut, 29/57)

âyetinde de ölenlerin dünyaya değil de Allah’a döndürülmesinden bahsediliyor.

“Allah insanları yaptıklarıyla muaheze etseydi yeryüzünde canlı bir varlık bırakmazdı. Fakat onları belli müddete kadar erteliyor. Müddetleri geldiğinde ise ne bir an geri kalabilirler ne de öne geçebilirler.” (Nahl, 16/61)

âyeti de bu dünyanın mücazat mahalli olmadığını, insanların yaptıklarının karşılığını tam olarak başka bir alemde göreceklerini ifade ediyor.

“Sudan, beşeri yaratıp onu akraba ve hısım yapan O’dur…” (Furkan, 25/54)

âyetiyle ifade edilen insanların akrabalık ve hısımlık bağlarıyla birbirleriyle bağlanmış olmaları gerçeği de reenkanasyonu reddetmektedir. Çünkü bu teoriye göre insanın babası yarın onun çocuğu olarak tekrar dünyaya gelmekte veya ölen bir çocuk başka bir ailede dünyaya gelerek -erkek olarak dönmüşse- kendi kız kardeşiyle, -kız olarak dönmüşse- kendi erkek kardeşiyle evlenebilmektedir!

Yahudilerin dünya hayatına aşırı düşkünlüklerini ifade eden

“Onlardan biri kendisine bin sene ömür vermesini ister.” (Bakara, 2/96)

âyeti de reenkarnasyon olmadığını bildirmektedir. Aksi halde bin sene ömür değil de tekrar dünyaya gelme isteğinden bahsedilirdi. Âyetin devamı da bu hususta ayrı bir delildir. Çünkü devamında “fazla ömür verilmesi onu azaptan uzaklaştırıcı değildir” buyrularak dünyaya tekrar dönmek suretiyle ömrün uzatılmasının insanı terakki ettireceği iddiası yalanlanmakta ve fazla ömrün tekâmülün garantisi olmadığına işaret edilmektedir.

Bütün bu âyetlerin yanında, Kur’ân-ı Kerîm’de kıyametin kopacağını, öldükten sonra dirilmenin cismanî olduğunu, cehennem hayatının ebedî olduğunu ve kâfirlerin affedilmeyeceğini bildiren pek çok âyet vardır. Bu âyetler ifade ettikleri manalarla reenkarnasyonu reddetmekte, bir defaya mahsus olan bu dünya hayatının ölümle son bularak artık ebedî bir hayatın başlayacağını bildirmektedirler. Mesela,

“Sonra sizi yerden dirilip kalkmak için bir kere çağırınca birden kabirlerinizden çıkarsınız.” (Rum, 30/25),

“Bir de bakmışsın ki onlar kabirlerinden çıkıp Rablerine doğru koşuyorlar.” (Yâsîn, 36/51)

gibi âyetlerde dirilişin, kıyametin kopmasından sonra, kabirlerden çıkmak suretiyle olacağı, böylece ruhun başka bir bedene intikal etmeyeceği açıkça ifade edilmiştir. Bu tür âyetler reenkarnasyonun olmadığının açık delilleridir. Çünkü reenkarnasyon iddiası bu inançlarla ters düşmektedir. Bu yüzdendir ki, bu iddiayı kabul edenler cismanî dirilişi kabul etmezler.13 Cehennemin ebedî olmadığını iddia ederler.

Kâinatın ezelî ve ebedî olmadığını gösteren kevnî deliller ve âyetler de reenkarnasyon aleyhine bir delildir. Çünkü bu iddia sahiplerine göre bu alemin başlangıcı olmadığı gibi sonu da yoktur. Yani kıyamet kopmayacak bu alem sonsuza kadar böylece sürüp gidecektir. Bu iddiayı Kur’ân âyetleri yalanladığı gibi bugünkü ilimler de er veya geç kainat çapında bir kıyametin koparak bu düzenin bozulacağını haber vermektedir.14

Görüldüğü gibi pek çok âyet dünyaya tekrar dönüş olmadığını çok net bir şekilde bildirdiği gibi, bir çok âyet de bu iddianın doğru olmadığına ve tutarsızlığına işaret etmektedir.

