Murat tarafından yazılmış tüm yazılar

Ayasofya’da İlk Namaz Kılındı

Tarihte bugün:

1 Haziran 1453 Ayasofya‘da ilk cuma namazı Akşemseddin tarafından kıldırıldı. İslâm tarihinde mevcut uygulamaya göre fetihten sonra hemen bir camii yaptırılır, buna zaman yetmediği hallerde, elverişli bir bina camiye çevrilir, ibadete açılır, orada İslâmî gelenekte hürriyet ve hâkimiyetin sembolü sayıla gelmiş olan ilk Cuma namazı kılınırdı.

Cuma namazında, sultan veya onun adına bir âlim hutbe okur, hutbenin ikinci kısmında dine, devlete, geçmişte hizmet edenlere dua edildiği gibi, o beldeyi fethedenin adı anılır, devlet ve milletin payidar olması için dua edilirdi. Fatih de böyle yaptı.

Fetihten sonra, şehrin en büyük kilisesi olan Ayasofya’yı camiye çevirdi. 1 Haziran 1453 Cuma günü burada ilk Cuma namazı kılındı bu ilk cumada hutbeyi, Fatih adına Akşemseddin okudu. Böylece İstanbul’un ebedi bir Türk – İslâm beldesi olduğu tescil edilmiş oldu. Aynı gün, İstanbul’un, Osmanlı Devleti’nin başkenti olmasına karar verildi. dunyabulteni.net

Sultan Fatih Mehmed, Bizanslıların İstanbul’u Türklere teslim etmeleri üzerine, öğlen üzeri Topkapı’ dan şehre girdi. Padişah, Bizans halkının tezahüratı ve Türk askerinin tekbir ve ezanları ile Ayasofya’ya geldi. Mâ’bedde toplanmış olan kadınlı – erkekli onbinlerce halk, başlarında büyük rütbeli rahipler olduğu halde, Doğu Roma Fatih’ini at üzerinde mabedin Kapısının önünde görünce ağlayarak secdeye kapandılar.

Büyük Türk Hakanı onları sükûta ve sükûna dâvet etti. Sonra beşer tarihinin ender gördüğü şu tarihî cümleleri ile hükmünü açıkladı :

“Kalkınız. Ben Sultan Mehmed, hepinize söylüyorum ki bu andan itibaren artık ne hayatınız, ne de hürriyetiniz hususunda gazab-ı Şahanemden korkmaymız.”

Sultan II. Mehmed’in artık kendi tebaaları sıfatıyla halka, can ve mal emniyeti, din ve dünya hürriyeti ile gerçek adaleti ilân etmesi; Ortaçağ’ın karanlık zihniyetini yırtan ve yeni aydınlık bir çağı müjdeleyen büyük bir hadise idi. Hıristiyanlık âleminin sembol saydığı Ayasofya’da ilk defa 1 Haziran 1453’de Cuma namazı kılındı. Bilindiği gibi Ayasofya bugün müze halindedir. fazilet.org

Eşinizle Konuşurken Sihirli Gücü Kullanın!

Güzel sözün sihirli bir gücü vardır. Bıraktığı etki o kadar güçlüdür ki kökleri yerde ta derinlerde, dalları ise gür bir şekilde göklere uzanan bereketli bir ağaç gibidir.

Güzel davranışlar da sözlerin etkisini güçlendirir. Güzel söz söyleme kabiliyeti kuşaklar ötesinden gelir. Gösterilen her çaba, saçılan tohumlar misali gelecek nesillerde de etkisini gösterir. Güzel sözler ne kadar güçlü ve yapıcı etkiye sahipse sonuçları düşünülmeden söylenen hoş olmayan sözler de o kadar tahrip edici güce sahiptir.

Nasıl fiziksel şiddetin en derin iz bırakanları en tahrip edici olanları aile içinde işleniyorsa kırıcı sözler de aile içinde söylendiğinde en derin, en tahrip edici izler bırakır. Çünkü aile en güven dolu ortam olması gerektiğinden kişi aile içinde en savunmasızdır, bu sebeple en sevdiğine en çok kırılır. En sevdiğinin sözünden en çok etkilenir. Güven duygusu en fazla zedelenir. Bu etki bazen kişi fark etmeden şuur altına işler. Eşlerin birbirine söylediği kırıcı sözler de bazen geçmişte iz bırakmış acıları, travmaları hatırlatır. Acılar tazelenir.

