Etiket arşivi: Salih Altın

Mezhep kavgasını önlemek için istismar yolları kapatılmalı!

Türkiye’nin bölgesinde güçlü bir ülke olmasını istemeyenler ellerine geçirdikleri her fırsatı değerlendirerek çatışma alanları çıkardılar. Bir zamanlar sağ-sol kavgası çıkaranlar daha sonra Türk-Kürt çatışması yaptırttılar.

Son zamanlarda Türkiye’nin güçlenmesi ve bölgede bir istikrar unsuru olmasıyla çatışma alanları da bitirilmeye çalışılıyor. Kırk yıl süren ve on binlerce cana, milyarlarca liraya mal olan terör sorununun çözüm sürecine girdiği şu günlerde yeni bir çatışma alanı oluşturulmaya çalışılıyor. Bunun için de Sünnilik ve Alevilik üzerinden gidilerek bir mezhep kavgası çıkarılmak isteniyor.

Tarihçi-Yazar Yavuz Bahadıroğlu ile konunun dünü, bugünü ve çözüm yolları üzerine bir söyleşi yaptık.

Ülkemizi karıştırmak isteyenler daha önce sağ-sol çatışması, Türk-Kürt çatışması çıkardılar. Şimdi de Türkiye’de Sünnilik ve Alevilik üzerinden bir mezhep çatışması mı çıkarılmak isteniyor?

Bu söylediğiniz tarih boyunca yapılmak istendi zaten. Biz imparatorluk kültüründen geliyor olmamız itibariyle bir ulus devlet değiliz yani homojen bir yapımız yok. Dolayısıyla burada demokrasi ahlakının erdemi öne çıkıyor, yani ne düşünürse düşünsün ötekine de saygı göstermek ve ötekini de ötekileştirmeden seninle birlikte yaşama hakkı olduğunu düşünmek. Sadece düşünmek değil buna inanmak, bunu bir hayat prensibi olarak geliştirmek gerekiyor.

Böyle toplumlara çok etki edemezler ama ötekileştirmeye meraklı toplumlar yani “benim gibi inanıyorsan, benim gibi düşünüyorsan, benim gibi giyiniyorsan yaşama ve demokratik haklardan yararlanma hakkın var” anlayışı pompalanmış toplumlarda başkasına tahammül kültürü gelişmez. Gelişmediği zaman da o yara hep kaşınır.

1800’lü yıllardan beri Tarsus’tan tutunuz Erzurum’a kadar, İzmir’den İstanbul’a kadar çok fazla sayıda ve bir sürü okul açılmış. Bunlar İngilizlerindir, Fransızlarındır, Amerikalılarındır, İtalyanlarındır hatta Yunanlılarındır ve maalesef denetimsiz iş yaptılar. Bunlarla yetinilmedi, barış gönüllüleri adı altında misyoner teşkilatlar geldi, görünüşte barış gönüllüsüydü ama bunlar misyonerlik faaliyetlerinin altyapısını oluşturmaya memurdular. Bunlar o zaman ülkenin toplumsal haritasını çıkardılar. Kim nedir, hangi mezheptendir, hangi millettendir… Yeri ve zamanı geldiğinde de bu bilgileri kullanarak bahsettiğiniz çatışmaları çıkardılar. Şimdi de Sünni-Alevi çatışması çıkarmak istiyorlar.

Sünni-Alevi çatışması çıkarmak isteyenlerin en büyük argümanı Yavuz Sultan Selim’in 40 bin Alevi’yi katlettiği iddiası. Bu iddianın gerçeklik payı var mı? 

Aleviler üstüne şiddet ve baskının Osmanlı tarihinin tamamını kapsamadığı, hele hiçbir zaman bunun bir devlet politikası haline gelmediği, zaman zaman yapılan baskının ise dinî kimliğe değil, dinî kimliğin siyasete âlet edilmesine yönelik bulunduğu gerçeği belgelenmiştir…

Yavuz’un İran üzerine sefere çıkmadan önce, dönemin önde gelen din adamları İbn Kemal ve Sarı Gürz’den Safeviler’le savaşmanın meşru olduğuna dair fetva aldığı doğrudur. Bu her savaş öncesi alınması zorunlu olan rutin fetvalardan biridir. Ama bu fetvalara dayanılarak 40 bin “Kızılbaş”ın katledildiği korkunç bir iftiradan ibarettir.

Bu kayıt, devrin kaynaklarından sadece İdris-i Bitlisi’nin “Selim Şahnâmesi”nde var. Yavuz döneminde yazılmış diğer kaynaklarda böyle bir bilgiye rastlamıyoruz. Her devirde titizlikle tutulup korunan mahkeme defterlerinde de böyle bir kayıt yok.