DİPNOTLAR
1- Munîr Ba’lebekkî, el-Mevrid-90, 24. bsk., Dâru’l-İlm li’l-Melâyîn, Beyrut, 1990, s.773;
2- Tahsin Saraç ve daha çok hayvan bedenine intikal etme için kullanılmaktadır. (bkz. James Thayer Addison, La Vie Apres LaMort Dans Les Croyans De L’ Humanite, Paris, 1936, S. 87, 92, 125.),
3- Gérard Encausse Papus, Reenkarnasyon, İstanbul, 1999, s. 20, 104; René Guénon, Ruhçu Yanılgı (L’Erreur Spirite), çev. L. Fevzi Topaçoğlu, İz Yayıncılık, İstanbul, 1996, s. 179, 180. Bu kavramlar hakkında daha geniş bilgi için bk., a.e., s. 179-185. Transmigrasyonun lügât manası, göç, rûh göçü, başka bir varlığa geçmektir (bkz. Saraç, s.1413). Batı’da, başka bir bedene ve daha çok hayvan bedenine intikal etme için kullanılmaktadır. (bkz. James Thayer Addison, La Vie Apres LaMort Dans Les Croyans De L’ Humanite, Paris, 1936, S. 87, 92, 125.),
4- Bedri Ruhselman. Ruh ve Kâinât, Ruh ve Madde Yayınları., İstanbul, 1977, s.152; Sinan Onbulak. Ruhî Olaylar ve Ölümden Sonrası, Dilek yay., İstanbul, 1975; Necati Tarıman, “Reenkarnasyoncu Ne Ola ki?”, Türkiye Günlüğü, sayı, 45, Mart-Nisan, 1997, s. 228.
5- Burada, Kur’ân Işığında Reenkarnasyon adlı eserimizde çeşitli yönleriyle ele aldığımız bu konuyu yeniden gözden geçirerek sunmaya çalışacağız.
6- İbn Aşur, Tefsiru’-Tahrir ve’t-Tenvir, Daru’t-Tunusiyye, tsz., XVIII, 123.
7- Âyette geçen berzah hakkında sahabe ve tabiinden şu görüşler nakledilmiştir: Ölümle diriliş arasındaki perde, dünya ile ahiret arasındaki perde, ölüyle ölünün dünyaya dönmesi arasındaki engel, kıyamet gününe kadarki mühlet… (Maverdi, en-Nüket ve’l-Uyun, Beyrut, 1992, IV, 66-67).
8- Celal Kırca, Kur’ân ve İnsan, Marifet Yay., İstanbul, 1996, s. 175.
9- Muhammed İkbal, İslâm’da Dini Düşüncenin Yeniden Doğuşu, İstanbul, 1984, s. 160.,
10- Süleyman Ateş, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsiri, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul, 1991, VI, 118,
11- Yaşar Nuri Öztürk, Kur’ân’daki İslâm, Yeni Boyut, İstanbul, 1994, s. 312.
12- Meraği, Tefsir, Daru İhyai’t-Turasi’l-Arabi, Beyrut, 1974, VII, 101.
13-Örnek olarak bkz. Haluk Hacaloğlu, Hayat Ölüm ve Ötesi, Ruh ve Madde Yayınları, İstanbul, 1996, s. 11, 26.
14- Bu konuda bkz. Paul Davies, Son Üç Dakika, Varlık Yay., İstanbul, 1994, s. 30; Steven Weinberg, İlk Üç Dakika, Tübitak Yay., Ankara, 1996, s. 139; Lincoln Barnett, Evren ve Einstein, Varlık Yay., İstanbul, 1969, s. 114 vd.

(Doç. Dr. Veysel Güllüce, Yeni Ümit Dergisi, Sayı:70, 2005)

Selam ve dua ile…
Kaynak: Sorularla İslamiyet

Tenasuh (reenkarnasyon), bâtıl bir inançtır (SON)

İnsandaki kabiliyetler inkişaf ettiği zaman, insane kendini bir âlem büyüklüğünde görür. Allah dostları zerreden Arşa bütün âlemi seyreder, “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah” kelime-i kudsiyesiyle her bir varlık üzerinde esmânın tecelliyatını seyreder. Vekil sıfatıyla tesbih, zikir ve ibadetlerini Allah’a takdim eder.

