Etiket arşivi: Selim Gündüzalp

Hazır Cevaplar

Hazır Cevaplar aynı dini paylaşmak
Eski ağır siklet boks şampiyonu MuhammedAli, 11 Eylül günü yerle bir olan Dünya Ticaret Merkezi’ni olaydan bir ay kadar sonra ziyarete gittiğinde, gazeteciler kendisine; “şüpheliler ile aynı İslâm inancını paylaşmasından dolayı neler hissettiğini” sorarlar. Muhammed Ali nazikçe cevap verir:
Siz Hitler’le aynı dini paylaşmaktan dolayı ne hissediyorsunuz?
Ne Mümkün? Son derece cahil bir arkadaşı, Mustafa Nihad Özön’e ilim satmak isteyen bir tavırla:
—Seninle aynı zamanda aynı şeyi düşünsek, buna telepati mi derler? diye sorunca, ondan şu cevabı almış:
Hayır, dostum, buna mucize derler!...
Seneleri Saymak Yazarlarımızdan Selim Gündüzalp ve Ali Suad, yolda bir ihtiyara rastlarlar. Selim Gündüzalp, ihtiyara selam verir, hâlini hatırını sorar ve yaşını merak ettiğini söyler. İhtiyar bu soru üzerine duraklayınca, Ali Suat onun yerine cevap verir:
— Söyleyemeyecek kadar çok!..
Yeni metod Nezle’ye karşı keşfedilen yeni bir ilaçtan bahsedilirken, orada bulunanlardan biri Dr. Fahri Can’a sormuş:
”Yeni ilaç kullanıldığında nezle kaç günde geçiyor?
Fahri Can ”iki haftada efendim” demiş.
Adam, sorularına devam etmiş:
—Peki ya kendi hâline bırakılırsa?
Doktor bey, biraz düşünüp cevap vermiş: —On dört gün sürer.

Selim Gündüzalp
Fotograf : Flickr denniseagles

‘İşe yarayan insan’ olabilmek

İkinci Dünya Savaşı sırasında esir düşenlerden biri hatıratında şöyle diyor:

– Bir sabah ellerimize tenekeleri verdiler: “Varilleri doldurun” dediler. Nehirden su getirip, varile boşaltınca, döktüğüm suyun alttan çıkıp gittiğini gördüm. Meğerse dipsiz varilleri doldurmamız emredilmiş. O zaman işe yaramayan, boşuna çalışan bir insan olduğumu düşünüp üzüldüm. Bunun bir işkence olduğunu anladım.

Bu şahıs, çok seviyeli insanmış. İşe yaramadığını, boşuna çalıştığını görünce yıkılmış.

Birdenbire hayalim kahvehanelere kaydı… Bu adamlar ne işe yarıyor? Ne yapıyorlar? Ya sokaklarda avare dolaşanlar? Eskiler “Sokakta boş gezenin ayağına pislik bulaşır” demişler.

“Kaldırım mühendisi” tabiri de çok hoşuma giderdi. Asfalttan evvel caddeler, yollar kaldırımdı. Boş dolaşan gençlere bu unvan verilirdi. Mühendis olduğuna belki sevinenler de vardı!..

Meyhanedekilere ne dersiniz? Dünya akıl ile ilerlerken, bunlar aklını karartıyor.

Bir arkadaşım yanıma geldi, dedi ki: “Bana iş ver, işsiz kaldım.” Ben de hay hay dedim. Sonra arkadaşa sordum, “Lisan biliyor musun?” “Bilmiyorum…” “Osmanlıca okuyabiliyor musun?” “Hayır…” dedi. “Bilgisayar kullanabiliyor musun?” “Kullanamıyorum…” “Pekiyi ehliyetin var mı?” “Yok…”

Kardeşim sana ne iş vereyim? Temizlik işçisi olarak da alamam ya! “Sana verebileceğim bir iş yok.” dedim. Arkadaşı gönderdim. Bana kızdı, “Elinize geçen imkânlardan bizi yararlandırmıyorsunuz! Böyle arkadaşlık olur mu?”

Tamam da kardeşim, insan ya kabiliyetiyle yahut bilgi birikimiyle işe yarar!

Fabrikalar, atölyeler, laboratuvarlar durmadan bir şeyler yapıyor. Bir şeyler yapan insan “yapıldığını” biliyor mu? İnsanı yapan sanatkâr kim? Neden insanı yaratmış? Neden bu alemi kurmuş? Bu alemi kuran, başka bir alemi kuramaz mı? Dünyadaki hayatımızın hesabını ahirette soramaz mı?

Hayır, ahirete de kalmıyor! İşe yaramayan insanlar itilip kakılıyor. Fakirlik onların belini büküyor. Can sıkıntısı dünyalarını zehir ediyor. Zira zamanın kıymetini bilmeyen, kıymetsiz olur. Kıymetsiz insanlar dünyanın talihsizliği…

Yıllar önce alim ve arif bir şahsa sormuştum:

– Hocam, mü’min ile kâfirin tarifini bir de siz yapar mısınız?

İki dizinin üzerinde doğruldu, elini uzatarak:

Evladım, ben beni düşünür, sen de seni düşünürsen olur gâvurluk. Ben seni düşünür, sen de beni düşünürsen, olur Müslümanlık, demişti.

O zaman anladım kimi meyve vermeyen ağaçları kesip odun yapıp yakıyorlar. Meyvesiz ağaçların zaten sonu belli.

Ya geçinemeyenlere ne dersiniz? Fakirlik küfre yakındır, buyrulmuş.

İnsanın kendini idare etmesi her zaman önemli. Kendini idare etmeyenler başkalarını idare etmeye kalkınca, mum gibi yanıp tükeniyor. Sadece kendi yanmıyor, yangın da çıkarıyor.