Eşlerin birbirine güzel söz söylemeye özen gösterdiği gibi kırıcı ve yanlış anlaşılabilecek sözler söylemekten de o kadar kaçınmaları gerekir. Bilindiği gibi aile içi iletişim, olumsuz sözlerle gittikçe bozulur. Karşılıklı atışmalar sürer gider. Hem ruh hem beden sağlığı bozulurken aile yapısı ve çocuklar da ortamdan etkilenir, ciddi sarsıntılar geçirir.

Ailelerde kişiliği zedeleyen kırıcı sözler genellikle kızgınlıkla söylenmekte, kişinin hem kişilik özellikleri hem de daha önce geçirdiği sarsıntılar nedeniyle travma etkisi bırakan durumlar küçük gibi görünen şeylerin etkisini büyütmekte ve öfkeye neden olmaktadır. Öfke, eşlerin söz ve davranışları üzerindeki kontrollerinin kaybolmasına ya da azalmasına yol açmaktadır. Aslında öfke çeşitli olumsuz durumlara bağlı olarak ortaya çıkan doğal bir duygudur. Öfkenin ifade edilmesinin gerekli olduğu durumlar da vardır. Fakat öfkenin ifade şekli, içinde bulunulan duruma uygun olmalıdır. Ailelerde kontrolsüz güç kullanımı ve fiziksel veya duygusal travmalar nedeniyle öfkenin doğru ifade edilmemesi sıklıkla karşılaşılan bir durumdur.

Eşler en çok birbirini kişilik özelliklerini hedef aldıklarında ve genellemeler yaptıklarında incitmektedirler. Davranışlar da genellemeler yapılarak eleştirildiğinde yaralayıcı olmaktadır. Cimrilik, bencillik, vurdumduymazlık gibi tanımlamalar, sıfatlar takılması da aynı etkiyi yapar. Travmaların açtığı derin yaraları da adeta yeniden kanatır. Öfkenin doğru şekilde ifade edilmesi için duygu düşünce ve davranış eğitimi gerekmektedir. Bu da eşin yerine kendisini koyabilmek, sevgi şefkat ve merhametle birlikte sabır, hoşgörü, affedicilik ve fedakârlıkla mümkündür.

Söylenen kötü sözler ciddi yaralar açar.

Söylenen söz doğru olmalı ama her doğru her yerde söylenmemeli. Öfke, bastırılan duygu ve düşüncelerin ortaya çıkmasına da neden olur, hoşnutsuzluğu artırır.

Ailelerin olumsuz özelliklerinin söylenmesi, eşin ailesinin kendi ailesine denk olmadığının ifade edilmesi doğru değil.

Fizikî özelliklerinden olumsuz şekilde bahsedilmesi eş seçiminde fiziki özellikler sebebiyle kararsızlıklardan bahsedilmesi aynı şekilde kırıcı olmaktadır.

Daha sonra ortaya çıkan kilo alma, öz bakım sorunları ile ilgili eleştiriler uygun şekilde yapılmadığında incitici olmakta.

Eşlerin sorumluluklarını yerine getirmesi ile ilgili konularda birbirlerinin yaptıkları işleri hafife alması, yetersiz görmesi, takdir etmemesi de eşleri incitir.

Erkeklerde öfke patlamaları daha fazla görülürken kadınlarda geçmişi unutamama ve imalı sözlerle kişiliği hedef alma ve pişmanlık ifadelerindeki kırıcı sözler daha sıklıkla görülür.