Hallâc-ı Mansur, fenafillah’ta o kadar ileri gider ki,”Enel Hak” der. Bu sözü şatahat nev’inden söyler. O Zat demek istiyor ki; “bende görünen sadece Hak isminin tecellisidir. Bana ait bir şey yoktur.

Bu söz,(hâşa)  “ben Allah’ım” şeklinde yanlış anlaşılmıştır. Lâ zamânî, lâ mekânî, lâ keyfî (zamansız, mekânsız, keyfiyetsiz) bir tarzda tecelliyat-ı Zâtiyeye mazhar olur, gaybî bir ses işitir, “Enel Hak= Ben Hakkım” şeklinde yankılanır. Hallac, bu sesin ruh aynasından kaynaklandığını sanır. Halbuki Allah’tan geliyor. Allah (c.c) “Ben Hakkım” diyor. İçindeki ene ile karıştırıyor.

Latifelerin gelişmesi nisbetinde tevhîd de inkişaf eder.

Keza bir mü’min ibadet eder, ders yapar, imanî konularda derinleşir. Böylece bir mâna ve his güçlenmeye başlar. Bu hali onun ruhunda bir takım mânaların canlanmasına yol açar, makamları karıştırır, kendisini yüksek derecedeki insan profilinde zanneder, birbirine karıştırır.

Bazı kere bir mü’min kendisini birden bire Cennet gibi görür, yani kalbinde Cennet havasını yaşar. Değişik frekanslara girer ve kendini öyle tanımlar.

İşte bu sırdan dolayı Seyyid Nizamoğlu şöyle demiş:

Cümle cihan men olmuşam, bilen bilir ki men neyem.

İki cihana dolmuşam, bilen bilir ki men neyem.

Kürsiyle Arş olan menem, Hak ile ferş olan menem,

Çar u şeş olan menem, bilen bilir ki men neyem.

Ahmed-i Muhtar menem, Haydar-ı Kerrar menem,

İstediğin varı menem, bilen bilir ki men neyem.

Hüseyin ile Hasan menem, Arş’a kadem basan menem,

Musa menem, Turi menem, zulmet u hem nuri menem,

Cennetu hem huri menem, bilen bilir ki men neyem.

……

Kelime-i kelam menem, padişah-ı gulam menem,

Rehber-i hass u âmm menem, bilen bilir ki men neyem.

Seyyid Nizamoğlu menem, yük ipiyle bağlı menem,

Şol yüreği dağlı menem, bilen bilir ki men neyem.

Bu şiirde geçen mânalar, tabirler, nesneler, kendisindeki nümûnelerin inkişafıdır.

Demek tenasuhun gerçek hakikatı; insandaki iyi ve kötü hissiyatın her iki şekilde inkişaf etmesidir.

Bilginlerin görüş ve düşünceleri bu yöndedir. Yoksa bir ruhun, başka bir bedene girmesi, ölüm sonrası başka bir cesedle takrar dünyaya gelmesi anlamında asla değildir. Çünkü her insanın ruhu, yani kanunu ayrıdır. Hiç bir ruhun, başkasının cesedine girip tekrar geri dönmesi diye gerçeği yansıtan ne bir bilgi ve ne de İslâmî bir düşünce söz konusu değildir.

Tenasuh, bâtıl bir inanç olup eski mısırlılardan kalma bir düşüncedir.

Bediüzzaman Hazretlerinin Sözler adlı eserinde ifade ettiği gibi (bkz. s.401-402); “bütün firavunların tenasuh fikrine binaen cenazelerini mumyalamakla maziden alıp müstakbeldeki ensal-i atiyenin (gelecek nesillerin) temaşagâhına göndermek olan mevt-âlûd, ibretnüma bir düstûr-u hayatiyelerini ifade” etmektedir.

Demek tenasuh, Mısır Firavunlarının an’anesinde geçerli olan bâtıl bir inançtır.

Tenasuh fikrine aldananlar, imkân âleminde şaşırır. Bütün varlığını Rahman’ın tasarrufu altında görür.

Bazı kere de insan, bir başka insanda fani olur. Yani onun şahsında benliğini yok sayar. Kendini o insan sanar.

