Etiket arşivi: Sünnetin Önemi

Bazen “Kıssadan Hisse”nin İnsana Çok Faydası Olur

Bistam’ın büyük velisi Hasan-ı Harkani Hazretleri şöyle sesleniyor cemaatine:

– Ey Müslümanlar! diyor, günlük hayatınızı Peygamberimiz’le birlikte yaşamayı ister misiniz?

Dinleyenler hep bir ağızdan sesleniyorlar: ‘O’nunla birlikte yaşamayı kim istemez?‘

– Öyle ise diyor, sabah erkenden günlük hayatınıza başlarken ‘Ben bugün Peygamberimiz’le birlikte olmayı istiyorum. Onun için şimdiden günahsız bir gün yaşamaya niyet ediyorum.‘ diyerek başlayın günlük hayatınıza. ‘Çünkü‘ diyor, ‘Peygamberimiz de günlük hayatını günahsız yaşar, günahsız yaşayan ümmetiyle birlikte olacağını da haber verirdi. Öyle ise güne başlarken ilk hedefiniz, günlük hayatınızı günahlara bulaşmadan tamamlamak olmalı ki, Peygamberimiz’in ruhaniyeti de bütün gün sizinle birlikte olsun. Böylece günlük hayatını günahsız tamamlama sünnetini de ihya etmiş olasınız hiç olmazsa!

Bistam’da yapılan bu konuşmayı dinleyenlerin içinde o günün Türk hükümdarı Sultan Mahmud Gaznevi de vardı. (930) O da artık günlük hayatını günahsız tamamlamaya niyet ederek yaşıyordu. Bu sebeple Muhammed adındaki hizmetçisine sarayında her defasında çok sevdiği Muhammed adıyla hitap ettiği halde bu defa Muhammed adıyla değil de babasının adıyla çağırınca endişeye kapılan hizmetçisi:

– Sultanım dedi, bir kusur mu işledim acaba ki çok sevdiğiniz Muhammed ismimle değil de babamın adıyla çağırdınız beni?.. Sultan gözyaşlarıyla açıkladı bu değişikliğin sebebini:

Seni Muhammed isminle çağırdığımda hep abdestli oluyordum. Bu defa ise abdestim yoktu. Hep yanımda tasavvur ettiğim Efendimiz’den utanarak O’nun yüce adını abdestsiz ağzıma almaya cesaret edemediğimden dolayı babanın ismiyle çağırdım. Kusur senin değil benimdir evladım, sen beni affeyle! dedi.

Burada bir de Osmanlı yoksuluyla Osmanlı paşasının Peygamberimiz’le birlikte yaşama niyet ve sevgilerine de bakalım isterseniz.

Yoksul bir Osmanlı genci, gündüz hep hayaliyle yaşadığı Peygamberimiz’i bir gece rüyasında görür, içine düştüğü yokluk sıkıntısını yana yakıla anlatır. Efendimiz (sas) Hazretleri de ona der:

– Sen hep günahsız yaşama niyetiyle başlıyorsun günlük hayatına. Ben seninle birlikte oluyorum. Senin halin bana meçhul değildir, diyerek buyurur ki: Sabah erkenden abdestini alıp doğruca Hekimoğlu Ali Paşa’nın camisine git, Ali paşaya benden selam söyle, sana yüz altın versin, sıkıntıdan kurtul!..

Heyecanla uyanan yoksul genç hemen abdestini alıp camiye koşar. Hekimoğlu Ali Paşa‘yla (1758) camisinde buluşup:

Efendimiz’in selamı var.. diyerek rüyasını aynen anlatır. Ne var ki, heyecanlanan Paşa’nın eli cebine bir türlü gitmez de, ‘Bir daha anlatır mısın?’ diye tekrar eder. “Efendimiz’in selamı var..” diyerek bir daha anlatır. Paşa ‘bir daha, bir daha..’ diye tekrar anlatmasını isteyince:

Paşam der, vermeyeceksen verme, neden bir daha, bir daha!. diye selamı tekrar ettiriyorsun?

– Evladım der, tekrarladığın her selam benim için o kadar kıymetli ki, her bir selama yüz altın vermeyi düşünüyorum. Şimdiye kadar yedi defa selamı var, dedin yedi yüz altını hak ettin, al gönül huzuruyla harca, diyerek 700 altını yoksulun avucu içine saydıktan sonra sözlerini şöyle bağlar:

– Bir daha görecek olursan, yeni selamlarını beklediğimi ve ne emrederse başım gözüm üstüne hepsini de yerine getirmeye hazır olduğumu da duyur olur mu? der.