Farika TEYMUR (Psikolog)

nurdergi.com

Kin ve Düşmanlık Azaptır

Kin ve Adâvet Azab-ı Elimdir 

Sadık-ı vaid, Kadir-ı mutlak ve Hakim-ı mutlak olan Allah (cc) Şöyle emreder:

Şüphesiz ki Allah, size adaleti, iyilik yapmayı ve yakınlara bakmayı emreder; hayâsızlıktan, fenalıktan ve azgınlıktan nehyeder. Öğüt almanız için size böyle öğüt verir. (Nahl/90)

Mahbub-ı kulup, muallim-i ukul, murebbi-i nüfus ve sultanı ervah, Fahr-i Kainat Hazreti Muhammed (asm) şöyle diyor:

Müslüman, Müslüman’ın kardeşidir; ona hıyanet etmez, yalan söylemez ve onu sahipsiz bırakmaz Müslüman’ın her şeyi; ırzı, malı, kanı Müslüman’a haramdır. (Buhâri, Müslüm)

 Bediüzzaman, Uhuvvet Risalesinde İman ve İslam kardeşliğinin nasıl olması gerektiğini en güzel şekilde altı vecihle açıklamıştır. Dördüncü vecih, dördüncü düsturu şöyle izah etmektedir:

Dördüncü Düstur: Ehl-i kin ve adâvet, hem nefsine, hem mü’min kardeşine, hem rahmet-i İlâhiyeye zulmeder, tecavüz eder. Çünkü kin ve adâvetle nefsini bir azâb-ı elîmde bırakır. Hasmına gelen nimetlerden azâbı ve korkusundan gelen elemi nefsine çektirir, nefsine zulmeder.

Kin ve düşmanlık, hem insanın kendisine hem mü’min kardeşine hem Allah’ın rahmetine karşı zulümdür. Çünkü kin ve düşmanlık insanın kendi nefsini acı verici azaplar içerisinde bırakır. Düşmanına giden nimetlerden de rahatsız olduğu gibi o düşmanlığından gelen korku elemini de kendine çektirir. Nefsine zulmeder. Çünkü onun nefsi irade-i cüz’iyesindedir. Onun iradesi nefsinin kötü taleplerini dinleyerek adavete yönlenir. Eğer muhakeme-i akli ile kalbin muhabbetini dinlese vicdanı iyiliğe yönlenir, kardeşlik muhabbet noktasında birliğe döner, gönül itifakiyle her iki tarafta rahat eder.

Eğer adâvet hasetten gelse, o bütün bütün azaptır. Çünkü haset evvelâ hâsidi ezer, mahveder, yandırır. Mahsud hakkında zararı ya azdır veya yoktur.

Düşmanlık çekememezlikten, kıskançlıktan gelse o daha büyük bir azaptır. Çünkü evvela haset edeni ezer. Mahveder, yandırır. Haset edilen hakkında zararı ya azdır veya yoktur. Asıl sıkıntı hasid olanın içinde bulunduğu sıkıntı ve azap onu perişan etmektedir. Ancak haset edilenin ondan ya haberi yoktur. Olsa da o düşünceden gelen geçici bir keder içine girebilir. Bu manada mazlum olduğundan kalbi muzdarip olmaz. Her halükarda masum olduğundan netice onun lehindedir. Zayi olan malı sadaka hükmüne geçer. Sıkıntısı kefaret olur.

Hasedin çaresi: Hâsid adam, haset ettiği şeylerin âkıbetini düşünsün. Tâ anlasın ki, rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet, fânidir, muvakkattir. Faydası az, zahmeti çoktur. Eğer uhrevî meziyetler ise, zaten onlarda haset olamaz. Eğer onlarda dahi haset yapsa, ya kendisi riyakârdır; âhiret malını dünyada mahvetmek ister. Veyahut mahsûdu riyakâr zanneder, haksızlık eder, zulmeder.

Hasit adam haset ettiği şeylerin akıbetini düşünmelidir. Bilsin ki rakibinin dünyevi güzelliği, kuvveti, makamı ve serveti geçicidir. Faydası az zahmeti ise çoktur. Ahirete bakan nimetlerde ise kıskançlık yapmamak lazımdır. Eğer onlara da haset edilse çok zararlıdır. Ahiret malını dünyada yer veya kast ettiğini riyakâr zanneder, haksızlık eder. Su-i zannıyla haddi aşar zulmeder.