İstikameti ve kur’ân yolunu izleyen ehl-i Sünnet âlimleri, bu meselenin gerçek yüzünü bildiği için asla tuzaklara düşmemiş, yanlış yollara sapmamışlardır. Acz ve za’fını görür, fakr ve kusurunu anlar, fahr, gurur ve büyüklük iddiasında bulunmaz. “Enel Hak” yerine, “Ene Abdulhak, Ene Abdurrahman, Ene Abdurrezzak, Ene Abdulkerim” der. Ma’bud, Maksûd, Matlûb ve Mahbûbunu arar, O’nu unutmaz, tecelliyatı esmâ ve sıfatına mazhar olur.

Kur’ânın tek bir hakikatı uğruna hayatını feda etmiş bir allâmenin/mütefekkirin/İslâm âliminin/Müceddid-i a’zamın (hâşa, yüzbin defa hâşa) böyle bâtıl bir itikadı, temelsiz bir fikri savunmuş olabileceğini iddia etmek, O’na yapılabilecek en büyük iftira, bühtan ve hezeyanlı bir yakıştırmadır vesselam.

İsmail Aksoy

Tenasuh (reenkarnasyon), bâtıl bir inançtır (2)

Her bir ruhta inkişaf kabiliyeti vardır.

İnsanda bütün Firavunların, Nemrudların bir örneği olduğu gibi; peygamberler başta olmak üzere kâmil insanların da bir örneği insanda vardır. Söz gelimi adam diyor ki, “ben peygamber oldum.” Halbuki o adam peygamber olmamıştır, olması da mümkün değildir.

İnsandaki latifelerin en yüce mertebesi ahfâ derecesidir. Kâmil bir veli bu makama erişince, Resûl-i Ekrem (s.a.v)’i ruh aynasında hisseder veya görür. Bundan dolayı da “ben peygamber oldum” der. Bu durum o latifenin inkişafından kaynaklanmaktadır.

Manevî yükseliş merdivenlerinde seyr eden zat, latifelerdeki hangi mertebeye girer ve kimin frekansını yakalarsa, o duygular o kişide yansır.

İşte sâlikin önünde Bediüzzaman gibi bir mürşid bulunmazsa, ya da yüksek bir ilmî kabiliyetten mahrum ise, bir şaşkınlık hali yaşar. İşte o zaman biri, “ben İsa oldum”, bir diğeri, “İsa nazil oldu, falan yerdedir” gibi sözler sarf eder.

İşte insan, duyu ve latife cihetiyle gelişmeler kaydedip belli makamlara ve derecelere ulaşıp küllîleşince; Cennet bütün güzellikleriyle onun ruhunda görünür. Ya da kalp gözüyle Cennet’i müşahede eder. Aksi istikametteki gelişmeler sonucunda da Cehennem şeklinde görür. Kabiliyetine göre Cehennem ehlini orada seyreder.

Bir başka frekansta toprak âlemini, denizler âlemini, hava âlemini seyreder. O âlemlere uğrar, misafir olur, bazen da onları kendi ruh aynasında misafir eder.

Böyle bir hal, başta akıl, kalp ve ruh olmak üzere havas, hissiyat ve latifelerin inkişafından kaynaklanmaktadır.

İşte insan şu âleme bir fıtrat (yaratılış) mu’cizesi olarak gönderilmiştir. Haliyle, aklıyla o âlemlere uğrar, gâh söz konusu âlemleri ruhunda canlandırarak seyreder, gâh o âlemleri içinde yaşar.

Mâneviyatta terakki eden bir sâlikin kalbinde devamlı bir hareket, değişme, gezinme ve seyahat vardır. Bir ucu geçmişten geleceğe, bir ucu zerreden Arş’a kadar uzanır. Ruhunda âlemleri nakşeder. Kendisi olmaktan çıkar, başkası olur.

İnsanda öylesine mânevî bir güç, bir kabiliyet vardır ki, Allah’ın rahmet ve lutfuyla Esmâ ve sıfât-ı Rabbânî’nin tecellîlerine eriştiğini anlasa, bütün kâinatı ruhunda hisseder. “Yer benim, gök benim; Cennet benim, Cehennem benim” diyebilir.

İnsan, varlığında muhtelif cins ve miktarda bulunan örneklerin kaynağına kavuşmak ister.