Ahmed Şahin /

Yâ Resulallah Ne olur Bu yanan gönüllere Cemalini göster de bizleri FERRAHNAK etki gönüllerimiz, gözlerimiz, zerrelerimiz, Aşkınla  KOR  hale gelsin. Ne olur Ya Resullallah. Biliyoruz Senin Cemalini (s.a.v) görmek için hazır değiliz günahlarımızın hacaleti ağır basıyor, Size (s.a.v) yeterince ümmet olma likayati gösteremedik. Ahir zamanda görmeyi arzuladığınız kardeşlerinin arasında olma liyakati gösteremedik, Ancak şurası mutlakki bizler onca günah ve kusurlarımıza rağmen, Ya Resulallah, Sizi ANAMIZDAN BABAMIZDAN EVLATLARIMIZDAN TORUNLARIMIZDAN ve HERŞEYDEN ÇOK SEVİYORUZ. 

Ne olur bu yangını her zerrelerimde KOR HALİNE GELMESİ İÇİN ÖNCE KARDEŞLERİME sonra bu en günahkar abdullaha da göster. Ne olur ne olur bizleri FERAHNAK eyle,

Ömrümüzü bu aşk-ı Resul ile korlanmayı nasip eyle.

Ya Rabbi Bizlerin bu muhabbet-i Resulumuzu biliyorsun. Bu aşk-ı Resul hatrına , Habib-i Zişan hatrına bizlere Efendimizin (s.a.v) cemali ile müşerref eyle, O’nun(s.a.v) şefaatine mazhar eyle,

Ne olur Ne olur yalvarıyoruz. Ne olur ver ver ver , Ve bu zamanda Allahın ve Senin yolunu bizlere hakkıyla gösteren Risale-i Nur Yolundan bizi ayırma O eserleri okumakta sadik olmayı şefâatını bizlerden eksik etme. Allah rızasını ve Rızanı kazanmak yolunda bizlerden Şefâatını eksik etme Ey Fahri Âlem (a.s.m.) Âmin bihürmetike Ya Seyyidil  mürselin…

El açıp dua eden: Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.Org

Güya Allah’ı Takdis Ederken…

Takdis edeyim derken inhisar altına almak

Akıl ve vahiy ilişkisinde istikametli aklın tavrı, hakikati hiçbir zaman vahiy gibi/kadar kuşatamayacağını bilmektir. Vahiy, nazar-ı âlâdan varlığa bakışın ifadesi olduğu için, varlığın tamamını kuşatır ve bu kuşatıcılığın sağladığı dengeyle konuşur. Ancak akıl, parçalardan hareketle ve parçanın bütüne dair verdiği fikir miktarında cüretle kelam edebilir. Nazarı bu kadardır. Bu yüzden akıl ve vahiy arasında kalındığında, yani akıl başka bir yönü (kuşatamamışlık/eksiklik eseri olarak) gösterip, vahiy başka şeye işaret ettiğinde; istikametli aklın tavrı; o an için hakikati kuşatamadığını ve vahyin sırrını anlayamadığını beyan ile Allah’a sığınmaktır. Kendi parçasından Hak olan Allah’ın bütün varlığı kuşatan nazarına sığınmak… Bu sığınmanın birkaç çeşidi var, bir nevi ‘euzü’nün altbaşlıkları. Bediüzzaman, 13. Lem’a olan Hikmetü’l-İstiaze isimli eserinde bunlara temas ediyor:

O kale-i metin, o hısn-ı hasîn ise, şeriat-ı Muhammediye ve sünnet-i Ahmediyedir (a.s.m.) (…) zırhınız, Kur’ân tezgâhında yapılan takvâdır. Ve siperiniz, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Sünnet-i Seniyyesidir. Ve silâhınız, istiâze ve istiğfar ve hıfz-ı İlâhiyeye ilticadır. (…) en mühim silâhınız ve cihazat-ı tamiriyeniz istiğfardır ve ‘euzübillah’ demekle Cenâb-ı Hakka ilticadır. Ve kaleniz Sünnet-i Seniyyedir…” vs.

Birşeyin hakkında konuşmak, ona dair ve onun merkezinde konuşmaktır. Birşeyin hakikati ise ‘aslında neyin hakkında konuşulduğundan’ haber verir bize. O şeyin ‘merkezinde’ ve ‘aslında’ ne olduğunu söyler. Cenab-ı Hak da, kanaatimce, kainatın hakkında konuştuğu; hatta tüm varlığın hakkında varolduğudur. Hakikatin çok renkliliğinden sıyrılıp Hakkın tekliğine uyandığımız bir zeminden bahsediyorum. Bütün esbap perdesi, yani hakkında konuşulan diğerleri, aradan çıktığında hakkında konuşulan tek şey Allah’tır. Müminlerin dilinde Hak isminin Cenab-ı Allah hakkında bu kadar çok istimal edilmesi, biraz da kendimize şunu hatırlatmanın yolu gibidir: “Hakkında konuşulması gereken ve konuşulmaya değer olan yalnız Odur.

Hikmetü’l-İstiaze’ye geri dönelim. Akıllarını ‘hak’ kılanlara bakacağız şimdi: “Mutezile imamları, şerrin icadını şer telâkki ettikleri için, küfür ve dalâletin hilkatini Allah’a vermiyorlar. Güya onunla Allah’ı takdis ediyorlar! ‘Beşer kendi ef’âlinin hâlıkıdır’ diye dalâlete gidiyorlar.”