Hem ona gelen musibetlerden memnun ve nimetlerden mahzun olup, kader ve rahmet-i İlâhiyeye, onun hakkında ettiği iyiliklerden küsüyor. Âdetâ kaderi tenkit ve rahmete itiraz ediyor. Kaderi tenkit eden, başını örse vurur, kırar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır.

Cenab-ı Hay ve Kayyûm (cc) ona tayin ettiği hayat tarzı, Mazhar olduğu nimetler ve başına gelen akıbetlere nazar edip, musibetlerden memnun, nimetlere karşıda nankörlük ederek, kader ve rahmet-i ilahiye ye darılıyor. Yani kaderi tenkit ve rahmete itiraz ediyor. Kaderi tenkit eden, yani bu nazarla ve hisle eleştiren başını örse vurur ve kırar. Rahmete itiraz ettiğinden hakkındaki Rahmeti de kaybeder.

“Acaba birgün adâvete değmeyen bir şeye bir sene kin ve adâvetle mukabele etmeyi hangi insaf kabul eder, bozulmamış hangi vicdana sığar?”

Düşmanlıkların aslında ne kadar basit sebeplerden dolayı olduğu. İnsaf ve vicdana böyle basit ve değersiz meselelerin sığmayacağına işaret edilmektedir.

Hâlbuki mü’min kardeşinden sana gelen bir fenalığı bütün bütün ona verip onu mahkûm edemezsin. Çünkü evvelâ kaderin onda bir hissesi var. Onu çıkarıp, o kader ve kazâ hissesine karşı rıza ile mukabele etmek gerektir.

Saniyen, nefis ve şeytanın hissesini de ayırıp, o adama adâvet değil, belki nefsine mağlûp olduğundan, acımak ve nedamet edeceğini beklemek.

Salisen, sen kendi nefsinde görmediğin veya görmek istemediğin kusurunu gör, bir hisse de ona ver.

Bir mü’minden gelen bir kötülüğün tamamını ona verip onu mahkûm etmek haksızlıktır. Çünkü her bir hadisede kaderin de onda bir hissesi vardır. Bu nedenle kader ve kaza hissesine mukabil rıza gerekir.

İkincisi o kişinin yaptığından pişmanlık ve neticede yaptığının kusur olduğunu anlasa inşallah ona zarar vermez.

Üçüncüsü kişi nefsinde görmediği veya görmek istemediği bir kusurunu görüp, bir hisse de ona verilirse o mü’min kardeşine beslediği kin ve adaveti, merhamete döner, husumet kalkar.

Sonra bâki kalan küçük bir hisseye karşı, en selâmetli ve en çabuk hasmını mağlûp edecek af ve safh ile ve ulüvvü cenaplıkla mukabele etsen, zulümden ve zarardan kurtulursun. Yoksa sarhoş ve divane olan ve şişeleri ve buz parçalarını elmas fiyatıyla alan cevherci bir Yahudi gibi, beş paraya değmeyen fâni, zâil, muvakkat, ehemmiyetsiz umur-u dünyeviyeye, güya ebedî dünyada durup ebedî beraber kalacak gibi şedit bir hırsla ve daimî bir kinle, mütemadiyen bir adâvetle mukabele etmek, sîga-i mübalağa ile, bir zalûmiyettir veya bir sarhoşluktur, bir nevi divaneliktir.

İşte, hayat-ı şahsiyece bu derece muzır olan adâvete ve fikr-i intikama, eğer şahsını seversen yol verme ki kalbine girsin. Eğer kalbine girmişse, onun sözünü dinleme. Bak, hakikatbîn olan Hafız-ı Şirazî’yi dinle:

Yani, “Dünya öyle bir metâ değil ki nizâa değsin.” Çünkü fâni ve geçici olduğundan kıymetsizdir. Koca dünya böyle ise, dünyanın cüz’î işleri ne kadar ehemmiyetsiz olduğunu anlarsın.

Yani, kendi hayatına bu kadar zarar verecek düşmanlığa, intikam fikrine yol verme ki kalbine girsin. Eğer kalbine girmiş ise o adavetten gelen sesi dinleme.