Üstad Bediüzzaman’ın şu cümlesi konumuza ışık tutmaktadır:

Cenab-ı Hak, insanı, kainata cami bir nüsha ve on sekiz bin alemi havi şu büyük âlemin kitabına bir fihrist olarak yaratmıştır. Ve Esma-i Hüsnadan herbirisinin tecelligâhı olan herbir alemden bir örnek, bir nümune, insanın cevherinde vedia bırakmıştır.

Eğer insan, maddi ve manevi herbir uzvunu Allah’ın emrettiği yere sarf etmekle hamdin şubelerinden olan şükr-ü örfiyi ifa ve şeriate imtisal ederse, insanın cevherinde vedia bırakılan o örneklerin herbirisi, kendi alemine bir pencere olur. İnsan, o pencereden, o aleme bakar ve o aleme tecelli eden sıfatla o alemden tezahür eden isme bir mir’at ve bir ayna olur. O vakit insan, ruhuyla, cismiyle alem-i şehadet ve alem-i gayba bir hülasa olur ve her iki aleme tecelli eden, insana da tecelli eder. İşte bu cihetle, insan, sıfat-ı kemaliye-i İlahiyeye hem mazhar olur, hem muzhir olur.”(Bediüzzaman, İşârâtu’l-İ’câz, 17)

İnsanın mahiyetinde bütün âlem yerleştirilmiştir. Bu bakımdan bazen nefsanî hisler, bazen da Rahmânî hisler galebe çalar. Rahmanî hisler harekete geçince, ruh aynasında peygamberleri görür. Oysa ki o kişi peygamber olmamıştır, kendini öyle görüyor. Nefsânî hisler galip gelince, Firavun yönü ağır basar, kendini öyle görür. Ama o insan Firavun olmamıştır. “ Falancanın ruhu bana intikal etti” diyerek tenasuh fikrini çağrıştıranların sözleri de şatahat cinsinden bir takım tutarsız sözler olup, “Ben mehdiyim” diye ortaya çıkanların durumu da karışıktır. Ya kabiliyeti eksiktir, ilim ehli değildir, ya insaniyet sırrını anlamamıştır, ya da mürşid bildiği kişi/kişiler ehliyetten yoksundur.

Bu gibiler, başlarına gelebilecek bu tür şaşkınlıkları derhal üzerinden atmalı, istikametini muhafaza etmeli, bilmediği konularda bilenlerden yardım almalı, manevî rehabilitasyondan geçmelidir.

Şayet bu yolda seyr u sülûk yapan kişi, ilim ve tahkik ehli değilse, dalâlete düşebilir. Çünkü ilim ve tahkik/tetkîk ehli, keşfiyatını Kitap ve Sünnet ölçüleriyle tartar, onlara uygunluk varsa itibar eder, aykırı ise reddeder. Bu ölçü ile hareket etmeyi başaramayanlar, bu tür meselelerde dalâlete kadar gitme tehlikesiyle baş başa kalırlar.

Tam da bu noktada mânevî dengeyi sağlayamadığı için, “tenasuh var” diye inanmaya başlar.

Günümüz toplumlarında kısmen de olsa bir maraz şeklinde kendini gösteren bu çıkışların Kur’ân reçetesiyle tedavisi şarttır. Buna kendini inandıranların Şeytandan ve şeytanlaşmış insanlardan başka da tutunacağı bir dal söz konusu değildir.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin ifade ettiği gibi; Molla Halil-i Siirdî demiş ki: “Tenasuh, yani bir insanın öldükten sonra ruhunun diğer bir cesede girip tekrar dünyaya geri gelmesi inancı bâtıldır, aslı ve esası yoktur. Ancak bu, insandaki kabiliyetin inkişafıdır ki; böyle bir görüntü veriyor. Hâşa! Bir insanın ruhu, diğer bir insanın içine girmez. Her cesedin ruhu ayrıdır. Bir ruh, bir cesede aittir. Başka bir cesede giremez. Zira ruh, cesedin kanunudur. Her cesedin kanunu da ayrı ayrıdır. Cenâb-ı Hakkın, bir mevcudun içine girmesi de muhaldir (imkânsızdır). Hâşa! Allah, bir şeyin içine girmez. Bütün bu düşünceler bâtıldır.”