Dönemin kaynakları incelendiğinde, Yavuz döneminde bazı Türkmen aşiretlerinin sürgüne gönderildiği, Şah İsmail’e casusluk ve “halife”lik yapan, hatta Anadolu’daki operasyonlarını finanse eden bazı “Kızılbaş”ların ise yargılanıp idam edildiklerine ilişkin bazı kayıtlar görülür. Ancak o günün şartlarında nüfus açısından çok büyük bir rakamı ifade eden 40 bin kişinin öldürüldüğü iddiaları hiç birinde yer almaz. Çünkü böyle bir şeyin olması imkânsızdır.

Neden?

Hatırlayalım ki, 16. yüzyılın başlarında Alevilerin yoğun biçimde yaşadığı Sivas, Tokat gibi şehirlerin nüfusu 3-4 bin civarındadır. Bölgede 40 bin kişinin katledilmesi demek 10-15 şehrin tamamen yok edilmesi demektir. Dolayısıyla üretimde aksamalar olacak, vergi gelirleri doğal olarak düşecektir. Ama böyle bir şey söz konusu değildir.

Ayrıca yol, baraj, tesis ve diğer inşaatlar sebebiyle bölgenin altı üstüne getirilmiştir, ama hiçbir yerde iddialara hak verdirecek toplu mezara rastlanmamıştır. Onca cesedi denize atmış (ki atılsa sahile vurur) ya da havaya savurmuş olabilirler mi, ne dersiniz?

Yavuz’un, Safevilerle mücadelesi üzerine yaptığı geniş araştırmalarıyla tanınan Jean-Louis Bacque Grammont, “Padişahın o tarihte 40 bin kişiyi kılıçtan geçirttiği iddiasını doğrulayacak hiçbir delil yoktur” diyor. Robert Mantran ise şunu ekliyor: “Görüldüğü kadarıyla, bu ‘büyücü avı’, özellikle olaylara bulaşan tımar sahiplerini yerlerinden atmak ve bilinen elebaşıları öldürmekten ibaret kaldı. Elimizde 1513 ya da 1514’te ‘40 bin sapkının kırılması’ efsanesini destekleyen hiçbir kanıt yoktur.”

Konunun uzmanlarından tarihçi Mustafa Akdağ da aynı görüştedir: “Yavuz Sultan Selim devrine ait pek çok mahkeme defteri hâlâ elimizdedir. Bunlar üzerinde yaptığımız araştırmalarda, bu çapta kitle idamlarına rastlayamadık. Eğer öyle kanlı bir olay geçseydi, bu defterlerde yer alması zorunluydu.”

Tüm bu aslı olmayan iddialara rağmen bir mezhep kavgası çıkabilir mi? Türk-Kürt çatışmasında başarılı olamadılar ama burada ne yapabilirler?

Bizim bir feraset tarafımız var, yani çok sıkıştığımız zaman “Evet bütün bu ayrılıklar, dışlamalar falan vardır ama sonuçta insanız, aynı toprağın çocuğuyuz” deyiveriyoruz. Bu sayede Türk-Kürt çatışmasında başarılı olamadılar çünkü Kürtler ve Türkler çok fazla kız alıp vererek adeta birbirlerinin içine girmişler. Bu sebeple çok başarılı olamadılar ama kırk sene süren bir terörle de canımızı fena halde yaktılar.

Ancak Türklerle Kürtler arasındaki bu kaynaşma Alevilerle Sünniler arasında çok olmadı. Kız alıp vermekte özellikle bir ailevi direniş söz konusu.

Bu tehlikeyi bertaraf etmek için ne yapılmalı o zaman?

Burada bizim yapmamız gereken şey insanı insan olarak kabul etmektir. Osmanlı aşağı yukarı kırk ırk üzerinde bir imparatorluk inşa etmişti. Kimse kimseye dışlayıcı bakmamıştı, neysen o… Hristiyan’san Hristiyan, Musevi’ysen Musevi… Hatta Fatih’in fermanında “Allah’ın soracağı soruları insanlara sormayın. Siz insanlara aç olup olmadıklarını, hasta olup olmadıklarını, ihtiyaçları olup olmadıklarını sorun” denir.  Bu bakış açısı bu işi büyük ölçüde halletmişti.