“Yandım!” diyenlerin sesini duymuyor musunuz?

Kısacası işe yaramayan insanlar, dünyanın tadını kaçırmış.

Amma bilgisizlik, doğru olmamak, çalışmamak, metotsuzluk üç asırdır Müslümanların başına felaket yağdırmış, ahirette çekilecek ceza bir yana dünyada bol bol bu suçun cezası çekilmiş ve halen çekilmektedir. Kendi öz yurdumuzda bile Hıristiyanlara tanınan din hürriyeti Müslümanlardan esirgenmektedir. Çünkü maddeten cılızız..

Selim Gündüzalp

Dostluk Öyküleri (Bir Hiç Uğruna)

İkinci Dünya Savaşı yıllarında, Almanlara karşı mücadele eden bir Fransız birliğinde çarpışan iki arkadaştan biri ağır yaralanmıştı. Geri çekilen Fransız birliği, yaralı askeri çatışma alanında bırakmıştı. Yaralı askerin arkadaşı, çatışma alanına dönüp arkadaşını getirmek istiyordu.

Arkadaşın herhalde ölmüştür” dedi komutan. “Onun cesedini getireyim derken kendi hayatını tehlikeye atmanın gereği yok.”

Fakat, askerin bitmek bilmeyen ricaları karşısında, komutan yumuşadı. Bir müddet sonra çatışma alanından geri dönen askerin sırtında, yaralı bir beden değil, bir ceset vardı.

“Görüyorsun” dedi komutan, “bir hiç uğruna hayatını tehlikeye attın.”

“Hayır” diye cevap verdi asker. “Onun benden istediği şeyi yaptım ve ödülümü aldım. Onu kaldırıp kollarımın arasına aldığımda, henüz ölmemişti. ‘Biliyordum Tom’ dedi, ‘geleceğini biliyordum. Beni yalnız bırakmayacağını biliyordum.

Kaybolan Sevgiler Şimdi Neredeler?

Bugün bir başkayım, ağlamaklıyım. Coştun yine deli gönlüm, göz yaşım gibi çağlar mısın. Unuttuğumuz o kadar çok şey var ki, biri çıksa da hatırlatsa bunları tek tek. Ağlamak gibi, sevmek gibi, dostluk gibi, vefâ gibi.

Hele vefâ, eski İstanbul’da belki de bir semtin adı şimdilerde. Yıllardır aradığım, bir türlü ulaşamadığım ilkokul öğretmenimi buldum nihayet. Kader karşıma çıkardı bir gün. Hayattalar, sıhhat ve afiyetteler. Sevgili anneciğiyle beraber yaşıyorlar. Kimi kimsecikleri yok, bir başınalar. Birbirlerine karşı hiç tükenmeyen sevgileri var.  Sevgileri dostlar başına. Hiç de yalnız değiller. Allah’la beraberler. Severdim öğretmenimi. Çocukluk duyguları işte, ayıp olur mu söylesem acaba? Çocukça, safça bir sevgi miydi bu? Yoksa platonik mi desem. Ama üzerinden kırk sene geçmiş.

Şimdi, bu sabah vakti arayıp da kendisine onu ne kadar çok sevdiğimi ve hâlâ yüreğimde adını yıllardır unutmayıp hep andığımı söylemek istiyorum. Söyleyemeyip de saklamanın ne manası var?

Bir kırk sene daha beklemeye zaman var mı? Bu sabah bir cesaret, bir kuvvet var içimde, Rabbime şükrediyorum. Yüreğimde resmini gördüğüm tüm dostlarıma, gönülden sevdiklerime, tek tek ulaşıp sevgilerimi söylemek istedim. Ve söyledim de. Oh, hayat varmış. Söyleyememek de ayrı bir azapmış.

Kalbimin tam ortasında günlerdir nasıl bir ağrıydı ki bu, atsan atılmaz, satsan satılmaz. Gölge değil ki sessiz sedasız ardından gelsin. İçime oturmuş, ağır mı ağır çıkmıyor bir türlü. Perişan etti bu duygu beni. Bu derdi içimden atmanın sırrını, sevgili Peygamberimin bir tavsiyesinde buldum.

Hani bir gün ki sahabeden biri gelip; ‘Yâ Resulallah ben filân kişiyi çok seviyorum’ der. Hz. Peygamber ‘Madem bu kardeşini seviyorsun niye gidip de ona söylemiyorsun?’ Bu tavsiye üzerine o sahabe o adamın yanına varıp, sevgisini açıkça söyler ona. O da ‘sen gerçekten sadece ve sadece Allah adına mı beni seviyorsun, bunu söylemek için mi geldin?’ der. ‘Evet sadece bunun için.’ Adam da ‘Allah da ne muradın ve ne hayrın varsa sana versin.‘ der.

Selim Gündüzalp

Neşeli Öyküler (Kelepir)

Arkadaşları arasında daima ucuz ve iyi araba almakla ün salan birinin eline yine bir kelepir araba geçmişti.

Arkadaşlarından biri dayanamayıp sordu: “Yahu motordan falan pek anlamazsın ama, arabanın da hep iyisini alırsın. Bunun sırrı nedir, söylesene.” Adam: “İşin bir püf noktası var tabiî,” dedi. “Ne zaman bir araba alacak olsam, önce denemek için bir kere binip dolaşmayı şart koşarım.”

O zaman, ver elini başka bir satıcıya. Ona bu arabayı satmayı düşündüğümü söylerim. Şöyle bir iyice yoklar.  Sonra, arabanın ne kusuru varsa bana bir bir anlatır.

Selim Gündüzalp