İnsanda bütün âlem toplanmıştır. Unsurları yüklendiği gibi, madenleri de bünyesinde barındırmaktadır. Kalp ve ruh cihetiyle Salih ve kâmil insanların örneklerini taşıdığı gibi; nefis itibariyle de âsi ve cebbâr insanların nümunesini taşır.

Hâşa!, Bediüzzaman Hazretlerine tenasuh konusunda bühtan ve iftirada bulunanlar Risale-i Nur’ları okumayan ve anlamayanlardır.

Bu 2. bölümü Müellif-i muhterem Bediüzzaman’ın (r.a) bir sözüyle noktalamak, 3. bölümde ise yine özet bilgilerle meseleye şimdilik nokta koymak istiyoruz inşâallah.

Hâlık-ı Rahîm ve Rezzâk-ı Kerîm ve Sâni-i Hakîm şu dünyayı âlem-i ervâh ve ruhâniyât için bir bayram, bir şehrâyin sûretinde yapıp, bütün esmâsının garâib-i nukuşuyla süslendirip, küçük büyük, ulvî süflî herbir ruha ona münâsip ve o bayramdaki ayrı ayrı hesabsız mehâsin ve in’âmâttan istifade etmeye muvâfık ve havâs ile mücehhez bir cesed giydirir, bir vücud-u cismânî verir, bir defa o temâşâgâha gönderir.” (Sözler, 17. Söz, s. 185)

(Devam edecek…)

İsmail Aksoy

Tenasüh (reenkarnasyon), bâtıl bir inançtır

Öteden beri insanların kafasını kurcalayan tenasuh meselesi, zihinleri bulandırmaya devam etmektedir.

Üzerinde pek çok yazı yazılan, tartışılan, hatta mesnetsiz ithamlara sebebiyet veren bu meselenin hakikatını anlamak durumundayız.

Tenasuh nedir peki? Şimdilik kısa bir açıklamadan sonra, konunun daha iyi anlaşılması açısında yazımıza bir mukaddime ile başlamayı ve meseleyi zihinlere yaklaştırmayı amaçlıyoruz inşâallah…

Tenasuh; bir şeyin bir diğerini izlemek suretiyle  ortadan kaldırması, bir şeyin dolaşarak diğerinin yerini alması, ölümden sonra rûhun bir bedenden başka bir bedene, kimi zaman da insandan hayvana, hayvandan insana geçmesi, yani rûh göçü manâlarına geldiği ifade edilmektedir. Kelimenin kökü, bedenlenme, bir bedene bürünme manasındaki enkarnasyon’dur. Daha çok Hindistan’da yaygındır.

Dinler tarihi açısından ise, ölen insanların ruhunun bir hayvan ya da bir insan bedenine girmesi, yerleşmesi  inancını ifade eder.

Batı dillerinde bunun karşılığı, “Reincarnation ve Tranmigratıon” dur. Tenasuhe inananlara da “Tenasuhiyye” denilir.

Daha çok Hint dinlerinde görülen ve eskiye dayanan bir hurâfe olarak ortaya çıkan tenasüh inancının günümüzde çağdaş kılıflar içinde sunulmuş olması da ayrı bir aldatmacadır.

İnsanın mahiyeti, maddî/mânevî donanımı, aklında ve kalbinde programlanmış latife ve duyuları tam olarak anlaşılmadıkça, kaynağı batıla ve temelsiz fikirlere dayanan tenasuh olayının anlaşılması da mümkün değildir.

Asıl problem insanın anlaşılmamasından kaynaklanmaktadır.

İnsan ahsen-i takvimde yaratılmış olup bin bir İlâhî ismin tecellilerine mazhardır. Umum âlemin özü ve özetidir.

İnsan; vücup ve imkân âlemini keşfedip açabilecek maddî ve mânevî donanıma sahiptir. Bu cihazların en önemlileri, akıl ve kalptir. Akıl havassın, kalp de on latifenin efendisidir. Akıl defterinde on havas (duyu), kalp cüzdanında ise on latife vardır.

İnsan bu âlemin kendisinde nasıl yerleştirildiğini ve Allah’a muhatap kılındığını anlayarak kafasındaki muammayı çözmüş olur.

İnsan beş zahirî ve beş batınî havas (duyu) ile teçhiz edilmiştir.