Bu bakış açısı Cumhuriyet döneminde bir grup yok sayılarak kaybedildi maalesef. O dönemde Aleviler yok farz edildi, gerçi Sünniler de yok farz edildi… Laiklik dinsizlik olarak algılandı o dönemde. Ezan değiştirildi, Kur’an okuma yasaklandı; medrese, tekke ve zaviyeler kapatıldı.

Yeni bir oyun sergilenmek istendiği ortada. Bu oyunu bozmak için devlete ne gibi görevler düşüyor?

Devlet, bahaneleri ortadan kaldıracak adımlar atmalı. Alevi çocuklar istedikleri gibi dinî eğitimlerini almalılar, mesela onların da kursları olmalı ve hatta bu kursları Diyanet açmalı. Bunda bir mahzur yok. Aleviler, “Ben de Müslümanım ama sizin inandıklarınıza inanmıyorum” diyor. Napalım, bana ne! Devlet “Bana ne” demeli, laikliğin gereği de odur. Devlet, camiye yardım yapıyorsa cemevine de yapmalı, camiye arsa temin ediyorsa cemevine de etmeli… Deniyor ki: “Efendim onlar sema yaparak, saz çalarak ibadet yaparlar…” Sana ne! Hristiyanlar da piyano çalarak ibadet ediyor, org çalarak ibadet ediyor, bize ne!  Biz dergâhları kapattık da iyi mi ettik, yürekle iletişimini kopardık. Bırakın her caminin yanına bir cemevi yapacaklarmış, buyursunlar… Gerekçeleri ellerinden almak lazım, istismar konularını ellerinden almak lazım… Devletin yapacağı bu…

Ruhban okulunu açmayalım deniyor, niye açmıyorsun? Adamın papaz ihtiyacı var, onu yetiştirecek. Ruhban okulunu açın, öte yandan Ayasofya’yı da açın… İnsanlara yasak koymayın, mabet yasağı koymayın, eğitim yasağı koymayın, dinî yasakları bütünüyle kaldırın… Dergâhları tekkeleri açın, orada insan yüreği olgunlaşıyor. Bu toplumu rahatlatır. Toplumu en fazla rahatlatan inanç özgürlüğü ve ifade özgürlüğüdür. Bunları topluma tanımadığınız zaman bir şekilde patlayacaktır ve müthiş bir tatminsizlik doğacaktır.

Peki, halkın yani toplumun bu oyuna gelmemesi için nelere dikkat etmesi gerekir?

Mum söndü falan gibi hikâyeleri, dayanağı olmayan, gerçeği olmayan şeyleri Sünniler unutsunlar. Aleviler de Sünnilere “Yezit” demekten vazgeçsinler. Yezidi kimse sevmez. Sünniler de Hz. Hasan’ı, Hz. Hüseyin’i severler. Kerbela’da olanlar kabul edilemez. O bakımdan söylemlerimize dikkat etmemiz lazım.

Biraz muhtevaya önem vermemiz lazım. Kardeşlik vurgusu sözde olmaz özde olur. Serbest bıraktığınız zaman bu olur. Anadolu’da köylerde karışık yaşıyor Alevilerle Sünniler. Kimseye de bir zararı yok. Ne kadar rahat bırakırsanız o kadar kardeşleşir insanlar.

Salih Altın

MoralDunyasi.com

Çocuklarımızın oruç günlüğü olmalı!

Çocuk” ve “oruç” kelimeleri yan yana gelince genellikle çocuklara oruç tutmayı nasıl sevdirmeli konusu konuşulur. Minicik bedenlerin büyüklerin bile bazen tutmakta zorlandıkları orucu benimseyebilmeleri için değişik yollar ve yöntemler tarif edilir. Hatta bununla ilgili “tekne orucu” tabirimiz bile vardır.

Yazar Nurdan Damla, çocuklara orucu sevdirmek için ise farklı bir yöntem öneriyor: “Ramazan Günlüğüm”. Kendisinin de bir Ramazan günlüğü olan ve bunu kitaplaştıran Damla, farklı bir aktivite olması nedeniyle ailelere Ramazan günlüğünü tavsiye ediyor.

“Ramazan Günlüğüm” isimli çalışması Nesil Çocuk Yayınları arasında çıkan Nurdan Damla ile çocuk ve oruç üzerine konuştuk.

Ramazan deyince aklınıza gelen ilk şey nedir?

Üç sevinç: Huzur, sükunet ve arınma süreci. Yeryüzünde var oluşun; kul olarak var oluşun, beşer olarak var oluşun, halife olarak var oluşun en tatlı baharıdır Ramazan. Yeni bir diriliş, yeni bir sıgaya çekiliş ve yeni bir kulluk atmosferini dem be dem yudumlamak isterim. Anları dolu dolu yaşamak, o kutlu coşkuya tatlı ahenkler katmak duygusu tüm benliğimi sarmalar.