İşte bu kısımda görülen hastalık da, girişte altını çizmeye çalıştığımız, istikametten uzaklaşmadır. Burada akıl ve vahiy dengesini yitirmiş akıl, kendisinin parçalara yaptığı yorumu merkeze alarak, vahyi ona yönelik bükmeye başlar. Allah’ın şirke karşı yaptığı bütün tahşidatı görmezden gelerek, şerrin yaratılmasını, âdeta ikinci bir ilahmış gibi beşerin eline verir. Çünkü onların nazarında ve ‘kısa aklında’ halk-ı şer şerdir. Halk-ı şerrin şer olmayacağına yönelik açık kapı bırakmaz ki, tekrar dönüp hatasını tashih edebilsin. Halbuki, istikamet dairesindeki akıl, haydi ‘halk-ı şerrin şer değil kesb-i şerrin şer olduğunu’ derk edememiş olsun, en azından bilir ki; Kur’an’ın bütünlüğündeki vurgu şirke kapı bırakmaz. O nedenle Allah’tan başka yaratıcı olduğu ihtimaline açık kapı olamaz. Tefekkürüyle ve takvasıyla Allah’a sığınır ve Allah’tan bu hakikati ‘anlaşılır‘ kılmasını diler.

Bu nedenle ben, Bediüzzaman’ın temkinli duruşuna bayılırım. Örneğin: Rüya ile amel etmenin hakikat mesleğince merğup olmadığını söylemekle birlikte sâdık rüyaları reddetmez Bediüzzaman. (Hatta lahikalarda talebelerin rüyalarını da tabir eder.) Tasavvufa dair kimi eleştiriler yapsa da tasavvufu büsbütün kapıdışarı etmez Bediüzzaman. Vahdet-i Vücudu tehlikeli görse de hepten şeriat dairesinin dışına atmaz Bediüzzaman. Ebced veya cifir gibi ‘ulum-u hafiye‘ tabir ettiği şeyleri ‘şarlatanların istimal edebileceklerini‘ söylese de büsbütün inkârına gitmez Bediüzzaman.

Yine örneğin: Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin; “Cû’ ism-i azamdır” ifadesi kendisine sorulduğunda; “‘Cû’ ism-i azamdır’ demesinin muradını bilmiyorum. Zahiren manasızdır, belki de yanlıştır…” dedikten sonra ekler: “Fakat ism-i Rahman madem çoklara nisbeten ism-i azam vazifesini görüyor. Manevî ve maddî cû’ ve açlık, o ism-i azamın vesile-i vüsulü olduğuna işareten, mecazî olarak, ‘Cû’ ism-i azamdır, yani ‘Bir ism-i azama bir vesiledir’ denilebilir.” Yani bir velinin kendisine nakledilen sözünün, zâhiren mantıklı gelmemesiyle reddine girişmez, tevil ile anlamaya çalışır Bediüzzaman.

Şunu demek istiyorum: Bediüzzaman’da ‘hakikati kuşatamamış olma ihtimaline’ açık bir kapısı bulunur her zaman. Bu nedenle ne rüya meselesinde, ne ebced/cifir bahsinde, ne tasavvufa eleştirisinde, ne de ilm-i kelama dair söylediklerinde merhametsiz bir sınır çizmek yoktur.

Fakat ne hazindir; bugün onu beğenmeyen kimi isimler, sırf şirk olmasın diye, hakikati akıllarının inhisarı altına alırken, farklı sesleri ‘spesifik’ başlığı altında boğup öldürmektedirler. Örneğin: ‘Rüya ile amel edilmez‘i izah ederken, sâdık rüyaları bile reddedecek kadar aşırıya gidebilmektedirler. Veyahut ebced/cifir reddiyesi yaparken, bir yönüyle Allah’ı, beşerin bile kendi kelamında yapabildiği birşeyi yapamamakla, yani acizlikle suçlayabilmektedirler. Bir ilmi suistimal edenlere kızıp, ilmin hakikatini de reddetmek noktasına gidebilmektedirler.

Halbuki bu yaptıkları, aynı zamanda, kendi akıllarının doğruları için vahye ve vahyin sahibine sınır çizmektir. “Bence doğrusu budur!” demekle vahyi o kafadaki doğruya göre eğip bükmektir. Böylelerinin diline baksanız, İslam bugüne kadar hiçbir zaman yaşanmamıştır. Ancak onlar gelince bazı şeylerin farkına varılmış, onlar aydınlatmıştır insanları. Onların aklına sığmayan din, uydurulmuş dindir. Uymayan hadis, uydurulmuş hadistir. Uymayan âlim, çakma âlimdir. Uymayan veli, çakma velidir. Kendi parçasını bütünün kendisi sanan bu zevata karşılık Bediüzzaman’ın ‘hakikati inhisar altına almayan’ duruşu ne anlamlı bir duruştur.

Ahmet AY

RisaleHaber