Bu on duyu; zerreden Arş’a kadar bütün imkân âlemini (varlığı, yokluğu müsâvi olan, yaratılmışlar âlemi) anlayabilecek, çözebilecek özelliğe sahiptir. Yani Nûr-u Muhammedî (a.s.m) itibariyle bu âlem, insan denilen bu özden nasıl gelişip dalbudak salmış ve sonuçta  umûm kâinat, insan denen bu kâinat meyvesinde ve hasseten Hz. Muhammed (s.a.v)’de  nasıl derc edildiğini görmüş ve seyretmiş  olacaktır.

Öyle ki, kendini keşfedebilen bir kişi, âlemin tamamını ruh aynasında seyredebilir. Akıl defteri bu duyularla inkişâf edince, âlem-i imkândaki bütün mümkinâtı kabiliyetine göre çözmeye çalışır ve bütün  varlıkların insana hizmetçi olduğunun farkına varır.

Allah (c.c), on cihâzı da kalbin cüzdanına koymuştur. Bunlar; kalp, ruh, sır, hafi, ahfâ, nefis ve insan bedeninde bulunan su, hava, toprak ve nur denilen dört unsurun her bir unsurundan o unsura münâsip bir latife-i insâniyedir. (bkz. Barla Lahikası, 347)

Bu on latifeden beşi mülk âlemine, beşi de (kalp, ruh, sır, hafi, ahfâ) melekût âlemine bakar.

Kalbin on latifesini geliştiren bir mü’min, imkân âleminden vaz geçer, mâsivâyı terk eder. Bin bir İlâhî ismin tecellilerini keşfedip seyre koyulur.

Kalp ise, şu âlemin arkasında bir vücûb âlemi olduğunu on latife ile keşfeder. Terakki devam ederken, neticede tecelliyât-ı Zâtiyeye mazhar olur.

Tam olarak kalbî inkişâfa muvaffak olmuş olan Nebîler, asfiyâ ve evliyâ taifeleri, Cenâb-ı Hakk’ı mânen görmüşlerdir. Şunu ifade etmek gerekir ki, Resûl-i Ekrem (s.a.v), Cemâl-i İlâhîyi dünya gözüyle, diğer enbiyâ, asfiyâ ve evliya ise kalp gözüyle görmüşlerdir.

Demek insanı ve bütün âlemi açacak sırlı anahtar, insanın mahiyetinde dercedilmiştir. Öyle ise, insanın sırrı çözülse ve anlaşılsa, imkân ve vücûp âlemi birden bire açılacaktır. Aksi takdirde âlemin sırrını anlama ve kavrama imkânı olmaz.

İşte bu sırrı keşfetmekle her iki âlemi lütf-u Rabbânî ile anlayıp seyretmeye “küllîleşmek” denir.

Böylece, kuvve-i hâfızasıyla Levh-i Mahfûz’a,; kuvve-i hayaliyesi ile Âlem-i Misâl’e; kalbiyle Arş’a, aklıyla kürsî’ye kavuşur. Yani imkân âleminde küllîleşen insan, öyle bir konuma gelir ki, hâfızasında Levh-i Mahfûz’u, kalbinde Arş’ı, aklında kürsî’yi seyreder. Bu seyirle tekâmül ederek öyle bir hal alır ki; “Arş benim, kürsî benim, yer benim, gök benim, Cennet benim, Cehennem benim” der. Çünkü insandaki merhamet, Cennetin; kuvve-i gadabiyye Cehennemin bir nümûnesidir.

Melekleri de o gelişen latifelerde seyreder. “Cibrîl benim, Mikâil benim, İsrafil benim, Azrail benim” der.

O latifelerin bir adım ileri derecede inkişafiyle peygamberleri görür.

Her bir dairede ayrı bir peygamberle görüşmeye nail olur. Sır dairesinde Hz. Musa (a.s), kalp dairesinde Hz. Adem (a.s), Ruh dairesinde Hz. İbrahim (a.s) ve Hz. Nuh (a.s), Hafi dairesinde Hz. İsa (a.s), Ahfâ dairesinde ise Hz. Muhammed (a.s.m) ile görüşüp onlardan ders alır. İşte o zaman der ki;” Musa benim, İsa benim, Muhammed(s.a.v)  benim…

Nefis ve enaniyet kavileşip inkişaf edince de; “Fir’avun benim, Nemrud benim, Şeddad  benim, Deccal benim, Süfyan benim” der. Bu, imkân dairesinin keşfidir.