Çocukluğunuzdaki Ramazanlardan biraz bahseder misiniz?

Ramazan-ı Şerif’in gelişiyle birlikte mahalle arkadaşlarıyla aramızda “kim daha fazla oruç tutacak” diye tatlı bir rekabet olurdu. Ayrıca merhum babam ezan vaktinin gelişinin takibini biz çocuklarına verirdi. Pür dikkat müezzini takip ederdik. Müezzinin ilk “Allahu Ekber” nidasını işitmek bir başka çocukluk coşkusuydu. Kız kardeşim çok zayıf ve güçsüzdü. O haliyle de oruç tutmak isterdi. Anneciğim ise ona kıyamazdı. Sahur vakitleri adeta bir kaçamak olurdu. Ama o yine de cin gibiydi. Sofra hazır olduğu anda hemen uyanır ve feryadı koparırdı. “Neden beni uyandırmadınız? Ben de oruç tutacağım” der ve o cılız haliyle oruç tutardı. Allah’a hamdolsun ki muhitimiz ve ailemiz orucu bize sevimli gösterdiler. Kim akşama kadar dayanırsa ona “itfaiye” dediğimiz bir çok yiyecek hediye edilirdi: Şeker, sakız, çerez, lolipop, çikolata, incir, ceviz vs.

Büyükler sürekli “Eski Ramazanlar kalmadı” diye yakınır. Günümüzdeki Ramazan atmosferi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Her zamanın bir hükmü ve güzelliği vardır. Örneğin çocukluğumun Ramazan’ında merhum annem sahur yemeğini ispirto ocağında yapardı. Mahrumiyet ve meşakkat vardı. Uzun yaz günlerinde oruç tutardık ve sularımız kesilirdi. Bir damla su, altın değerinde olurdu. Yağ, şeker, un karaborsa idi. Sofralar şimdiki kadar bol menülü değildi. Ama her şey bir o kadar lezzetliydi.

Günümüzde bu tür sıkıntılar azaldı. Şükredilmesi gereken çeşitli imkânlara sahibiz. Esasında çok daha rahat ve refah içindeyiz. Ama nedense geçmişe özlem var. Ben bunun sebebini samimiyetin ve takvanın azlığı olarak nitelendiriyorum. Eski Ramazanları bu kadar çok yadedişimizin verasında onlardaki kanaati, şükrü ve rızayı özleyişimiz söz konusudur. Biz bu hususiyetleri özlüyoruz. Ki müminin özelliğidir. Şimdi her şey o kadar bol ki şükretmek kimsenin aklına bile gelmiyor. Garip bir ülfet, tuhaf bir gaflet gözlerimizi bürüyüverdi. Ramazan vesilesiyle bu ülfeti ve gafleti sıyırıp atmak gerekiyor. Oysa nimet ziyadeleştikçe şükür artmalıdır. Her nimetin tefekkürü, tezekkürü ve teşekkürü bihakkın yapılmalıdır. Bunu yaptığımız takdirde eski Ramazanlar inanın içimizde, başköşemizde ve yuvamızdadır.

Sizce çocuklar için oruç ne anlama geliyor?

Onlar çok masum ve zeki varlıklardır. Algı ve olguları yuvadan aldığı terbiyeyle oluşur. Riyasız ve masumiyet duygularıyla büyüklerini “rol model” alırlar. Bir çocuk yetiştiği ortamda Ramazan’ın çok kıymetli bir zaman dilimi olduğunu anlarsa o çocuğun Ramazan algısı elbette ki tarifsiz ve yüce olur. Oruç ibadetini onlara çok iyi kavratmak gerek. Orucun gerçek manada bir teşekkür ve tezekkür olduğu gerçeğini anlatmak durumundayız. Elhamdülillah bu konuda artık çiçek tomurcuğunu çatlattı. Artık her evde rahatlıkla orucun anlam ve manasını kavratmaya çalışan hamiyet ehli kardeşlerimiz evlatlarına bunu çok iyi anlatma yoluna gidiyorlar. Camilerin dolup taşması, umre ziyaretleri, iftar davetleri, sosyal paylaşım ağlarındaki canlılık onların ruh dünyasında olumlu etkiler bırakıyor.

Ailelere, çocuklara Ramazan’ı ve orucu sevdirme konusunda neler tavsiye edersiniz?