Hem demiş:  “İki cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: dostlarına karşı mürüvvetkârâne muaşeret ve düşmanlarına sulhkârâne muamele etmektir.”

Düşmanlarına karşı barış arayışı ile davranmak. İki dünyanın da esenliğini kazandırır.

Eğer dersen: “İhtiyar benim elimde değil; fıtratımda adâvet var. Hem damarıma dokundurmuşlar, vazgeçemiyorum.”

Elcevap: Sû-i hulk ve fena haslet eseri gösterilmezse ve gıybet gibi şeylerle ve muktezasıyla amel edilmezse, kusurunu da anlasa, zarar vermez. Madem ihtiyar senin elinde değil, vazgeçemiyorsun. Senin, mânevî bir nedamet, gizli bir tevbe ve zımnî bir istiğfar hükmünde olan kusurunu bilmen ve o haslette haksız olduğunu anlaman, onun şerrinden seni kurtarır. Zaten bu Mektubun bu Mebhasını yazdık, tâ bu mânevî istiğfarı temin etsin; haksızlığı hak bilmesin, haklı hasmını haksızlıkla teşhir etmesin.

Madem iraden elinde değil mizacın müsaade etmiyor vazgeçemiyorsun;

Senin manevi pişmanlığın, gizli tövben, af dilemen hükmünde olan kusurunu bilmen ve o huy ile haksız olduğunu anlaman şerden kurtulmaya vesiledir. Çünkü Risale-i Nur derslerinin bir esası da, iradeyi insaf ile hakkı kabule meyil etmeye davet eder ki, o gaye-i hakikat yerini bulsun, o manevi pişmanlık ve hakikati kabul etmek, haksızlığı hak bilmesin, haklı hasmını haksızlıkla teşhir etmesin.

Cây-ı dikkat bir hadise:

Bir zaman, bu garazkârâne tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki, mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasîsine muhâlif bir âlim-i salihi, tekfir derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı, hürmetkârâne medhetti. İşte, siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm “şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım.” dedim, o zamandan beri hayat-ı siyasiyeden çekildim.

Bediüzzaman, tarafgirliğin neticesinde dindar bir ilim sahibinin, siyasi düşüncesine karşı bir Salih âlimi, inkâr derecesinde küçük gördüğünü ve kendisi gibi düşünen bir münafığı da hürmetle övdüğünü, siyaset damarının bu taraftarlık hissiyle yaptığı zulmü gördüm ondan çekindim, ürktüm,” şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım.” demiş ve hayat-ı siyasiyeden çekilmiştir.

Rüstem Garzanlı / Diyarbakır

www.NurNet.org

Bir Bediüzzaman Üniversitesi: Medresetüzzehra (Şiir)

BEDİÜZZAMAN VE MEDRESETÜZZEHRA

Şam’dan ayrıldıktan sonra İstanbul’a gidiyor
Medresetüzzehra için Sultan’la görüşüyor

Konuyu Sultan Reşat’a detaylıca anlatır
Şarka gerekliliğini Paşaya hatırlatır

Üsküp’te bir okul için ödenek ayrılmıştı
Hazırlıkları yapılmış temeli atılmıştı

Ancak Balkan Savaşları aniden başlıyordu
O okulun yapılması iptal ediliyordu

Bu nedenle Sultan Reşat teklifi kabul eder
İptal olan ödeneği buraya tahsis eder

Böylece Medresetüzzehra Van’da kurulacaktı
Türkçe Arapça ve Kürtçe orda okunacaktı

Paşa’nın ilgisi için O’na teşekkür eder
Bin dokuz yüz on ikide doğruca Van’a gider

Temeli atılıyordu bin dokuz yüz on üçte
Van Gölü kenarındaki o güzel Artemit’te

Van Valisi Tahir Paşa temelini atıyor
Birçok üst düzey görevli törene katılıyor

Ancak bu defa da yine bir aksilik çıkmıştı
Birinci Dünya Savaşı birden patlak vermişti

Savaşın başlamasıyla Üstad cepheye gider
Medrese ile ilgili projeler de biter

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

www.NurNet.org