İnsan böylece âlemleri dolaşır, gâh peygamberler âlemine, gâh melekler âlemine, gâh şeytanlar âlemine girer, v.s…

Bütün âlemde tecelli eden İlâhî isimler, merkezde yerini alan insanda dahi tecelli etmektedir ki, buna tecelliyat-ı ehadiyet veya tecelliyat-ı Zâtiye denir.

İmkân âleminin seyrini gerçekleştirdikten sonra, bu defa da kalp devreye girer. Âlem-i imkânı,  âlem-i vücup denilen ef’al, esmâ ve İlâhî sıfatların ayinesi olarak görür. Âfâktan enfüse, enfüsten âfâka, zerreden Arş’a, Arş’tan zerreye her bir eşyada her bir İlâhî fiilin tecellisini, her bir İlâhî ismin tecellisini, ardından her bir İlâhî sıfatın tecellisini müşâhede eder. Âlemde keşfettiği bu teccelliyat-ı ef’al, esmâ ve sıfat-ı İlâhiyeyi enfüsî dairede dahi seyreder.

Meselâ; ruh aynasında Şeddat ve Firavun’u gördüğünde Kahhâr isminin tecellisini; Hz. Paygamber (s.a.v)’i gördüğünde Hakîm ve Rahîm isimlerinin tecellilerini; Cehennem’i gördüğünde Kahhâr, Cennet’i gördüğünde Rahîm isimlerinin tecellisini müşâhede eder.

İnsanın aklı ve kalbi nasıl ki inkişaf edince, imkân ve vücup âlemlerinin esrârına muvaffak olur. Aynen öyle de, insanın nefsi gelişip büyüyünce, bütün şeytanları ve tağutları kendi nefsinde hissedebilir.

İnsanda nefsin varlığından şüphemiz olamaz değil mi? Hz. Adem’den (a.s) kıyamete kadar gelip geçen ne kadar kâfir, fâsık, fâcir varsa; tamamı, yani bütün insanların nefsi, o “nefis” denilen latifenin içinde kopyalanmış bir program şeklinde bulunmaktadır. Nefsin küllîleşmesi sonucu, bütün firavunlar, Nemrutlar, o nefiste hissedilir. Kur’ânda geçen Firavun tabirine her bir insanın nefsi dahildir. Çünkü Firavun’u temsil eden nefis (nefs-i emmâre), her insanda bulunmaktadır.

İşte bu yönüyle insana bakıldığında ve değerlendirilmeye çalışıldığında görülecektir ki, kendisi dışında bir takım şahısların varlığını kabul gibi bir yanlışa saplanması zor değildir. “Ben kendimi Firavun  şeklinde gördüm” algısı yalan değildir. Zira insanda Firavun’u temsil eden bir nefis vardır ki, kendisini Firavun olarak görür.

Oysaki o adam Firavun olmamıştır. Hem (hâşa) Firavun’un ruhu gelip o adamın içine de girmemiştir. Çünkü tenasuh düşüncesi (reenkarnasyon, yani bir ruhun öldükten sonra başka cesede girmek suretiyle tekrar dünyaya gelmesi) bâtıldır ve İslâm inancında asla yeri yoktur.

Kur’ân-ı Kerim’de, yeniden dirilişin bir defaya mahsus olmak üzere Haşirde olacağı, öldükten sonra tekrar dünyaya gönderilmenin mümkün olmadığı, bedenlerin ferdî olarak dünyaya gönderilip, ferdî olarak haşrolacağı, hiç kimsenin bir başkasının günahını üstlenmeyeceği gerçeği açıkça vurgulanmaktadır.

Bugünkü bölümü bir âyet-i kerime ile nihâyetlendirelim ve gelecek bölümde devam edelim inşâallah…

“Nihâyet onlardan birine ölüm gelip çattığında der ki, Rabbim beni geri gönder! Ta ki boşa geçirdiğim dünya hayatımda artık iyi ameller işleyeyim. Hayır! O, söylediği boş bir laftan ibarettir. Onların arkalarında ise, yeniden diriltilecekleri güne kadar bir berzah vardır.” (Mü’minûn, 23/99-100)

(Devam edecek…)

İsmail Aksoy