Çocuklarımıza “Ramazan günlüğü” tutturulabilir. Teravih namazlarına ve Ramazan’da açılan kitap fuarlarına götürülebilir. Ayrıca onlara güzel sözler söylenmeli. Elimizden geldiğince minik, hoş hediyeler alınmalı. Özellikle kitap ve Kur’an en güzel hediyelerden biridir. Onlara kızmamalı her zamankinden daha çok ilgilenmeli. Efendimizin (a.s.m.) hayatından kesitler sunulmalı. Tatlı bir oyun ve eğlence havası içinde orucun müminin vazgeçilmezi olduğunu kavratmak gerekir. Didaktik bir tarz ve dayatmacı bir üslüp asla yararlı olmaz. Fakirlere yardım ederken çocukla iş gördürmeli. O vicdan rahatlığı ona birçok güzellik katacaktır.  

Toplumda Ramazan şuurunu arttırmak için ne gibi çalışmalar yapılmalı?

Ramazan insan hayatında çok önemli bir zaman dilimidir. Çok kıymetli olanı az bir ücretle satın alma mevsimidir. Gün boyu kuru bir açlık ve susuzluk ve bundan dolayı oflama puflamayla dolu bir oruç tutuyorsak eğer o vakit Ramazan’ın gerçek anlam ve mahiyetinden bihaberiz demektir. O açlığın içindeki ve o susuzluğun verasındaki acziyet ve güçsüzlükle Rabb-i Kerim’imize yalvarmak, O’ndan istimdat etmek o acziyet içinde istemek en büyük kazanımdır.

Nimeti verenin Rabbimiz olduğu gerçeği sıkça nazara verilmeli. Kuru bir ekmek parçası ve bir yudum suyun ne denli kıymetli ve ulaşılmaz olduğunu günümüzün kuş sütü eksik olmayan sofralarında burun kıvıran insanlarına kavratabilmek adına oruç çok önemli ve yerinde bir ibadettir. Oruç bir sabır egzersizidir. Kişi beklemeyi o sayede öğrenebilir. Hele ki günümüzün sabırsız ve aceleci insanları için oldukça gerekli bir ibadettir. 

Bu gerçekliği tahattur edebilmek adına davetlerimiz, etkinliklerimiz ve diyaloglarımız bu minval üzere olmalı. Teşekkür edebilmeyi öğrenmenin ne denli güçlü bir ibadet olduğu gerçeği sıkça gündeme getirilmelidir. Bizler başta şahsi yaşantımızla, sonrasında aile, yakın çevre, toplum ve cemiyet bazında orucun bir arınma, bir hatırlama, bir şükür, bir dua mevsimi olduğunu hayata geçirmeliyiz. Bu meyanda Efendimizin (a.s.m.) “Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz. Kolaylaştınız, güçleştimeyiniz” hadis-i şerifi çerçevesinde lisan-ı halle örnek olmalıyız. Sevdirerek ve ürkütmeden hayatın içine taşımamız gereken bir oruç gerçekliği var.

Ramazan’ın çocuklar üzerindeki etkisi konusunda ne söyleyebilirsiniz?

Tabii çocuklar bir değişiklik olduğunun farkındalar. Ama bunu bir oyun, zevk, eğlence mahallinden ziyade sabır, şükür ve tefekkür üçgeni içinde kavratmak gerek. Geçtiğimiz yıllarda bazı belediyelerin sazlı sözlü olarak düzenlediği Ramazan şenliklerini tasvip etmemiz mümkün değil. İnsanlar camiyi bırakıp söze ve saza ve eğlenceye koşuyorsa eğer orada durup çok iyi düşünmemiz lazım. Biz ne yapıyoruz, nereye gidiyoruz? Hangi cenaha hizmet ediyoruz? İşte bu meyanda çocuk algısını iyi yönlendirmek gerek. Ramazan’ın kutlu akışı içinde Kur’anî atmosferin teneffüsü arttırılmalı. Kur’an’ın ana mesajı sıkça anlatılmalı.

Ramazan’dan sonra Ramazan’a has hangi alışkanlıklarınızın devam etmesini isterdiniz?

Uzun yaz günlerinde nefisler terbiye edilerek insan adeta “melekvari” bir duruma dönüşür. Bu durumda sosyal hayata olumlu yönde etki eder. Emniyet ve asayiş raporlarına göre, Ramazan-ı Şerif’te suç işleme oranları düşmektedir. Bu  pozitif durumun devamını elbette isteriz. Hatta “keşke on iki ayda oruç olsun” deriz.

Salih Altın

Moral Dünyası Dergisi